|
KALB
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Allahü
teâlâya kendisiyle yakın olabileceğimiz en üstün şey nedir?" diye sordular:
"Kibir, riyâ, haset
(çekememezlik), gıybet, kin, kızma, dünyâya düşkünlük, uzun emel sâhibi olmak
gibi, insanın içine dâir günahları (kalp hastalıklarını) terk etmektir."
buyurdular.
Bunun üzerine "İnsanın içine
ait günahlarının, dışına ait günahlardan üstün olması nasıl olur?" diye
sorduklarında: "Çünkü, bâtına ait günahlar terkedilince, zâhirî (dış) günâhlar
kendiliğinden kaybolur." buyurdular.
Ahmed bin Âsım Antâkî
hazretlerine; "Kalbin selâmeti nedir. Kalbimizi mânevî hastalıklardan korumak
için ne yapalım?" denildikte de şu veciz ve tesirli sözlerini söyleyiverdi:
"Kalbin mânevî
hastalıklardan muhâfazası için şunlara dikkat etmek lazımdır: 1. Ahlâkı güzel
olanlarla oturmak, 2. Kur'ân-ı kerîm okumaya devâm etmek, 3. Fazla yemek
yememek, 4. Gece namazlarına devâm etmek, 5. Seher vaktinde Allahü teâlâya
yalvarmak, istiğfâr etmek (Allahü teâlâdan af ve mağfiretini istemek)."
Evliyâ sultan Ahmed
Câhidî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Talebelerinden birisi
sohbet esnâsında kalbin ne şekilde terbiye edileceğine dâir sorduğu suâle şu
cevâbı verdi:
"Tarîkatlarda asıl olan
kalbin çeşitli hastalıklarından temizlenerek şifâ bulmasını temin etmek, onu
güzel sıfatlarla süslemektir. Allahü teâlâya yaklaşmanın yolları tövbe, nefsini
hesâba çekme, yaptığı işlerden gurura kapılmama ve ümitli olmak gibi kalbî
makamlarla, doğruluk, samîmiyet, ihlâs, sabır gibi güzel hasletlerdir. Tasavvuf
yolunda yürüyen kimse bu vasıflarıyla cenâb-ı Hakk'a yaklaşırsa, mârifet
ehlinden olur ve bu sûretle en yüksek derecelere kavuşur."
Buhârâ'da yetişen en büyük
velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır:
"Dervişlerden biri, birgün bana, kalbin nasıl olduğunu sordu.
"Nasıl olduğunu bilmiyorum."
dedim. O;
"Ben kalbi, üç günlük ay
gibi görüyorum." dedi. Bunu üstâdım ve efendim Şâh-ı Nakşibend hazretlerine
anlattım.
"Bu, onun kalbine göredir."
buyurdu. Ayakta duruyorduk. Ayağını ayağımın üzerine koydu. Birden kendimden
geçtim. Bütün mevcûdâtı, Arş-ı a'lâyı kalbimde bir arada gördüm. Kendime
gelince;
"Gördüklerini anlat."
buyurdu. Anlattım. Bunun üzerine;
"Gönül budur. O dervişin
sandığı gibi değil. Allahü teâlâya, kalbin yakın olduğu kadar hiçbir şey yakın
değildir. Mahlûkların en üstünü, en şereflisi kalbdir. Kalb, bilinmiyen sırlarla
dolu bir âlemdir, her şeyi kendinde bulundurur. Görüldüğü gibi kalb, her şeyden
geniş bir latîfedir. Böyle olunca, onu bir kimse nasıl anlayabilir. Bunun için
hadîs-i kudsîde Allahü teâlâ; "Yere ve göğe sığmam, mü'min kulumun kalbine
sığarım." buyurdu. Bu, derin sırlardandır." buyurdular.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri;
Gönülde Allahü teâlânın sevgisini bulundurmak hakkında: "Bir kimse susup
duruyorsa, onun bu hâli, şu üç şeyden boş olmamalıdır. 1. Gönüle kötü duyguların
girmesini önlemek, 2. Allahü teâlâyı sessiz sessiz zikretmeyi, anmayı sağlamak,
3. Kalb hallerini gözetmek.
"Gönüle Allahü teâlânın
düşüncesinden başkasını koymamaya çalışmak zordur. O gönüle gelen şeyleri
tamâmen atıp uzaklaşmak ise, mümkün değildir. Yirmi sene gönlüme bir şey
koymamaya çalıştım. Sonra yine geldi. Geldi ama, gönlümde yer bulamadı."
