|
KERÂMET
(E)
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimlerinden Ebû Abdullah el-Mehâî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak şöyle anlatılır: "Ebû Abdullah hazretlerinin
bulunduğu köye bir gün düşman askerleri saldırdı. Köylüleri öldürmek için
evlerine hücûm ettiler. Kime kılıçla vursalar, ona hiçbir şey olmuyor ve kan
bile akmıyordu. Köy halkı ve Ebû Abdullah'ın talebeleri bu duruma çok şaşırdı.
Bu sırada talebelerinden biri kendi kendine; "Burada harb var. Ben kaçıp
memleketime gideyim, harb bitince geri dönerim." diye düşündü. Hocasından izin
almadan memleketine gitmek için yola çıktı. Köyden biraz uzaklaştıktan sonra,
düşman askerleri onu yakalayıp öldürdüler. Düşman askerleri, buna kılıç
darbelerinin nasıl işlediğini, köyde bulunanlara ise neden işlemediğini merak
ettiler. Bunun sebebini araştırmaya başladılar. Köylülere, bunun sebebini
sorduklarında, onlar; "Burada şöyle büyük bir zât vardır. İsmi, Ebû Abdullah
Câfer'dir. Onun yüzü suyu hürmetine Allahü teâlânın izni ile kılıç darbeleriniz
bize tesir etmez." dediler.
Bunun üzerine düşman
askerleri, Ebû Abdullah hazretlerinin evine gittiler. Onu yakalayarak, kılıçla
vurmaya başladılar. Ebû Abdullah hazretleri darbelerle yere düştü. Düşman
askerleri onu öldü zannederek, öylece bırakıp evi terk ettiler. Onların
arkasından Ebû Abdullah'ın talebeleri, hocalarının evine girdiklerinde, onu
namaz kılarken buldular. Namazı bitince talebeleri ona; "Hocam! Size bu kadar
kılıç darbesi vurdukları halde hiçbir şey olmadı ve vücûdunuzdan bir damla bile
kan akmadı. Bu nasıl oldu?" diye sordular. Ebû Abdullah; "Allahü teâlâ her şeye
kâdirdir. Ben onların bana vurduklarının farkında bile değildim." deyince,
talebeleri; "Hocam! O anda ne ile meşgûl idiniz?" diye suâl ettiler. Ebû
Abdullah bunun üzerine; "Ben o anda Yâsîn sûresini okuyordum. Onlar gittikten
sonra namaz kılmaya başladım." dedi.
Düşman askerleri, bütün
uğraşmalara rağmen bir şey yapamayacaklarını anlayınca çekilip gittiler. Ebû
Abdullah, talebelerine ilim öğretmeye ve insanlara Allahü teâlânın emir ve
yasaklarını anlatmaya, feyz vermeye devâm etti.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yüksek bir evliyâ
olduğu halde kerâmet göstermekten çok sakınırdı. En büyük kerâmetin, Allahü
teâlânın emirlerine ve Peygamber efendimizin Sünnet-i seniyyesine uygun olarak
yaşamak olduğunu bildirirdi. Bu hususta buyurdu ki: "Hak teâlâ mûcizeleri ve
diğer delilleri açıklamayı peygamberler üzerine nasıl emretmişse, yabancıların
gözü değmesin, kimse görmesin ve bilmesin diye aynı şekilde evliyâda zuhûr eden
halleri, makamları ve kerâmetleri gizlemeyi de velîlere emretmiştir."
Halep bölgesinde yetişen
velîlerden Şeyh Ebû Bekr bin Ebû Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
dergâhda uyuyordu. Yanında bir zât vardı. O sırada bir seveni bir mikdar balmumu
getirdi ve; "Bu, Şeyh Efendinindir." dedi. Şeyhin yanındaki şahıs, Şeyhe gelen
mumu kimse görmeden ateşte ısıtıp yumuşattıktan sonra beline koydu. Biraz sonra
Ebû Bekr Efendi uyandı. O zâta; "Elbisenin altındaki nedir?" diye sordu. O zât
korkup, elbisesini açtı ve belinde bir yılanın sarılı olduğunu gördü. Büyük bir
korku ile elbisesini çıkarıp attı. Bu sırada yılan mum olarak yere düştü. Bunun
üzerine Şeyh; "Eğer onu alsaydın, seni sokardı." dedi.
