|
İTÂ’AT
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki:
"Allahü teâlâya isyân ederken, O'nu sevdiğini açıklarsın. Bu ise kıyasta
acâibdir. Eğer sevgin doğru olsaydı, O'na itâat ederdin; çünkü seven, sevdiğine
itâat eder."
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birkaç
defâ hacca gitti. Bir sene hac dönüşünde, yolda düşman ve eşkıyâ tehlikesi
olduğunu haber aldılar. Memleketlerine başka bir yoldan geldiler. Yolda
gelirken, bir yerde mola verip; "Burada birkaç gün istirahat etmemiz îcâb
ediyor." dedi. Yol arkadaşları kabûl edip, orada konakladılar. Fakat Hâce
Selâhaddîn isminde bir vezîr ve yanındaki birkaç kişi, yola çıkmakta acele
ettiler. Onlar yola çıkınca, geride kalanlardan birkaçı biz de çıkalım diye
Abdüllatîf Câmî hazretlerine arzettiklerinde, müsade etmedi ve gitmede yine
acele etmedi. Fakat acele ile yola çıkanlar, eşkıyâ eline düşüp şehîd edildiler.
O büyük zâtı dinlememeleri sebebiyle, başlarına bu hâdise geldi. Abdüllatîf Câmî
ise birkaç gün sonra yola çıktı. Tehlike de geçmiş idi. Sâlimen memleketlerine
döndüler.
Amasya'da yetişen velîlerden
Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki:
"Peki deyin, îtirâzcı olmayın."
Mısır evliyâsından Ali
Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri kumaş ticâretiyle uğraşan
bir zâtı gördü. Bu zât, ticâreti bırakıp, şeyhlik yapmaya başlamıştı. Ali Havâs
ona; "Sen ilk sanatına ve işine dön! Zîrâ bu, senin için daha iyi, kalbin için
de daha temiz bir iştir." dedi. Fakat o zât, bu nasîhati dinlemedi. Kendi
bildiğine göre hareket etti. Bunun üzerine, Ali Havâs, bu kişinin dünyâyı
sevmesi, fakat ondan mahrum olması için duâ etti. Allahü teâlâ Ali Havâs
hazretlerinin duâsını kabûl etti. O kişi, öyle bir duruma geldi ki, kazancından
ne yiyebildi, ne de sadakasını verebildi. Kendisine verilen emrin sırrını
anlamadığı için, bütünü ile telef oldu. Bu kimse, her ticâret kervanında on beş
bin dinârlık mal götürüp getiriyordu. Halk ona "cimri sûfî" diyordu.
Evliyânın büyüklerinden
Ali bin Mustafa Ömerî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, Haznedâr Mahmûd Ağa şöyle anlatır: "Bir zaman Trablusşam emniyet âmiri
Binbaşı Osman Ağa idi. Ben o zaman devlet memuriyetinde değildim. Ali
Ömerî hazretlerini ziyârete gittim. Bana; "Seni yakında Osman Ağa'nın
yerine tâyin edeceğiz." dedi. Ben de; "Efendim! O kişi vefât etmeden yerine
geçmem mümkün değil." dedim. Bana; "O vefât edecek, sonra sen onun yerine
geçeceksin." buyurdu. Hakîkaten çok geçmeden Osman Ağa vefât ediverdi. Hâlbuki
sıhhati yerinde idi. Ben de Osman Ağa'nın yerine geçip emniyet âmiri oldum.
Vazîfeye başladım. Ali Ömerî hazretleri âdeti üzere bâzı mühim şeyleri benim de
yapmamı istedi. Bunlar oraya göç etmiş bâzı kimselerin bir takım ihtiyaçlarının
âcilen karşılanması idi. Emirlerini derhâl yerine getirdim. Fakat bu iş uzayınca
bıktım ve onun emirlerini geri çevirmeye başladım. Çok geçmeden sebepsiz yere
azledildim. Bunun ona itâat etmememin netîcesi olduğunu anladım."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
birgün talebeleri ile kıra çıkmıştı. Yolda bir nehrin üzerinden geçiyorlardı.
Nehir yeni yağan yağmurlarla taşıp kabardığından birçok ağacı kökünden söküp
götürüyordu. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri;
"Alâeddîn atla!" buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr hazretleri, kendini hemen nehrin azgın sularına attı. Sular
Alâeddîn'i derhâl yuttu. Diğer talebeler şaşkınlık ve korku içinde idi. Ancak
hocalarına da bu işin esrarını soramıyorlardı. Behâeddîn-i Buhârî hazretleri,
talebeleriyle yoluna devâm ederek kırlarda bir müddet gezdi. Akşam üzeri geri
dönerken, köprünün yanına gelince, talebelerine;
"Biz kaç kişiydik, bir
eksiğimiz var mı?" diye sordu. Talebeler de;
"Bir kişi eksiğimiz var. O
da sabahleyin buradan geçerken nehre atlamıştı." dediler. Behâeddîn-i Buhârî
hazretleri ellerini nehre uzatarak;
"Alâeddîn gel!" buyurdu.
Alâeddîn-i Attâr nehirden çıktı. Elbiseleri hiç ıslanmamıştı. Behâeddîn-i Buhârî,
talebelerine buyurdu ki:
"Görüyorsunuz, nehir,
kökleri sağlam olmayan bütün ağaçları söküp götürüyor. Fakat Alâeddîn'in kökü
sağlam olduğundan söküp götüremedi."
Behâeddîn Buhârî hazretleri
yine birgün bir yere gitmekte iken, yolları bir akarsuya rastladı. Yanında
bulunan talebelerinden Emîr Hüseyin'e; "Kendini bu suya at." buyurdu. Daha böyle
derdemez, Emîr Hüseyin hiç tereddüt etmeden kendini akan suya attı ve suyun
içinde kayboldu. Aradan bir müddet geçti. "Ey Emîr Hüseyin, çık gel!" buyurdu.