"Amellerin en güzeli,
gönülden geçenleri araştırmaktır. İyi mi geliyor, kötü mü geliyor bilmektir."
Buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) talebelerinin zaman zaman sohbetlerinde sorduğu suâllere karşı
şöyle buyurdular: "Allahü teâlâ, mümin bir kulunun gönlüne bir gecede üç yüz
altmış defâ nazar eder." sözünün mânâsı şudur: "Kalbin, vücûda açılan üç yüz
altmış penceresi vardır. Gönül, Allahü teâlânın zikriyle kaynayıp coşunca,
Allahü teâlâ o kalbe nazar eder. Bu nazar ile kalbe doğan feyzler ve nûrlar, bu
üç yüz altmış koldan bütün vücûda yayılır. Böyle nûrların ve feyzlerin yayıldığı
bir uzuv, kendi haline göre zevkle ibadet eder, yapılan tâat ve ibâdetlerden
lezzet alınır."
Bir gün bir kişi Ali
Râmitenî hazretlerinin huzuruna gelip, kalbinin dağınıklığından ve kendisini
ibâdetlere tam veremediğinden bahsetti. Şeyh hazretleri şu şiiri okudular:
Birisiyle oturup kalbin
toparlanmazsa,
Kalbindeki dünyâ derdini
senden almazsa,
Onun ile sohbetten etmez
isen teberrî,
Sana yardıma gelmez
azîzândan hiçbiri.
Büyük velîlerden ve fıkıh
âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde şöyle buyurdular: "Kalp, Allahü teâlânın evidir. Dâvûd aleyhisselâm;
"Yâ Rabbî! Seni nerede arayayım!" deyince, cevap olarak; "Ben, benim için
kalpleri kırılmış, benim için kalpleri harâb olmuşların (evliyânın) yanındayım."
buyruldu. Yine bu mânâdaki hadîs-i kudsîde buyruldu ki: "Yere ve göğe sığmam,
ancak mümin kulumun kalbine sığarım."
"Hadîs-i şerîfte buyruldu
ki; "Allahü teâlânın öyle kulları vardır ki, kalbleri güneşten daha parlak,
fiilleri (amelleri) peygamberlerin amelleri gibidir (yâni kerâmetleri vardır).
Onlar, Allah katında şehîdler mertebesindedirler."
Bir talebesine şöyle nasîhat
etti: Kalbinin ürperdiği işi yapma! Nefsine uyma! Şüphe ettiğin işlerde kalbine
danış! Hadîs-i şerîfte buyruldu ki: "Nefse sükûnet ve kalbe ferahlık veren iş,
iyi iştir. Nefsi azdıran, kalbe heyecan veren iş günahtır." Yine hadîs-i
şerîfte; "Helâl olan şeyler bellidir. Haramlar da bildirilmiştir. Şüpheli
olanlardan kaçınız. Şüphesiz bildiklerinizi yapınız!" buyruldu. Bu hadîs-i şerîf
gösteriyor ki, şüphe edilen ve kalbi sıkan şeyi yapmamalıdır. Şüphe edilmeyeni
yapmak câiz olur. Şüpheli bir şeyle karşılaşınca, eli kalb üzerine koymalı. Kalp
çarpması artmazsa, o şeyi yapmalı. Eğer fazla çarparsa, yapmamalıdır. Hadîs-i
şerîfte buyruldu ki: "Elini göğsüne koy! Helâl şeyde kalp sâkin olur. Haram
şeyde çarpıntı olur. Şüpheye düşersen yapma! Din adamları fetvâ verseler de
yapma!" Îmânı olan kimse, büyük günâha düşmemek için, küçük günahtan kaçar.
