KERÂMET (A
- 3)
Evliyânın büyüklerinden
Seyyid Alevî bin Ali (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir
zaman sefere çıkmıştı. Dönüşlerinde, Mekke-i mükerremeye yaklaşınca kâfilede
olanlardan birisi, Seyyid Alevî'ye;
"Efendim, süratle ileri
gidip, çoluk-çocuğunuza ve tanıdıklara gelmekte olduğunuzu haber vermek
istiyorum. Buna işâret olarak da tesbihinizi onlara göstermek istiyorum. Acabâ
izniniz olur mu?" dedi. Seyyid Alevî, izin vermedi. Bir müddet sonra kâfile bir
yerde konakladı. Seyyid Alevî istirahât ederken (uyurken), o kimse habersiz
olarak Seyyid'in tesbihini aldı ve uzaklaştı. Biraz sonra yolun üzerinde çok
büyük bir yılan ile karşılaştı. Yılan bir türlü o kimsenin geçip gitmesine izin
vermiyordu. O kimse Seyyid Alevî'nin tesbihini izinsiz ve habersiz aldığı için
bu yılanla karşılaştığını anladı. İşlediği hataya pişmân olarak ve üzülerek
mecbûren geri döndü. Seyyid hazretlerinden özür diledi.
Evliyânın büyüklerinden
Alevî bin Muhammed Sâhib-üd-devîle (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin zamanında "Râsi' bin Derviş adındaki bir sultânın adamları, Alevî
bin Muhammed'in yakınlarından birisinin mahsûlünden zorla alıp, sâhibine zulümde
bulundular. O mazlum kişi gelip, durumu Alevî bin Muhammed'e arzetti. Alevî bin
Muhammed derhâl sultâna çıkıp, öteden beri yapmakta olduğu bu zulümden
vazgeçmesini tenbih ederek, iki parmağı ile sultâna işâret etti.
Sultan Râsi' bin Derviş;
"Peki efendim!" diyerek teslimiyet gösterdi. Alevî bin Muhammed oradan
ayrılınca, sultanın yanındakiler;
"Niye korktunuz? Onun
dediğini niye tuttunuz?" diye sorduklarında, Sultan;
"Onun uzattığı iki
parmağını, gözlerime saplanmak üzere olan iki mızrak olarak gördüm. Az daha
gözlerim çıkacaktı." dedi ve bir daha zulüm yapmadı."
Yemen'de yaşamış evliyânın
büyüklerinden Seyyid Alevî bin Üstâz-ül-Azam (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri tasavvuf yoluna girdiği günlerden birinde babası ona koyunlar
için yeşil otlardan toplamasını söyledi. O da bahçelere gitti lâkin bir tutam ot
toplamadan geri döndü. Hiçbir şey koparmamıştı. Babası sebebini sorduğunda, o;
"Babacığım! Her şey Allahü
teâlâyı tesbih ediyor, anıyor. Allahü teâlâyı zikreden yeşillikleri koparmak
cesâretinde bulunamadım. Hayâ ettim." dedi.
Babası, oğlunun mânevî
derecelerdeki bu üstünlüğü sebebiyle;
"Benim şu oğlum, Allahü
teâlânın izniyle insanların hâllerini bilir, hâlleri ona mâlûm olur." buyurdu.
Seyyid Alevî hazretleri;
Kâbe-i muazzamayı ziyâret ve hac için Mekke-i mükerremeye gitti. Tavâf esnâsında
birisi yanına sokulup;
"Biz Sidre denilen yerdeki
sınır karakolunda altı mücâhid gâziyiz ve açız. Bizden gâfil olma!" deyip
kayboldu. Seyyid Alevî bunun üzerine talebelerinden Ahmed bin Muhammed Bâ-Muhtâr'a
altı kişilik yiyecek hazırlamasını emretti. Bu durumu talebesi şöyle anlatır:
"Hocam Seyyid Alevî
hazretlerinin emrettiği yiyecekleri hazırladım. Sonra târif ettiği yerdeki sınır
karakoluna gittim. Orada yalnız bir kişi vardı. Yiyecekleri verdim. O kişi
berâber yemek yememiz için beni de çağırdı. Ben yemek istemedim. İçimden de
keşke onunla birlikte birkaç lokma alsaydım, berekete kavuşurdum diye geçirdim.
