|
KADER
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen büyük âlimlerden Atâ bin Yesâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Yâlâ
bin Mürre'den şöyle anlatıyor: "Biz hazret-i Ali'nin yakınlarından bâzıları ile
buluştuk. Yâlâ onlara dedi ki: O, şu anda savaşan kimsedir. Onun hayâtı için
emin değiliz. Ona bir zarar gelebilir. Bundan sonra odasının kapısında nöbet
tutmaya başladık. Bir ara namaza çıktı. Bizi görünce; "Burada ne yapıyorsunuz?"
diye sordu. Biz de: "Seni bekliyoruz, yâ müminlerin emîri!.. Zîrâ sen, harp
yapan bir kimsesin. Sana bir zarar gelmesinden korkuyoruz." diye cevap verdik.
Onlara sordu: "Beni semâ (gök) ehlinden mi koruyorsunuz, yoksa yer ehlinden mi?"
Biz de: "Elbette yer ehlinden! Semâ ehlinden nasıl koruyabiliriz?" deyince; "Allahü
teâlânın takdir etmediği hiç bir şey semâda da olmaz. Herkesin işlerine vekil
olan iki melek vardır. Kaderi olarak takdir edilen şeyler başına gelinceye
kadar, her şeyi ondan uzaklaştırırlar. Kaderde olan başa gelince de, kaderi ile
onu başbaşa bırakırlar." buyurdular.
Hindistan'da yetişen
büyük velîlerden Mevlânâ Bedreddîn Serhendî hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin gönderdiği bir mektup:
"Allahü teâlânın ismine
sığınarak, mektubumu yazmağa başlıyorum. Kazâ ve kaderin ince bilgilerini,
kullarından seçilmiş olanlara bildiren ve doğru yoldan sapmamaları için,
câhillerden saklayan, Allahü teâlâya hamd ederim! Kazâ ve kaderin esrârını, din
câhilleri anlayamayıp, doğru yoldan kayar. İnsanları işlerinde mecbûr, esir veya
hâkim, yaratıcı sanmak tehlikesine düşerler. Allahü teâlâ, Peygamberlerinin en
üstünü ile, kullarına doğru yolu, doğru bilgiyi gösterdi. Yanlış düşünen
câhillerin ve âsilerin özür, bahâne etmelerine meydan bırakmadı. O büyük
Peygambere ve akrabâsına ve Eshâbının hepsine bizden iyi duâlar ve selâmlar
olsun! O'nun Eshâbının herbiri, Allahü teâlâya itâat edenlerin ve kadere inanıp,
kazâya râzı olanların en iyisidir.
Kazâ ve kader bilgisini, çok
kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl
yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmıştır. Bunlardan bir kısmı, insanların
isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış, çokları da,
insanların her işi yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere, Allahü
teâlânın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de, doğru yolda
gidenlerin, İslâmiyeti iyi anlıyanların sözüdür. Bunlar, "Fırka-i nâciye" ismi
ile müjdelenmiş olan, "Ehl-i sünnet ve cemâat"dir. Allahü teâlâ, o yüksek
âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun! Bunlar birinci ve ikinci
kısımda olanlar gibi taşkınlık yapmamış, orta yolu seçmişlerdir. Ehl-i sünnetin
reîsi olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İmâm-ı Câfer-i Sâdık'tan şöyle sordu: "Allahü
teâlâ, insanların istekli işlerini onların arzûsuna bırakmış mıdır?" O da; "Allahü
teâlâ, rübûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz
kullarına bırakmaz." buyurdu. "Kullarına, işleri zor ile mi yaptırıyor?" diye
sorunca da; "Allahü teâlâ âdildir. Kullarına zor ile günah işletip, sonra
Cehennem'e sokmak, O'nun adâletine yakışmaz." buyurdu. "O hâlde, insanların,
istekli hareketi, kimin arzûsu ile oluyor, kim yapıyor?" diye sordu. O da;
"İşleri insanların arzûsuna bırakmamış ve kimseyi cebr etmemiştir. İkisi arası
olagelmektedir. Yaratmağı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz."
buyurdu.
İşte, Ehl-i sünnet âlimleri
diyor ki kulların ihtiyârî, istekli hareketlerini, işlerini Allahü teâlâ îcâd
etmekte, yaratmaktadır. O'nun kudreti ile var oluyorlar. Fakat, insanın kudreti
de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz, Allahü teâlânın kudreti ile
"yaratılır" ve bizim kudretimiz ile "kesb edilmiş" olur.
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine dediler ki: “Siz, Allahü teâlâya kavuşmak için hemen ölmeyi mi arzu
edersiniz? Allahü teâlâya daha fazla ibâdet edebilmek için daha çok yaşamayı mı
arzu edersiniz? Yoksa hiçbir şey düşünmeden Allahü teâlânın takdirine râzı olup
susmayı mı tercih edersiniz?” Buna cevab olarak; “Ben hiçbir şey demem. Allahü
teâlâ benim hakkımda neyi irâde edip takdir etmiş ise, ben onu isterim. Onu
severim ve ondan râzı olurum.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi bu cevaptan çok
memnun oldular. Topluluğun içinde olan Süfyân-ı Sevrî kalkıp Ebû Osman Vüheyb’e
sarıldı ve alnından öpüp; “En doğrusunu sen söyledin.” Buyurdular. |
|