Mısır'ın büyük velîlerinden
Ebüssü'ûd Ebü'l-Aşâir el-Bâzinî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
vâzında, güzel ahlâkın ve kötü huyların menşeini, kaynağını şöyle anlattı:
"Bütün güzel huylar kalbden, kötü huyların tamâmı ise nefsten doğar. İyi huylu
olmak istediğini söyleyen doğru sözlü bir kimse, hemen nefsini tezkiye edip,
dînin emir ve yasaklarına itâat eder bir hâle getirmeli, kalbini de tasfiye ile,
Allahü teâlâdan başka şeylerin sevgisini ondan çıkarmalı, bütün günahlar ve kötü
düşüncelerden temizlemelidir. Tâ ki böylece, kötü huylar, güzel ahlâka çevrilmiş
olsun. Kötü huylar gidip, yerini iyi huylar alınca, kalbden şek ve şüphe kalkıp,
yerini tasdîk alır. Şirk yok olur. Gizli ve âşikâr Allaha ortak koşulmaz. Kalpte
ve bütün âzâlarda Allahü teâlânın tevhîdi yâni O'nu, eşi ve benzeri bulunmayan
tek bir varlık olarak tanımak hâsıl olur. Dilde ve kalpteki çekişme duygusu yok
olup, Hakka teslimiyet meydana gelir. Başa gelene ve emredilene kızıp îtirâz
etmek şöyle dursun, tam teslimiyet hâli hâsıl olup, cenâb-ı Hakkın takdîr ettiği
her şeye râzı olunur. Her iş, Allahü teâlâya ısmarlanır. Gaflet sona erer, cenâb-ı
Hakka yakınlık ve her ân O'nunla olmak düşüncesi hâsıl olur. Tefrikadan
kurtulup, cemiyyete, yâni Allahü teâlânın dostları ile bir ve berâber olmaya
çalışılır. Tabiatındaki sertlikler, kabalıklar, kırıcı ve incitici davranışlar
yok olup, onların yerini yumuşaklık, latîfeler ile güzellikler ve tatlılıklar
alır.
Kalb temizlenip, nefs doğru
yola girince, insanın her hâli değişir. Artık kimsenin ayıpları görülmez olur.
Gözler, insanların hep iyi hâllerini görür. Onlara karşı kalbde bulunan katılık,
acıma duygusu, şefkat ve merhamete dönüşür. Kin, hased gibi düşmanlıklar
terkedilip onlara nasîhat etmek, hep iyilik yapmak duyguları ortaya çıkar.
İnsanlar arasında düşmanlıklar tamâmen ortadan kalkıp, herkes birbirine nasîhat
etmeye başlar. Güzel ve tatlı nasîhatlerle, insanlar birbirini doğru yola
çağırırlar. Artık bundan sonra, cenâb-ı Hakkın rızâsına kavuşmak isteyen bir
kimsede, nazlanmak kalmaz, korku başlar. Bu korku ondaki hâllerin iyiliğe
çevrilmesi sebebiyledir. Kendisinde iyi hâllerin meydana çıktığı kimse, kusûrunu
bildiği ve aczini anladığı için korkar ve kusurlarının hesâba sığmayacak kadar
çok olduğunu bilir. Allahü teâlânın kendi üzerindeki hakkını, hiçbir zaman
ödeyemeyeceğini, kendisine nasîb edilen sayısız nîmetlerin, hayırlı işlerin
şükrünü yapmaktan âciz olduğunu anlar. İşte bu anlayışa erişen kimse, Allahü
teâlâya hakkı ile kulluk etmeye başlar. Kalbinde tam bir tevhîd hâsıl olur.
Gönlündeki mâbûdlar teker teker yıkılıp gider. Hâlleri ve yaşayışı güzelleşir.
Cennet'tekilerin yaşayışı gibi, hep Allahü teâlâ ile berâber olarak yaşar. Daha
dünyâda iken, Cennet hayâtı yaşamaya başlar. Buraya kadar sayılan bu güzel
huyların hepsi, peygamberlerin, sıddîkların, evliyânın, sâlih kulların, ilmiyle
amel eden âlimlerin ahlâkıdır."
