|
KERÂMET (B
- C)
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hayatta iken; Bir defâsında Nesef'te büyük bir kuraklık oldu. Sıcaktan toprak
çatlayıp, mahsûller kurumaya başladı. Halk, günlerce yağmur bekledi. Fakat bir
damla bile düşmedi. Nesef halkı, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin duâsını almak
için aralarından birini huzûruna gönderdiler. O da gelip durumu arz etti. Nesef
ahâlisi kuraklıktan dolayı mahzûn ve kederlidir, dedi. Bunun üzerine, Behâeddîn
Buhârî hazretleri buyurdu ki: "Üzülmesinler, Allahü teâlâ onlara yağmur
gönderecek." Aradan kısa bir zaman geçti, Nesef'e yağmur yağmaya başladı. Bir
gün ve bir gece devâm etti. Kuraklık kalkıp bolluk oldu.
Nakledilir ki, Şeyh Şâdî
adında bir zât, Kasr-ı Ârifân'a gelip, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin huzûruna
girerek, ziyâretlerine gelmekte kusûr ettiğini söyleyip affetmelerini istedi.
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri ona şaka yaparak; "Bedâva özür kabûl
edilmez." buyurdu. Gelen zât; "Bir öküzüm vardır, onu size vereyim." dedi. "Onu
kabûl etmeyiz, köyünde uzun zamandan beri biriktirip, duvar arasında bir kap
içinde gizlediğin kırk altının var, onları getirirsen kabûl edilir." buyurdu.
Şeyh Şâdî; "Sakladığım altınları başka kimse bilmiyordu. Nasıl bildiler?" diye
hayretler içinde kaldı, sonra köyüne gidip altınlarını getirdi. Behâeddîn Buhârî
hazretlerinin önüne koydu. Behâeddîn Buhârî altınları sayıp, içinden bir
tânesini ayırdı. Diğerlerini o zâtâ geri verdi. "Bunlarla öküz satın alıp
çiftçilik yap, kaldırdığın mahsûlü Allahü teâlânın kullarına dağıt." buyurdu.
Sonra ayırdığı bir altını göstererek; "Bu altın haramdır." Buyurdu. Daha sonra o
zâta; "Hâce hazretlerinin ayırdığı o bir altını nereden almıştın?" dediler.
Behâeddîn Buhârî hazretlerini tanıyıp, ona talebe olmadan önce bir kumarda
kazanmıştım, dedi.
Behâeddîn Buhârî hazretleri,
talebelerinden birini, bir işi için bir yere göndermişti. Talebesi işi görüp
dönerken, yolda havanın çok sıcak olması sebebiyle, dinlenmek için bir ağacın
gölgesine oturdu. Dinlenirken uykusu gelip, uyuya kaldı. Uyur uyumaz rüyâsında
hocası Behâeddîn Buhârî'yi gördü. Elinde bir asâ ile yanına yaklaşıp; "Uyan,
kalk burası uyuyacak yer değildir." dedi. Bunun üzerine hemen uyanıp gözlerini
açtı ve ayağa kalktı. Birden, iki kurdun kendisine doğru yaklaştığını ve hücûm
etmek üzere olduklarını gördü. Hemen oradan uzaklaşıp yoluna devâm etti. Kasr-ı
Ârifân'a varınca, Behâeddîn Buhârî hazretlerinin yola çıkmış, kendisini
karşılamakta olduğunu gördü. Yanına yaklaşınca; "Hiç öyle korkulu ve tehlikeli
yerlerde istirahat edilir mi?" buyurdu.
