KERÂMET (A
- 1)
Hangi peygamberin ümmetinden
olursa olsun, velîlerden âdet dışı yâni fizik, kimyâ ve fizyoloji kânunları
dışında meydana gelen şeyler, hâdiseler, üstünlükler kerâmet diye
isimlendirilir. Allâme Ahmed Hamevî'nin dediği gibi, Allahü teâlâ, sevdiği
kullarına kerâmetler ihsân eder. Velîler, kerâmetlerini saklarlar. Kimsenin
duymasını istemezler.
(E. Ans. c.1, s. 18)
İmâm-ı Rabbânî "Kerâmet
haktır. Şirkten yâni Allahü teâlâya ortak koşmaktan, kaçıp kurtulmak, mârifete
kavuşmak, kendini yok bilmek kerâmettir." demektedir.
(E. Ans. c.1, s. 18)
Abdülganî Nablüsî
ise; "Kendisine kerâmet hâsıl olan velî, bu kerâmetin yalnız Allahü teâlânın
dileği ve kudreti ile yaratıldığını, kendi dileğinin ve kudretinin hiç bir
tesiri olmadığını bilmektedir." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 18)
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden iki tanesi
bir yolculuktan hocalarına dönüyordu. Yolda kendi aralarında konuşurlarken;
"Hocamızın yüksek huzurlarına kavuştuğumuzda, bize ikrâm olarak ne istiyelim?"
dediler. Biri; "Bana bir seccâde vermesini isterim." öbürü; "Bana bir takke
vermesini arzu ederim." diye konuştu. Huzurlarına varınca, Abdullah-ı Dehlevî
herkese, arzu ettiği şeyi ikrâm etti.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Ebû Bekr el-Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, Fakîh Îsâ bin Muhammed şöyle anlatır: Uzak bir diyârda idim. Abdullah
el-Ayderûs'u açıkça bulunduğum yerde görmeyi temenni etmiştim. Mescide gittim.
Oraya bir dilenci ve yanında birisi gelip benden bir şey istedi. Bir şey
vermedim. Oradan ayrılıp başka yere gittim. O dilenci ve yanındaki kişi benim
arkamdan geldi. Sonra yine yanıma yaklaşarak benden bir şeyler istedi. Yine yüz
vermedim. Bunun üzerine o dilenci ve yanındaki ayrılıp gitti. Bir müddet sonra
ben, Abdullah el-Ayderûs'un bulunduğu yere döndüm. Şeyh Abdullah'ın yanına
giderek; "Ben sizi gittiğim yerde alenen görmeyi temenni ettim. Lâkin bu isteğim
hâsıl olmadı." dedim. Bunun üzerine Ebû Muhammed el-Ayderûs; "Sana alenî
görünmem hâsıl oldu. Falan gün duhâ vaktinde sen falan mescidde idin. Senin
yanına bir dilenci geldi. Yanında birisi de vardı. Senden bir şeyler istediler.
Onlara bir şey vermedin. Sonra kalkıp bir yere gittin. Onlar da seni tâkib etti
ve yine bir şeyler istediler. Yine yüz vermedin. İşte o dilencinin yanındaki ben
idim. Ben, senin yanına o kılıkla gelmiştim." dedi. Ben; "Efendim! Sizin
dedikleriniz doğrudur. Fakat o size fazla benzemiyordu." deyince, Şeyh Abdullah
da; "Eğer ben bu hâlimle senin yanına gelse idim, sen beni tanır ve insanlara
haber verirdin." buyurdu.
İsfehân'da yetişen evliyânın
büyüklerinden ve meşhurlarından Abdullah-ı İsfehânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulundu. Cenâze
defnedildikten, kabre konulduktan sonra, birisi telkine başlıyacaktı. Telkîn
için kalkınca, Abdullah-ı İsfehânî hazretleri tebessüm etti. Talebelerinden
birisi sebebini sordu. Buyurdular ki: O hoca telkîne başlayınca, kabre
koyduğumuz bu mübârek zât bana; "Ey Necmüddîn! Hiç hayret etmiyor musun ki,
kalbi ölü olan bu hoca, hakîki hayâta yeni başlayan diri bir kimseye telkîn
veriyor." dedi. Bunun için tebessüm ettim.
