CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

KERÂMET (A - 2)

Evliyânın büyüklerinden Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlernin harikulâde halleri pekçoktu. Ömer bin Muhammed şöyle anlatır: Adiyy bin Müsâfir hazretlerine yedi sene hizmet ettim. Çok hârikulâde hâllerini müşâhede ettim. Onlardan biri şudur: Birgün, mübârek ellerine su döküyordum. Bana; "Bir arzu ve isteğin var mı?" buyurdu. Ben de; "Kur'ân-ı kerîmi doğru okumayı çok arzu ediyorum. Fâtiha ve birkaç sûreden de başkası ezberimde değil." deyince, mübârek eliyle göğsüme vurdu. O anda bütün Kur'ân-ı kerîmi ezberimde buldum. Onun huzûrundan çıktığımda Kur'ân-ı kerîmi hakkıyla okuyordum.

Adiyy bin Müsâfir hazretleri hakkıda; Muhammed Reşâ şöyle anlatır: Birgün bir yere gidiyordum. Geçtiğim yol çok acâib dikenlerle kaplı idi. Kendi kendime; "Birçok insan buradan atlarla geçerler. Biz de ayakkabı ile geçmemize rağmen bu dikenler bizi rahatsız ediyorlar, Adiyy hazretleri ise buralardan yalın ayak geçer. Acaba şimdi ne yapar?" diye düşündüm ve ağladım. O anda Allahü teâlâ benim kalb gözümü açtı. Adiyy hazretlerinin nurdan bir şeyin üzerinde yürüdüğünü, yerden yedi zırâ kadar yüksekte olduğunu ve dikenlerin ona zarar vermediğini gördüm.

Mısır evliyâsından Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yanından, bir adam omuzunda süt dolu kap ile geçerken, Ahmed-i Bedevî, parmağı ile kabı işâret eder etmez, kap yere düşüp süt tamâmen döküldü. Bu hâle canı sıkılan adam, yere dökülen süte bakınca, içinde şişmiş bir yılan gördü. Bu hâli farkedince çok sevindi. Çünkü, kendisi ve çocukları, muhakkak bir ölümden kurtulmuşlardı. Bu lütfundan dolayı Allahü teâlâya hamd ve Ahmed-i Bedevî hazretlerine teşekkür etti.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri fakirlere, garîblere acır, onları himâye ederdi. Onlara yardım edebilmek için borç alırdı. Vefât edeceği sırada bu sebeple yedi yüz dirhem borcu vardı. Bu paranın tamamını fakirlere harcamıştı. Ölüm döşeğinde iken alacaklıları vefât etmek üzere olduğunu haber alarak, altınlarını istemek üzere hemen yanına gittiler. Bütün alacaklılar başında toplanmıştı. Bu durumu görerek; "Allah'ım benim canımı alıyorsun, fakat şu kimselerin rehini benim canımdır! Ben onların önünde rehin bulunuyorum. Şimdi güvenilir bir kefil arıyorlar. Bu borcu öyle birine havâle et ki, bunların alacakları ödensin. Ondan sonra canımı al!" diye duâ etti.

Daha duâsını bitirir bitirmez kapısı çalındı. Bir zât gelip; "Ahmed bin Hadraveyh'in evi burası mı?" dedi. "Evet burasıdır" diye cevap verdiler. Bu sefer: "Ebû Hâmid Ahmed bin Hadraveyh'den alacağı olanlar dışarı gelsin." diye seslendi.

Alacaklılar bu sesi duyup hemen dışarı çıktılar. Gelen zât herbirinin alacağını ayrı ayrı ödedi. Borçlar ödenip tamamlanınca Ahmed bin Hadraveyh hazretleri vefât etti.

Ahmed bin Hadraveyh hazretleri gençliğinde bir defâ bir şeyhin dergâhına gitti. Üzerinde eski elbiseler vardı. Onu gören talebeler kabullenemeyip, hocalarına; "Bu gelen misâfir dergâhın ehli değil." dediler.