Mevlânâ Necmeddîn anlattı: "Birgün
Hâce (Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî) hazretleriyle Buhârâ'nın etrâfında bir
sahrâda giderken, iki ceylânın gezdiğini gördük. Hâce hazretleri bana hitâben;
"Hak teâlânın kulları yanına, bu ceylânlar gibi vahşî hayvanlar gelir. Sen de
bunların yanına gelmesini dile." buyurdu. Ben; "Benim ne haddime, sizin
huzûrunuzda kerâmet dileyeyim." dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: "Sen onlara
teveccüh eyle. Onlar senin yanına gelirler." Ben de onlara doğru iki adım
gittim. O ceylanlar, koşarak yanıma gelip durdular. Hâce hazretleri buyurdu ki:
"Hangisini tutarsan tut!" Ben hangisini tutmak istedimse, diğeri beni tut diye
geldi ve onu tutayım dedim. Diğeri geldi. Ben hayretler içerisinde kalıp, birini
tutamadım. O esnâda Hâce hazretleri bir ceylanın sırtına mübârek elini koyup;
"Sana lüzum kalmadı, ben tuttum." buyurdular. Sonra o ceylanları orada bırakıp
gittik. Onlar ise arkamızdan bakıp durdular."
Talebesinden biri şöyle
anlatmıştır: Kasr-ı Ârifân'da bir bostan ektim. Sulama vakti geldi. Fakat sular
kesildiğinden, bostanı sulayamadım. Hâce hazretleri o günlerde bostanıma geldi
ve buyurdu ki: "Bostanın sulama zamânı geldi." Ben de; "Sulama vakti geldi ama,
sular kesildi." dedim. Hâce hazretleri buyurdu ki: "Yer ve gökleri yaratan, sana
su vermeğe kâdirdir. Sen su yollarını aç." Acele ile su yollarını açtım. O gece
sabah oluncaya kadar suyu bekledim. Sabah vaktinde su geldi. Bostanı suladım.
Hattâ bir mikdâr soğan ve sarımsak var idi. Onları da suladım. Sonra su kesildi.
Dağlara yağmur mu yağdı diye düşündüm. Gittim, ırmak tarafına su akıyor mu diye
baktım. Aslâ sudan bir iz göremedim. Acabâ bu su nereden geldi, diye şaştım
kaldım. Sonra Hâce hazretlerinin ziyâretine gittim. "Bostanı suladın mı?"
buyurunca; "Evet, suladım." dedim. "Su kesildikten sonra ne yaptın?" buyurdu.
"Irmağa gittim ve hiç su görmedim. Şaştım kaldım. Suyun nereden geldiğini
anlayamadım." dedim. Hâce hazretleri; "Bunu sen gördün, kimseye söyleme."
buyurdu.
Şeyh Ârif-i Dikgerânî,
Seyyid Emîr Külâl hazretlerinin halîfelerinin büyüklerindendi. O anlatır: Bir
defâsında Kıpçak çölü askerleri, Buhârâ'yı bir müddet kuşattılar. Buhârâlılar
çok zor günler yaşadı. Birçok insan öldü. Buhârâ vâlisi, husûsî adamlarından
birini hazret-i Hâce'ye gönderip; "Düşmana karşı koyacak gücümüz yok. Her
çâremiz tükendi, plânlarımız bozuldu. Sizin yüksek kapınıza sığınmaktan başka
çâremiz kalmadı. Bizi bu zâlimlerden siz kurtarırsınız. Müslümanların onların
elinden kurtulması için Allahü teâlâya yalvarınız, duâ ediniz. Şimdi yardım
zamânıdır." deyip, ricâda bulundu. Hazret-i Hâce; "Bu gece Allahü teâlâya
yalvarırız. Bakalım Allahü teâlâ ne yapar." buyurdu. Sabah olunca, onlara; altı
gün sonra bu belânın kalkacağı müjdesini verdi ve; "Vâlinize böyle müjde verin!"
buyurdu. Buhârâlılar bu müjdeye son derece sevindiler. Buyurduğu gibi oldu. Altı
gün sonra, şehri kuşatan düşman askerleri çekilip gitti.