O kişi yemeğe devâm etti. Tâ ki birkaç lokmacık kalmıştı. Bana; "Bereket için
bari ye!" dedi. Sonra da:
"Altı aydır böyle bir
yiyecek ağzıma koymadım." dedi. Sonra oradan ayrıldım ve hocamın yanına gelerek
olan bitenleri anlattım. Bana;
"Arkadaşları yanında idi.
Lâkin o onları senden gizledi. Sen onları göremedin. Sonra yemeği de onlardan
gizledi. Onlar da yiyecekleri göremediler. Şimdi tekrar oraya git. Yiyecekleri
götür!" buyurdu. Ben de bu emir üzerine oraya vardım. Yiyeceklerle içeri girdim.
İçeride altı mücâhid gâziyi gördüm. Getirdiğim şeylerin hepsini yiyip duâ
ettiler."
Irak'ta yetişen evliyânın
büyüklerinden Ali bin Ebû Bekr el-İdrîsî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden Abdürrahîm bin Muzaffer şöyle anlatır:
"Zâlim bir kişinin çok
zulmünü gördüm. Dayanamayıp, Ali bin Ebî Bekr hazretlerine giderek, durumumu
arzettim. Çok heybetli idi. Bahçede akşam namazını kıldı. Daha sonra talebeleri
etrafına oturdular. İçlerinden birinin elinde, ok ile yay vardı. Onu aldı, oku
yaya takıp bana döndü ve;
"At!" buyurdu. Ben de; "Başüstüne"
diyerek, onun dilediği şekilde üç defâ attım. Sonra kendileri alıp attılar. Ok,
az ilerideki bir ağacın gövdesine isâbet etti. O zaman;
"Şimdi cezâsını gördü."
buyurdu. Ben; "Allahü ekber" deyip tekbîr getirdim. Oradakiler de tekbîr
getirdiler. Oradan ayrıldım. Sabahleyin öğrendim ki, o zâlim kişi, baygın bir
şekilde yatağa düşmüş, nereden geldiği bilinmeyen bir ok kendisine isâbet etmiş,
cezâsını böylece görmüş."
Irak evliyâsından Ali bin
Heytî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Bir yere gidiyordu. Yol
üzerinde iki topluluk, ellerinde kılıç çarpışıyorlardı. Ortada bir ölü vardı.
Her iki grup da birbirlerini, bu kimseyi öldürmekle suçluyorlardı. Bunlar
kavgaya devâm ederken, Ali bin Heytî hâdise yerine gelip, öldürülen şahsın
yanına oturdu. Elini ölünün alnına koyup;
"Ey Allahü teâlânın kulu!
Seni kim öldürdü?" diye sordu. Bu söz üzerine ölü, Allahü teâlânın izni ile
dirildi ve gözlerini açıp, Ali bin Heytî'yi başucunda görünce kalkıp diz üstü
oturdu. Gözlerini kavga yapanların üzerinde gezdirip;
"Beni öldüren kimse
filancadır" diyerek ismini ve babasının ismini söyledi, tekrar düşüp öldü.
Suriye'de yaşayan velîlerden
Ali Kazvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Gençliğinde Hama
şehrindeki Seyyid Ali bin Meymun Magribî adlı büyük bir zâtın talebesi idi.