Yemen âlimlerinden birisi
şöyle anlatmıştır: Bir sene hacca gitmiştim. Yola çıktığımda da, babam ağır
hasta idi ve yatıyordu. Mekke-i mükerremeye ulaştım. Hac vazîfesini edâ ettim.
Fakat devamlı babamın durumunu düşündüğüm için, gönlüm perişân bir vaziyette
idi. Abdullah-ı İsfehânî hazretleri de orada idi. Durumumu ona anlattım. Babamın
durumunu anlayıp bana bildirmesi için yalvardım. Başını önüne eğip bir müddet
düşündü. Sonra; "Babanız o şiddetli hastalıktan kurtulmuş, sedirinin üzerinde
oturuyor. Elinde misvâkı var. Etrâfına kitaplarını koymuş." Buyurup, babamın
şeklini ve şemâlini de tarif etti. Hâlbuki daha önce onu görmüş değildi.
Abdullah el-Kassâr
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle anlatmıştır: Bir zamanlar hacca
gitmek üzere yola çıkmıştım. Şirâz âlimleriyle görüştüm. Bana dediler ki:
"Abdullah-ı Tüsterî ile görüştüğün zaman onun fazîletini, üstünlüğünü kabul
ettiğimizi ve selâmımızı söyle. Arefe gününde evinden çıkıp hacılarla vakfeye
durduğunu işittik. Bu haber doğru ise bildirsin de bizim bu kerâmeti hususunda
tereddüdümüz kalmasın."
Abdullah-ı Tüsterî
hazretlerinin yanına varınca selâm verdim. Üzerinde uzun bir elbise vardı.
Kendinden geçmiş bir halde oturuyordu. Onu görünce üzerime bir heybet düştü.
Konuşmağa cesaret edemedim. Yanında bir yere oturdum O sırada bir kadın geldi;
-Efendim benim kötürüm bir
oğlum var. Şifâ bulması için duânızı almaya geldim. dedi. Abdullah Tüsterî:
-Onu niçin Rabbine havâle
etmedin? deyince, kadın:
-Siz Rabbimizin sevgili
kulusunuz. dedi.
Abdullah-ı Tüsterî bana
doğru baktı ve işâret etti. Hemen kalkıp elinden tuttum. Ayağa kalkıp,
ayakkabılarını giydi ve Şat Nehri kenarına gitti. Kadın da peşinden geldi.
Kötürüm çocuk nehirde bir sandal içinde oturuyordu. Çocuğa:
-Elini uzat! dedi.
Annesi: -Elini uzatamaz.
deyince,
-Sen çocuğu bırak, ondan
ayrıl. buyurdu.
Bu sırada çocuk elini
Abdullah-ı Tüsterî hazretlerine uzattı. "Ayağa kalk!" deyince de kalktı. Sonra
da sandal sâhibi onu kenara yaklaştırdı ve kötürüm çocuk artık yürümeye başladı.
Abdullah-ı Tüsterî çocuğa abdest aldırdı ve iki rek'at namaz kılmasını söyledi.
Çocuk namazı kılınca, annesine:
-Oğlunun elinden tut!
buyurdu. Kadın da elinden tutup götürdü.
Onun bu kerâmetini görünce
şaşırdım. Yanına yaklaşıp Şiraz âlimlerinin sözlerini söyledim. Bir müddet
başını eğip durdu. Sonra:
-Ey dostum! Bu insanlar
dilediğini yapan Allahü teâlâya inanırlar mı? dedi.
-Evet efendim, dedim. Sonra;
-Onlar, ondan ne istiyorlar?
buyurdu.
Yemen'de yetişen Şâfiî
mezhebi fıkıh âlimlerinden ve evliyâdan Abdullah Yâfiî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) etrafında toplanan insanlara İslâm dîninin emir ve yasaklarını
anlattı. Kabir ziyâretine karşı çıkan ve evliyânın kerâmetini inkâr edenlere
cevaplar verdi. Bozuk îtikâd, inanış sâhibi olan İbn-i Teymiyye'ye cevaplar
verdi. Evliyânın kerâmetiyle ilgili olarak kendisine soru soran talebelerine
şöyle buyurdu:
"Allahü teâlânın yardımı ile
derim ki, evliyâda kerâmetlerin zuhûru, meydana gelmesi, aklen câiz ve naklen
vâkidir. Aklen câiz olması: Allahü teâlâ her şeye kâdirdir. Kerâmetler de,
mûcizeler kâbilinden mümkün olan şeylerdir. Ehl-i sünnet ve cemâat âlimleri
eserlerinde böyle olduğunu bildirmişlerdir. Bu, şarkta, garbda, Arab diyârı
olsun, Acem diyârı olsun, her tarafta böyledir.
