CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KERÂMET (E)

Evliyânın büyüklerinden ve fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Mehâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: "Ebû Abdullah hazretlerinin bulunduğu köye bir gün düşman askerleri saldırdı. Köylüleri öldürmek için evlerine hücûm ettiler. Kime kılıçla vursalar, ona hiçbir şey olmuyor ve kan bile akmıyordu. Köy halkı ve Ebû Abdullah'ın talebeleri bu duruma çok şaşırdı. Bu sırada talebelerinden biri kendi kendine; "Burada harb var. Ben kaçıp memleketime gideyim, harb bitince geri dönerim." diye düşündü. Hocasından izin almadan memleketine gitmek için yola çıktı. Köyden biraz uzaklaştıktan sonra, düşman askerleri onu yakalayıp öldürdüler. Düşman askerleri, buna kılıç darbelerinin nasıl işlediğini, köyde bulunanlara ise neden işlemediğini merak ettiler. Bunun sebebini araştırmaya başladılar. Köylülere, bunun sebebini sorduklarında, onlar; "Burada şöyle büyük bir zât vardır. İsmi, Ebû Abdullah Câfer'dir. Onun yüzü suyu hürmetine Allahü teâlânın izni ile kılıç darbeleriniz bize tesir etmez." dediler.

Bunun üzerine düşman askerleri, Ebû Abdullah hazretlerinin evine gittiler. Onu yakalayarak, kılıçla vurmaya başladılar. Ebû Abdullah hazretleri darbelerle yere düştü. Düşman askerleri onu öldü zannederek, öylece bırakıp evi terk ettiler. Onların arkasından Ebû Abdullah'ın talebeleri, hocalarının evine girdiklerinde, onu namaz kılarken buldular. Namazı bitince talebeleri ona; "Hocam! Size bu kadar kılıç darbesi vurdukları halde hiçbir şey olmadı ve vücûdunuzdan bir damla bile kan akmadı. Bu nasıl oldu?" diye sordular. Ebû Abdullah; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Ben onların bana vurduklarının farkında bile değildim." deyince, talebeleri; "Hocam! O anda ne ile meşgûl idiniz?" diye suâl ettiler. Ebû Abdullah bunun üzerine; "Ben o anda Yâsîn sûresini okuyordum. Onlar gittikten sonra namaz kılmaya başladım." dedi.

Düşman askerleri, bütün uğraşmalara rağmen bir şey yapamayacaklarını anlayınca çekilip gittiler. Ebû Abdullah, talebelerine ilim öğretmeye ve insanlara Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya, feyz vermeye devâm etti.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  hazretleri yüksek bir evliyâ olduğu halde kerâmet göstermekten çok sakınırdı. En büyük kerâmetin, Allahü teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin Sünnet-i seniyyesine uygun olarak yaşamak olduğunu bildirirdi. Bu hususta buyurdu ki: "Hak teâlâ mûcizeleri ve diğer delilleri açıklamayı peygamberler üzerine nasıl emretmişse, yabancıların gözü değmesin, kimse görmesin ve bilmesin diye aynı şekilde evliyâda zuhûr eden halleri, makamları ve kerâmetleri gizlemeyi de velîlere emretmiştir."

Halep bölgesinde yetişen velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün dergâhda uyuyordu. Yanında bir zât vardı. O sırada bir seveni bir mikdar balmumu getirdi ve; "Bu, Şeyh Efendinindir." dedi. Şeyhin yanındaki şahıs, Şeyhe gelen mumu kimse görmeden ateşte ısıtıp yumuşattıktan sonra beline koydu. Biraz sonra Ebû Bekr Efendi uyandı. O zâta; "Elbisenin altındaki nedir?" diye sordu. O zât korkup, elbisesini açtı ve belinde bir yılanın sarılı olduğunu gördü. Büyük bir korku ile elbisesini çıkarıp attı. Bu sırada yılan mum olarak yere düştü. Bunun üzerine Şeyh; "Eğer onu alsaydın, seni sokardı." dedi.