Hama şehri o zaman bağlık,
bahçelik, yeşillik bir yerdi. Birkaç kimse berâberce yolda giderken, önlerine
bir arslan çıktı. Yollarına devâm edemediler. O kâfilede bulunanlar Hama'ya geri
gelip, Seyyid Ali hazretlerine arslandan şikâyetçi oldular ve;
"Bizim yolumuza çıkıp, geçip
gitmemize mâni oluyor." dediler. Arslanın zararından kurtulmak için himmet ve
yardımlarını ricâ ettiler. Seyyid Ali;
"O arslan yolunuza çıkarsa,
ona karşı ezân okuyunuz! İnşâallahü teâlâ ezânı işitince size bir şey yapmadan
çeker gider." dedi. Onlar tekrar yola çıktılar. Yolda arslan yine önlerine
çıktı. Seyyid Ali'nin emri üzere ezân okudular. Fakat arslan, yerinden
ayrılmadı. Dönüp tekrar durumu Seyyid Ali'ye bildirdiler. Yine;
"Ezân okuyun!" dedi. Bunun
üzerine yola çıktılar. Arslanın yakınına gelince ezân okudular. Fakat arslan, bu
defâ da yerinden hiç kıpırdamadı. Durumu tekrar Seyyid Ali hazretlerine
bildirdiler. Bunu duyan Ali Kazvânî, elinde olmadan yerinden kalkıp arslanın
yanına gitti. Arslanın yanına yaklaşıp karşısına geçince, o anda arslan,
oradakilerin gözünden kayboldu. Yer mi yuttu, yoksa eriyip gitti mi kimse
bilemedi. Bu durumu, Ali Kazvânî'nin hocası Seyyid Ali'ye bildirdiler.
Kerâmetini izhâr etmek, Seyyid Ali'nin yanında kusur sayılırdı. Bu bakımdan Ali
Kazvânî'ye kırılıp;
"Kerâmet göstermekle sen
bizim yolumuzu ifşâ eyledin, açığa çıkardın diyerek, bir daha dergâha
gelmemesini söyledi.
Ali Kazvânî, üzgün bir hâlde
memleketini terkedip, batı tarafına gitti. Şeyh Seyyid Ali'nin vefâtından sonra
halîfesi olan Şeyh bin Arafa, Seyyid Ali'nin talebelerinden Şeyh Alvân'a mektup
gönderdi. Mektupta;
"Cenâb-ı Hakk'ın kapısından
hiç kimse kovulmaz. Hocamız Seyyid Ali'nin, Ali Kazvânî'yi kovmaktan maksadı,
terbiye ve hâlini düzeltmesi içindi. Siz onu niçin kabûl etmiyorsunuz?" diye
yazıyordu. Bunun üzerine, Şeyh Seyyid Ali'nin halîfelerinden Şeyh Alvân Hamevî,
Ali Kazvânî'yi talebeliğe kabûl etti. Ali Kazvânî, Şeyh Alvân'ın terbiyesi ile
mânevî hâllere ve makamlara kavuştu. Bir müddet bu şekilde devâm etti. Ondan çok
kimse istifâde etti. Daha sonra Anadolu'ya geldi. Buradan hac ibâdetini yerine
getirmek için Mekke-i mükerremeye gitti.
Ali Kazvânî, Mekke-i
mükerremede büyük âlim Abdülvehhâb-ı Şa'rânî ile görüşüp sohbette bulundu. Ali
Kazvânî, insanlar arasında makamını gizlerdi. Bir sohbet esnâsında Abdülvehhâb-ı
Şa'rânî'ye şöyle dedi:
"Burası, Mekke-i mükerreme.
Allahü teâlânın beldesidir. Kim burada iyi hâl ile görünürse, insanlar onun
yanına koşuşur. Onu Allahü teâlâ ile berâber olmaktan alıkoyarlar. İşte bu
sebepten, Mekke-i mükerremeye girdiğim zaman, dünyâyı seven birisi olarak
göründüm, onlardan sadaka istedim. Onlar da, bu, dünyâyı seven birisi deyip,
benden uzaklaştılar. Ben de, daha fazla Rabbime ibâdet etme imkânı buldum."