Kerâmetlerin vukûu naklen
sâbittir; bu husus, Kur'ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve haberlerde
bildirilmiştir. Kur'ân-ı kerîmde, Âl-i İmrân sûresi otuz yedinci âyetinde
hazret-i Meryem hakkında meâlen; "Bunun üzerine Rabbi, Meryem'i güzel bir kabûl
ile kabûl buyurdu ve onu iyi bir şekilde yetiştirdi. Zekeriyyâ Peygamberi de ona
kefîl (himâyesine me'mur) kıldı. Zekeriyyâ ne zaman Meryem'in bulunduğu mihrâba
girdiyse, onun yanında bir yiyecek buldu. "Ey Meryem! Bu sana nereden geliyor?"
dedi. O da; "Bu, Allah tarafından gönderiliyor. Şüphe yok ki, Allah dilediğini
hesapsız olarak rızıklandırır" dedi." buyrulmuştur. Zekeriyyâ aleyhisselâm,
yazın hazret-i Meryem'in yanında kış meyvesi, kışın da yaz meyvesi buluyordu.
Yine Kur'ân-ı kerîmde, Meryem sûresi yirmi beşinci âyetinde hazret-i Meryem
hakkında meâlen; "Hurmanın da dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş
tâze hurmalar dökülsün." buyrulmuştur. Bu tâze hurma, zamânının dışında
oluyordu.
Yine Mûsâ aleyhisselâmın
annesine, oğlu Mûsâ'yı Nil Nehrine bir sepet içinde bırakması ilhâm olunmuştur.
Ayrıca Eshâb-ı Kehf'in (r.anhüm) kıssası, köpeğin onlarla konuşması gibi hayret
verici hâdiseler ve daha başkaları, kerâmetlerin naklen delilidir. Bütün buraya
kadar zikredilenler, peygamber değil velîlerdendir."
Abdullah Yâfiî hazretleri,
Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin hâl ve kerâmetlerinden çok anlatırdı. Buyurdu
ki: Abdülkâdir-i Geylânî'ye âit şu kıssa çok meşhûrdur. Evliyânın büyükleri bunu
bildirmişlerdir: "Bir kadın, Abdülkâdir-i Geylânî'ye çocuğunu getirip; "Oğlum
seni çok seviyor. Ben, Allah için bu oğlumdaki hakkımdan vazgeçtim. Onu sana
verdim." dedi. Abdülkâdir-i Geylânî rahmetullahi aleyh de çocuğu kabûl etti.
Ona, nefsiyle mücâdeleyi ve tasavvuf yoluna girmeyi emretti. Aradan bir müddet
geçtikten sonra, annesi oğlunu görmeye geldi. Oğlunu, açlıktan ve uykusuzluktan
zayıflayıp sararmış gördü. Oğlunun sâdece arpa ekmeği yediğini anladı. Bunun
üzerine Abdülkâdir-i Geylânî'nin huzûruna girdi. Bu sırada Abdülkâdir-i
Geylânî'nin sofrada tavuk yediğini gördü. Abdülkâdir-i Geylânî'ye; "Sen kendin
tavuk eti yiyorsun benim çocuk arpa ekmeği yiyor." dedi. Bunun üzerine
Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, elini o kemiklerin üzerine koydu ve; "Çürümüş
kemikleri dirilten Allahü teâlânın izni ile kalk!" dedi. Tavuk, gıdaklıyarak
kalktı. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî, kadına; "Oğlun böyle olduğu zaman,
dilediğini yesin." buyurdu. Kadın da çocuğunun böyle bir hoca elinde
olgunlaşacağını düşünerek Allahü teâlâya şükür etti.