Kilis beldesinden bir kadının oğlu Frenk memleketinde esir düşmüştü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip oğlunun kurtulması için duâ istedi. Ebû Bekr Efendi; "Demek ki oğlunun kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir." dedi. Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi. Ebû Bekr Efendi; "Kızıl Hamûr!" diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp; "Ye!" dedi. Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi, asâsiyle işâret ederek; "Haydi şimdi git!" dedi. Köpek dağlara doğru hızla gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına; "Evine dön!" buyurdu. Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu sordu. O da şöyle anlattı: "Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum." Akrabâları ve annesi çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Ya'fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bir gün, bir mecliste bulundu. O mecliste velî ve birçok sâlih var idi. Bu meclisin toplanmasından maksad, kalblerde itminân hâsıl eden delîllerin açıklanması idi. Herkes bir delîl ileri sürdü. Sonra Ebû Bekr Ya'fûrî'ye döndüler. O da; "Delîl göstermek lâzım mıdır?" deyince, onlar evet dediler. Ev sâhibi, küçük çocuklarını gürültü yapmasınlar diye başka odaya koymuştu. Ebû Bekr Ya'fûrî, eliyle çocukların bulunduğu odayı işâret etti. Kapı ortadan yarılarak açıldı. Orada bulunan çocuklar, tövbe ve istigfâr ediyorlardı. Meclis, titredi ve dalgalandı. Sonra tekrar eliyle işâret etti. Duvar yarıldı ve tavan açıldı. Orada bulunanlar yıldızları gördüler. Bu durum onları korkuttu. Ebû Bekr Ya'fûrî; "Ey sâlihler bunu eski hâline getirin!" buyurdu. Onlar: "Allahü ekber! Buna gücümüz yetmez." dediklerinde; o, iki elini birbirine vurdu. Her şey eski hâline döndü.

Büyük velîlerden Ebû Hafs Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; kerâmet peşinde koşanlardan değil, istikâmeti esas alanlardandı. Bir gün talebeleriyle birlikte hava almak için bir bahçeye gitmişlerdi. Sohbet tatlanıp talebelerin duygulandıkları sırada bir ceylan koşarak geldi ve başını Ebû Hafs hazretlerinin dizine koydu. Ebû Hafs hazretleri ceylanı yanından uzaklaştırdı. Yanındakiler; "Efendim niçin ceylanı kovdunuz?" deyince, onlara; "Sohbetimiz güzelleştikçe, keşke bir koyun olsa da kesip size ikram etsem de dağılmasanız, sohbetimiz devâm etse diye gönlümden geçirdim. Bir de baktım, ceylan dizime yaslanmış. Hemen hatırıma Nil Nehrini ters akıtması için Allahü teâlâya duâ eden ve duâsı kabûl edilen Firavn geldi. Firavn'a benzemekten korkarak ceylanı kovdum." dedi.

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin ve sevenlerinin yaptıkları işleri ve hattâ düşündüklerini Allahü teâlânın bildirmesiyle bilirdi.

Derslerine devâm eden talebelerinden birisi, bir gece hanımına çok hiddetlendi. Onu boşamaya kat'î olarak karar verdi. Sabahleyin, ders için hocasının meclisine geldiği zaman, Ebû Midyen hazretleri bu talebeye hitâben; "Zevceni nikâhında tut! (Onu boşama) Allah'tan kork!" meâlindeki Ahzâb sûresi otuz yedinci âyet-i kerîmeyi okudu. Talebe; "Vallahi ben bu durumu hiç kimseye anlatmadım." dedi. Ebû Midyen hazretleri buyurdu ki: "Mescide girdiğim zaman, sırtında bulunan hırkanın üzerinde bu âyet-i kerîmenin yazılı olduğunu gördüm. Aranızdaki meseleyi ve senin niyetini böylece anlamış oldum."

Bir gün deniz kenarında abdest alıyordu. Yüzüğü denize düştü. "Yâ Rabbî! Yüzüğümü bir sebeb ile göndermeni istiyorum." dedi. O anda denizden bir balık çıktı. Ağzında Ebû Midyen hazretlerinin yüzüğü vardı. Yüzüğünü balığın ağzından alıp, Allahü teâlâya şükretti.