O ise dergâhta bir müddet kaldı. Bir gün dergâhın kuyusundan su çekerken elindeki kovanın ipi kopup kova kuyuya düştü. Bu sebeple dergâhta vazîfeli olan hizmetkâr ona sitem edip üzdü. Ahmed bin Hadraveyh hazretleri bu durum karşısında dergâhın şeyhine gidip; "Kova kuyuya düştü, çıkması için bir Fâtihâ okur musunuz?" diye ricâ etti.

Dergâhın şeyhi; "Bu nasıl bir istek." diye duraklayınca; "Eğer siz okumazsanız izin verin ben okuyayım." dedi.

Şeyh de izin verdi. Kuyunun başında Fâtihâ sûresini okudu kova birdenbire kuyunun üzerine çıktı.

Dergâhın şeyhi onun bu ihlâsını görerek sarığını çıkarıp önüne koydu ve derecesinin onun derecesi yanında çok az bir derece olduğunu ifâde için; "Ey genç! Sen nasıl bir kimsesin ki benim harmanım senin danen yanında saman oldu" dedi.

Ahmed bin Hadraveyh şeyhin bu sözü üzerine; "Talebelerinize söyleyiniz, misâfire kem nazarla bakmasınlar. Zaten ben gidiyorum." diyerek, ayrıldı.

Bir gün Herat'ta bulunan bâzı âlimler, Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine geldiler. Aralarında sohbet ederlerken, söz mârifet ve tevhîd konusuna gelince Ahmed Câmî; "Siz mârifet ve tevhîd hakkındaki sözleri taklid ile söylüyorsunuz." buyurdu. Onlar; "Nasıl olur. Bizim her birimizin zihninde, Allahü teâlânın varlığına binlerce delîl vardır. Siz ise bizim bunları taklid ile söylediğimizi söylüyorsunuz." dediler. Onlara; "Eğer her biriniz on bin delîl hıfzetse, yine mukallidsiniz." buyurdu. "Bize bu sözünüzün doğru olduğunu isbât edebilir misiniz?" dediler. O da, hizmetçiye bir leğen ve üç tâne inci getirmesini emretti. Ahmed Câmî incileri leğendeki suyun içine bıraktı ve; "Her kim sözünde sâdık ise, leğenin yanına gelip Bismillâhirrahmânirrahîm dese, bu üç inci tanesi bir tâne olur." buyurdu. Onlar; "Bu şaşılacak bir şeydir." dediler. Ahmed Câmî; "Siz deyiniz! Sıra bana gelince ben de söyleyeceğim." Buyurdu. Onlar, sıra ile dediler. İncilerde herhangi bir değişiklik olmadı. Sıra kendisine gelince, leğen üzerine gelerek; "Bismillâhirrahmânirrahîm." Dedi. Üç inci, leğen üzerinde yuvarlanmaya başladı. "Allahü teâlânın izni ile durunuz!" deyince inciler durdu. Birbirine karıştı ve deliksiz tek bir inci oldu. Hepsi hayret ettiler.

Mukrî Mehmed isimli bir zât bir gün Ahmed-i Nâmıkî'ye gidip; "Hiç bir şeyim yok, çalışıp kazanacak halde de değilim. Hem çok zayıfım. Babama söyle de bana servetinden bir şeyler versin." dedi. Ahmed Câmî; "Ey Mukrî! Gönlü böyle şeylere bağlamamalı. İnsan kanâatkâr olmalı." buyurdu. Buna rağmen o; "Nasıl kanâatkâr olayım ki?" dedi. Ahmed Câmî; "Az veya çok bir şeyin de mi yok?" diye sorunca; "Hiçbir şeyim yok." dedi. Bunun üzerine Ahmed Câmî; "Sen önce falanca yere sakladığın altınlarını harca bakalım. Ondan sonra Allahü teâlâ sana başkasını ihsân eder." buyurdu. Mukrî Mehmed; "Hangi altından bahsediyorsunuz ve ne kadar?" diye sorunca, Ahmed Câmî parmağı ile on sekiz dinara kadar saydı. "On sekiz buçuk dinarı da gördüm." buyurdu. Bu durum karşısında o zât mahcûb oldu ve yaptığına tövbe etti.