Emîr Hüseyin derhâl sudan dışarı çıktı. Elbisesinde en ufak bir ıslaklık yoktu.
Behâeddîn Buhârî hazretleri ona; "Ey Emîr Hüseyin, kendini suya atınca ne
gördün?" diye sordu. Emîr Hüseyin dedi ki: "Emriniz üzerine kendimi size fedâ
ederek suya atınca, bende öyle bir hâl hâsıl oldu ki, kendimi birden bire gâyet
güzel döşenmiş bir odada buldum. Bu odanın hiç kapısı yoktu. Kapı aradım, orada
zâtı âlinizi gördüm. Bana bir kapı gösterdiniz. İşte bu kapıdan çık buyurdunuz.
Eliniz ile kapıyı açtınız, ben de kapıdan çıktım. İşte huzûrunuza geldim." dedi.
Talebesinden biri şöyle
anlatmıştır: "Hâce hazretleri bir gün bu fakirin hânesini şereflendirdi. Çok
sevindim. Pazardan bir çuval un aldım, geldim. Behâeddîn Buhârî hazretleri unu
görünce; "Bu unu, çoluk çocuğun ile pişirip yiyin ve bunun sırrını kimseye
söylemeyin." buyurdu. Hâce hazretleri o zaman evimde iki ay misâfir oldu.
Talebelerinden bir kısmı da onun yanında idi. Çoluk çocuk ve diğer ahbâblarım,
hepimiz, hattâ Hâce hazretleri gittikten sonra, o undan çok zaman yedik. Un hâlâ
ilk aldığımız gibi duruyordu. Aslâ eksilmedi.
Sonra Hâce hazretlerinin
mübârek sözünü unutup, o sırrı çoluk çocuğuma anlattım. Bunun üzerine o undan
bereket kesilip, un tükendi."
Alâeddîn-i Attâr hazretleri;
Şöyle anlatmıştır: "Hocamız, (Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî hazretleri) Emîr
Hüseyin'e, kış mevsiminde çok odun toplamasını emr etti. Odun toplama işi
bittiğinin ertesi günü, kırk gün devâm eden kar yağmağa başladı. Sonra Hâce
hazretleri, Hârezm'e gitmek için yola çıktı. Şeyh Şâdî de hizmetinde idi. Hırâm
Nehrine geldiklerinde, suyun üzerinden yürümesini ona emretti. Şeyh Şâdî korktu,
çekindi. Bir defâ daha emretti. Yine yapamadı. O zaman büyük bir teveccühle ona
baktı. Bununla kendinden geçti. Kendine gelince, ayağını suyun üzerine koyup
yürüdü. Suya batmadı. Hocamız da arkasından yürüdü. Suyun üzerinden karşıya
geçince, Hocam; "Bak bakalım, pabucun hiç ıslandı mı?" buyurdu. Baktığında,
Allahü teâlânın kudreti ile, en küçük bir ıslaklık yoktu."
İTÂAT BÖYLE
OLUR
Allah adamlarından,
"Bâyezîd-i Bistâmî",
Dîne hizmet uğrunda, bir
hayli çoktu azmi.
Üstâdından aldığı, feyiz ve
ilhâm ile,
Hizmete adamıştı, kendini
tamâmiyle.
Gâye, bir kişi olsun,
kurtarmaktı Ateş'ten,
Daha mühim iş yoktu, ona
göre bu işten.
Buyurdu: "Kardeşlerim,
verenler olur azîz,
Zîrâ veren kulları, çok
seviyor Rabbimiz.
Almak istemeyin ki, bu, hiç
makbûl şey değil,
Hep almak düşünenler,
olurlar hor ve zelîl.
İnsanlar arasında, olan her
türlü kavga,
Hepsi almak yüzünden, vukû
bulur mutlaka.
Fakat "vermek" yüzünden,
çekişme olmaz zinhâr,
Görülmüş mü vermekten, kavga
etsin insanlar?"
Buyurdu: "Peki deyin,
kaçının îtirazdan,
Zîrâ peki demeyip, kovuldu
la'in şeytan.
Eshâb, Resûlullah'a, tam
itâat ederdi,
O'nun her bir emrine, hemen
"peki" derlerdi.
.
Mübârek huzûrunda,
edepliydiler gâyet,
Sessizce oturur ve
etmezlerdi hareket.
Hattâ ağaç zannedip, kuşlar
o kimseleri,
Gelip üzerlerine, konarlardı
ekserî.
Bir kabahat işledi, eshâbdan
biri, bir gün,
Mübârek kulağına, gitti bu
da Resûl'ün.
Resûl'e erişince, vukû bulan
hâdise,
Buyurdu ki: "Onu ben,
hapsettim öyle ise."
Bu haberi o zâta, gidip
dediklerinde,
Bir "mıh gibi" çakılıp, kala
kaldı yerinde.
Bu emri aldığında, nasılsa
vaziyyeti,
Öylece dondu kaldı, aslâ
değiştirmedi.
Allah'ın Resûlünün, emrine
muhâlefet
Olur diye, bir milim,
eylemedi hareket.
Hattâ bir ayağını, öbürünün
yanına,
Bile getirmedi ki, îtiraz
olur O'na.
Resûl'e bu derece, itâat
ederlerdi,
"O'nun için canımız, fedâ
olsun." derlerdi."
Bir gün de buyurdu ki:
"Kardeşlerim, bu nefis,
Öyle bir canavar ki, aman
dikkat ediniz!
Bir ahtapot misâli, insanın
vücûdunu,
Kollarıyla sarmıştır, böyle
düşünün onu.
Başı, tam alındadır, sanki
bu canavarın,
İşi, mâni olmaktır,
secdesine insanın.
Haram ile beslenir, nefis
denen canavar,
Serpilir, kuvvetlenir,
işlendikçe haramlar.
Sâdece tek gâyesi, vardır ki
işbu nefsin
Sâhibini ebedî, azâba
sürüklesin!