Ebû Midyen Mağribî hazretleri bir gün deniz sâhilinde yürüyordu. Bulunduğu şehri istilâ eden düşmanlar, onu esir alıp sâhildeki gemiye koydular. Gemide pekçok müslüman esir vardı. Yakalayan kimseler, gemiyi hemen hareket ettirmek istediler. Fakat bütün uğraşmalarına rağmen buna muvaffak olamadılar. Müslüman esirler; "Son olarak getirdiğiniz o şahıs, Allahü teâlânın sevgili bir kuludur. O, gemide olduğu müddetçe bu gemiyi hareket ettiremezsiniz." dediler. Bunun üzerine Ebû Midyen hazretlerini serbest bıraktılar. Fakat o; "Gemideki bütün müslüman esirler serbest bırakılmadıkça, dışarı çıkmam." dedi. Düşmanlar baktılar başka çâre yok, bütün esirleri bıraktılar. Gemi de normal şekilde hareket edip yoluna devâm etti.

Mağrib'de, müslümanlarla frenkler arasında harp çıkmıştı. Frenkler gâlip gelmek üzere iken, Ebû Midyen kılıcını alıp, talebelerinden biri ile sahraya çıktı. Bir kum tepesi üzerine oturdu. Uzaktan sahrayı dolduran domuzlar görüldü. Yakına gelinceye kadar bekledi. Sonra kılıcını kaldırıp, başlarına vurmaya başladı. Pek çoğunu öldürdü. Nihâyet, geri dönüp kaçtılar. "Bunlar nedir?" diyenlere; "Frenklerdir. Allahü teâlâ onları mağlûb ve perişân etti." buyurdu. Bir zaman sonra, düşmanın kırıldığı haberi geldi. İslâm askerleri gelip; "Eğer siz ön safta olmasaydınız, mağlûb olmuştuk." dediler. Halbuki, Ebû Midyen hazretlerinin bulunduğu yer ile harbin yapıldığı yer arasında bir aylıktan çok mesâfe vardı.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed el-Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Bir talebesi şöyle anlatır: "Bir gün  hocamın yanında idim. Bir kadıncağızın feryâd ettiğini ve doğum zamânı geldi dediğini duyduk. Ebû Muhammed; "Yâsîn sûresini okuyun. İnşâallahü teâlâ selâmet bulur." dedi. Biraz sonra da; "Şimdi o kadıncağız bir erkek evlâdı dünyâya getirdi. İsmini de Ali koydu." buyurdu. Bir ara gidip olup biteni sorduğumda hâdisenin hakîkaten hocamın bildirdiği gibi olduğunu öğrendim."

Şam'da yetişen âlimlerin ve evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî  (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine hizmet etmekle şereflenen bir talebesi şöyle anlatmıştır: Bir hac mevsiminde hacca gitmek üzere hocam Ebû Ubeyd Busrî'den duâ alıp yola çıkmak üzereydim. Hocam; "Yanında bir şeyin var mı?" deyince; "Su kabımdan başka bir şeyim yok." dedim. Bunun üzerine bana; "Bir şeye ihtiyâcın olduğu zaman veya acıkınca yâhud da susayınca, iki rekat namaz kıl. O su kabını da sağ tarafına koy. Namazı bitirip selâm verdiğin zaman arzu ettiğin şey ne ise onu sağ tarafında bulursun." buyurdu. Vedâlaşıp yola çıktım. Epey bir zaman gittim. Yolum öyle bir yere düştü ki orada hiç su yoktu. İnsanlar susuzluktan çâresiz bir halde inliyorlardı. Bu hâli görünce hocam Ebû Ubeyd Busrî'nin vedâlaşırken söylediği sözleri hatırladım. Hocam elbette doğru söyler, onun tembihinde bir hikmet vardır diyerek boş su kabımı sağ tarafımda çukur bir yere bırakıp iki rekat namaz kıldım. Selâm verdiğim zaman, bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr, su kabımı attığım çukur yerden üzerime su serpiyordu. Baktığımda kabımı bıraktığım çukur yer su ile dolmuştu. Kabı alıp, susuzluktan kıvranan insanları çağırdım. Suyun yanına gelerek, içe içe kandılar. Böylece Allahü teâlânın izniyle ve hocamın kerâmetiyle susuzluktan kurtulduk.