Ahmed Nâmıkî Câmî'nin vefâtından bir süre sonra bir harb çıktı. Bu harpte Kâdı İmâdüddîn Vâsıtî isimli bir zât yaralanmıştı. Yaralı hâlde bir medresede kalıyordu. Talebelerinin çoğu dağılmış, yanında birkaç kişi kalmıştı. Medresede, yalnız, garip, kimsesiz bir halde kalıyordu. Durumu epeyce ağırlaşmıştı. Kendisini tedavî edecek kimse de yoktu. Çok sıkıntılı bir durumdaydı. Bu hâlde iken bir gece bulunduğu odada bir nûr göründü. Ne olduğunu bilmiyordu. Birisi gelip, elini onun başına koydu. O anda çok ferahladı. Ona; "Siz kimsiniz, sizi tanıyor muyum." diye sordu. O zât; "Ben Ahmed-i Nâmık-i Câmî'yim." dedi. Bunun üzerine onu tanıyıp; "Ey efendim! Bak ne hâldeyim. Âciz, kimsesiz ve bîçâreyim." dedi. Ahmed Nâmıkî; "Ben senin yaralarını tedâvî için geldim." buyurdu ve elini yaraları üzerine koydu. Dokunduğu yer iyileşiyordu. Uyandığında elli kadar yaradan hiç eser yoktu.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Ömer Zeyla'î (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına birkaç kişi geldi. Beraberlerinde, nezr ettikleri bir mikdâr altını getirip Ahmed bin Ömer hazretlerinin önüne koydular. Ahmed bin Ömer hazretleri onları teker teker çevirip baktı sonra üç tanesini ayırıp gelenlerden birine geri verdi. Daha sonra on altı altını ayırıp diğer birine verdi. Sonra da hizmetçisine emredip kalanları almasını söyledi. Orada bulunanlar kendisine üç altını geri çevrilen kişiye bunun sebebini sordular. O da; "Bunlar benim değildir. Bunları yetimleri himâye eden birisi gönderdi. Ahmed bin Ömer hazretleri Allahü teâlânın izni ile anlayıp ondan bir şey kabul etmedi. Ona âit altınları benim getirdiklerim arasından ayırdı. Bunlar aynısıyla ona aittirler." dedi. Oradakiler bu defâ kendisine on altı altın geri verilen kişiye sebebini sordular. O da şöyle anlattı: "Bunlar Semiyyîn denilen kabîleden birisine âittir. Bunun atı hastalandı. İyi olursa Ahmed bin Ömer hazretlerine on altı dirhem vermeyi adadı. Neticede atı iyi oldu. Kabîlesi yağmacılıkla meşhur olduğundan kendisini kabul etmeyeceğinden çekinip benimle gönderdi. Ben de kendi nezr paramın arasına katıp getirdim. Ahmed bin Ömer hazretleri altınlar içerisinden onunkileri de ayırıp kabul etmedi. İşte bunlar aynen ona âid olan altınlardır.

Bir keresinde Ahmed bin Ömer hazretleri, Luhayye kasabasından Mahmûl'e geldi. Halk etrafına toplanıp kendisine kuraklıktan şikayet ettiler. O esnâda yanına bir hayvan geldi ve yalvarırcasına bir takım sesler çıkarmaya başladı. Ahmed bin Ömer hazretleri bu durum karşısında derhâl Mahmûl mescidine girdi. Allahü teâlâya duâ edip; "Ey Mikâil aleyhisselâm!" diye seslendi. O esnâda sıcağın harâretine rağmen her taraftan gökyüzünde bulutlar toplanıp bardaktan boşalır gibi yağmur yağmaya başladı. Kuraklık geçti.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamanında Haddâdiye köyünde, çocukları doğduktan sonra ölen bir kadın vardı. O kadın; "Eğer doğacak olan çocuğum yaşarsa, onu Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin hizmetine vereceğim." diye vâd etti. Aradan zaman geçti, bir kız çocuğu oldu. Fakat çocuk kambur ve topaldı. Çocuk büyüdüğünde, diğer çocukların alaylarına mâruz kalıyordu. Seyyid Ahmed Rıfâî, bir gün bu çocuğun köyüne gitti. Halk, kendisini köyün dışında karşıladılar. Bunlar arasında, sakat çocuk da vardı. Ahmed Rıfâî yaklaşınca, çocuk birden ileri fırlayıp ellerini öptü ve; "Efendim! Siz, annemin de üstâdısınız. Beni ne olur şu istihzâlardan, alaylardan kurtarınız!" diye yalvardı. Onun bu yalvarışı Ahmed Rıfâî'ye çok tesir etti ve mübarek gözyaşlarını tutamadı. Başını ve sırtını okşayıp duâ edince, çocuk şifâya kavuşup, kamburluğu ve topallığı kalmadı. Bunu gören halk, Ahmed Rıfâî hazretlerine "Şeyh-ül-azca (topal kızın hocası)" lakabını verdiler.