Ebüssü'ûd el-Bâzinî
hazretleri; Nasihat isteyen bir talebesine şöyle buyurdu: "Bir kimse, seni
dünyâlık şeylerle anar ve senin yanında onları överse, ondan kaçın! Yine bir
kimse, Rabbine karşı senin gaflete dalmana sebeb olursa, ondan yüz çevir, derhal
ayrıl! Dünyâ sevgisini doğuran her türlü maddî düşünceyi ve buna benzer
meşgaleleri kalbinden söküp at. Seni, Allahü teâlâyı hatırlamaktan alıkoyan her
ne olursa olsun, bundan yüz çevir! Kafanda ve kalbinde yer eden lüzûmsuz
hâtıralarla oyalanıp durmaktan sakın. Böyle düşüncelerden keder meydana gelir.
Çok kerre kederden de gaflet hâsıl olur. Böyle olunca, insanda nefsânî arzular
harekete geçer. Bu istek kuvvet bulunca, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak
arzusu hâsıl olur. Bu arzular gâlip gelince, kalp zayıflar ve nûru söner. Çok
defâ tamâmen telef olur ve akıl ondan sıyrılıp gider. Artık bundan sonra, sanki
kalbin üzerine bir perde gerilmiş olur."
Kalbin temizlenmesi, Allahü
teâlâdan başkasına orada yer vermemekle ve tam bir sadâkat ile olur. Kalbin
bozulması da, Allah'tan başkasına gönül bağlamak, başkalarını O'na ortak
koşmakla ve riyâ, gösteriş yapmakla olur. Kalpte tevhîdin, tek olan Allah'a
bağlılığın bulunduğunun alâmeti; O'nunla berâber bir ikincisinin olmadığını her
ân müşâhede etmektir. Bu da, ancak Allahü teâlâdan korkmak ve her şeyi O'ndan
ümîd etmekle anlaşılır. Sadâkatın alâmetine gelince; fânî olan her şeyden
soyunmak, yâni onlara bağlılığı kalpten çıkarmak ve ebedî, sonsuz var olana
bağlanmaktır. Görünüşte var olan her şey, zaten yok olacaktır. Kalbinin
mahlûkâta meylettiğini fark ettiğin zaman, orada şirk var demektir. Ondan şirki
temizlemeye bak, kalbini şirkten uzak tut. Kalbinde dünyâya karşı bir meyil
gördüğün zaman, orada bir şek, şüphe var demektir. Derhal ondan kalbini temizle!
Dâimâ Allah'a istigfâr edici
olman lâzımdır. O'na istigfâr etmekten, yalvarıp bağışlanmanı istemekten âciz
kalırsan; o takdirde, Allahü teâlâ ile meşgûl ol, dâimâ O'nu hatırla. Bundan da
âciz kalırsan, Allah'a tâat ve kulluk ile meşgûl olmalısın. Artık, Allahü
teâlâya tâat ile meşgûl olmaktan, seni herhangi bir şeyin alıkoyacağını
sanmıyorum. Senin için, bundan uzaklaşmana yol açacak bir özür kapısı da
göremiyorum. Çünkü, insanı yükseltecek şeylerin başı tâattır. O'na kulluk
etmektir. O'nu terk eden, terakkî yoluna giremez ve yükselemez."
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine;
Kalbin kıymetini ve vaktin ehemmiyetini şu sözleriyle beyân etti ve: "Kalbin ve
vaktin, sana bir sermayedir. Fakat sen kalbini kötü zanlarla (Allahü teâlânın
sevgisinden başka şeylerle) doldurdun. Vaktini de mâlâyânî, boş ve faydasız
şeylerle geçirdin. İflâs etmiş, sermâyesini kaybetmiş olan bir kimse, nasıl kâr
edebilir?" buyurdular.
"Kalblerin kemâli, Allahü
teâlâdan korkmaktaki kemâl ile, nefslerin itminâna kavuşması (azgınlık ve
taşkınlıktan kurtulması) da, takvânın (haramlardan uzaklaşmanın) kemâli iledir."