Osmanlılar zamânında
Anadolu'da yetişen velîlerden Seyyid Abdurrahîm Arvâsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin
Mesnevî'sinden de parçalar okutuyordu. Böyle sohbet meclislerinden birinde
Mesnevî okunurken, orada bulunan İran ahondlarından (mollalarından) biri
Mevlânâ'yı ve Mesnevî'yi küçültücü ve tahkir edici maksatla, bildiği hâlde "Ne
okuyorsun?" diye sordu. Abdürrahîm Arvâsî hazretleri; "Mesnevî okuyoruz."
buyurdu. İranlı ahond cevap olarak; "Meşnevî (dinlemeye değmez)." dedi. Bu söze
din gayreti kabaran ve son derece hiddetlenen Abdürrahîm Arvâsî hazretleri
Mesnevî-yi şerîfi rastgele açıp İranlı ahonda; "Şu beyti oku!" buyurdu. İranlı
ahond;
"Mesnevî
ra meşnevî mehan
Ey sek-i
gürgîn bed kerdeî"
yâni Mesnevî'yi meşnevî
okuma, ey uyuz köpek kötü bir iş yaptın, meâlinde beyti istemeyerek okuyuverdi.
Bu manâlı beyân karşısında ahond ve meclistekiler dehşete kapıldılar. Ahond
söyleyecek söz bulamadı. Arslan yuvasına düşmüş, zavallı tilki gibi titremeye
başladı. Sonra mecliste bulunanlar Mesnevî'den bu beyti aradıklarında
bulamadılar. Bu hâlin Abdürrahmân Arvâsî hazretlerinin bir kerâmeti olduğunu
anladılar. Ona karşı daha edepli ve ölçülü davranmaya başladılar. Buna benzer
pekçok kerâmetleri görülmüş olan Abdürrahîm Arvâsî hazretlerinin bu kerâmetleri
yıllar boyu dilden dile anlatılagelmiştir.
On dokuzuncu yüzyılın büyük
velîlerinden Seyyid Abdurrahmân Tâgî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok
cömert olup, misafiri ve geleni gideni pek fazla olurdu. Bir gün hanımı ona;
"Efendim gelenimiz gidenimiz çok. Beylerin, paşaların ve eşrâfdan olan
kimselerin hanımları da geliyorlar. Büyük bir kapıya geldiklerini bildiklerinden
çeşitli elbiseler, kıymetli entariler giyiyorlar. Benim üstümde ise hep bu
entâri var. Mümkünse bir entâri daha yaptırsanız da arada bir onu da giysem."
dedi. Seyyid Abdurrahmân hazretleri; "Sen git mutfağında bulunan teknedeki
hamurunla meşgûl ol." buyurdu. Hanımı mutfağa girdi. Tekneyi hamurla değil,
altınla dolu buldu. Koşup efendisine geldi, bir yandan ağlıyor, bir yandan da;
"Beni affet, bundan sonra senden bir şey istemiyeceğim." deyip, özür diliyordu.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan büyüklerinden Abdülehad Serhendî hazretlerinin tasavvuf yolunda
daha yüksek derecelere kavuşması için amcası Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ona kırk defâ teveccühde yâni mânevî olarak çok yardımda
bulunacağına söz verdi. Muhammed Ma'sûm hazretleri otuz dört defâ teveccüh
ettikten sonra vefât etti. Yeğeni Abdülehad ise, her gün amcasının kabrine
gitti. Amcası, Abdülehad'ın her gelişinde Allahü teâlânın izni ile kabirden
kalkarak yeğenine teveccühde bulundu ve onun yüksek mânevî derecelere kavuşması
için yardımcı oldu. Yaptıklarını da bir kâğıda yazıp, onun eline verdi. Bu
şekilde teveccüh adedini kırka tamamlayarak sözünü yerine getirdi. Abdülehad
Serhendî hâdiseyi Muhammed Ma'sûm hazretlerinin oğullarına anlattı ve elindeki
altı adet yazıyı gösterdi. Onlar babalarının bizzât kendi el yazısını görünce;
"Bu büyük kerâmet ancak ona yakışır, elhak doğrudur." dediler.
Abdülehad Serhendî
hazretleri şöyle nakletti: Peygamber efendimizin kabr-i seâdetlerini edeple
ziyâret ediyordum. Üzerime güzel bir hil'at yâni elbise giydirildi ve; "Seni
kardeşin ile kuvvetlendireceğiz." buyruldu.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: Gerçek kerâmet, kerâmetin
gizlenmesidir. Bunun dışında görünenler, velînin irâde ve ihtiyârı ile değildir.
İlâhî hikmet öyle gerektiriyor demektir. Allahü teâlâ sırrını eminine verir.
Bilen söylemez, söyleyen bilmez.