Kilis beldesinden bir
kadının oğlu Frenk memleketinde esir düşmüştü. Kadın, Ebû Bekr Efendiye gelip
oğlunun kurtulması için duâ istedi. Ebû Bekr Efendi; "Demek ki oğlunun
kurtulmasını istiyorsun? Öyleyse bana pirinç ile bir tavuk pişir getir." dedi.
Kadın, pirinç ile bir tavuğu güzelce pişirip, getirdi. Ebû Bekr Efendi; "Kızıl
Hamûr!" diye seslendi. Yanına kızıl bir köpek geldi. Tavuğu onun önüne atıp;
"Ye!" dedi. Köpek tavuğu yedi. Kadın bunu görünce, özen göstererek hazırladığı
yemeğin köpeğe verilmesine üzüldü. Köpek tavuğu bitirince, Ebû Bekr Efendi,
asâsiyle işâret ederek; "Haydi şimdi git!" dedi. Köpek dağlara doğru hızla
gitti. Aradan bir süre geçince Ebû Bekr Efendi kadına; "Evine dön!" buyurdu.
Kadın evine gidince oğlunun kapı önünde durduğunu gördü. Nasıl kurtulduğunu
sordu. O da şöyle anlattı: "Frenk memleketinde esirdim. Onlar beni domuz çobanı
yaptılar. Domuzların başında çobanlık yaparken, kırmızı bir köpek gelip bana
hücûm etti. Korkup kaçmaya başladım. Düşe kalka kaçıyordum. Nihâyet düşüp
bayıldım. Ayıldığımda kendimi Kilis yakınlarında buldum." Akrabâları ve annesi
çok sevinçli idi. Annesi bâzı hediyeler alıp, Şeyhin yanına gelmek için yola
çıktı. Yolda talebeleri onu geri çevirerek, Şeyhin yanına girmesine izin
vermediler. Çünkü Ebû Bekr Efendi bu sırrın yayılmasını istemiyordu.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Ya'fûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bir gün, bir
mecliste bulundu. O mecliste velî ve birçok sâlih var idi. Bu meclisin
toplanmasından maksad, kalblerde itminân hâsıl eden delîllerin açıklanması idi.
Herkes bir delîl ileri sürdü. Sonra Ebû Bekr Ya'fûrî'ye döndüler. O da; "Delîl
göstermek lâzım mıdır?" deyince, onlar evet dediler. Ev sâhibi, küçük
çocuklarını gürültü yapmasınlar diye başka odaya koymuştu. Ebû Bekr Ya'fûrî,
eliyle çocukların bulunduğu odayı işâret etti. Kapı ortadan yarılarak açıldı.
Orada bulunan çocuklar, tövbe ve istigfâr ediyorlardı. Meclis, titredi ve
dalgalandı. Sonra tekrar eliyle işâret etti. Duvar yarıldı ve tavan açıldı.
Orada bulunanlar yıldızları gördüler. Bu durum onları korkuttu. Ebû Bekr Ya'fûrî;
"Ey sâlihler bunu eski hâline getirin!" buyurdu. Onlar: "Allahü ekber! Buna
gücümüz yetmez." dediklerinde; o, iki elini birbirine vurdu. Her şey eski hâline
döndü.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; kerâmet peşinde
koşanlardan değil, istikâmeti esas alanlardandı. Bir gün talebeleriyle birlikte
hava almak için bir bahçeye gitmişlerdi. Sohbet tatlanıp talebelerin
duygulandıkları sırada bir ceylan koşarak geldi ve başını Ebû Hafs hazretlerinin
dizine koydu. Ebû Hafs hazretleri ceylanı yanından uzaklaştırdı. Yanındakiler;
"Efendim niçin ceylanı kovdunuz?" deyince, onlara; "Sohbetimiz güzelleştikçe,
keşke bir koyun olsa da kesip size ikram etsem de dağılmasanız, sohbetimiz devâm
etse diye gönlümden geçirdim. Bir de baktım, ceylan dizime yaslanmış. Hemen
hatırıma Nil Nehrini ters akıtması için Allahü teâlâya duâ eden ve duâsı kabûl
edilen Firavn geldi. Firavn'a benzemekten korkarak ceylanı kovdum." dedi.