Seyyid Burhâneddîn,
Hâce hazretlerine bir mikdâr balık getirdi. Hâce hazretleri bağda idi. Balıkları
da bağda pişirmek istediler. İlkbahar mevsimiydi. Hâce hazretleri balıkları
pişirirken, gök yüzünü büyük bir bulut kapladı. Yağmur yağmaya başladı. Hâce
hazretleri, Seyyid Emîr Burhâneddîn'e; "Duâ et, benim olduğum yere yağmur
yağmasın!" buyurdu. Burhâneddîn; "Efendim, benim ne haddime?" dedi. Hâce
hazretleri; "Benim dediğimi yap." buyurdu. Seyyid Burhâneddîn emre uyarak duâ
etti. Kudret-i ilâhî ile Hâce hazretlerinin olduğu yere yağmur yağmadı. Diğer
yerlere o kadar yağdı ki, suları, sel gibi yanımızdan akıyordu. Bu hâli görenler
hayretler içinde kaldı. Bu kerâmetten çokları istifâde ettiler.
Hâce hazretleri, talebeleri
ile bir kimsenin evinin terasında otururlarken, gönülleri yakan, kalblere tesir
eden bir sohbet ettiler. Sohbet esnâsında talebelerine; "Siz mi beni buldunuz,
ben mi sizi buldum?" dediler. Talebeleri; "Biz sizi bulduk." dediler. "Mâdem ki,
siz beni buldunuz, bu terasta beni bulun." buyurup, talebelerinin gözünden
kayboldular. Talebeleri her tarafı arayıp, bulamadılar. Söyledikleri söze pişmân
olup; "Sizin câzibeniz olmasa, siz lutf etmeseniz, kim sizin sohbetinize
kavuşabilir?" deyip özür dilediler. Bunun üzerine Hâce hazretleri kendisini
gösterdi. Biraz önce oturdukları yerde, aynı şekilde oturuyordu.
Anadolu'da yetişen evliyâdan
Behrullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, tütün kullanırdı.
Sohbetine gelen Ahmed isimli zât, onun tütün kullandığını görünce, kalbinden;
"Keşke sigara içmeseydi." diye geçirdi. Behrullah Efendi ona doğru dönerek; "Ahmed
Efendi siz sigara kullanmıyorsunuz değil mi?" diye sordu. O da; "Kullanmıyorum
efendim." dedi. O kişi yine kalbinden; "Firavunun bahçesinde yetişen tütünü ne
diye içiyor." diye geçirir geçirmez; "Firavunun bahçesinde tütünün yetiştiğini
sen ne biliyorsun? Firavunun bahçıvanı mı idin?" deyince, o zât tövbe ederek
sâdık talebesi olmakla şereflendi.
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velîlerden Şeyhülislâm Berdeî Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri bir gün talebelerini toplayıp; "Bu gece rüyâmda Peygamber efendimizi
gördüm! Bana; "Oğul bu dünyânın sıkıntısını çektiğin yeter. Artık bana gel."
buyurdular. Ben de, "Yâ Resûlallah! Sana ne ile geleyim! Sana lâyık armağanım
yok." deyince; "Oğullarından birkaçıyla gel. Armağan olarak bu yeter."
buyurdular. Böyle söyler söylemez talebeleri feryâd edip ağlaşmaya başladı.
Oğullarına; "Benimle hanginiz gider?" diye sordu. Hepsi cân-u gönülden âhiret
yolculuğunu istediler. O gün hepsinin tabutlarını hazırlattı. Akşama doğru
kendisi ve bütün oğulları vefât etti. Kendisinden sonra meşhûr talebesi,
halîfesi ve dâmâdı Pîrî Halîfe Muhammed insanlara rehberlik edip, çok kıymetli
hizmetler yaptı. Bu zâtın oğlu olan Muhammed Çelebi Sultan ve bunun torunu Şeyh
Burhâneddîn hazretleri de orada yetişen meşhûr velîlerdendir.
Evliyâ hâtunlardan Bîbî
Cemâl (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretleri'nin çok kerâmeti görülmüştür.
Bir defâsında bir mikdâr buğdayı kendi eliyle bir kaba doldurmuştu. Az
mikdardaki bu buğdaydan fakir ve gariplere bir sene boyu dağıtıldı, onun
bereketiyle, bitmedi.
