İSTİHÂRE –
İSTİŞÂRE
Anadolu'da yaşayan büyük
velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün
akşam yakındı. Hacım Sultan kalkıp abdest aldı. Akşam namazını kıldı. Sonra
Yâsîn-i şerîf, Vâkıa, Enbiyâ, İhlâs, Fâtiha ve Bekara sûrelerini okuyup,
Peygamber efendimizin mübârek rûh-ı şerîfine, âline, eshâbına evliyânın rûhuna
sevâbını bağışladı. Sonra yüz kere salevât, bin kere istiğfâr getirdi. Niyet
eyledi: "Burada kalmak uygun mudur?" dedi. Bir mikdâr uyudu. Rüyâsında Peygamber
efendimizi gördü ve mübârek elini öptü. Bu esnâda Peygamber efendimiz; "Ey
ciğerpârem Hacım! Senin yerin burası değil. Senin yerin Susuz denilen yerdir.
Allahü teâlânın emri ile var, orada yerleş. Hem bu kavim sizi sevmedi. Sana
kasdederler. Benim evlâdıma kasdedenler, kötülük düşünenler yarın kıyâmet
gününde yüzleri kara olup, benim şefâatimden mahrum olurlar." buyurdu.
Hacım Sultan uyanınca,
yanında bulunan Derviş Hacı'ya; "Rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. "Senin
yerin Susuz denilen yerdir." buyurdular. Yalnız senin yerin burasıdır. Sen
burada kal. Ben oraya gideceğim." dedi. Derviş Hacı; "Aman Sultanım! Ben senden
nasıl ayrılırım?" deyince, Hacım Sultan; "Hayır bu, böyle olacak. Allahü teâlâya
emânet ol." diyerek yola çıktı. Hacım Sultan aleyhine çalışan topluluk, onu
öldürmek için geldiğinde, Hacım Sultan'ı yerinde bulamadı. Elleri boş döndüler.
Sonra bunlar, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak bir hastalığa yakalandı ve
birçoğu öldü.
Oniki imâmın dokuzuncusu,
tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdular ki: "İstihâre eden kaybetmedi, istişâre eden pişman
olmadı."
Meşhûr velîlerden, fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine Şam Nâibi Aydoğmuş’un, sıkıntı vermesini Şeyh
Behâeddîn şöyle anlatır: “Nâib ile Takıyyüddîn Sübkî arasındaki anlaşmazlık çok
ileri safhaya varmıştı. Sonunda Takıyyüddîn Sübkî, kâdılıktan ayrılmaya karar
verdi. Selâhiyye Medresesinde ders verdiği yere gitti. Burada odasına girdi.
Kapıyı kapayarak, kâdılıktan ayrılması husûsunda istihâre yapacaktı. İki rekat
namaz kılmaya başladı. İkinci rekatin ikinci secdesinde iken bir ses duydu. Bu
ses; “Her insan için, önünden ve arkasından tâkib eden melekler vardır. Onu
Allahü teâlânın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah, bir topluma verdiği nîmeti,
onlar kendilerindeki iyi hâli fenâlığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da
Allahü teâlâ bir kötülük diledi mi, artık onun geri çevrilmesine hiçbir çâre
yoktur. O toplum için (kendilerine yardım edecek) Allahü teâlâdan başka bir
yardımcı da yoktur.” meâlindeki Ra’d sûresi on birinci âyet-i kerîmesini
okuyordu. Bunun üzerine kâdılık vazifesinden ayrıldı. O zaman emîr, Bedrüddîn
Genkilî bin Bâbâ idi. Takıyyüddîn Sübkî ile Aydoğmuş arasındaki meseleye o da
üzülmüştü. Takıyyüddîn Sübkî'yi çok seviyordu ve onu haklı buluyordu. Fakat
Aydoğmuş gibi bir devlet adamını da görevden almak bâzı sebeplerden dolayı
zordu. Bedrüddîn Genkilî, Takıyyüddîn Sübkî için; “Eğer o, Allahü teâlâ indinde
kıymetli bir kul ise, cenâb-ı Hak onu bu sıkıntıdan kurtarır ve rahata erdirir”
diyordu. Kısa bir süre sonra, Aydoğmuş’un âniden ölüm haberi geldi. Bu ölüm
haberi Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca ağladı. Sonra kalkıp namaz kıldı.”
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "İstişâre
(danışma) husûsunda ne dersin?" dedikleri zaman; "Emin, îtimâd edebilecek
kimseden başkasına güvenme!" cevâbını vermiştir. "İstişarede söylenen söz,
nasîhat hakkında ne tavsiye buyurursunuz?" diye sorulunca: "Söyleyeceğiniz sözü
önce kendi nefsinize tatbik edin, bu takdirde, durumunuz ne olur? Onu göz önüne
alın, ondan sonra, söyleyeceğinizi söyleyin ve tavsiyenizi yapın. Böyle
yaparsanız, doğruyu ve isâbetli olanı bulmanız mümkün olup, kendinizi yanlış
söylemekten koruyup, herkes yanında güvenilen ve îtimâd edilen, görüş sâhibi bir
kimse olursunuz." buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi şöyle anlatmıştır: "Emîr
Külâl'e hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O
lokmayı mîdemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl
başımdan üç defa geçti. Sonra çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu
anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip,
ihtiyatlı davrandım."