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinin
ve sevenlerinin yaptıkları işleri ve hattâ düşündüklerini Allahü teâlânın
bildirmesiyle bilirdi.
Derslerine devâm eden
talebelerinden birisi, bir gece hanımına çok hiddetlendi. Onu boşamaya kat'î
olarak karar verdi. Sabahleyin, ders için hocasının meclisine geldiği zaman, Ebû
Midyen hazretleri bu talebeye hitâben; "Zevceni nikâhında tut! (Onu boşama)
Allah'tan kork!" meâlindeki Ahzâb sûresi otuz yedinci âyet-i kerîmeyi okudu.
Talebe; "Vallahi ben bu durumu hiç kimseye anlatmadım." dedi. Ebû Midyen
hazretleri buyurdu ki: "Mescide girdiğim zaman, sırtında bulunan hırkanın
üzerinde bu âyet-i kerîmenin yazılı olduğunu gördüm. Aranızdaki meseleyi ve
senin niyetini böylece anlamış oldum."
Bir gün deniz kenarında
abdest alıyordu. Yüzüğü denize düştü. "Yâ Rabbî! Yüzüğümü bir sebeb ile
göndermeni istiyorum." dedi. O anda denizden bir balık çıktı. Ağzında Ebû Midyen
hazretlerinin yüzüğü vardı. Yüzüğünü balığın ağzından alıp, Allahü teâlâya
şükretti.
Ebû Midyen Mağribî
hazretleri bir gün deniz sâhilinde yürüyordu. Bulunduğu şehri istilâ eden
düşmanlar, onu esir alıp sâhildeki gemiye koydular. Gemide pekçok müslüman esir
vardı. Yakalayan kimseler, gemiyi hemen hareket ettirmek istediler. Fakat bütün
uğraşmalarına rağmen buna muvaffak olamadılar. Müslüman esirler; "Son olarak
getirdiğiniz o şahıs, Allahü teâlânın sevgili bir kuludur. O, gemide olduğu
müddetçe bu gemiyi hareket ettiremezsiniz." dediler. Bunun üzerine Ebû Midyen
hazretlerini serbest bıraktılar. Fakat o; "Gemideki bütün müslüman esirler
serbest bırakılmadıkça, dışarı çıkmam." dedi. Düşmanlar baktılar başka çâre yok,
bütün esirleri bıraktılar. Gemi de normal şekilde hareket edip yoluna devâm
etti.
Mağrib'de, müslümanlarla
frenkler arasında harp çıkmıştı. Frenkler gâlip gelmek üzere iken, Ebû Midyen
kılıcını alıp, talebelerinden biri ile sahraya çıktı. Bir kum tepesi üzerine
oturdu. Uzaktan sahrayı dolduran domuzlar görüldü. Yakına gelinceye kadar
bekledi. Sonra kılıcını kaldırıp, başlarına vurmaya başladı. Pek çoğunu öldürdü.