Siz düşman aramayın, sizin
hâricinizde,
En büyük düşmanınız,
nefistir içinizde,
Onu öldürmek için, iki yol
vardır ancak,
Birisi, gıdâsını, kesmektir
tam olarak.
Yâni, işlenmez ise, en küçük
günah bile,
O, gıdâsız kalarak, zayıflar
tamamiyle.
Öbürü, kelime-i tevhîdi
söylemektir.
Bu kelime, nefs için, en
te'sîrli kötektir."
Bu sohbet sâhibinin,
hürmetine İlâhî
Nefsimizin şerrinden, hıfz
eyle bizi dahî
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya
itâatte tam kul ol ki, mahlûklar karşısında tam hür olasın. Allahü teâlâya
ibâdet eden kimseye, mahlûklar itâat ve hizmet ederler."
Büyük velîlerden Seyyid
Câfer Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Şirâbâtî şöyle
anlatır: "Câfer Mekkî'nin sayılamayacak kadar çok kerâmetleri vardır. Câfer
Mekkî, Mekke-i mükerremede iken yanına bir kervancıbaşı gelip, Medîne-i
münevvereye gitmek için izin ve duâ istedi. O da; "Şimdi gitmeyiniz." buyurdu.
Birkaç gün sonra tekrar gelip izin istedi. Câfer Mekkî izin vermedi.
Kervancıbaşı söz dinlemeyip yola çıktı. Yolda eşkıyâlar yollarını kesip birkaç
kişiyi öldürdüler. Mallarını da aldılar. Kervancıbaşı o zaman Câfer Mekkî'yi
hatırlayıp ondan yardım istedi. Eşkıyâlar da ona dokunmadılar. O da Mekke'ye
döndü ve Câfer Mekkî'nin huzûruna gitti. O zaman ona; "Medîne'ye gitmeyiniz
dedim söz dinlemedin ve gittin. Birkaç kişinin katline ve mallarının telef
olmasına sebeb oldun. Hem bizden izinsiz gidersin hem de bizden yardım istersin.
Mâdem ki kendi fikrine göre hareket ettin. Niçin bizden yardım istedin?"
buyurdu. Bunun üzerine o şahıs tövbe etti ve bir daha evliyânın sözünden dışarı
çıkmadı."
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden Câkîr el-Kürdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri (Fussilet
sûresi: 30) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyup, burada geçen "İstikâmet üzere
oldular" kelimesinin tefsîrinde; "İstikâmet üzere olmak demek, müşâhede üzere
bulunmak demektir. (Allahü teâlâdan başka hiçbir şeyin sevgisinin kalpte
bulunmamasına müşâhede denir.) Çünkü Allahü teâlâyı tanıyan, O'ndan başka hiçbir
şeyi bilmez. O'ndan başka her şeyi unutur. Kim bir şeyi severse, ondan başka bir
şeye muttalî olmaz. Başka şeye itâat etmez, tâbi olmaz." buyurmuştur.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
sevenlerden bir kimse, Mısır'a ticâret yapmak için gitmeye hazırlandı. Akrabâsı
gitmemesi için çok zorladı ise de, dinlemedi ve kararından vazgeçmedi. Bunun
üzerine yakınları, durumu Mevlânâ'ya bildirip, gitmemesini istirhâm ettiler.
Mevlânâ da: "Gitme!" dedi. Ancak o kimse dinlemeyip gizlice yola çıktı. Gemi ile
yolculuk yaparken, bir küffâr gemisi bu gencin bulunduğu gemiye saldırdı. Pek
çok yolcu ile berâber, bu genci de esir aldılar. Memleketlerine götürüp çeşitli
yerlerde çalıştırdılar. Genç, başına gelen felâketlerin sebeblerini, Allahü
teâlânın sevdiği bir kulun sözünü dinlememekten olduğunu anlayıp, çok pişmân
olup, tövbeler edip istigfârda bulundu. Bu şekilde kırk gün devâm etti. Ertesi
gün rüyâsında Mevlânâ'yı gördü. Ona; "Yarın senden bâzı şeyler soracaklar. Ne
sorarlarsa, biliyorum, de!" diye tenbihte bulundu. Bir hastalık ile ilgili ilâç
târif etti. Genç uyandığında sevince gark olup, sabahı iple çekti. Sabahleyin
yanına gelenler kendisine; "Doktorlukla ilgili bir bilgin var mı?" diye
sordular. Genç de; "Var!" deyince, genci alıp o yerin hükümdârına götürdüler.
Meğer o yerin hükümdârı hasta imiş. Hiçbir doktor derdine çâre bulamamış,
hükümdâr da hastalıktan kurtulamamış. Bu genç, hasta hükümdârı görüp; "Bana, şu
şu meyvelerden şu kadar, şu şu otlardan şu kadar getirin." dedi. Kısa zamanda
bulup getirdiler. Genç, hepsini güzelce öğütüp karıştırdı ve mâcun hâline
getirerek hastaya yedirdi. Hasta, Allahü teâlânın izniyle bir anda şifâ buldu.
Hükümdâr bu hastalıktan ümidini kesmiş iken, birden şifâya kavuşunca, gence;
"Bir murâdın varsa söyle, yerine getireyim. Mal, mülk istersen seni zengin
edelim." diye ısrârla sorunca, genç; "Ben, hiçbir şey bilmeyen bir kimseyim.
Âilemden ve hocamdan izinsiz para kazanmak için evden çıktım. Beni yolda esir
alıp, buralara getirdiler. Esir olunca, başıma gelen bu musîbetin sebebini
anlayıp, çok tövbe ettim ve hocam Mevlânâ hazretlerinden mânen af diledim.
Kendisini, kurtulmam için Allahü teâlâya vesîle eyledim. Bu akşam hocam Mevlânâ,
bana bu size yaptığım şeyleri târif eyledi. Ben de aynen yaptım. Gördüğünüz
gibi, bütün bunlar, hocamın himmeti ve bereketiyle oldu." dedi. Hükümdâr genci
serbest bıraktı. Çok para vererek zengin eyleyip, memleketine gönderdi.