Seyyid Ahmed Rıfâî hazretleri hacca gitti. Hac dönüşü Medîne-i münevverede Resûl-i ekremin mübârek türbesini ziyâreti esnâsında şu meâldeki manzûmeyi söyledi:

 

"Uzaktık, toprağını öpmek için efendim,

Kendim gelemez, vekîl rûhumu gönderirdim.

Şimdi seni ziyâret nîmeti oldu nasîb,

Ver mübârek elini, dudağım öpsün Habîb!"

 

Şiir bitince, Peygamberimizin kabrinden mübârek elleri göründü. Seyyid Ahmed Rıfâî de, son derece tâzim ve hürmetle onu öptü. Orada bulunanlar hayretle hâdiseyi gördü. Peygamber efendimizin mübârek ellerini öptükten sonra, Ravda-i mutahheranın kapılarının eşiklerine yattı. Ağlayarak, oradaki cemâatın cümlesine; "Üzerime basarak geçiniz." diye yalvardı. Âlimler başka kapılardan çıkmağa mecbur oldu. Diğer kimseler üzerine basarak kapıdan çıktılar. Bu kerâmet pek meşhûr olup, dilden dile günümüze kadar gelmiştir.

Bir gün Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin huzûruna bir kimse gelip; "Efendim! Abdest almak için kuyudan su çıkarıyordum. Bir arslan gelip öküzüme saldırdı, parçaladı ve yedi. Şimdi ne yapayım?" dedi. Ahmed Rıfâî; "O arslanı bana çağırınız. Korkmayınız, ondan size zarar gelmez." buyurdu. Bir talebesi; "Peki efendim." diyerek arslanı arayıp buldu. Seyyid Ahmed Rıfâî hazretlerinin çağırdığını söyledi. Arslan geldi. Ahmed Rıfâî'nin huzûrunda yüzünü yere koydu. Ahmed Rıfâî arslana; "Ey Arslan! Bu fakirin hizmetini gören öküzü niçin yedin?" buyurdu. Arslan, Allahü teâlânın izniyle dile gelip; "Ey efendim! Ceddin Muhammed aleyhisselâmın hâtırı için bana gadap edip, bedduâ etmeyiniz. Zîrâ bir haftadır bir şey yemedim, çok açtım. Çâresiz kaldım, affedeceğinizi ümid ederim." dedi. Ahmed Rıfâî, arslanın özrünü kabûl etti ve; "Suçunu bir şartla affediyorum. O da, yediğin öküzün yerine bu fakire hizmet edeceksin." buyurdular. Arslan kabûl edip, o kimsenin hizmetinde bulundu.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklük ve üstünlüğünü Horasan'da bulunan velîlerin bildikleri ve ona olan muhabbet ve bağlılıklarının daha da artması için, kendisiyle görüşmek, sohbetinde bulunmak istediler. Büyük bir toplantı tertib ettiler. Hâce hazretlerini de bu toplantıya dâvet için, aralarından birini Yesi'ye gönderdiler.