Nihâyet, geri dönüp kaçtılar. "Bunlar nedir?" diyenlere; "Frenklerdir. Allahü
teâlâ onları mağlûb ve perişân etti." buyurdu. Bir zaman sonra, düşmanın
kırıldığı haberi geldi. İslâm askerleri gelip; "Eğer siz ön safta olmasaydınız,
mağlûb olmuştuk." dediler. Halbuki, Ebû Midyen hazretlerinin bulunduğu yer ile
harbin yapıldığı yer arasında bir aylıktan çok mesâfe vardı.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed el-Yemenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Bir
talebesi şöyle anlatır: "Bir gün hocamın yanında idim. Bir kadıncağızın feryâd
ettiğini ve doğum zamânı geldi dediğini duyduk. Ebû Muhammed; "Yâsîn sûresini
okuyun. İnşâallahü teâlâ selâmet bulur." dedi. Biraz sonra da; "Şimdi o
kadıncağız bir erkek evlâdı dünyâya getirdi. İsmini de Ali koydu." buyurdu. Bir
ara gidip olup biteni sorduğumda hâdisenin hakîkaten hocamın bildirdiği gibi
olduğunu öğrendim."
Şam'da yetişen âlimlerin ve
evliyânın meşhurlarından Ebû Ubeyd el-Busrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine hizmet etmekle şereflenen bir talebesi şöyle anlatmıştır: Bir hac
mevsiminde hacca gitmek üzere hocam Ebû Ubeyd Busrî'den duâ alıp yola çıkmak
üzereydim. Hocam; "Yanında bir şeyin var mı?" deyince; "Su kabımdan başka bir
şeyim yok." dedim. Bunun üzerine bana; "Bir şeye ihtiyâcın olduğu zaman veya
acıkınca yâhud da susayınca, iki rekat namaz kıl. O su kabını da sağ tarafına
koy. Namazı bitirip selâm verdiğin zaman arzu ettiğin şey ne ise onu sağ
tarafında bulursun." buyurdu. Vedâlaşıp yola çıktım. Epey bir zaman gittim.
Yolum öyle bir yere düştü ki orada hiç su yoktu. İnsanlar susuzluktan çâresiz
bir halde inliyorlardı. Bu hâli görünce hocam Ebû Ubeyd Busrî'nin vedâlaşırken
söylediği sözleri hatırladım. Hocam elbette doğru söyler, onun tembihinde bir
hikmet vardır diyerek boş su kabımı sağ tarafımda çukur bir yere bırakıp iki
rekat namaz kıldım. Selâm verdiğim zaman, bir rüzgâr esmeye başladı. Rüzgâr, su
kabımı attığım çukur yerden üzerime su serpiyordu. Baktığımda kabımı bıraktığım
çukur yer su ile dolmuştu. Kabı alıp, susuzluktan kıvranan insanları çağırdım.
Suyun yanına gelerek, içe içe kandılar. Böylece Allahü teâlânın izniyle ve
hocamın kerâmetiyle susuzluktan kurtulduk.
Fas velîlerinin
büyüklerinden Ebû Ya'zî Magribî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin yanına arslanlar ve kuşlar gelir, o da onlarla sohbet
ederdi. Arslanlar yaramazlık yapıp hayvanlara ve insanlara saldırınca, onları
yanına çağırır, kulaklarını çekerek azarlardı. Hattâ bâzan: "Haydi! Ey Allah'ın
köpekleri! Buralardan gidin, rızkınızı başka yerde arayın. Sizi bir daha burada
görmeyeceğim." buyururdu. Bu söz üzerine, arslanlar uslu uslu çekip giderlerdi.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevenlerden birisi gelerek,
Cumâ namazından sonra velime, düğün yemeği vereceklerini, kabûl ederlerse,
kendilerini de yemeğe dâvet ettiklerini bildirdi. Ebü'l-Abbâs (rahmetullahi
aleyh); "Peki, inşâallah gelirim." buyurdu. Daha sonra, ayrı ayrı dört kişi daha
gelerek, aynı zaman için kendisini yemeğe dâvet ettiler. Onlara da; "Peki,
inşâallah gelirim." dedi. Cumâ namazı vakti oldu. Namazdan sonra, talebeleriyle
oturdu. Bir yere gitmedi. Daha sonra, o dâvet eden beş kişinin hepsi ayrı ayrı
gelerek, yemeklerinde bulunmakla kendilerini çok sevindirdiğini ve teşekkür
ettiklerini bildirdiler. Orada bulunanlar, Ebü'l-Abbâs'ın yanlarından hiç
ayrılmadıklarını, bu hâlin, onun bir kerâmeti olduğunu anladılar.