Fas velîlerinin büyüklerinden Ebû Ya'zî Magribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin yanına arslanlar ve kuşlar gelir, o da onlarla sohbet ederdi. Arslanlar yaramazlık yapıp hayvanlara ve insanlara saldırınca, onları yanına çağırır, kulaklarını çekerek azarlardı. Hattâ bâzan: "Haydi! Ey Allah'ın köpekleri! Buralardan gidin, rızkınızı başka yerde arayın. Sizi bir daha burada görmeyeceğim." buyururdu. Bu söz üzerine, arslanlar uslu uslu çekip giderlerdi.

Endülüs’te ve Mısır’da yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden birisi gelerek, Cumâ namazından sonra velime, düğün yemeği vereceklerini, kabûl ederlerse, kendilerini de yemeğe dâvet ettiklerini bildirdi. Ebü'l-Abbâs (rahmetullahi aleyh); "Peki, inşâallah gelirim." buyurdu. Daha sonra, ayrı ayrı dört kişi daha gelerek, aynı zaman için kendisini yemeğe dâvet ettiler. Onlara da; "Peki, inşâallah gelirim." dedi. Cumâ namazı vakti oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle oturdu. Bir yere gitmedi. Daha sonra, o dâvet eden beş kişinin hepsi ayrı ayrı gelerek, yemeklerinde bulunmakla kendilerini çok sevindirdiğini ve teşekkür ettiklerini bildirdiler. Orada bulunanlar, Ebü'l-Abbâs'ın yanlarından hiç ayrılmadıklarını, bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladılar.

Evliyânın büyüklerinden Ebü'l-Abbâs Sebtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Ebû Hasan Habbâz, "İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı içerisindeler" deyince, ona; "Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi." dedi. Ebû Abbâs'ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip, yardımda bulundu. Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini kesmişti. Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı.

Bâzıları Ebû Abbâs Ahmed bin Âfir'e evliyânın kerâmeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: Ölüm ile velînin kerâmeti kesilmez. Merrâkûş'da defnedilmiş bulunan Evliyânın büyüklerinden Ebû Abbâs Sebtî'yi işâret ederek; fakirlere sadaka verdikten sonra, onun kabrinin yanında, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eden kimsenin ihtiyâcının nasıl giderildiğine bak!" dedi."

Muzaffer bin Mühezzeb anlatır: "Bir gün Ebü'l-Hasan Ba'kûbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına giderek zulmü herkese dokunan birini şikâyet etmek istedim. Üç gün kadar o dergâhta kaldım. Ebü'l-Hasan hazretlerinin heybetinden dolayı bir türlü bu şikâyeti dile getirmeye kâdir olamadım. Dördüncü gün Ebü'l-Hasan hazretleri bir bahçede talebeleri ile akşam namazını kıldılar. Namazdan sonra orada bir ok ve bir yay gördüler; "Yayı ve oku bana veriniz." buyurdu. Oradakiler ok ve yayı hemen verdiler. Ebü'l-Hasan oku yaya yerleştirip bana doğru döndüler ve; "Atayım mı?" buyurdular. "Ben de; "Siz bilirsiniz." dedim. O, bu cevâbımdan sonra oku attı. Ok bir ağacın dibine saplandı. O zaman Ebü'l-Hasan hazretleri; "Ey Muzaffer! Doğrusu istediğine kavuştun. O zâlim cezâsını gördü." buyurdu. Ben buna hayret edip; "Allahü ekber." diye tekbir getirdim. Oradakiler de tekbir söylediler. O gecenin sabahı olduğunda bana; "O zâlim kişi akşam namazı sonrasında evinin damında yatarken nereden geldiği bilinmeyen bir ok ile öldü." haberi bildirildi.

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya hakkıyla îmân ve Resûlüne tâbi olmaktan daha büyük kerâmet yoktur."

Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri; sonuncu defâ hac yolculuğuna çıktı. Bu seyâhatinde talebesine, yanına bir kazma, bir ibrik ve bir de kâfur almasını emretti. Bunları niçin aldırdığını soran talebesine; "Hamisre'ye varınca anlarsın." buyurdu. Talebesi bilâhare şöyle anlattı: Sahrâ-i Ayzâb'da Hamisre'ye vardık. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî hazretleri, gusl ederek iki rekat namaz kıldı. Sonra seccâdede rûhunu teslim etti. Yanlarına aldıkları kazma ile mezar kazılıp, ibrikle su taşınıp yıkandıktan sonra, kâfur konup hemen oraya defnedildi. Vefât ettiği yerin suyu tuzlu olduğundan bir şey yetişmezdi. Oraya definlerinden sonra, vücûdlarının bereketiyle o yerin suyu tatlılaştı ve münbit bir yer hâline geldi."

Hamzet bin Abdullah anlatır: "Bir gün Ebü'l-Hayr Tinâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini ziyâret için yola çıkmıştım. Niyetim, işim acele olduğundan ziyâret edip, evde bir şey ikrâm ederse yemeden çıkmaktı. O niyetle evine vardım. Hal hatır sorduktan sonra müsâade istedim. O da müsâade etti. Beni dışarıya çıkardı. Sonra biraz beklememi söyleyip, bir tabak içinde yemek getirdi. "Burası evin içi sayılmaz. Onun için burada ikrâm edileni yiyebilirsin. Buraya kadar gelip de, bir şey yemeden gidilmez. Buradaki yemekler ihlâs ile pişirilmiştir. Onun için bunlarda şifâ vardır." buyurdu. Ben de bir kenara oturup, ikrâm edilen yemeği yedim."

Osmanlıların kuruluş devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, muhterem pederleri ile bir gün tenhâ bir yerde sohbet ediyor ve bir âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn, çok çocuk sâhibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişân hâlini; "Buhârâ'da bir bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor ve ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, birgün bir fırtına esti. Bahçemde bulunan tâze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey Resûlullah'ın evlâdı! Allahü teâlânın zayıf ve bîçâre kulu olan bana, inâyet gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol." diye anlattıktan sonra, yüzünü Emîr Sultân'ın babası Ali'nin ellerine sürdü. Emîr Sultân'ın mübârek pederi de; "Cenâb-ı Hak inşâallah seni arzuna kavuşturacaktır." diyerek onu tesellî etti. O ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyara merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, bu muhtâç ihtiyarın bahçesine gizlice varıp, gönülden Allahü teâlâya duâ ederek yalvardı ve; "Ey nîmetler veren ve rızıkları taksim eden Allah'ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve meyvelerini eski canlılığına kavuştur." deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü. Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm-ı ilâhî geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve; "Ey rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah'ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?" dedi. O esnâda Emîr Sultan, bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr Sultan'ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan'ın duâsı bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde bulundular.

Emîr Sultan hazretlerinin çok talebesi vardı. Bunlardan bâzıları gündüzleri oruç tutar, geceleri de sabaha kadar namaz kılarlardı. Haftada bir gün Emîr Sultan hazretlerine gelip, ihtiyâçlarını alıp giderlerdi. Aldıkları ile bir hafta boyunca idâre ederlerdi. İhtiyaçları bitince, yine gelir alırlardı. Bir gün bu talebelerin biri, Emîr Sultan'ın huzûruna gelerek, elini öptü. Emîr Sultan talebesine; "Bulunduğunuz yerdeki müslümanlar iyiler mi? Hâlleri nasıldır?" diye sordu. Talebe; "Sizin himmetinizle, sıhhat ve selâmetteler, hepsi duâcınızdır." deyince, Emîr Sultan elini cebine soktu ve bir akçe çıkardı. O talebesine verdi ve; "Bizden onlara selâm söyle, biz hayatta olduğumuz müddetçe bu akçe ile yetinsinler. Bize duâ etsinler. Başkalarına muhtâc olmasınlar." dedi. O talebe, o bir akçeyi alıp, arkadaşlarının yanına geldi ve onlara; "Emîr Sultan hazretlerinin size selâmı var." dedi. Hepsi selâmı ayakta alarak; "Sultan hazretleri ne buyurdular?" diye sordular. Bunun üzerine o talebe; "Emîr Sultan hazretleri bir akçe verdi ve; "Ben ölünceye kadar bununla iktifâ etsinler, kimseye muhtâc olmasınlar." buyurdu." dedi. Bu söz üzerine hepsi dünyâ malından soğudular. Kimseden bir şey almaz oldular. Pencerelerinde bir kutu vardı. Kimin ihtiyâcı olursa, o kutunun içinden bir akçeyi alır, iftar için herkese bir mikdâr ekmek ve üzüm alıp, onunla oruçlarını açarlardı. Ertesi gün o akçe yine yerinde dururdu. Emîr Sultan vefât edinceye kadar ihtiyaçlarını böyle karşıladılar. O akçe yerinden hiç eksilmedi.