Ahmed Yesevî hazretlerini toplantıya dâvet etmek üzere yola çıkan velî, Allahü teâlânın izni ile turna gibi uçarak Yesi'ye geliyordu. Hâce hazretleri bu hâli keşfederek, yanına talebelerinden bâzılarını aldı. Bunlar da turna şeklinde uçmaya başladılar. Nihâyet, Semerkand yakınlarında bir nehir üzerinde karşılaştılar. Bu sırada aşağıda büyük bir tüccar, nehirden geçerken akıntıya kapılıp, malı ve hayvanları suya düşmüştü. Bu tüccâr, su içinde boğulmamak için gayret ederken, bu sudan selâmetle kurtulması hâlinde, kalan malının yarısını Allah rızâsı için vereceğini nezr edip, adadı. Hâce Ahmed Yesevî, Allahü teâlânın izni ile tüccarın sıkışık ve zor durumunu keşfederek aşağıya indi. Boğulmak üzere iken tüccarı çekip sâhile çıkardı. Sonra normal hâline döndü. Bu duruma çok teaccüb eden, şaşan tüccar, kendisini kurtaran bu zâtın ellerine sarılıp çok teşekkür etti; daha sonra malının yarısını bu zâta verdi. Hâce hazretleri istenilen yere geldi. Bir zaman orada kalarak talebeleriyle sohbet etti. Suallerini cevaplandırdı. Hergün yüzlerce kişi huzuruna gelerek sohbetine katılır ve bereketlenirdi. Tüccarın verdiği parayı da orada bulunan yoksullara ve talebelerine dağıtan Ahmed Yesevî hazretleri daha sonra memleketine döndü.

İstanbul'un mânevî fâtihi, büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hocası Hacı Bayram hazretleri Ankara'da fenâ âleminden bekâ âlemine göç etmek üzere iken; son sözleri: "Benim namazımı Akşemseddîn kıldırsın ve cenâzemi yıkasın. Bu haberimi ona iletirsiniz!" oldu ve vefât etti.

O sırada Akşemseddîn orada değildi ve nerede bulunduğunu kimse bilmiyordu. Talebeler ile Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları, merak ve hayret içinde kaldılar. Bâzı kimseler;

"Hacı Bayram-ı Velî'nin bu sözü, ölüm hâlinde söylenen sözlerdendir. Buna pek îtibâr edilmez." dediler. Kararsız ve üzüntülü bir halde yollara bakarlardı. O esnâda; "Akşemseddîn geliyor!" diye bir ses işitildi. Halk Akşemseddîn'i karşıladı ve olup biteni haber verdi. O da vasiyet üzerine yıkayıp namazı kıldırdıktan sonra, Hacı Bayram-ı Velî'yi defn etti. İşler bitince, Hacı Bayram-ı Velî'nin doksan bin akçe borcu olduğunu öğrendi ve otuz bin akçesini ödemeyi vâdetti. Kalanını da Hacı Bayram-ı Velî'nin yakınları ile dostları ödediler. Akşemseddîn, üzerine aldığı otuz bin akçenin yirmi dokuz binini ödedi ve geriye bin akçe kaldı. Alacaklı, Akşemseddîn'e gelerek hepsini istedi. "Birkaç gün müsâade et." dediyse de, faydası olmadı. Sert ve küstah bir şekilde bir dakika bile bekleyemeyeceğini bildirdi. Bu söz üzerine fevkalâde müteessir olan Akşemseddîn hazretleri alacaklıyı içeri çağırdı. Evin önünde bir bahçe vardı. Ona;

"Bahçeye gir, alacağın bin akçeyi al. Fazlasını alma!" dedi.

O kimse, bundan sonraki durumunu şöyle anlatıyor:

"Bahçeye girdim. Bahçenin içinde yassı yapraklı bir ot vardı. Her yaprağın üzerinde bir akçe vardı. O otta o kadar çok yaprak vardı ki, sayısını ancak Allahü teâlâ bilir. Onun yapraklarından bin akçe topladım. Fakat yaprakların üzerinden bir akçenin eksilmemiş olduğunu gördüm. Bahçenin içi de akçe ile doluydu. Bu hâli görünce, hayrette kaldım. Dışarı çıkıp, o bin akçeyi Akşemseddîn'in önüne koydum. "Bu akçeleri size bağışladım." dedim, yalvardım ve özür diledim. Fakat Şeyh, o bin akçeyi kabûl etmedi."

