|
KERÂMET’E
İTİRAZ
Suriye'de yetişen velîlerden
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
bir defâsında, bâzı kimseler gemi ile bir yere gidiyorlardı. Yolcular arasında
Abdurrahmân hazretlerinin talebelerinden birkaç kişi de vardı. Bir ara,
geminin tabanından bir yer delindi. Ne yaptılarsa delinen yeri tıkayamadılar.
Vazîfeliler çâresiz kalıp, geminin batmasından korktular. Onlardaki bu telaşı
görüp, vaziyeti anlayan talebeler, hocaları Abdurrahmân bin Muhammed'den yardım
istediler. O esnâda hocalarını gemide gördüler. Ayağını, gemiye su giren yere
koydu. Sonra bir şeyler ile o delik yeri kapadı. Su girmez oldu. Bu duruma
yolcular çok sevindi. Herkes rahatlamıştı. Abdurrahmân hazretleri, birden gözden
kayboldu. O büyük zâtın talebeleri hürmetine, diğerleri de kurtuldular ve
yollarına devâm ettiler. Bu hâdiseyi işitenlerden bâzıları, onun bu kerâmetini
inkâr ettiler. "Böyle şey olmaz." dediler. Îtirâzcılar, bir yolculuğa
çıkmışlardı. Yollarını kaybettiler. Üç gün üç gece dolaştıkları hâlde yollarını
bulamadılar. Ellerinde bulunan yiyecek ve suları da bitmişti. Başlarına gelen bu
sıkıntının, o zâtın kerâmetini inkâr etmekten olduğunu anladılar. Îtirâzlarına
tövbe ederek, bu sıkıntıdan kurtulmaları hâlinde mallarından belli mikdârını o
zâta vermeyi ve hizmetinde bulunmayı adadılar. Tam bu sırada yanlarına, hiç
tanımadıkları biri geldi. Bunlara tâze hurma ve su verdi ve yolu târif edip
gitti. O kimseler, hurmalarla karınlarını doyurdular ve sudan içtiler. Târif
edilen yere doğru gidince, yollarını kolayca buldular. Memleketlerine vardıkları
zaman adaklarını yerine getirdiler.
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bulunduğu yerde bir kişi vefât etti. Cenâze namazında, o beldenin
ileri gelenleri de bulundu. Cenâze defnedilirken; vâli, kâdı ve imâm bir tarafa
oturdular. Ebû Bekr bin Kavvâm ve talebeleri bir tarafa oturdular. Vâli ve kâdı,
evliyânın kerâmetleri hakkında konuştular. Evliyânın kerâmetleri için, hakîkat
olmadığını söylediler. İmâm ise, sâlih bir kimse olduğu için, o konuda hiçbir
şey söylemedi. Defin işi bittikten sonra, orada bulunanlar Ebû Bekr bin
Kavvâm'ın yanına gelip selâm verdiler. O da, imâma dönüp; "Ya imâm! Senin
selâmına cevap vermem." dedi. O da sebebini sorunca; "Çünkü sen, evliyâ hakkında
gıybeti reddetmedin ve onlara mâni olmadın." buyurdu. Sonra kâdı ve vâlinin
bulunduğu yere gitti ve onlara; "Siz evliyânın kerâmetlerini mi inkâr edersiniz?
Sizin ayaklarınızın altında ne olduğunu biliyor musunuz?" dedi. Onlar, ne
olduğunu sordular. Ebû Bekr bin Kavvâm da; "Sizin ayaklarınızın altında bir
mağara var. İçinde bir kimse ile hanımı medfundur. Onlar şimdi kalkacak ve
benimle konuşacaktır. Bu kişi, bundan bin sene evvel bu beldelerin meliki idi.
Kendisi, hanımıyla birlikte bir sedirin üzerinde oturmaktadır." dedi. Sonra
kimsenin gitmesine izin vermedi ve orayı kazmalarını emretti. Kazılan yerde her
şeyin İbn-i Kavvâm'ın söylediği gibi olduğunu gördüler.
Bu olaydan sonra, vâli ve
kâdı, evliyânın kerâmetlerini inkâr etmedi.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Sakın velîlerin kerâmetini inkâra kalkışmayın. Zîrâ kerâmet, Kur'ân-ı kerîm ve
hadîs-i şerîfler ile sâbittir. Âdet dışı hâllerin olması, velîler için câizdir.
Ehl-i sünnet ve cemâat mezhebinin îtikâdı böyledir. Çünkü, rivâyete göre İmâm-ı
Âzam Ebû Hanîfe, bir ara duâ etti ve kendisine semâdan bol yemeklerle dolu bir
sofra indi."
Endülüs’te yetişen büyük
velîlerden Osman es-Serûcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak bir kimse şöyle anlatır: “Ben Elbîr’de, Osman Serûcî’nin yakınında
bulunurdum. Fakat yüksek bir zât olduğunu bilmezdim. Bir gün sefere çıktım. Uzak
bir memlekete vardım. Orada bir kimseyle karşılaştım. O kimse benim Elbîr’den
geldiğimi anlayınca, Osman Serûcî hazretlerinin nasıl olduğunu sordu. Onu çok
seviyor, hürmet ve edeble bahsediyordu. Ona selâm ve hürmetlerini götürmemi, duâ
etmesini istiyordu. O kimseye; “Sen bu zâtı bu kadar büyük tutuyorsun.
Üstünlüğünden bahsediyorsun. Peki sen onu gördün mü?” diye sordum. O da şöyle
anlattı: “Benim böyle söylememe hayret mi ediyorsun? Onun büyüklüğünden şüphe mi
ediyorsun?” dedi. Ben bir defâsında, yüz adam boyu yüksekliğindeki bir yerden
düşmüştüm. Havada iken ondan yardım istedim. Hemen o anda Osman Serûcî
hazretlerinin elini gördüm. Beni havada tuttu ve yavaşça yere koydu.” Bunları
dinleyince, onu denemek için inkârda bulundum. “Böyle değildir” gibi sözler
söyledim. Bunun üzerine o kimse; “Ben evliyânın kerâmetine inanırım. Bu işin
hakîkati de böyledir. Doğru söylüyorum” dedi. Sonra Elbîre’ye döndüm. Fırat
Nehri üzerinde bir kayıkla gidiyordum. Osman Serûcî’nin dergâhının önünden
geçiyordum. Dergâhın kapısında idi. Beni görünce, benden uzakta olduğu ve iyi
tanımadığı hâlde bana ismimle seslenerek; “Ey filân! Sana göre fakirlerin,
evliyânın kerâmetine inanılmaz, sâlihlerin hâlleri ve onlara inananlar inkâr
edilir öyle mi?” buyurdu. Bu söz üzerine bir kerâmetine şâhid oldum ve evliyânın
kerâmetlerinin hak olduğuna inandım. Önceki inkârıma da pişmân olup tövbe ettim.
Cehâletimi ve kusûrlarımı îtirâf ederek yanına geldim. Ellerini öptüm. Uzak
memleketlerde, seferde iken karşılaştığım ve bana evliyânın kerâmetinin hak
olduğunu bildiren zâtın selâm ve hürmetlerini de arzettim. O kimsenin selâmını
aldı ve kendisine hayır duâ etti. Ben de bu zâtın talebelerinden oldum.” |
|