Büyük velîlerden Mimşâd
ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın tapındığı,
yâni ömrünü kendisi için harcayıp, çok sevdiği şeyler çeşit çeşittir. İnsanların
bir kısmı, nefsine, bir kısmı çocuğuna, bir kısmı malına, bir kısmı parasına,
bir kısmı hanımına, bir kısmı, makam ve mevkiye tapar. Herkes gönlünü bunlardan
birisine bağlamıştır. Bunların bağından kurtulmak çok zordur. Bunlara
tapınmaktan sadece; kendine, malına, makamı ve mevkiine güvenmeyip, her şeyin
sâhibi ve yaratıcısı Allahü teâlâya hakkıyla kulluk yapamadığını bilip,
yaptıklarını hep kusurlu ve noksan görerek, nefsini ayıplayanlar kurtulabilir."
"Bir kimse yalnız Allahü
teâlâyı düşünürse, ona hiçbir şey ve kimse zarar veremez."
"Sâlihlerle sohbet etmek,
onlarla berâber bulunmak kalpte iyilik meydana getirir. Bozuk kimselerle sohbet
etmek ve onlarla berâber bulunmak kalpte fesâd ve kötülük meydana getirir."
"Hocalarımın huzûruna
girdiğim zaman, onları görmenin ve sohbetlerinde bulunmanın bereketini istediğim
için dünyâ düşüncelerini tamâmen unuttum. Çünkü bir kimse hocasının huzûruna
dünyâ, mal ve makam düşüncesiyle girerse onu görmenin ve onunla bulunmanın
bereketini bulamaz ve sözlerinden istifâde edemez."
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Muhammed Osman Sâhib Müceddidî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın kalbi gökyüzü gibidir. Bâzan açık, berrak
olur, bâzan da kapalı, kederli (bulutlu) olur. Kuvvetli düşman olan şeytan ise
pusuda beklemektedir. Kim bilir hangi hîlesi ile zavallı insanı aldatmak için
devamlı uğraşır. O halde Allahü teâlâya tevekkül ederek, kulluk vazîfesini
yapmaya bakmalı, hiçbir şeye iltifat etmeden kalbin selâmete kavuşması için
çalışmalıdır. İstikâmet üzere olmalı ve bu yoldan hiç sapmamalıdır.
Dünyâ bir fırsat yeridir.
Zarûrî işler dışında bâtını, kalbi toparlamakla meşgûl olmalı. Bu, her işten
mühimdir. Aslâ ihmâl edilmemelidir. Bu dünyâda vakit iyi ameller yapma
zamânıdır. Yoksa yarın âhirette pişman olmaktan başka bir şey ele geçmez."
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Üç kimse, Kur'ân-ı
kerîmin mânâsını anlıyamaz. Birincisi; Arabîyi iyi bilmeyen ve tefsîr okumamış,
ilmi olmıyan kimse. İkincisi; büyük bir günâha devâm eden fâsık. Üçüncüsü,
îtikâd bilgilerinden birini yanlış anlayıp, anladığına uymadığı için hak sözü
kabûl etmeyen bid'at sâhibi. Çünkü bid'atın zulmeti, kalbi karartır."
"İnsanı, Allahü teâlâdan
uzaklaştıran perdelerin en zararlısı, dünyâ düşüncelerinin kalbe yerleşmesidir.
Bu düşünceler, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz şeyleri seyretmekten hâsıl olur.
Çok uğraşarak bunları kalbden çıkarmak lâzımdır. Faydasız kitap okumak, lüzumsuz
şeyler konuşmak da bu düşünceleri arttırır. Bunların hepsi, insanı Allahü
teâlâdan uzaklaştırır. Kalbin hasta olması, Allahü teâlâyı unutmasıdır. Allahü
teâlâya kavuşmak isteyenlerin bunlardan sakınması, hayâli arttıran her şeyden
kaçınması, uzaklaşması lâzımdır. Allahü teâlâ, çalışmayan, sıkıntıya
katlanmayan, zevklerini, şehvetlerini bırakmayanlara bu nîmeti ihsân etmez."