Mevlânâ'ya da pek çok hediyeler gönderdi.
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
insanlara nasîhat ediyordu. İleri gelen talebelerinden Ahmed bin Ebü'l-Havârî,
hocasının nasîhat ettiği meclise gelip; "Efendim, fırın ısındı. Bugün ne
pişirmemizi emredersiniz?" diye sordu. Hazret-i Ebû Süleymân cevap vermedi.
Talebesi aynı suâli birkaç defâ tekrar edince, talebesine; "Gidip içine
oturunuz!" buyurdu. Talebe; "Hocamın her sözü hikmetlidir. O, mâdemki böyle
buyurdu, onun dediği doğrudur." diyerek, gelip fırının içine girdi. Ebû Süleymân
Dârânî sohbet bittikten sonra etrâfındakilere; "Derhal gidip, Ahmed'i fırından
çıkarın!" buyurunca, yanındakiler hayretle; "O, hakîkaten dediğinizi yapmış,
fırına girmiş midir?" dediler. Ebû Süleymân Dârânî; "Elbette. O söz dinler.
Nefsine uymaz. Bana muhâlefet etmez." buyurdu. Oradakiler merakla fırına gelip,
kapağı açtılar. Ahmed, hakîkaten kızgın fırında oturmakta, bir kılı dahi
yanmamış hâlde beklemekteydi.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri gittiği yerlereki âlim ve velîlerle görüşüp sohbet etti.
Şakîk-i Belhî ile karşılaşıp onunla birlikte Bâyezîd-i Bistâmî'yi ziyâret
etti. Bu ziyâret sırasında kendileri için bir sofra hazırlanmıştı.
Şakîk ile Ebû Türâb,
Bâyezîd'e hizmet eden bir gence; "Delikanlı gel, yemeği berâber yiyelim."
dediler. Genç; "Ben orucum." dedi. Ebû Türâb; "Gel bizimle ye, bir ay oruç
tutmuş kadar sevap alırsın." dedi. Fakat genç bu teklifi kabûl etmedi. Sonra
Şakîk; "Gel bizimle ye bir sene oruç tutmuş kadar sevap kazanırsın." dedi. Fakat
genç bunu da kabûl etmedi. Bunun üzerine Bâyezîd-i Bistâmî; "Allahü teâlânın
rızâsından uzaklaşan şu herifi ne dâvet edip durursunuz." buyurdu. Bunlardan bir
sene sonra o genç hırsızlığa başladı. Hırsızlık sebebiyle yakalanıp
cezâlandırıldı.
Endülüs'te yetişen büyük
velîlerden Ebü'l-Abbâs el-Basîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
hanımı, yüksek rütbeli emîrlerden birinin evinde verilecek olan bir düğün
yemeğine dâvet edildi. Hanım, efendisine danıştı. O da, bu düğün yemeğine
gidebileceğine dâir izin verdi. Bu hanımın da, yamalı bir elbisesinden başka
elbisesi yoktu. "Bu elbise ile gidebilirim değil mi?" diye arzedince; "Evet, bu
elbise ile gidiniz!" buyurdu. Hanımı hiç îtirâz etmeden "Peki efendim." deyip
gitti. Yolda giderken, Allahü teâlânın izni ile mantosunun altındaki o yamalı
elbise ipeğe çevrildi. Hem öyle ki, bu ipek elbise, gümüş tel ipliklerle çok
güzel süslenmişti. Ayrıca yüzük ve benzeri şekilde öyle kıymetli zînet eşyâsı
olmuştu ki, bunlar, sultânların hazînelerinde bile bulunmayan cinstendi. Ebü'l-Abbâs
hazretlerinin hanımı bu hal ile düğün evine vardığında, orada bulunan kadınlar
hayretler içinde kaldılar. "Bu fakir bir kadın idi. Bu zînet nasıl oluyor?"
dediler. Hattâ orada bulunan zengin kadınlardan biri, gelen hanımın üzerinde
bulunan çok kıymetli mücevherlerden sâdece bir tânesini bin dînâra almak istedi
ise de, o; "Bana bunları satmak için izin yok." dedi. Daha sonra dâvet bitip,
hanım eve dönünce, Ebü'l-Abbâs hazretlerine olanları anlattı. O da tebessüm
ederek; "Allahü teâlâ kullarından dilediğini gizler.
Yâni, Allahü teâlâ indinde
senin derecen çok yüksek olmakla berâber, Allahü teâlâ seni o yamalı elbise
içinde gizliyor." Bu söz üzerine, Ebü'l-Abbâs hazretlerinin hanımı çok sevindi
ve hâline çok şükretti.
Osmanlıların kuruluş
devrinde Bursa'da yaşamış büyük velî Emîr Sultan (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin talebelerinden Yahyâ isimli bir zât düşman ile yapılan
savaşlardan birine katılmak istedi. Bunun için hocası Emîr Sultan'dan izin aldı.
Emîr Sultan; "Bu gittiğin gazâdan başka gazâya gitmeyesin." diye tenbihde
bulundu ve onun için hayır duâ etti. Düşmana karşı yapılan savaşa katıldı.
Düşman yenildi ve çok mikdârda ganîmet elde edildi. Aradan zaman geçti.