Evliyânın büyüklerinden
Ebü'l-Abbâs Sebtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Ebû Hasan
Habbâz, "İnsanlar kuraklık ve pahalılık sebebiyle büyük bir sıkıntı
içerisindeler" deyince, ona; "Cimriliklerinden dolayı, Allahü teâlâ onlara
yağmur vermiyor. Eğer siz, elde ettiğiniz mahsûllerin zekâtı ile fakirlere
sadaka verseydiniz, buna karşılık Allahü teâlâ da size yağmur verirdi." dedi.
Ebû Abbâs'ın bu sözleri üzerine Ebû Hasan Habbâz, fakirlere sadaka verip,
yardımda bulundu. Güneş pek kızgın, hava çok sıcaktı. Yağmurdan, ümîdini
kesmişti. Ağaçların ve diğer bitkilerin kurumaya yüz tuttuğunu gördü. Bir müddet
sonra, öyle bir yağmur yağdı ki, bütün her taraf suya kandı.
Bâzıları Ebû Abbâs Ahmed bin
Âfir'e evliyânın kerâmeti hakkında sordular. O da şöyle cevap verdi: Ölüm ile
velînin kerâmeti kesilmez. Merrâkûş'da defnedilmiş bulunan Evliyânın
büyüklerinden Ebû Abbâs Sebtî'yi işâret ederek; fakirlere sadaka verdikten
sonra, onun kabrinin yanında, onu vesîle ederek Allahü teâlâya duâ eden kimsenin
ihtiyâcının nasıl giderildiğine bak!" dedi."
Muzaffer bin Mühezzeb
anlatır: "Bir gün Ebü'l-Hasan Ba'kûbî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin dergâhına giderek zulmü herkese dokunan birini şikâyet etmek
istedim. Üç gün kadar o dergâhta kaldım. Ebü'l-Hasan hazretlerinin heybetinden
dolayı bir türlü bu şikâyeti dile getirmeye kâdir olamadım. Dördüncü gün Ebü'l-Hasan
hazretleri bir bahçede talebeleri ile akşam namazını kıldılar. Namazdan sonra
orada bir ok ve bir yay gördüler; "Yayı ve oku bana veriniz." buyurdu.
Oradakiler ok ve yayı hemen verdiler. Ebü'l-Hasan oku yaya yerleştirip bana
doğru döndüler ve; "Atayım mı?" buyurdular. "Ben de; "Siz bilirsiniz." dedim. O,
bu cevâbımdan sonra oku attı. Ok bir ağacın dibine saplandı. O zaman Ebü'l-Hasan
hazretleri; "Ey Muzaffer! Doğrusu istediğine kavuştun. O zâlim cezâsını gördü."
buyurdu. Ben buna hayret edip; "Allahü ekber." diye tekbir getirdim. Oradakiler
de tekbir söylediler. O gecenin sabahı olduğunda bana; "O zâlim kişi akşam
namazı sonrasında evinin damında yatarken nereden geldiği bilinmeyen bir ok ile
öldü." haberi bildirildi.
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlâya hakkıyla îmân ve Resûlüne tâbi olmaktan daha
büyük kerâmet yoktur."
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri; sonuncu defâ hac yolculuğuna çıktı. Bu seyâhatinde talebesine,
yanına bir kazma, bir ibrik ve bir de kâfur almasını emretti. Bunları niçin
aldırdığını soran talebesine; "Hamisre'ye varınca anlarsın." buyurdu. Talebesi
bilâhare şöyle anlattı: Sahrâ-i Ayzâb'da Hamisre'ye vardık. Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî
hazretleri, gusl ederek iki rekat namaz kıldı. Sonra seccâdede rûhunu teslim
etti. Yanlarına aldıkları kazma ile mezar kazılıp, ibrikle su taşınıp
yıkandıktan sonra, kâfur konup hemen oraya defnedildi. Vefât ettiği yerin suyu
tuzlu olduğundan bir şey yetişmezdi. Oraya definlerinden sonra, vücûdlarının
bereketiyle o yerin suyu tatlılaştı ve münbit bir yer hâline geldi."