Akşemseddîn hazretlerini Fâtih Sultan Mehmed Han, bir gece ziyâretine gitti. Fâtih, sohbet sırasında bir ara Akşemseddîn'e;

"Hocam! Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden, mihmandâr-ı Resûlullah olan Ebû Eyyûb-i Ensârî'nin mübârek kabrinin İstanbul surlarına yakın bir yerde olduğunu târih kitaplarından okudum. Yerinin bulunması ve bilinmesini bilhassa ricâ ederim." dedi. O zaman Akşemseddîn hemen;

"Şu karşı yakadaki tepenin eteğinde bir nûr görüyorum. Orada olmalıdır." cevâbını verdi. Derhâl pâdişâhla oraya gittiler. Akşemseddîn hazretleri, oradaki bir çınardan iki dal aldı. Birini bir tarafa, diğerini az öteye dikti ve;

"Bu iki dal arası, Mihmandâr-ı Resûlullah'ın kabridir." buyurdu. Sonra, kaldıkları yere döndüler. Fâtih Sultan Mehmed Han, Akşemseddîn'in söylediğine inandıysa da, hiç şüphesi kalmasın istiyordu. O gece silâhdârına;

"Gidin, Akşemseddîn'in diktiği çınar dallarının ortasına şu mührümü gömün ve o dalları yirmişer adım güney tarafına çekin." dedi. Sabah olunca Sultan Fâtih, Akşemseddîn'den, hazret-i Hâlid'in kabrinin yerini tekrar tâyin etmesini ricâ etti, tekrar gittiler. Akşemseddîn silahdarın diktiği dalların dikildiği yere bakmadan doğruca gidip eski yerde durdu ve;

"Dalların yeri değiştirilmiş, hazret-i Hâlid buradadır." dedi ve sonra silâhdâr ağasına hitâben;

"Sultân hazretlerinin mührünü çıkarın ve kendisine teslim edin." dedi. Akşemseddîn hazretleri, silâhdâr ağanın gizlice gömdüğü pâdişâh yüzüğünün de orada olduğunu kerâmetiyle anlamıştı.

Bunun üzerine Fâtih, Akşemseddîn'e;

"Kalbimde hiç şüphe kalmadı. Ama tam inanmam için bir alâmet daha gösterir misiniz?" dediğinde,

Akşemseddîn:

"Kabrin baş tarafından bir metre kazılınca, üzerinde; "Bu Hâlid bin Zeyd'in kabridir." yazılı bir taş vardır." dedi. Kazdılar, Akşemseddîn'in dediği gibi çıktı. Bu hâli gören Sultan Fâtih'in vücûdunu bir titreme aldı. Bu hâl geçince Fâtih; "Zamânımda Akşemseddîn gibi bir zâtın bulunmasından duyduğum sevinç, İstanbul'un alınmasından duyduğum sevinçten az değildir." diye şükr etti.

Fâtih Sultan Mehmed Han, Ebû Eyyûb Ensârî'nin kabr-i şerîfinin üzerine bir türbe ve Akşemseddîn ile talebelerine mahsus odalar, bir de câmi-i şerîf yaptırdı. Akşemseddîn'den orada oturmalarını ricâ etti. Fakat o, bu teklifi kabûl etmeyerek, memleketi olan Göynük'e döndü.

Osmanlı Sultânı İkinci Murâd Han, Hacı Bayram-ı Velî'yi (rahmetullahi teâlâ aleyh) son derece severdi. Fırsat buldukça, sık sık ziyâretine giderdi. Bir defâsında, dört yaşındaki oğlu Şehzâde Mehmed ile berâber Hacı Bayram'a gelip, elini öptüler. Sultan Murâd Han, sohbet sırasında Hacı Bayram'a;

"Efendim, İstanbul'u alıp, kâfir diyârını İslâm'ın nûru ile nûrlandırarak, çan çınlamaları yerine ezân seslerinin yükselmesini arzu ederim. Bu hususta duâlarınızı beklerim." dedi. Hâcı Bayram-ı Velî; "Allahü teâlâ, ömrünüzü ve devletinizi ziyâde etsin. Yalnız, İstanbul'un alındığını sen ve ben göremeyiz." dedi, sonra da, şehzâde Mehmed ile Akşemseddîn'i göstererek; "Ama şu çocukla bizim köse görürler." buyurdu.