Büyük velîlerden Ali
Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin; Bulunduğu bölgeye
“Ankara'nın Çamlıdere beldesine” ilk geldiği günlerde, köylülerin sığırlarını
otlatacak çobanları yoktu. Arıyorlardı, fakat çobanlığa kimse yanaşmıyordu. Ali
Semerkandî hazretlerinin de büyüklüğünü anlamış değillerdi. İnsanların bu
sıkıntısını gören Ali Semerkandî onlara; "Sığırlarınızı otlatabilirim. Bu işten
dolayı sizden ücret talep etmiyorum." buyurdu. Köylüler bu habere çok
sevindiler. Köylerine yeni gelen, herkese dinden îmândan bahseden bu zâta
dediler ki; "Biz, sığırlarımızla birlikte, buzağılarını da otlattırmak
istiyoruz. Eğer buzağıların, annelerini emmeden otlamalarını sağlarsan memnûn
oluruz." O da kabûl etti. Ertesi gün inekleri ve buzağıları bir arada otlatmaya
götüren Ali Semerkandî, otlak yerinde sığırlara dönerek; "Ey inekler ve
buzağılar! Akşama kadar berâberce otlayınız. Yalnız buzağılar, annelerini
emmesin, anneler de yavrularını emzirmesin!" dedi. Bu söz üzerine, akşama kadar
inekler buzağılarını emzirmedi. Buzağılar dahî annelerini emmek için uğraşmadı.
Akşam merak içinde bekleyen köylüler, ineklerin memelerini süt ile dolu görünce
hayretten şaşırıp kaldılar. Böylesini ne işitmiş ne görmüşlerdi. Bunun, Ali
Semerkandî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu ve onun büyük velîler arasında
yer aldığını anladılar.
Irak evliyâsından Ali
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün talebeleriyle
otururken, Magribli Abdurrahmân isminde bir kimse geldi. Torbasından çıkardığı
bir gümüş külçeyi Ali bin Vehb'in önüne koyup; "Efendim! Bu gümüşü, fakirlere
dağıtmanız için size getirdim. Uygun gördüğünüz kimselere verebilirsiniz!" dedi.
Ali bin Vehb de; "Fakir kim varsa, birer bakır tabakla buraya gelsin!" diye o
kasabada oturanlara haber gönderdi. Herkesin yanlarında getirdiği tabakları,
gümüş külçenin etrâfına koydurdu. Sonra kendisi ayağa kalkıp yürüyünce, gelen
kapların bir kısmı altın, bir kısmı gümüş ile doldu. İki kaba ise hiçbir şey
dolmadı. Gelen gümüş külçeden hiç eksilme olmadı. Herkes tabağını alıp
götürünce, Magribli Abdurrahmân bu işin hikmetini sordu. Ali bin Vehb; "Kabı
altın ile dolanlar günâhı az olup, Allahü teâlânın sevdiği evliyâya muhabbeti
olan kimselerdi. Tabağı gümüş ile dolanlar, günahları diğerlerine göre biraz
daha çok olanlardır. Tabağına hiçbir şey dolmayanlar da, âlimlere, evliyâya
muhabbet beslemeyen ve onları sevmeyen kimselerdi. Ey Abdurrahmân! Görüyorsun,
bizim altına, gümüşe ihtiyâcımız yok. Allahü teâlâ bunların hepsini bize ihsân
etti. Fakat biz, âhıreti dünyâya tercih ettik. Getirdiğini geri al!" buyurdu.
Ali Sincârî zamânında
Hemedan halkından Muhammed bin Ahmed isminde bir zât vardı. Onun basîreti, kalb
gözü açık idi. Arş'a kadar bütün melekût âlemini görürdü. Bir ara bu hâlini
kaybetti. Çok tövbe ve istigfâr etti. Büyük bir velînin kendisine teveccüh ve
duâ etmesi ile buna kavuşabileceğini anladı. Eski hâline yeniden kavuşabilmek
için, diyâr diyâr dolaştı. Sincâr'da Ali Sincârî'nin medhini duyup, huzûruna
geldi. Ali Sincârî ona izzet, ikrâmda bulunduktan sonra; "Ey Muhammed Hemedânî
üzülme! Allahü teâlânın izniyle eski hâlinden daha ziyâdesine kavuşacaksın."
deyip gözlerini yummasını emretti. Gözlerini yuman Muhammed Hemedânî, melekût
âlemini Arş'a kadar seyretti. Sonra gözlerini açtırıp buyurdu ki; "Bu gördüğün
eski hâlin idi. Şimdi de yeni hâlini göreceksin." Yine gözlerini yumdurdu. Bu
defâ hiç görmediği yerleri görüp, yedi kat yerin altından, Arş-ı âlâya kadar
seyretti. Tekrar buyurdu ki: "Cenâb-ı Hak sana öyle bir kerâmet ihsân edecek ki,
bir anda ufuklara ulaşacaksın." Bu söz üzerine Muhammed Hemedânî, bir adımda
Sincâr'dan memleketi olan Hemedan'a vardı."