Arkadaşları o talebeye; "Bir gazâya daha gidelim, sen hayırlı bir kişisin,
aramızda bulun." dediler. Onlara; "Hocam ikinci defâ savaşa katılmama izin
vermedi." demesine rağmen, arkadaşları ısrar etti. Onların ısrârına
dayanamayarak yola çıktı. Yolda kalabalık bir düşman topluluğu ile karşılaşınca
savaşa başladılar. Bu savaşta kimisi şehîd oldu, kimisi esir düştü. O talebe de
esirler arasında idi. Onları bir kaleye götürüp, zindana attılar. Yahyâ Efendi,
hocasını vesîle ederek Allahü teâlâya yalvarıyordu. Bir gün kale kapıcısının bir
yakını, onu yanına getirtti. Yanındaki adamları çıkardı. Başbaşa kaldılar. Ondan
hocası Emîr Sultan'ı sordu. Kendisinin îmân ettiğini söyledi. Sonra ona; "Bundan
sonra sana düşman elbisesi versinler, çekinmeden giy. Ben de onlara; "Bu esir,
bizim dînimize girdi, buna zahmet vermeyin diyeyim. Sen, hiç olmazsa tenhâ
yerlerde Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl olursun." dedi. O da onun dediklerini
kabûl etti. Tenhâ yerlerde Allahü teâlâya yalvarıp, hocasını düşünüyordu. Bir
gün oturduğu yerde, kulağına çeşitli gürültüler geldi. Bir alay askerin
yaklaştığını sandı. Kalbinden de; "İnşâallah, kurtuluş zamânı gelmiştir." diye
geçiriyordu. O sırada kendisini bir elin tuttuğunu gördü. Fakat elin kime âid
olduğunu tahmin edememişti. Birden kendisini Bursa'da buldu. Düşman diyârında
iken günlerden Cumâ idi. Bursa'daki müslümanların Cumâ namazı için câmiye
gittiklerini gördü. Bulunduğu yer, hocasının dergâhına yakın bir yer idi. Karşı
tarafta birkaç kişi; "Bu filân değil midir?" diye söyleşiyorlardı. Onu ismiyle
hatırladılar, fakat üzerindeki düşman kıyâfeti onları şaşırtmıştı. Gidip durumu
Emîr Sultan'a anlattıklarında, "O, bizim dostlarımızdan olup, yedi yıldır düşman
elinde esir idi. Kurtulması için Allahü teâlâya yalvarıyordu. Elimizi uzatıp,
Allahü teâlânın yardımı ile kurtardık. Gidip onu yanıma getirin." Onlar Yahyâ
Efendiyi Emîr Sultan'ın huzûruna götürdüler. Emîr Sultan hazretlerinin eşiğine
yüz sürdü ve teşekkür etti. Ondan sonra uzun yıllar hocasının hizmetinde
bulundu.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlâya itâat etmenin
lüzumundan anlatır, kendinden misâl verirdi. "Ben Allahü teâlâya karşı
itâatsizlik ettiğimi merkebimin ve hizmetçimin huyundan ve bana itâatsizlik
etmesinden anlarım." Buyurdular.
Bağdât'ta yetişen büyük
velîlerden Hammâd bin Müslim Debbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında
Ebû Necîb Sühreverdî şöyle anlattı: "Halîfe Müsterşid'in hizmetçilerinden
birisi, Hammâd bin Müslim'i ziyâret etti. Hammâd bin Müslim o kimseye, "Sen,
yüksek derecelere kavuşacak kâbiliyette bir kimsesin. Dünyâya gönül bağlama,
âhirete yönel de, sonunda pişmân olmayasın." buyurdu. Hizmetçi bu sözü kabûl
etmedi. Çünkü kendisinin, halîfe Müsterşid'in yanında büyük bir yeri vardı.
Başka bir gün, o hizmetçi Hammâd bin Müslim'i ziyâret etti. Hizmetçiye, aynı
sözleri yine buyurdu. Hizmetçi, bu doğru sözü dinlemekten kaçınınca, "Allahü
teâlâ, seni daha yüksek derecelere çıkarmak için, dilediğim şekilde hareketi
bana bildirdi. Şâyet kabûl etmezsen, seni baras hastalığına uğratmakla
emrolundum." buyurdu.
Ebû Necîb der ki: Vallahi,
Hammâd Debbâs'ın sözü daha tamam olmamıştı ki, hizmetçinin vücûdunu baras
hastalığı kapladı. Hizmetçi kalktı, halîfenin huzûruna gitti. Halîfe doktorları
çağırdı. Onu tedâvî için toplandılar. Fakat tedâvîsi mümkün olmadı. Halîfe,
hizmetçinin saraydan çıkarılmasını emretti. Hizmetçi saraydan çıkarılınca, doğru
Hammâd bin Müslim'e geldi. Ne emrederse yapacağını ve sâdık bir talebe olacağına
söz verdi. Bunun üzerine hizmetçinin gömleğini çıkarttırıp, "Ey baras! Bu
vücuttan çıkıp, dilediğin yere git!" buyurunca, hizmetçi bir ânda sıhhate
kavuştu ve ölünceye kadar Hammâd bin Müslim'in talebesi olmakla şereflendi.
Dünyâyı bırakıp, âhiretini kazandı.
Mısır'ın meşhûr velîlerinden
Hıfnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Şeyh Muhammed Münîr
şöyle anlatır: "Bir zaman Muhammed Hıfnî'yi ziyâret için Kâhire'ye
gittim. Talebeleri beni huzûruna götürdüler. Sohbetlerini dinledim. Onun yanında
kaldım. Nihâyet geri dönmek için izin istedim. İzin verince yanından ayrıldım.
Bulak'a geldim. Sonra onun yanında bir şey unuttuğum hatırıma geldi. Bir
talebemi ona gönderdim. Talebem oraya varınca Hıfnî onu kapıda karşılayıp niye
geldiğini sormuş. O da unuttuğum eşyâyı söylemiş ve almış. Daha sonra Hıfnî ona
oruçlu olup olmadığını sormuş. O da oruçlu olduğunu söyleyince, ona; "Yavrum
bilhassa bu günlerde oruç sana meşakkatli olur. Üstelik sen misâfirsin. Orucun
da nâfiledir. Sen iftâr et öyle git." demiş. Talebem onun sözüne ehemmiyet
vermeden yola koyulmuş. Yolda hıyar satan birini görmüş. Ondan bir mikdâr hıyar
almış. Oruçlu olduğunu unutup yolda giderken yemeğe başlamış. O esnâda kendisini
çölde bulmuş. Şaşkınlıkla; "Sübhânallah, sanki Tih Çölündeyim, buralar da
neresidir? Ben neredeyim? Bulak şehri nerede kaldı? diye hayretler içine düşmüş.