Yine bir gün kendisine balık
getirilip hediye edilmişti. Buna çok memnun olup, balığa bir nazar etti. Balık
üzerinde bir nûr parladı. Sonra da bunu saklayın, kurusun ve bütün yakınlarımız
ondan istifâde etsin dedi. Hakîkaten dediği gibi oldu. Az bir ürün ve mal onun
bereketiyle şaşılacak derecede artardı. Her kimin bir ihtiyâcı olsa halledilmesi
için ona mürâcaat eder, duâsını isterdi. Fâtiha okuyup duâ edince, o ihtiyaç
hallolur, bir sebeple sıkıntı kalkardı.
Sevâbı büyüklerin rûhuna
bağışlanmak üzere pişirilip dağılan yemeğe eliyle biraz tuz ekerdi. Ondan sonra
o yemekten pekçok kimse yer, yemek bitmezdi.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanına, Ebü'l-Hasan
Hamza Hemedânî isminde birisi, bir akşam yanına geldi. Gelmeden önce de, evinde,
tandırda bir tavuk kızarttırmıştı. Akşam yemeğini evinde çocuklarıyla berâber
yiyecekti. Câfer-i Huldî'nin yanına gelip bir müddet sonra gitmek için izin
istedi. Câfer-i Huldî; "Bu akşam burada kal." buyurdu. O kimse, bu akşam burada
kalırsam, sabah namazına kadar ayrılamam. Çocuklar da ben gitmeden yemek
yemezler ve aç kalırlar diye düşünüp; "Müsâade ederseniz gideyim." dedi. Câfer-i
Huldî; "Hayır bu akşam burada kalacaksın." buyurdu. Gelen kimse; "Mühim işim
vardır, gideyim." deyince, Câfer-i Huldî; "Sen bilirsin." buyurdu. O kimse evine
gelip, hizmetçisine kızarmış tavuğu getirmesini söyledi. Hizmetçi gidip, pişmiş
tavuğu getirirken ayağı takılıp, yemek kabı elinden düştü. Yemek kabı kırılıp
yemeğin suyu döküldü. Pişmiş tavuk da yola düştü. Ebü'l-Hasan hizmetçisine; "Hiç
olmazsa pişmiş tavuğu getir, temizleyip yeriz." dedi. Hizmetçi giderken, oradan
geçmekte olan bir köpek, tavuğu kapıp gitti. Ebü'l-Hasan Hamza; "Her şeyi
kaçırdık. Bâri, üstâdın sohbetini kaçırmıyalım." deyip, Câfer-i Huldî'nin yanına
geldi. Üstâd kendisini görünce buyurdu ki: "Evliyânın kalplerine bir parça gönül
vermeyenin ve söz dinlemeyenin tavuğunu, Allahü teâlâ köpeklere verir." Ebü'l-Hasan,
bunu duyunca hatâsını anladı ve tövbe etti.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Celâleddîn-i Hindî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında, Şeyh Ahmed Kalender adında bir derviş, kemâl sâhibi bir kimse
bulabilmek için Hindistan'a gitti. Lüki-Çengel denilen yerde ikâmet etti. Âlim
ve talebe bulunduğunu duyduğu her yere mektup yazıp, onları dâvet etti. Bu dâvet
üzerine, oraya pek çok kimse geldi. Kutb-i Rabbânî de gitti. Bir sofra yayıp
herkesi sofranın başına dâvet etti. Sofradaki kazan kapakları açılınca,
yemeklerin haram ve şüpheli şeyler oldukları görüldü. Her kazanın içinde, eti
pişirilen hayvanın başı da vardı. Orada bulunanlar bu hâli görünce, ellerini
yemeklere uzatmadılar. Uzun zaman hayrette kaldılar. Hepsi Kutb-i Rabbânî'ye
döndüler ve; "Ne yapmak lâzım?" diye arz ettiler. "Dostlar! Niye şaştınız. "Hak
teâlâ, kullarını koruduğu şeylerden kulları yemesin diye, onlara, onları haram
eyledi." diyen siz değil miydiniz? Şimdi emredin de, o gibi şeyler bu sofradan
çıksın gitsin." dedi. Bu söz ağızlarından çıkmakla, eti pişen ve kellesi kazanda
bulunan hayvanların hepsi canlanıp yerinden fırladı ve doğru kapıya koştu.