Mısır evliyâsından olan
Ali bin Şihâb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Büyük âlim İmâm-ı
Şa'rânî'nin dedesidir.
Ali bin Şihâb küçük yaşta
babasını kaybetti. Annesinin terbiyesi ile büyüdü. Ücretle köylülerin
hayvanlarını otlatırdı, nafakasını çobanlıktan sağlardı. Hayvan güderken, bir
yandan da Kur'ân-ı kerîmi ezberlerdi. Bir gün, oradan geçmekte olan bir derviş,
onun yanına gelip; "Yavrum, beni iyi dinle! Annene danış, Kâhire'ye git, orada
ilim öğren." dedi. Ali bin Şihâb akşam eve gidince durumu annesine anlattı.
Annesi, ilim tahsîl etmesini uygun görerek yanına dört ay kadar yetecek azık
hazırladı. Kâhire'ye giden Ali bin Şihâb, El-Minhâc, Eş-Şâtibiyye, El-Minhâ adlı
eserleri okudu. Âdeti üzere annesi ona devamlı şekerli ve tahinli ekmek getirir
veya gönderirdi. Bu onun gıdâsı idi. Annesi onun çamaşırlarını yıkamak istedi.
Oğlunun bülûğ çağına geldiğini anlayınca; "Yavrum! Bu belde ehlinden sana zarar
gelmesinden korkarım. Gel seni kendi memleketinden birisi ile evlendireyim."
dedi. Annesine çok itâatkâr olduğu için, emrini dinledi. Ali bin Şihâb; "Ben,
ilmi ve ahlâkı anamdan öğrendim." buyururdu.
Nakşibendî büyüklerinden
Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Erzurum'da
talebelerinin birinin evinde, sohbet sonunda duâ ediyordu. Öylesine cânu
gönülden bir istek ve arzu ile yakarışı var idi ki, etrafındakiler sanki Allahü
teâlâyı görür gibi duâ ettiğini zannediyorlardı. Yürekler yerinden fırlayacak
gibi çarpmada, gönüller arşa açılmada idi. Duânın bitimi ile ortalığı sessiz bir
sükût kapladı. Ev sâhibi fırsattan istifâde, hazırlattığı tatlıları getirdi. Bu
sırada evin çocuğu, kapının arkasında; "Efe'ye büyük zât diyorlar, güyâ
böyleleri kerâmet de gösterirmiş, eğer aslı varsa tabakta ilk lokmayı bana
uzatsın da göreyim onun kerâmetini? Yoksa beni inandıramaz." diye düşünüyordu.
Bu sırada lokmayı alan Efe,
ağzına götürecek yerde birdenbire;
"Kapı arkasındaki genç!
Buraya gelir misin?" diye seslendi. İkinci defâ tatlı bir sesle tekrar;
"Buraya gel, bu lokma
senindir, başkası alamaz!" buyurdu.