Birisi ile karşılaşıp ona Bulak yolunu sormuş. O da böyle bir şehir bilmediğini
söyleyince bir başkasına sormuş aynı cevâbı almış. Korkudan ve o yerlerin
meşakkatinden bîtâb hâle düşmüş. Sonra bu hâlinin sebebi kendisi olduğunu
anlayarak, Hıfnî hazretleri benim orucumu açarak gitmemi söylemişti. Onu
dinlemedim. Emrine karşı geldim. Günah işledim. Ey Hıfnî hazretleri imdâdıma
yetiş. Ben ne yaparım? diyerek ağlamaya başlamış. Kesin olarak söz verip;
"Bundan sonra Allahü teâlânın sevgili kullarına muhâlefet etmeyeceğim." demiş. O
anda kendini hıyar aldığı zâtın karşısında görmüş. Talebem sonra da Bulak
şehrine geldi. Gecikme sebebini sorduğumda başından geçen hâdiseyi bana böylece
bildirdi."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İtâatların en
fazîletlisi, devamlı olarak Allahü teâlâyı düşünmektir."
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında şöyle anlatılır: İbn-i
Hafîf'in iki talebesi vardı. Bunlardan birinin ismi Ahmed-i Mih, diğerininki
Ahmed-i Kih idi. İbn-i Hafîf daha çok Ahmed-i Kih'i severdi. Sohbetine
katılanlar bunu kıskanmışlardı. Bu durumu öğrenen İbn-i Hafîf, Ahmed-i Kih'in
daha üstün olduğunu onlara göstermek istedi. Dergâhın kapısının önünde bir deve
uyuyordu. İbn-i Hafîf "Ey Ahmed-i Mih! Şu deveyi dergâhın damına çıkar" deyince,
Ahmed-i Mih; "Hocam deve dama nasıl çıkarılır?" dedi. İbn-i Hafîf "O hâlde bırak
kalsın." deyip, diğer talebesine "Ey Ahmed-i Kih! Şu deveyi dama çıkar."
buyurdu. Bunun üzerine Ahmed-i Kih, peki efendim diyerek hemen dışarı çıktı ve
iki elini devenin altına sokarak kaldırmaya çalıştı, fakat kaldıramadı. İbn-i
Hafîf; "Ey Ahmed-i Kih, iş tamam olmuş ve hâlin öğrenilmiştir." deyip,
sohbetinde bulunanlara dönerek; "Ahmed-i Kih, Ahmed-i Mih'den daha iyi hareket
etti, emre itâat etti ve îtiraz etmedi. Bu iş yapılır veya yapılmaz diye mütâlaa
yapmadı. Ahmed-i Mih ise, uzun uzadıya deliller getirmek istedi ve münâkaşaya
tutuştu. Zâhir hâlden bâtın hâl açıkça anlaşılır." dedi.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri şöyle anlatmıştır: "Küçüklüğümde Kur'ân-ı
kerîmi ezberleyip hâfız olmuştum. Sonra Serhend'den İlâhâbâd'a gittim. Zamanla
işe dalıp ezberimi unuttum. Bende hâfızlık kalmadı ve bu hal üzere aradan birkaç
yıl geçti. Sonra memleketim Serhend'e döndüm. Bu sırada Ramazân-ı şerîf ayı idi.
Serhend'e geldiğimde İmâm-ı Rabbânî hazretleriyle görüşünce bana; "Hâfız!
Terâvih namazını, hatim ile kıldır!" buyurdu. Kur'ân-ı kerîmin ezberimde
kalmadığını, hâfızlığımı kaybettiğimi söyledim. Fakat; "Okuyacaksın!" buyurdu.
Üç defâ hâlimi arzedip; "Bende hâfızlık kalmadı." dedimse de kabûl etmediler.
Çâresiz emre uydum. Terâvih namazını kıldırmak üzere imâm oldum. İmâm-ı Rabbânî
hazretlerinin himmeti ve emirlerinin bereketi ile, unuttuğum hâlde ilk gün yirmi
bir cüz'ü ezberden okumak sûretiyle terâvih kıldırdım. İmâm-ı Rabbânî hazretleri
kıyamda dinledi. Diğer cemâat uzun müddet kıyamda durmaya güç yetiremedi. İkinci
gün terâvihde hatmi tamamladım. Bende hâfızlık kalmadığı hâlde böyle
okuyabilmem, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin bereketi ile idi."
Tâbiînin tanınmışlarından ve
evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden biri doğuda, Cehennem
ateşi de batıda olsa, sonra Cehennem ona gösterilse, ateşinin sıcaklığına aslâ
dayanamazdı. Ey insanlar! Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak daha
kolaydır. Bu yüzden Allahü teâlâya itâat ediniz. Bu ateşe düşmeyiniz. Çünkü
dayanamazsınız."
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün Eğridir Gölünün kenarında otururken bir ulak gelip Afşar yolunu sordu. Şeyh
ona; "Afşar, gölün öte yakasındadır. Dolaşıp neylersin. Hemen göl üzerinden
yürüyüver." dedi. Ulak böyle bir zâtın sözünü severek ve inanarak kabûl edip
yürüdü. Suyun üzerinde batmadan gidiyordu. Afşar halkı onun gölün suyu üzerinde
yürüyerek geldiğini görerek; "Hızır mısın?" diye etrâfına toplandılar. Ulak;
"Bende bir şey yoktur. Karşı yakada bir sultan var onun nefesine uğradım
(kavuştum) ve su üstünden yürüyüp geldim!" dedi. Bu hâdiseye şâhid olan, ulağın
sözlerini duyan Afşar halkı, Muhammed Çelebi Sultan hazretlerinin büyük bir velî
olduğunu anlayıp muhabbetle sevdiler.