Hamzet bin Abdullah anlatır:
"Bir gün Ebü'l-Hayr Tinâtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
ziyâret için yola çıkmıştım. Niyetim, işim acele olduğundan ziyâret edip, evde
bir şey ikrâm ederse yemeden çıkmaktı. O niyetle evine vardım. Hal hatır
sorduktan sonra müsâade istedim. O da müsâade etti. Beni dışarıya çıkardı. Sonra
biraz beklememi söyleyip, bir tabak içinde yemek getirdi. "Burası evin içi
sayılmaz. Onun için burada ikrâm edileni yiyebilirsin. Buraya kadar gelip de,
bir şey yemeden gidilmez. Buradaki yemekler ihlâs ile pişirilmiştir. Onun için
bunlarda şifâ vardır." buyurdu. Ben de bir kenara oturup, ikrâm edilen yemeği
yedim."
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, muhterem pederleri ile bir gün tenhâ bir yerde sohbet ediyor
ve bir âyet-i kerîmenin tefsîri hakkında konuşuyorlardı. O sırada kalbi mahzûn,
çok çocuk sâhibi, borçlu, sıkıntılar içinde bir kişi gelip, perişân hâlini; "Buhârâ'da
bir bahçem vardı. Onun mahsûlü, her sene çoluk çocuğumun nafakasını karşılıyor
ve ben de helâlinden geçiniyordum. Takdîr-i ilâhî, birgün bir fırtına esti.
Bahçemde bulunan tâze ağaçları ve yeni bitmiş sebzelerin çoğunu kuruttu. Bu
durumda geçinmeğe gücüm olmadığı için, çoluk çocuğumu terk ettim. Ey
Resûlullah'ın evlâdı! Allahü teâlânın zayıf ve bîçâre kulu olan bana, inâyet
gözüyle bak. Ayağına düştüm, bana yardımcı ol." diye anlattıktan sonra, yüzünü
Emîr Sultân'ın babası Ali'nin ellerine sürdü. Emîr Sultân'ın mübârek pederi de;
"Cenâb-ı Hak inşâallah seni arzuna kavuşturacaktır." diyerek onu tesellî etti. O
ânda Emîr Sultan hazretleri, o ihtiyara merhamet etmeyi ve şefkatli davranmayı
aklından geçirdi. O gece Emîr Sultan, bu muhtâç ihtiyarın bahçesine gizlice
varıp, gönülden Allahü teâlâya duâ ederek yalvardı ve; "Ey nîmetler veren ve
rızıkları taksim eden Allah'ım! Bu fakîrin ağaçlarını ve ekip diktiği sebze ve
meyvelerini eski canlılığına kavuştur." deyip, mübârek ellerini yüzlerine sürdü.
Daha sonra Allahü teâlânın izni ile o fakîrin bahçesinde bulunan ağaçlar ve
ekili sebzeler yeşerip canlandı. Sabah olunca, ihtiyarın kalbine, ilhâm-ı ilâhî
geldi ve hemen bahçesine gitti. Bahçesine girince ağaçların çiçeklenmiş, tâze
yaprakları çıkmış ve sebzelerin de canlanmış olduğunu gördü. İhtiyar adam bu
durum karşısında hayrete düştü. Bahçenin bir köşesinden bostana baktı ve; "Ey
rızkı veren ve mahlûkâtı yaratan Allah'ım! Yalvarmam ve niyâzım sanadır. Bana bu
garip sırrı bildir. Yoksa bostanıma hazret-i Hızır mı geldi de, bahçemin
ağaçları ölü iken hayat suyunu içip yeşerdi?" dedi. O esnâda Emîr Sultan,
bahçenin bir köşesinden göründü. İhtiyar durumun hakîkatini anlayıp, hemen Emîr
Sultan'ın ellerine sarılmak istediğinde, o gözden kayboldu. Emîr Sultan'ın duâsı
bereketiyle, bahçedeki ağaçlar ile sebzelerin yeşerip, evvelki gibi meyveli
olduğuna şükretti. İhtiyâr, Allahü teâlânın kudretine hayran kalıp, başından
geçenleri Buhârâ halkına anlattı. Halk gelip, bahçenin hâlini görünce, hayret
etti. Bu kerâmeti görünce insanlar, Emîr Sultan hazretlerinden duâ talebinde
bulundular.