Utanarak yanına gelen gence
Bismillah diyerek ilk lokmayı verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Aslan Dede (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden birinin
evinin bitişiğinde kullanılmayan bir dükkân vardı. Orayı satın alıp evini
genişletmek istedi ve arzusunu o yerin sâhibine bildirdi. Dükkân sâhibi bu
teklifi kabûl etmedi. Orayı kullanmadığı hâlde, satmak da istemedi. Teklifini
reddetmesine o talebe üzüldü. Aslan Dede sık sık talebesinin evine giderdi. Bu
hâdiseden sonra yine geldiğinde, o komşu ile konuşmalarını kendisine haber
vermediği hâlde, bunu kerâmet olarak anladı ve onun almak istediği dükkân
tarafına giderek, sırtını duvara dayayıp bir müddet oturdu. Sonra kalkıp iç
odaya geçerek sohbete başladı. Sohbetten sonra da evine gitti. Aynı gün, dükkân
sâhibi gelip, dükkânı satabileceğini söyledi. Hayretini görünce de; "İnanmıyor
musun? İçimde, bu dükkânı mutlaka sana satmam îcâbettiği gibi bir his meydana
geldi. Bunun için satmak istiyorum." dedi. O da adamın bu hâline çok şaşarak
bunun hocasının kerâmeti olduğunu anladı.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Azîz Mahmûd Hüdâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin yükselmesi bâzı talebelerin kıskançlığına yol açtı. Durumu sezen
Üftâde hazretleri, Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin büyüklüğünü göstermek istedi. O sırada
mevsim kış idi. Dışarıda kar ya-ğıyor ve fırtına esiyordu. Hazret-i Üftâde
talebeleri ile yemek yiyorlardı. Sofraya pilav konulunca Üftâde hazretleri;
"Şimdi bağdan taze kopmuş üzüm olsa bu yemekle ne güzel giderdi." dedi. Bu söz
üzerine talebeler içlerinden;
"Bu kış günü, bu karda tâze
üzüm olur mu?" diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de kendi kendine; "Mâdem
ki bu sözü hocam söyledi, mutlaka bunda bir hikmet vardır." diyerek ayağa kalktı
ve; "Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim." deyiverdi. Müsâade
edilince, sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkıindeki bağa gitti. Bağ,
karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları temizlediğinde, salkım
salkım üzümlerin sarktığını gördü. Bunun, hocası Üftâde'nin bir kerâmeti
olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymağa başladı. Asmadaki üzümler bittiğinde,
sepet de ağzına kadar dolmuş idi. Sepeti omuzuna alarak yola koyuldu. Yolda,
hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur derin
olduğundan, çıkmak için çok uğraştı fakat başaramadı. Çâresiz kalınca hocası
Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; "İmdât! Yâ mübârek hocam!"
der demez, çukurun başından bir ses geldi. "Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı
çekeyim." Diyordu. Başını kaldırdığında birisinin kendisine gülümsediğini gördü.
Elini uzattı. Yukarı çıktığında, bir anda o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti
omuzuna alarak süratle dergâha doğru gitti. Hocasının huzûruna vardığında sohbet
devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti gören arkadaşları şaşırıp kaldılar.
Üftâde, yardım edenin Hızır aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler, hocaları
Üftâde'nin, Allahü teâlânın katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd
Hüdâyî'nin hocalarına olan teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
Sultan Ahmed Han, büyük bir
câmi yaptırmak istiyordu. Kararını verdi ve yerini tesbit ettirdi. Temel atma
merâsimi için hocası Azîz Mahmûd Hüdâyî ve diğer âlimleri dâvet etti. Kurbanlar
kesildi. Temel atmak için ilk kazmayı, Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri vurdu.
Pâdişâh, yoruluncaya kadar temel kazdı. Böyle bir başlangıçtan yıllar sonra,
câmi yapıldı ve açılışını yapmak ve Cumâ hutbesini okumak üzere Azîz Mahmûd
Hüdâyî dâvet edildi. Ancak o gün beklenmedik bir şey oldu. Önce bardaktan
boşanırcasına yağmur başladı. Sonra fırtına ile berâber denizde dalgalar büyüdü,
yükseldi ve şiddetlendi. Bu şartlar altında Üsküdar'dan Sarayburnu'na geçmek
imkânsızlaşmıştı. Ne var ki Şeyh hazretleri Hünkâra söz vermişti. Bu sebeple
Üsküdar iskelesine geldi ve bir kayık kiralayarak içine atladı. O binince sâdık
talebeleri durur mu? Hemen onlar da bindiler. Böylece Şeyh hazretleri yanında
birkaç talebesiyle birlikte Sarayburnu'na doğru açıldı. Allahü teâlânın izniyle
Mahmûd Hüdâyî hazretlerinin himmeti bereketiyle, kayığın ön, arka ve yanlarından
bir kayık mesâfesinde deniz süt liman oluyor, dalgalar kayığa hiç tesir
etmiyordu. Bu şekilde herkes korkudan denize çıkamazken, Azîz Mahmûd Hüdâyî
kayığıyla selâmetle karşıya geçti. Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola "Hüdâyî
yolu" dendi ki, fırtınadan uzak, selâmetle gidilen bir deniz yolu olduğu kabûl
edilir.