Kazanlar boş kaldı. Ahmed Kalender bu büyük kerâmeti görünce, kalktı, Kutb-i
Rabbânî'nin ellerine sarıldı ve; "Ey hazret, fakir bunun için bu ziyâfeti tertib
etmiştim. Kemâl sâhibi arıyordum. Allahü teâlâ benim istediğimi verdi. Bu
nîmetin şükrünü hangi dille yapayım." dedi. Sonra ziyâfeti tertib eden Ahmed
Kalender, bütün âlimleri hürmetle uğurladı. Kutb-i Rabbânî orada bir müddet
kaldı. O sâdık tâlib, dileğine hazretin hizmetinde bir defâda kavuştu ve kâmil
evliyâdan oldu. Kutb-i Rabbânî ona hilâfet verdi ve Mültân'a gönderdi. Kendisi
de Pâni-püt'e geldi.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, kârî, Kur'ân-ı kerîmi ezbere bilen Muhammed şöyle anlatır: "Hacca
gidip vazîfemizi yaptıktan sonra Konya'ya dönmüştük. Hacı arkadaşlarımızdan bir
delikanlı, diğer arkadaşlarımı zaman zaman Mevlânâ'ya götürüyor, onun
sohbetlerine katılmayı teşvik ediyordu. Onun bu hâline şaşıyorduk. Birgün
kendisine sebebini sorduğumuzda; "Hacca giderken bir konakda uyumuşum.
Uyandığımda kâfilenin beni unutup gittiğini gördüm. Çok üzüldüm, zîrâ yolu
bilmiyordum. Cenâb-ı Hakk'a yalvararak göz yaşları arasında yaptığım duâlardan
sonra, herhangi bir istikâmete doğru yürümeye başladım. Bir müddet gittikten
sonra, kendimi büyük bir sahrâda buldum. İleride bir çadır vardı. Yanına
vardığımda, içeride heybetli birinin helva pişirdiğini gördüm. Durumumu ona
anlattım ve bu helvayı kime pişiriyorsun? diye sordum. Bana; "Bu helvayı Sultân-ül-Ulemâ'nın
oğlu Mevlânâ için pişiriyorum. Her gün buradan geçip gider. Birazdan gelmesi
lâzım. Sabredersen onu görürsün." dedi. Hakîkaten biraz sonra Mevlânâ geldi.
İkrâm edilen helvadan bir mikdâr yedi, ayrıca bana da verdi. Sonra kendisine
durumumu arzedince, kerem sâhibi Mevlânâ hazretleri bana tebessüm ederek; "Hiç
merak etmeyiniz, yalnız gözünüzü yumup biraz sonra açınız." buyurdular. Ben
gözlerimi yumdum. Açtığımda kendimi kâfilenin yanında buldum. İşte benim Mevlânâ
hazretlerini çok sevmemin ve arkadaşlarıma tavsiyede bulunmamın sebebi budur."
dedi.
Mevlânâ Celâleddîn Muhammed
Rûmî hazretleri'nin talebelerinden biri, hac vazîfesini yapmak üzere Hicaz'a
gitti. O Hicaz'da iken, evinde hanımı, Arefe gecesi bir tepsi helva yapıp,
Mevlânâ'nın talebelerine gönderdi. Mevlânâ, helvayı kabûl edip, orada bulunan
bütün talebelerine bizzat kendi eliyle taksîm etti. Herkes hissesine düşeni
aldığı hâlde, tepsiden hiçbir şey eksilmedi. Alanlar tekrar aldılar, doyuncaya
kadar yediler, yine eksilmedi. Bunun üzerine helvâ dolu tepsiyi Mevlânâ mübârek
eline alıp; "Bu tepsiyi sâhibine göndereyim." diyerek dışarı çıktı. İçeri
girdiğinde, elinde tepsi yoktu. Ertesi gün helvayı getiren hanım, tepsisini
medresenin mutfağında arattı, ancak, bulamadı. Mevlânâ'yı da bunun için rahatsız
etmedi.