Emîr Sultan hazretlerinin yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet ederdi. Her nereye atmak isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emr ederdi. Şeyh-ul-İslâmın da hazır bulunduğu bir gün, Emîr Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi. Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislâma verilmesini emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ul-İslâma verildi. Emîr Sultan ona; "Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız orası olsun." buyurdu. Şeyh-ul-İslâm, emîrleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki türbenin olduğu yere düştü. Orası, o zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok atılan yer ile, düştüğü yer arası çok uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile düştüğü yer arasındaki mesâfe, üç ok atımlık idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr Sultan'ın kerâmeti olduğunu anladılar.

Emîr Sultan  H.833 senesinde Bursa'da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yıkayıp, cenâze namazını kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret ile Bursa'ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenâze namazını kıldırdı. Okun düştüğü yer olan Bursa'nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi ismiyle anılan semte defnedildi.

Yavuz Sultan Selîm, Mısır seferine çıktığında Yenişehir'de bulunduğu sırada Bursa'ya gelerek, atalarının kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan hazretlerinin kabrinden; "Yâ Selîm! Üdhulû Mısra İnşâallahü âminîn! (Ey Selîm! İnşâallah Mısır'a emniyet içinde giresiniz!)" diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; "Müjdeler olsun pâdişâhım! Size Mısır'ın fethi müjdelendi!" dediler.

İznik'te medfun bulunan velîlerden Eşrefoğlu Abdullah sağlığında bir iş için Bursa'ya gitmişti. Fakat fırsatı olmadığı için, Emîr Sultan'ın kabrini ziyâret edememişti. İznik'e geri dönerken, yolda Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşayı gördü ve ona; "Siz her hâlde Bursa'ya gidiyorsunuz. Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyâret ettiğinizde, selâmımı iletmenizi sizden ricâ ediyorum." dedi. İbrâhim Paşa, Bursa'ya girer girmez Emîr Sultan'ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuduktan sonra Emîr Sultan'ın türbesine girdi ve; "Sultânım! Eşrefoğlu Abdullah, size selâm söyledi." dedi. O ânda türbeden; "Ve aleykesselâm." sesi geldi. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. İbrâhim Paşa diyor ki: "Bu heybetli sesten dolayı bir süre kendime gelemedim."

Anadolu velîlerinden Eskici Mehmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, tüccardan Akkaşzâde Seyyid Abdurrahmân Efendi şöyle anlatır: "Bir zaman ticâret için bir mikdâr pirinç satın alıp, Bursa'da Yeni Han'daki bir anbara koydum. Bir müddet sonra gidip kontrol ettim. Fakat ne göreyim pirincin tamamı böceklenmiş. Pirinci bu halde görür görmez çok üzüldüm. Handan üzgün bir halde çıkarken Eskici Mehmed Dede'yi kapı önünde oturur gördüm. Eskici Mehmed Dede bana yönelerek; "Emir Molla bizden tarafa bak. Bize pilav gönder." dedi. Ben ona; "Çuval gönder ne kadar pirinç istersen göndereyim." dedim. Biraz sonra gönderdiği çuvalı alıp pirinç koymak üzere anbara girdiğimde, gördüm ki, pirinçte böcekten eser kalmamıştı. Bu hâli görünce içim açıldı. Gam ve üzüntüm gitti. Çuvalı doldurup Eskici Mehmed Dede'ye gönderdim. Bu hâlin Eskici Mehmed Dede'nin kerâmeti olduğuna şâhid oldum."