Bu sırada Ahmed Han da,
Fevkânî Kasr-ı Hümâyûnunda telaş ve üzüntü içerisinde Hüdâyî hazretlerini
bekliyordu. Azîz Mahmûd Hüdâyî hazretleri tam köşkün yanına gelince, müthiş bir
gümbürtü koptu. Kulakları sağır edecek bir biçimde patlayan gürültünün ardından
düşen yıldırım, Kasr-ı Hümâyûnun bir yanını çökertti. Binâ allak bullak olmuş;
ne pâdişâh dışarı çıkabiliyor, ne de bir kimse içeri girip onu kurtarabiliyordu.
Ancak Hüdâyî hazretleri telaşlanmadılar. Kimsenin de telaşlanmasına fırsat
vermediler. Hemen Kasr-ı Hümâyûnun çöken tarafına asâsını dayayıp binânın
yıkılmasına engel oldu. Sonra Pâdişâhı ve yanındakileri tek tek köşkten
indirdiler.
Bu sırada dayanak direkleri
de getirilmiş ve çöken yana konulmuştu. Köşkteki son kişinin de inmesini
müteâkip gerekli tedbirlerin alındığını gören Hüdâyî hazretleri, bastonunu
dayadığı yerden çektiler. O anda inanılmaz bir olay oldu. Küçük bir bastonun
çektiği yüke direkler dayanamayıp çatır çatır kırıldı ve binâ çöktü.
Bu olayı gören herkes Hüdâyî
hazretlerine daha fazla gönülden bağlandı. Artık yağan yağmur ve kopan fırtına
kimsenin umurunda değildi. Büyük bir alayla Sultanahmed Câmiine gelindi. Sonra
câmi büyük mürşîdin eli ve duâsı ile ibâdete açıldı.
Sultan Ahmed Han, birgün
bâzı devlet erkânıyla gezmeye çıkmışlardı. Ormanlık bir yerde istirâhat
ederlerken hizmetçiler bir koyun kesip, kızartarak Pâdişâha ikrâm ettiler.
Sultan Ahmed Han besmele çekerek elini ete uzattığı an, Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretleri beliriverdi. Pâdişâha; "Sultânım! Sakın yemeyiniz, o et zehirlidir."
buyurdu. Etten bir mikdâr kesip, oradaki bir köpeğe verdiklerinde, köpeğin
derhal öldüğü görüldü.
Zamânın pâdişâhı Ahmed Han;
vezirlerinden birini azletmiş, mührünü de Üsküdar tarafında oturan bir başka
vezire göndermişti. Yolda mührü götüren haberci, bir deniz kazâsına tutulduğu
için mührü denize düşürdü. Mührün denize düştüğünü öğrenen Pâdişâh, Azîz Mahmûd
Hüdâyî'ye gidip durumu anlatınca, o da pöstekisinin altına elini uzatıp, suları
damlamakta olan mührü Pâdişâha teslim etti.
Azîz Mahmûd Hüdâyî
hazretleri bir gün, Sultan Ahmed Hanla sarayda sohbet ediyordu. Bir ara abdest
tâzelemek istedi. İbrik ve leğen getirdiler. Pâdişâh hocasına hürmeten ibriği
eline aldı ve abdest suyunu döktü. Sultan Ahmed Hanın annesi de kafes arkasında
havluyu hazırlamıştı. Vâlide Sultan kalbinden; "Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin bir
kerâmetini görseydim." diye geçirmişti. Bunun üzerine Mahmûd Hüdâyî, Vâlide
Sultan'ın gönlünden geçenleri anlayarak; "Hayret! Bâzıları bizim kerâmetimizi
görmek isterler, Halîfe-i rûy-i zemîn'in elimize su döküp, muhterem
vâlidelerinin havlu hazırlamasından daha büyük kerâmet mi olur?" buyurdu. |