Aradan günler geçti, hacca
gidenler dönmeye başladılar. Bu hanımın da beyi Kâbe'den dönüp Konya'ya
geldiğinde, o tepsi, eşyâlarının arasından çıktı. Kadın tepsiyi görür görmez
tanıyıp, hayretinden dona kaldı. Beyine; "Ben Arefe gecesi bu tepsi ile helva
yapıp Mevlânâ'nın talebelerinin yemesi için göndermiştim. Tepsiyi ertesi günü
arattığım hâlde bulamadım. Nasıl oldu da bu tepsi senin eline geçti?" deyince,
şaşırma sırası hacıya geldi. O da; "Arefe gecesi hacı arkadaşlarımla oturup
sohbet ediyorduk. Bir ara çadırın kapısından bir el bu tepsiyi uzattı. Biz de
tepsiyi aldık, elin sâhibini araştırmak da aklımıza gelmedi. Helvayı yedikten
sonra tepsiyi tanıdım. Kimseye vermeyip eşyâların arasına koydum. Başka bir şey
bilmiyorum." dedi. Bunun Mevlânâ'nın bir kerâmeti olduğunu anlayınca, ona olan
bağlılıkları daha da arttı.
BİR ANDA
KIRK YERDE
Birbirinden habersiz, kırk
kişi, ayrı ayrı,
Eve dâvet ettiler, bir gece
Mevlânâ'yı.
Hiçbirini kırmayıp,
eylediler icâbet,
Hepsi ile oturup, ettiler
gece sohbet.
Ertesi gün onlardan;
birbirini görenler,
Hemen birbirlerine, verdiler
bunu haber.
Ve lâkin diğerleri,
şaşırarak bir nice,
Dediler ki: "Mevlânâ, bizde
idi dün gece."
Halbuki hiçbirinde, değildi
o büyük zât,
Kendi hânelerinde, yalnız
idi o saat.
Osmanlı âlimlerinden ve
meşhûr velîlerden Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak Ahîzâde (Molla Muhyiddîn) anlatır: "Bir gün
bulunduğumuz beldeden bir yere gitmek üzere yola çıkmıştık. Hava çok sıcaktı.
Son derece sıkıntılı ve harâretli bir hâle düştük. Susuzluk son haddine
varmıştı. Kâfilede ise hiç su kalmamıştı. Bize suyun bulunduğu yeri gösterecek
birisi de yoktu. Susuzluktan ve harâretten ölüm derecesine geldik. Bindiğim
hayvandan indim ve hâlimi düşünerek oturdum. Bir de baktım, uzaktan bize doğru
yaklaşan bir karaltı gözüktü. Bize yaklaşınca, ayağa kalkıp karşıladık. Yanımıza
gelince, heybesini sırtından indirip, içinden birkaç karpuz çıkardı ve önümüze
koydu. "Size Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde'nin selâmı var. Yola gidebilmeniz için
bu karpuzları yiyiniz. Bundan sonra azıksız yola çıkmayınız buyuruyor." dedi.
Adama nereli olduğunu ve ne için geldiğini sordum. Cevâbında; "Şu dağın
ardındaki Şeyh Muslihuddîn Cerrâhzâde'nin köyündenim. Bana; "Filân medresenin
müderrisi Molla Muhyiddîn yoldadır. Şiddetli susuzluğa düşmüştür. Biriniz şu
karpuzları ona çabukça götürüp versin" buyurdu. O, filân yerde ikâmet
etmektedir. Ben onun emrine uyup, sizin tarafınıza bunun için geldim." dedi." |
|