Sâlih bir zât olan babası
Seyyid Hamza, Medîne'den gelip, Buhârâ'nın Efşene köyüne yerleşmişti. Bir
defâsında, devrinin en meşhûr velîsi Seyyid Atâ beraberinde zamânın en meşhûr
zâtlarıyla, büyük bir cemâat hâlinde, Emîr Külâl hazretlerinin babası Seyyid
Hamza'nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost
oldular. Bundan sonra Seyyid Atâ'nın her ne zaman oraya yolu düşse, evvelâ
dosdoğru Seyyid Hamza'nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine
bir defâsında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza'nın yanına gelmişti. Bu
gelişinde ona bir müjde verip; "Ey kardeşim! Allahü teâlâ sana şânı pek yüce
olacak bir evlât verecek. Cihân, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuk
doğduğu zaman, ismini Emîr Külâl koy!" dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid
Hamza'nın bir oğlu oldu. Seyyid Atânın işâreti üzerine, ismini "Emîr Külâl"
koydu.
Seyyid Emîr Külâl
hazretleri; Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin yanında, Semmâs'ta bulunduğu
sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında
anlaşmazlık çıkmıştı. İş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan
kimse ve tarafdârları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime mürâcaat etmeye
karar verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye danışalım, kendi başımıza iş
yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî
hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arzettiler. "Kırılan dişi verin." buyurdu.
Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl'e kırık dişi verip;
"Evlâdım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin." buyurdu. Emîr
Külâl, evliyânın rûhâniyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek, kırık
dişi yerine koydu. O anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle
geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları
şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişmân
olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Bir kitapta okudum: İstişâre etmeyen pişman olur. Kendisini
başkalarına muhtaç görmeyen, kendi bildiği gibi hareket eder."
BÜYÜKLERE
DANIŞIN
Ubeydullah-ı Ahrâr,
Hak âşığı bir velî,
Sohbeti, insanlara, olurdu
fâideli.
Şefkat ve merhameti,
pekçoktu yârânına,
Her kimin derdi olsa, koşup
gelirdi ona.
Kim düşse sıkıntıya, dünyâ
ve âhiretlik,
O işin hâlli için, ona
gelirlerdi ilk.
Yanına giren herkes, kederli
olsa da pek,
Çıkıyordu mutlaka, neş'eli
ve gülerek.
Öyle emir almıştı, çünkü o,
üstâdından,
Girenler, sevinç ile,
çıkıyordu yanından.
Buyurdu: "İnsanların,
rızkını cenâb-ı Hak,
Kullarının eliyle, verir
âdet olarak.
Her kim bol bol verirse
muhtâçlara malını,
Çoğaltır Rabbimiz de, ona
ihsânlarını.
O kısarsa, Allah da, ona
kısar şüphesiz,
Yâni ihsân edene, ihsân eder
Rabbimiz."
Bir gün de buyurdu ki:
"Allah adamlarının,
Yalnız zâhirlerine, bakmayın
aman, sakın!
Aldanır büyüklerin, dış
hâline bakanlar,
İstifâde yerine, görürler
büyük zarar.
Zîrâ cenâb-ı Allah,
"İnsanlık sıfatları",
Altında gizlemiştir, dünyâda
bu zâtları.
Kureyş kâfirleri de,
Allah'ın Resûlünün,
Zâhirine bakarak,
aldanmışlardı o gün.
Derlerdi ki: "Bu nasıl
peygamberdir, şaşılır,
Bizim gibi yer içer,
sokaklarda dolaşır."
Lâkin îmân edenler, O'na,
peygamber diye,
Bakarak kavuştular, rızâ-i
İlâhîye."
Buyurdu ki: "Îmânın, sûret
ve aslı vardır,
Bu bâbda, bir büyük zât,
şöyle buyurmuşlardır:
"Senelerdir îmânı, anlattım
zaman zaman,
Ve lâkin üçü beşi, geçmedi
tam anlayan."
Bu sözün hikmetini, hocamdan
suâl ettim:
"İmânı tam anlamak, niçin
zordur efendim?
Âmentü'nün îzâhı, var din
kitaplarında,
Onu da her müslüman, ezber
eder ânında."
Buyurdu: "Âmentü'yü, bilip
ezberlemekle,
Îmânın hakîkati, kolayca
geçmez ele.
Asıl îmân şudur ki,
Allah'tan korkusundan,
Bir küçük günah bile,
geçirmez hâtırından.
Meselâ kul hakkını,
düşündüğünde o zât,
Ayağını uzatıp, yatamaz
rahat rahat."
Bir gün de buyurdu ki:
"Kardeşim aman sakın,
Büyüklere sormadan, bir işe
kalkışmayın!
Yanılır ekseriyâ, çünkü
sizin aklınız,
Sonu pişmanlık olur,
sormadan yaparsanız.
Hâlbuki akl-ı selîm,
sâhibidir büyükler,
Her kararda, doğruyu, isâbet
ettirirler.
Kendi aklını atıp, kim uysa
bu zâtlara,
Dünyâ ve âhirette, uğramaz
bir zarara.
Her kim de beğenirse, yalnız
kendi aklını,
Kabûllenmiş demektir, o
kendi zararını.
Hâlbuki bir müslüman, bir iş
yapmadan önce,
Bir Allah adamına, danışırsa
güzelce,
Hayırsız olsa bile, netîcesi
o işin,
Hayra tebdîl olunur, ona
sorduğu için." |