"İnsanlar, ölüleri dirilteni
büyük bildiğinden, Allahü teâlâya yakın olanlar, bunu yapmak istemeyip ölü
kalbleri diriltmişler, talebelerinin ölü kalblerini diriltmeğe çalışmışlardır.
Doğrusu da, kalbleri diriltmek yanında ölüleri diriltmenin hiç kıymeti yoktur.
Hattâ abes, yâni faydasız şeylerle vakit kaybetmek olur. Çünkü ölüyü diriltmek,
ona birkaç günlük ömür kazandırır. Kalblerin dirilmesi ise, sonsuz hayâta (ebedî
saâdete) kavuşturur. Zâten Allahü teâlâya yakın olanların vücudları kerâmettir.
İnsanları Allahü teâlâya dâvet etmeleri, Hak teâlânın rahmetlerinden bir
rahmettir. Ölü kalbleri diriltmesi, hârikaların en büyüğüdür. İnsanların
selâmeti, onların varlığı iledir. Mahlûkların en kıymetlisi onlardır. Allahü
teâlâ, onlar ile rahmet yağdırıyor. Onlar sebebi ile rızk gönderiyor. Onların
sözleri devâdır. Acıyarak bir bakışları şifâdır. Allahü teâlânın lütufları,
ihsânları, onların bulunduğu yerden eksik olmaz. Yanlarında bulunanlar kötü
olmaz. Onları tanıyanlar mahrûm kalmaz."
İstanbul'da medfûn bulunan
en büyük üç evliyâdan biri olan Seyyid Murâd-ı Münzâvî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Allahü teâlâ insanı kalp ve bedenden meydana gelen
bir varlık olarak yaratmıştır. Bedenin ve kalbin kemâle ermesi, Peygamber
efendimizde son bulmuştur. Ümmetine ise bu kemâlâttan O'na tâbi oldukları kadar
ulaşmıştır. Resûlullah vâsıta olmadan kemâlât gelmez. Allahü teâlânın âdeti
böyledir. Eshâb-ı kirâm bu kemâlâtı Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemden
almıştır. Tâbiîn ise onlar vâsıtasıyla almışlardır. Bâzıları da daha çok vâsıta
ile almışlardır. O halde herkesin zâhirî ve bâtınî kemâlâtı ancak Resûlullah
aleyhisselâm vâsıtasıyladır.
Bütün bu olgunluklara
kavuşmanın yolu, Allahü teâlâya muhabbettir. Bu muhabbetin ele geçmesi ise
Resûlüne tâbi olmakladır. Nitekim Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Ey
sevgili Peygamberim! Onlara de ki: Eğer Allahü teâlâyı seviyorsanız ve Allahü
teâlânın da sizi sevmesini istiyorsanız, bana tâbi olunuz. Allahü teâlâ, bana
tâbi olanları sever." buyuruyor. (Âl-i İmrân sûresi: 31)
O halde bu kemâlâta,
olgunluklara kavuşmanın Resûlullah'a tâbi olmaktan başka yolu yoktur. İttibâ da
iki kısımdır. Biri zâhiren, diğeri bâtınen tâbi olmaktır. Zâhiren tâbi olmak
âlimlerin yazdıkları bilgilere uymak ile olur. Âlimler Resûlullah'ın emirlerini,
sözlerini ve işlerini noksansız ve ilâvesiz aynen yazmışlar ve zaptetmişlerdir.
Bunlar fıkıh ilmi, hadîs ilmi ve tefsîr ilminde bildirilmiştir.
Bâtınen tâbi olmak ise
Resûlullah'ın beğendiği işleri yapmak, hallerde ve ahlâkta tâbi olmaktır.
Bunların bir kısmını ulemâ beyân etmişlerdir. Lâkin tamamını beyân etmeye
kelimeler ve ibâreler kâfi değildir. Ancak bâtınen mânâ anlatılabilir. Bu işle
de meşâyıh (tasavvufda yetişmiş ve yetiştirebilen rehberler) vazifelidir."