Hâlid Turhan Bey anlatır:
Bir gün Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretlerinin ziyâretlerine gitmiştim.
Kütüphânelerinden bir kitap çekip, bir yerini açıp bana verdiler ve; "Buyurun,
okuyun!" buyurdular. Arapça idi. Okumaya çalıştım. Yanlış okuyunca
düzeltirlerdi. Bir daha okuttular ve gene yanlışlarımı düzelttiler. Sonra;
"Türkçeye çevirin!" buyurdular. Takıldığım çok ibâreler oldu. Yardım ettiler,
hattâ kendileri tercüme ettiler. Bir daha okutup, bir daha tercüme ettirdiler.
İyice anlamıştım. Vefâtlarından yirmi sene kadar sonra, kütüphâne müdürlüğü
için, Ankara'da imtihana girdim. İmtihanda elime bir Arapça kitap verdiler ve
bir yerini açıp, okuyun dediler. Bir de ne göreyim, Abdülhakîm Efendinin verdiği
kitap ve açtıkları sayfa değil mi? Okudum, tercüme ettim. İmtihanı kazandım.
Kütüphâne müdürü oldum. Ama imtihandan çıkınca, Efendinin bu büyük ve açık
kerâmetini görünce hüngür hüngür ağladım.
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
Muhammed Ezher şöyle anlatır: Allahü teâlânın izni ile bir anda birçok yerde
bulunurdu.
Ramazân-ı şerîfte bir gün,
ayrı ayrı yetmiş kişi, birbirinden habersiz, Gavs-ül-a'zamı iftâra dâvet etti.
Herbiri kendi evini şereflendirmek, bereketlendirmek istiyordu. Her birinin
dâvetini kabûl etti, aynı anda dâvet edenlerin evlerinde iftarda bulundu,
onlarla birlikte yemek yedi. Bu haber, bu büyük ve havsalaya sığmaz kerâmet, bir
anda Bağdad'a yayıldı. Huzûrunda hizmet eden hizmetçilerden biri, Gavs-ül-âzam o
akşam tekkesinden çıkmadığı, iftarı burada yaptığı hâlde, o kimselerin evlerine
girip, onlarla yemek yemesi ve bu yemeğin aynı anda olması nasıl olur? diye
düşündüğü zaman, Gavs-ül-âzam, o hizmetçisine dönerek; "Onlar doğru söylüyorlar,
herbirinin dâvetinde bulundum, ayrı ayrı, fakat aynı zamanda herbirinin
evlerinde yemek yedim" buyurdu.
Ebü’l-Hacer Hâmid Hirânî
şöyle anlatır: Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri buyurdular ki:
"Kerâmetler ancak bir hayır,
hikmet için gösterilir. Kerâmetini gizlemeyen dünyâya düşkündür. Bana talebe
olan yâhut evlâdımdan ve halîfelerime bağlı olup, kerâmet derecesine ulaşıp,
maksatsız kerâmet izhar edenin yüzü iki dünyâda kara olur."
Mısır evliyâsının
büyüklerinden ve Şafîi mezhebi fıkıh âlimi Abdülvehhâb-ı Şa’rânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden Şerefüddîn bin Emir hastalanmıştı.
Ağrılarının şiddeti, gün geçtikçe daha da artıyordu. Öyle ki, artık ölümünü
bekler oldu. Günlerce uykusuzluğun verdiği bir halsizlik içinde gözkapakları
kapandı. Uyumağa başladı. Rüyâsında büyük bir nehirde yüzüyordu. Nehrin aşağı
taraflarında bir köprü ve onun da aşağısında bir çağlayan vardı. Bu çağlayandan
canlı bir kimse aşağı düşse, normalde parça parça olurdu. Akan sular onu
sürükleye sürükleye köprüye doğru götürüyordu. Eğer köprüde tutunacak bir yer
bulamazsa, çağlayandan aşağı düşecekti. Bütün gayretine rağmen köprüye
tutunamadı. Büyük bir korkuya kapıldı. Çağlayanın başına geldiği an, bir el onu
tutup kenara çekti. Ölümden kurtulmuştu. Elin sâhibine baktığında, zamânın en
meşhûr âlimi ve velîsi olan hocası Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'yi gördü. Ona tebessüm
ediyordu. Uyandığında da hastalığının geçtiğini, hiçbir derdinin kalmadığını
gördü. |