Emîr Sultan hazretlerinin
çok talebesi vardı. Bunlardan bâzıları gündüzleri oruç tutar, geceleri de sabaha
kadar namaz kılarlardı. Haftada bir gün Emîr Sultan hazretlerine gelip,
ihtiyâçlarını alıp giderlerdi. Aldıkları ile bir hafta boyunca idâre ederlerdi.
İhtiyaçları bitince, yine gelir alırlardı. Bir gün bu talebelerin biri, Emîr
Sultan'ın huzûruna gelerek, elini öptü. Emîr Sultan talebesine; "Bulunduğunuz
yerdeki müslümanlar iyiler mi? Hâlleri nasıldır?" diye sordu. Talebe; "Sizin
himmetinizle, sıhhat ve selâmetteler, hepsi duâcınızdır." deyince, Emîr Sultan
elini cebine soktu ve bir akçe çıkardı. O talebesine verdi ve; "Bizden onlara
selâm söyle, biz hayatta olduğumuz müddetçe bu akçe ile yetinsinler. Bize duâ
etsinler. Başkalarına muhtâc olmasınlar." dedi. O talebe, o bir akçeyi alıp,
arkadaşlarının yanına geldi ve onlara; "Emîr Sultan hazretlerinin size selâmı
var." dedi. Hepsi selâmı ayakta alarak; "Sultan hazretleri ne buyurdular?" diye
sordular. Bunun üzerine o talebe; "Emîr Sultan hazretleri bir akçe verdi ve;
"Ben ölünceye kadar bununla iktifâ etsinler, kimseye muhtâc olmasınlar."
buyurdu." dedi. Bu söz üzerine hepsi dünyâ malından soğudular. Kimseden bir şey
almaz oldular. Pencerelerinde bir kutu vardı. Kimin ihtiyâcı olursa, o kutunun
içinden bir akçeyi alır, iftar için herkese bir mikdâr ekmek ve üzüm alıp,
onunla oruçlarını açarlardı. Ertesi gün o akçe yine yerinde dururdu. Emîr Sultan
vefât edinceye kadar ihtiyaçlarını böyle karşıladılar. O akçe yerinden hiç
eksilmedi.
Emîr Sultan hazretlerinin
yayı ve bir de oku vardı. Bunlar, gazâda kullanılmak üzere asılı dururdu. O yaya
ok koydukları zaman, kırk ok çıkar, kırk kişiye isâbet ederdi. Her nereye atmak
isterse, bir talebesinin eline verir, o tarafa atmasını emr ederdi. Şeyh-ul-İslâmın
da hazır bulunduğu bir gün, Emîr Sultan okunun ve yayının getirilmesini istedi.
Getirilen ok ve yayın, Şeyhülislâma verilmesini emr buyurdu. Yay ile ok, Şeyh-ul-İslâma
verildi. Emîr Sultan ona; "Oku doğuya doğru at. Ok nereye düşerse, mezarımız
orası olsun." buyurdu. Şeyh-ul-İslâm, emîrleri üzerine oku attı. Ok, şimdiki
türbenin olduğu yere düştü. Orası, o zaman ağaçlık ve yeşillik idi. Hâlbuki ok
atılan yer ile, düştüğü yer arası çok uzak idi. Atmak ile oraya gitmesi mümkün
değildi. Zîrâ okun atıldığı yer ile düştüğü yer arasındaki mesâfe, üç ok atımlık
idi. Orada bulunanlar, bu işin Emîr Sultan'ın kerâmeti olduğunu anladılar.