Emir Ali Çelebi, Radmos
köyünden bir dervişten naklen şöyle anlatmıştır: "Bir gece hocam Muhammed Çelebi
Sultan hacca gitmek üzere yola çıktı. Yanında Hızır aleyhisselâm da vardı.
Hazret-i Hızır'ın önünde bir lamba asılıydı. Bana; "Bir balta al." dediler,
aldım. Beni de yanlarına aldı ve virâne bir yere gittik. Virânede bir yeri
kazmamı emrettiklerinde, kazdım. Bir altın hazînesi çıktı. Bana da verseler diye
düşünürken hocam bana bir akik taşı verdi ve; "Derviş! Bunu İstanbul'da sat!
Başka yerde satma." dedi. Sonra benden ayrılıp, hacca gittiler. Bu hâdiseden
sonra bir işim sebebiyle İstanbul'a gittim. İstanbul'dayken param kalmadı.
Aklıma Şeyh hazretlerinin verdiği akik taşı geldi. Bunu beş-on akçeye satabilsem
diye düşündüm. Bir yahûdînin dükkanına girip; "Satılık bir şeyim var." dedim.
Beni yalnız bir köşeye çekip; "Ne satıyorsun? Çıkar göreyim." deyince, çıkarıp
gösterdim. Akik taşını görünce; "Ne vereyim?" diye sordu. Beş akçe mi, on akçe
mi desem diye düşünmeye başladım. Bir türlü fiyat söyleyemedim. Hocamın
himmetiyle; "Sen söyle." deyiverdim. Önce elli bin akçe verdi. Alay ediyor
zannederek akik taşını geri istedim. Hemen yüz elli bine çıktı ve satmam için
ısrar etti. Ben de kabûl ettim. Beni evine götürüp parayı keseler içinde verdi.
Bu taşın çok kıymetli olduğunu söyleyip; "Şimdi ben bunu iki yüz elli bin akçeye
bile satmam." dedi. Muhammed Çelebi Sultan'ın bu talebesi, aldığı paralarla
köyünde bir hamam yaptırdı ve zengin oldu."
Velîlerin önde
gelenlerinden. Pîr Fethullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, bir
zaman hac için yola çıkmak üzere olan kervandan birkaç kişi, gelerek; "Efendim,
hacca gidiyoruz. Hayırlı duâlarınızı istirham ederiz." diyerek duâ taleb
ettiler. Pîr hazretleri de onlara hayırlı duâlarda bulundu ve; "Sizlere tavsiyem
olacak! Yolda giderken bir ırmak kenarına geldiğinizde bir ceylan yanınıza
gelebilir. Onu avlamak için peşine düşmeyesiniz. Zîrâ tehlike vardır." buyurdu.
O kimseler Pîr hazretlerine vedâ edip yola çıktılar. Kervan yolda giderken
hakîkaten bir ırmak kenarına geldi. Kervandakiler orada Pîr Fethullah
hazretlerinin haber verdiği şekilde bir ceylan gördüler. Bir kısmı ceylanı
avlamak hevesine kapıldı ve onun peşine düştü. Lâkin Pîr hazretlerinin duâsını
almak için gelenler onun nasîhatine uyup kervandan ayrılmadılar. Ceylan,
avcıları kervandan hayli uzaklaştırmıştı. Bu sırada kayalıklardan çıkan
eşkıyâlar onları yakalayıp soydular ve bir-ikisini de yaraladılar. Sonra bu
kişiler perişan bir halde kervanın bulunduğu yere geldiler. Onların bu hâlini
görenlerden Pîr Fethullah hazretlerini sevenler, onun nasîhatlerini onlara
anlattılar. Bunu duyanlar, Pîr hazretlerinin duâsını almadıklarına pişmân
oldular.
Türkistan'ın büyük
velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebesi Alâeddîn anlatır: "Sa'düddîn hazretlerine yeni talebe olmuştum. Arabî,
mantık, kelam, fıkıh gibi derslere ara verip, tasavvuf üzerinde çalışmamı
emrettiler. "Başüstüne" deyip kendimi tasavvufa verdim. Fakat o sıralarda hadîs
ilmi üzerinde bir hocadan ders alıyordum. Kendi kendime; "Hadîs ilmini okumak
herhâlde hocamın bu emri dışındadır, bunu öğrenebilirim." diye içimden geçti.
Kitabı bitirmeye karar verdim. Bu kararımdan sonra, kitabı okutan hocanın yanına
gitmek üzere evimden çıktım. Kapıdan çıkar çıkmaz, sanki ayaklarıma kalın
zincirlerle büyük bir ağırlık bağlamışlar gibi adım atamadım. Ayaklarımı
kaldırmak için sarfettiğim gayretlerden ter içinde kaldım. Ayaklarımı sürükleye
sürükleye yürümeye başladım. Yolda bir köprü vardı. Oraya yaklaşırken şiddetli
bir fırtına çıktı, başımdan takkemi alıp götürdü. Gözüme kum tânecikleri kaçtı.
Dehşet içinde kaldım. Gitmekten vazgeçtim. Geriye döner dönmez fırtına kesildi,
ayaklarımdaki ağırlık kayboldu ve başımdan uçup giden takkem önüme geldi. Hayret
ettim. Anladım ki, bu iş hocamın emrine muhâliftir. Derhâl hocamın huzûruna
koştum. Onu câmide murâkabe ederken buldum. Beni görünce gülümseyerek; "Söz
dinleyen kurtulur." buyurdular."
Tâbiîn devrinde Kûfe'de
yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâya itâat edip, emirlerini yerine
getiren, O'nu zikr ediyor demektir. O'nun verdiği emirlere göre hareket etmeyen,
ne kadar tesbih çekerse çeksin, ne kadar Kur'ân-ı kerîm okursa okusun, zikir
etmiyor sayılır. "İnsanların en çok ibâdet edeni, kalbini günahla yaralayıp,
sonra tövbe eden ve bir daha yapmıyan, hatâlı işlerini her hatırladıkta, iyi
amellerini az ve eksik bulandır."