Hindistan evliyâsının büyüklerinden Alâeddîn-i Sâbir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Şah Abdürrahîm'in bu dünyâdan ayrılma zamânı geldiğinde, mîdesinde çok şiddetli bir ağrı baş gösterdi. Halk, Ali Ahmed'e babasının iyileşmesi için duâ etmesini söylediklerinde, onlara; "Resûlullah efendimizi gördüm. Cennet-i âlâda babamı görmeye hazır idiler. Ve buraya, ellerinde Cennet elbiseleri ile gelen meleklerin seslerini duyuyorum. Babamı götürmek üzere geliyorlar. Şimdi duâ etmenin hiçbir faydası yoktur." dedi. Sözlerini bitirir bitirmez muhterem pederi, rûhunu teslim etti ve bütün ev değişik bir koku ile doldu. Bu güzel koku dünyâ kokularına benzemiyordu.

Babası Abdürrahîm'in vefâtından sonra, annesi ile birlikte zor günler geçirdiler. Fakat bu asîl hanım, hiç kimseden yardım istemedi. Bu zaman zarfında Ali Ahmed, sâdece su içer ve şâyet varsa dört veya beş günde bir, biraz ekmek kırıntısı yerdi. Bu kadar fakirlik zamânında bir gün, Ali Ahmed çok büyük bir açlık hissetti. Annesinden yemek için bir şeyler istedi. Annesinin pişirecek bir şeyi yoktu. Öğle namazından sonra Ali Ahmed tekrar yemek istedi. Annesi, su dolu tencereyi ateşe koyarak yemek pişirir gibi yaptı. İkindi namazına kadar sabrettikten sonra; "Yemek ne oldu?" diye sorduğu zaman, henüz pişmedi, dedi. İkindi namazından sonra dayanamayıp, kendisi kapağı kaldırdı. Tencerenin içi pilavla dolmuştu. Annesine dönerek; "Anneciğim, pilav olmuş." dedi. Annesi, hayretler içerisinde koşarak geldi. Pilav daha önce hiç kokmadığı hâlde, şimdi değişik ve güzel bir kokuya sâhipti.

Münşî Muhammed Hân Emblevî anlatır: "Yatsı namazı için abdest alıyordum. Alâeddîn-i Sâbir'in dergâhında, kabrinin başında, bir arslanı başı önüne düşmüş bir hâlde sessizce oturur gördüm. Durumu anlattığım zaman, bir çokları, arslanların sık sık buralara gelip gittiklerini söyledi."

Hâce Şerefüddîn Şah Pûrî, dergaha bâzan hanımı ile birlikte ziyâret için gelirdi. Kendisi bir parça ağır işitirdi. Hanımı diyor ki:

"Alâeddîn Sâbir'in kabrinde bir arslan gördüm. Durumu bilmeyenler kaçıştılar. Kocam arslana ne dikkat etti, ne de yerinden hareket etti. Arslan, kabrin önüne geldi, edeble birkaç dakika bekledi ve çıkıp gitti. Arslan gittikten sonra, efendime durumu söyledim. Bana dedi ki:

"Sen onu ilk defâ görüyorsun, ben çok defa rast geldim. Mahdûm Sâbir'in kabr-i şerîflerinin önünde hiç kimseye zarar vermeye cesaret edemez."

Kemâl Şâh isimli bir zât anlatır: "Dergâhı ziyâretim esnâsında bir gece örtünüp, dergâhdaki câminin avlusunda uyumuştum. Birisinin üzerimdeki örtüyü çekiştirdiğini farkettim. Uyandığım zaman, bir dişi arslan ile yavrularını gördüm. Yavrularından birisi, neş'e içinde üzerimdeki örtüyü çekiştiriyordu. Biraz sonra dişi arslan yavrularını topladı. Gördüğüm manzaradan korkmuş olduğum için örtüyü sıkıca örttüm. Korku içinde gözlerimi kapadım. Fakat, Elhamdülillah, dişi arslan ve yavruları, dergâhta hiç kimsenin kılına dokunmadan ormana doğru gittiler. Ben de rahat bir nefes aldım."