Emîr Sultan H.833 senesinde
Bursa'da vebâ hastalığından vefât etti. Vefât ettiğinde 63 yaşındaydı. Emîr
Sultan vefât ederken, Hacı Bayrâm-ı Velî'nin yıkayıp, cenâze namazını
kıldırmasını vasiyet etti. Vefât ettiği gün Hacı Bayrâm-ı Velî mânevî bir işâret
ile Bursa'ya geldi. Gasil ve tekfin işlerini yaptı ve cenâze namazını kıldırdı.
Okun düştüğü yer olan Bursa'nın doğu kısmında yüksekçe bir yere günümüzde kendi
ismiyle anılan semte defnedildi.
Yavuz Sultan Selîm, Mısır
seferine çıktığında Yenişehir'de bulunduğu sırada Bursa'ya gelerek, atalarının
kabirlerini ziyâret etti. Emîr Sultan hazretlerinin türbesine gelip, onun
rûhâniyetinden yardım dilerken, Emîr Sultan hazretlerinin kabrinden; "Yâ Selîm!
Üdhulû Mısra İnşâallahü âminîn! (Ey Selîm! İnşâallah Mısır'a emniyet içinde
giresiniz!)" diye bir nidâ işitildi. Duyanlar; "Müjdeler olsun pâdişâhım! Size
Mısır'ın fethi müjdelendi!" dediler.
İznik'te medfun bulunan
velîlerden Eşrefoğlu Abdullah sağlığında bir iş için Bursa'ya gitmişti.
Fakat fırsatı olmadığı için, Emîr Sultan'ın kabrini ziyâret edememişti. İznik'e
geri dönerken, yolda Halîl Paşanın oğlu İbrâhim Paşayı gördü ve ona; "Siz her
hâlde Bursa'ya gidiyorsunuz. Emîr Sultan hazretlerinin kabrini ziyâret
ettiğinizde, selâmımı iletmenizi sizden ricâ ediyorum." dedi. İbrâhim Paşa,
Bursa'ya girer girmez Emîr Sultan'ın türbesinin bulunduğu yere gitti. İki rekat
namaz kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuduktan sonra Emîr Sultan'ın türbesine girdi ve;
"Sultânım! Eşrefoğlu Abdullah, size selâm söyledi." dedi. O ânda türbeden; "Ve
aleykesselâm." sesi geldi. Orada bulunanlar bu duruma çok şaşırdılar. İbrâhim
Paşa diyor ki: "Bu heybetli sesten dolayı bir süre kendime gelemedim."
Anadolu velîlerinden
Eskici Mehmed Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında, tüccardan
Akkaşzâde Seyyid Abdurrahmân Efendi şöyle anlatır: "Bir zaman ticâret için bir
mikdâr pirinç satın alıp, Bursa'da Yeni Han'daki bir anbara koydum. Bir müddet
sonra gidip kontrol ettim. Fakat ne göreyim pirincin tamamı böceklenmiş. Pirinci
bu halde görür görmez çok üzüldüm. Handan üzgün bir halde çıkarken Eskici Mehmed
Dede'yi kapı önünde oturur gördüm. Eskici Mehmed Dede bana yönelerek;
"Emir Molla bizden tarafa bak. Bize pilav gönder." dedi. Ben ona; "Çuval gönder
ne kadar pirinç istersen göndereyim." dedim. Biraz sonra gönderdiği çuvalı alıp
pirinç koymak üzere anbara girdiğimde, gördüm ki, pirinçte böcekten eser
kalmamıştı. Bu hâli görünce içim açıldı. Gam ve üzüntüm gitti. Çuvalı doldurup
Eskici Mehmed Dede'ye gönderdim. Bu hâlin Eskici Mehmed Dede'nin kerâmeti
olduğuna şâhid oldum." |
|