Yine buyurdular ki: "Allahü
teâlâ insanın yüreğine rûh âleminden bir gönül yâni kalb yerleştirmiştir. Bu
gönülün; bilmek, tanımak, istemek, sevmek gibi husûsiyetleri vardır. Meselâ bu
gönüle birbirine zıt iki şeyin sevgisi sığmaz. Bu gönüle; kendisini yaratanı
bilmek, O'nu sevmek, rızâsına kavuşmayı arzu etmek, Allahü teâlânın rızâsına
kavuşmanın yolu olan Resûlullah'a her bakımdan tâbi olmak, O'ndan başka her
şeyden alâkayı kesmek, bu geçici dünyâda kalb huzûru içinde vakti Allahü teâlâya
ibâdetle geçirmek ve Allahü teâlânın rızâsına muvâfık şekilde konuşmak lâyıktır.
Böyle bir gönüle sâhip
olmayan bir kimse, insan sûretinde bir mahlûktur. Böyle bir seâdetten mahrûm
olan kimse, kat'î olarak hastadır. Bunun ilâcı ise, gafletten uyanıp pişman
olmak, af ve magfiret etmesi için Allahü teâlâya yalvarmak, kabûlünü, tevfîkini
ve yardımını istemek, üzerinde bulunan Allahü teâlânın ve kulların haklarını
ödemek, hak sâhiplerini râzı etmektir. Eğer o anda bu hakları ödemek gücüne
sâhip değilse, bunları gücü yettiği zaman ödemeye kat'î karar vermeli, sünnet-i
seniyyeye uyup, işlerinde azîmetlere (nefse zor gelen şeylere) sarılmalı, bid'at
ve ruhsatlardan sakınmalı, her işinde ve her hâlinde Resûl-i ekreme ve O'nun
Eshâb-ı kirâmına tâbi olmalıdır."
Yine buyurdular ki: Îtikâdda
ehl-i hak, yâni Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı üzere bulunup, bilinmesi zarûri
olan fıkıh bilgilerini öğrenerek onlara uygun amel etmelidir.
Kalbinde Allahü teâlânın
rızâsından başka bir şey bulunmaması için, doğruluk ve ihlâsta kemâl sâhibi
kimseler ile konuşmalı, onların sohbetinde bulunmalı, dilde ve gönülde dâimâ
Allahü teâlâyı anmalı, bunda aslâ gevşeklik göstermemelidir. Allahü teâlâdan
başka her şeyi unutmalıdır. Allahü teâlâdan başkası hatıra geldikçe istigfâr
okumalı, mâsivâdan kurtarması için Allahü teâlâya yalvarmalıdır. Bu şekilde kalb
huzûruna kavuşmaya çalışmalı, zorlama ile de olsa mâsivâyı (Allah'tan başka her
şeyi) unutmaya gayret etmelidir. Zâhirde halk ile bâtında Hak ile bulunmalı,
böylece gönülde Allahü teâlânın rızâsından başkası kalmamalı, mâsivâyı tamâmen
unutmalı, nefsi de benlik dâvâsından kurtarıp, kalb huzûru ve rahatlığı ile
kulluğa dâir bütün vazifeleri yapmalıdır. Böylece Allahü teâlânın lütuf ve
ihsânı ile fânî-fillah ve bâkî-billah olunur ve Allahü teâlânın pekçok feyz ve
mârifetlerine kavuşulur.
Bu mertebeye erişebilmek
için, nefy ve isbâtı kendisinde bulunduran Kelime-i tayyibeyi yâni "Lâ ilâhe
illallah Muhammedün resûlullah"ı çok söylemelidir... Mânâsı; hak olan mâbûd
yalnız Allahü teâlânın zât-ı pâkidir. O'nun rızâsından başka hakîkî bir maksûd
yoktur. Muhammed aleyhisselâm, Allahü teâlânın resûlüdür. O'na tâbi olmak
vâcibdir. İşte bu Kelime-i tayyibe ile bahsedilen seâdete kavuşulur. |
|