Evliyânın büyüklerinden
Seyfeddîn Muhammed Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini bir yere
vâza dâvet ettiler. Seyfeddîn hazretleri o yeni talebesi olan kişiyi diğer
talebeleri ile gönderdi ve vâzı onun yapmasını bildirdi. Talebeler hayrette
kalıp; "Bu nasıl olur. Daha yeni geldi." dediler ve îtirâz ettiler. Seyfeddîn
hazretleri onlara; "Söz tutunuz." buyurdu. Herkes sesini kesti. O yere
vardıklarında o genç kürsüye çıktı ve vâz etti. Vâzdan sonra ona nasıl vâz ettin
diye sorduklarında, o; "Ben kürsüye çıktığımda benimle birlikte hocam da çıktı.
O söyledi ben tekrarladım." dedi.
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak,
İbrâhim Gülşenî hazretleri şöyle anlatır: “Seyyid Yahyâ Şirvânî
hazretleri talebeleriyle birlikte Bakü’den Şirvan’a giderken bir ulak, haberci
gelip Seyyid Yahyâ hazretlerinin arabasının atlarını almak istedi. Oradakiler de
mâni olmaya çalıştılar. Lâkin haberci aldırış etmeyip atları arabadan çözmeye
başladı. Talebelerden Baba Kutb adında biri, Seyyid Yahyâ hazretlerine hitâben;
“Efendim! Siz niye seslenmiyorsunuz?” diye söyleyip arabanın bir ağacını aldı ve
haberciyi dövmeye başladı. Seyyid Yahyâ hazretleri bırak dediyse de Baba Kutb
aldırış etmeyip haberciyi dövmeye devâm etti. Netîcede haberci onlara; “Sizin
reisiniz kim?” diye bağırınca, oradakiler; “Seyyid Yahyâ hazretleridir.”
Dediler. Adam hemen onun yanına koşup pişman olduğunu arzetti ve af diledi.
Seyyid hazretleri affedip, duâ etti. Sonra haberci oradan ayrıldı. O zaman
Seyyid Yahyâ hazretleri, Baba Kutb’a dönüp; “Otuz yıldır yanımıza gelip
gidersin. Lâkin bir kıl ucu kadar bizden istifâde etmemişsin.” bu yurarak
azarladı. Sonradan Seyyid Yahyâ hazretleri, sözünü dinlemeyenlere Baba Kutb’un
bu işini misâl verirdi.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün sohbetten sonra
talebelerinden beşini bir yere gönderdi. Talebeler hocasının emri üzerine yola
çıktılar. Lâkin yanlarında vapurla karşıya geçmek için paraları yoktu. Bunun
üzerine tekrar dergâha geldiler. Gümüşhânevî hazretleri onların döndüklerini
görünce, gidin, buyurdu. Talebeler bir şey diyemeyip tekrar geriye yola
koyuldular. Bir müddet gittikten sonra parasızlık sebebiyle dönmek istediler. Üç
defâ bu durum tekrarlandı. Dördüncüsünde yolda giderken karşılarına bir zât
çıktı. Her birine birer kese altın verip, gitti. Talebeler arkasından
bakakaldılar. Bu işte imtihan edildiklerini anladılar ve hoca sözü ve emri
dinleyen kimsenin hiçbir işinde üzüntü ve sıkıntı çekmediğine ve işlerinin kolay
olduğuna yakînen inandılar.
Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleri Mısır’da iken bir talebesi ona gelip bir iş için hıristiyanların
yaşadığı bir yere gideceğini söyledi ve nasîhat istedi. Bunun üzerine o; “Git,
lâkin Allah’tan kork ve dünyâya meyletme. Sonra küfür alâmeti olan şeyleri
kullanma. Bir müslüman kâfirlere benzemez.” buyurdu. O talebe kâfirlerin
memleketine gitti. Orada hocasının nasîhatlarını unutup hıristiyanlarla haşır
neşir oldu. Onların âdet ve ibâdetlerine uydu. Dünyâya meyletti. Sonra geri
döndü ve Ziyâeddîn hazretlerini ziyârete geldi. Ziyâeddîn hazretleri onu
görünce; “Özrün bizce kabûl edilmez. Îmân çerağını sen söndürdün. Dediklerimizi
tutmadın. Bizimle olan bağını kopardın. Dînini dünyâ ile değiştin. Eyvah sana!
Şeytan seni kendine köle yaptı. Git ağla. Yaş döküp Allahü teâlâya yalvar.
Başını aç ve yüzünü yerlere sür.” buyurdu ve artık onunla görüşmedi.
Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretlerinin talebesi anlatır: “Bir zaman Osmanlı Devleti harbe girmişti. O
zaman ben İstanbul’daydım. Çoluk çocuğum ise sınırda tehlike ile karşı
karşıyaydı. Çok kimseler harp korkusu içinde hicret ediyordu. Ben de hicret
etmek, çoluk çocuğumu emin bir yere nakletmek istedim. Bu sırada yakınlarımdan
bir mektup geldi. Mektupta; “Bu işi istişâre et, danış ona göre hareket et.”
deniyordu. O sırada İstanbul’u teşrif eden Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretlerine
durumu arz ettim. Bunun üzerine o; “Mâdem ki sen bizlere danıştın o halde
emrimizi tutman gerekir. Üzülme düşmandan evine ve yakınlarına hiçbir zarar
gelmeyecek. Hicret etmenize lüzum yoktur.” buyurdu. Bunun üzerine yakınlarıma
haber gönderip hicret etmeye lüzum olmadığını bildirdim ve Ziyâeddîn
hazretlerinin buyurduğu sözü tuttum. Hakîkaten âilem ve yakınlarım düşmandan
hiçbir zarar görmedi. |
|