 

ÜÇ SENE KÂFİ GELİR

 

Şah Abdürrahîm idi, adı babasının da,

Ölüm hastalığına, yakalandı sonunda.

 

Mîdesine şiddetli, bir ağrı girdi artık,

Ev halkı endîşeye, kapıldı bir aralık.

 

Komşular haber alıp, ziyârete geldiler,

Onu çok hasta görüp, tesellî eylediler.

 

Henüz "Beş yaşında"ydı, Alâeddîn o günde,

Diz çökmüş otururdu, babasının önünde.

 

Gelenler dediler ki: "Alâeddîn duâ et,

Hak teâlâ babana, versin sıhhat âfiyet."

 

Cevâbında dedi ki: "Edeyim, peki, fakat,

Şu anda ona duâ, sağlamaz bir menfaat.

 

Zîrâ Resûlullah'ı, görürüm ki âşikâr,

Bir Cennetin içinde, babamı bekliyorlar.

 

Melekler ellerinde, Cennet elbiseleri,

Buraya gelirler ki, götürsünler pederi."

 

Vaktâ ki Alâeddîn, onlara dedi bunu,

Babası "Allah" deyip, teslîm etti rûhunu.

 

O da vefât ederek, göçünce bu dünyâdan,

Bir maddî sıkıntıya, girdiler hepsi o an.

 

Annesi gâyet asîl, bir hanım efendiydi,

Yine sıkıntısını, kimseye bildirmedi.

 

Alâeddîn o günler, sâdece "Su" içerek,

Üç-beş günde bir defâ, bir lokma yerdi ekmek.

 

.

Lâkin fenâ olmuştu, bir gün "Açlık hissi"nden,

Yemek için bir şeyler, istedi annesinden.

 

Evde ise pişecek, yok idi hiç bir şeyi,

Su doldurup ateşe, oturttu tencereyi.

 

Yemek pişirir gibi, göründü artık ona,

Zîrâ bir şey yoktu ki, yedirsin bu oğluna.

 

Bekledi Alâeddîn, öğleden akşama dek,

Sordu ki: "Anneciğim, pişmedi mi o yemek?"

 

O "Pişmedi" deyince, gelip kapağı açtı,

Zîrâ hiç tahammülü, yok idi, hayli açtı.

 

Kapağı açar açmaz, kavuştu bir sevince,

Bağırdı: "Anneciğim, pilav pişmiş iyice."

 

O da gelip görünce, daha arttı hayreti,

Anladı ki bu dahî, oğlunun kerâmeti.

 

Zâten hârikulâde, hâlleri çoktu onun

Büyük zât olacağı, belliydi bu oğlunun.

 

Düşündü ki: "Bunu ben, âbime götüreyim,

Yetiştirmesi için, ona teslîm edeyim."

 

Ferîdüddîn Genc Şeker, idi ki âbisi de,

Oğlu Alâeddîn'i, götürdü kendisine.

 

O dahi görür görmez, kardeşinin oğlunu,

Fark etti alnındaki, o "Büyüklük nûru"nu.

 

Sevinip buyurdu ki, hemen hemşîresine,

"Üç sene kâfi gelir, bunun yetişmesine."

 

O dahî arz etti ki: "Âbicim, Alâeddîn,

Sever oruç tutmağı, lütfen çok dikkat edin!

 

Zîrâ korkuyorum ki, olunmazsa göz kulak,

Açlıktan ölebilir, yemeği unutarak."

 

O, tebessüm buyurup, hemen kız kardeşine,

Dedi: "Korkma, veririm, onu mutfak işine."

 

Hemşîresi o zaman, memnûn oldu pek fazla,

Ve lâkin Alâeddîn, yemezdi yine aslâ.

 

Dayısının yanında, üç senede nihâyet,

Tamâmiyle yetişip, aldı mutlak icâzet.