CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İSTİHÂRE – İSTİŞÂRE

Anadolu'da yaşayan büyük velîlerden Hacım Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün akşam yakındı. Hacım Sultan kalkıp abdest aldı. Akşam namazını kıldı. Sonra Yâsîn-i şerîf, Vâkıa, Enbiyâ, İhlâs, Fâtiha ve Bekara sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin mübârek rûh-ı şerîfine, âline, eshâbına evliyânın rûhuna sevâbını bağışladı. Sonra yüz kere salevât, bin kere istiğfâr getirdi. Niyet eyledi: "Burada kalmak uygun mudur?" dedi. Bir mikdâr uyudu. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü ve mübârek elini öptü. Bu esnâda Peygamber efendimiz; "Ey ciğerpârem Hacım! Senin yerin burası değil. Senin yerin Susuz denilen yerdir. Allahü teâlânın emri ile var, orada yerleş. Hem bu kavim sizi sevmedi. Sana kasdederler. Benim evlâdıma kasdedenler, kötülük düşünenler yarın kıyâmet gününde yüzleri kara olup, benim şefâatimden mahrum olurlar." buyurdu.

Hacım Sultan uyanınca, yanında bulunan Derviş Hacı'ya; "Rüyâmda Peygamber efendimizi gördüm. "Senin yerin Susuz denilen yerdir." buyurdular. Yalnız senin yerin burasıdır. Sen burada kal. Ben oraya gideceğim." dedi. Derviş Hacı; "Aman Sultanım! Ben senden nasıl ayrılırım?" deyince, Hacım Sultan; "Hayır bu, böyle olacak. Allahü teâlâya emânet ol." diyerek yola çıktı. Hacım Sultan aleyhine çalışan topluluk, onu öldürmek için geldiğinde, Hacım Sultan'ı yerinde bulamadı. Elleri boş döndüler. Sonra bunlar, Allahü teâlânın gazâbına uğrayarak bir hastalığa yakalandı ve birçoğu öldü.

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin rivâyet ettiği bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdular ki: "İstihâre eden kaybetmedi, istişâre eden pişman olmadı."

Meşhûr velîlerden, fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine Şam Nâibi Aydoğmuş’un, sıkıntı vermesini Şeyh Behâeddîn şöyle anlatır: “Nâib ile Takıyyüddîn Sübkî arasındaki anlaşmazlık çok ileri safhaya varmıştı. Sonunda Takıyyüddîn Sübkî, kâdılıktan ayrılmaya karar verdi. Selâhiyye Medresesinde ders verdiği yere gitti. Burada odasına girdi. Kapıyı kapayarak, kâdılıktan ayrılması husûsunda istihâre yapacaktı. İki rekat namaz kılmaya başladı. İkinci rekatin ikinci secdesinde iken bir ses duydu. Bu ses; “Her insan için, önünden ve arkasından tâkib eden melekler vardır. Onu Allahü teâlânın emriyle korurlar. Muhakkak ki Allah, bir topluma verdiği nîmeti, onlar kendilerindeki iyi hâli fenâlığa çevirmedikçe bozmaz. Bir topluma da Allahü teâlâ bir kötülük diledi mi, artık onun geri çevrilmesine hiçbir çâre yoktur. O toplum için (kendilerine yardım edecek) Allahü teâlâdan başka bir yardımcı da yoktur.” meâlindeki Ra’d sûresi on birinci âyet-i kerîmesini okuyordu. Bunun üzerine kâdılık vazifesinden ayrıldı. O zaman emîr, Bedrüddîn Genkilî bin Bâbâ idi. Takıyyüddîn Sübkî ile Aydoğmuş arasındaki meseleye o da üzülmüştü. Takıyyüddîn Sübkî'yi çok seviyordu ve onu haklı buluyordu. Fakat Aydoğmuş gibi bir devlet adamını da görevden almak bâzı sebeplerden dolayı zordu. Bedrüddîn Genkilî, Takıyyüddîn Sübkî için; “Eğer o, Allahü teâlâ indinde kıymetli bir kul ise, cenâb-ı Hak onu bu sıkıntıdan kurtarır ve rahata erdirir” diyordu. Kısa bir süre sonra, Aydoğmuş’un âniden ölüm haberi geldi. Bu ölüm haberi Takıyyüddîn Sübkî’ye ulaşınca ağladı. Sonra kalkıp namaz kıldı.”

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "İstişâre (danışma) husûsunda ne dersin?" dedikleri zaman; "Emin, îtimâd edebilecek kimseden başkasına güvenme!" cevâbını vermiştir. "İstişarede söylenen söz, nasîhat hakkında ne tavsiye buyurursunuz?" diye sorulunca: "Söyleyeceğiniz sözü önce kendi nefsinize tatbik edin, bu takdirde, durumunuz ne olur? Onu göz önüne alın, ondan sonra, söyleyeceğinizi söyleyin ve tavsiyenizi yapın. Böyle yaparsanız, doğruyu ve isâbetli olanı bulmanız mümkün olup, kendinizi yanlış söylemekten koruyup, herkes yanında güvenilen ve îtimâd edilen, görüş sâhibi bir kimse olursunuz." buyurdular.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin annesi şöyle anlatmıştır: "Emîr Külâl'e hâmile iken, şüpheli bir lokma yesem, karın ağrısına tutulurdum. O lokmayı mîdemden geri çıkarmadıkça, karın ağrısından kurtulamazdım. Bu hâl başımdan üç defa geçti. Sonra çok temiz ve hayırlı bir çocuğa hâmile olduğumu anladım. Bunun üzerine yediğim lokmaların helâlden olmasına çok dikkat edip, ihtiyatlı davrandım."

Sâlih bir zât olan babası Seyyid Hamza, Medîne'den gelip, Buhârâ'nın Efşene köyüne yerleşmişti. Bir defâsında, devrinin en meşhûr velîsi Seyyid Atâ beraberinde zamânın en meşhûr zâtlarıyla, büyük bir cemâat hâlinde, Emîr Külâl hazretlerinin babası Seyyid Hamza'nın bulunduğu köyden geçiyordu. Bu yolculuğu sırasında tanışıp dost oldular. Bundan sonra Seyyid Atâ'nın her ne zaman oraya yolu düşse, evvelâ dosdoğru Seyyid Hamza'nın evine gider, başkalarıyla daha sonra görüşürdü. Yine bir defâsında Efşene köyüne uğramış ve Seyyid Hamza'nın yanına gelmişti. Bu gelişinde ona bir müjde verip; "Ey kardeşim! Allahü teâlâ sana şânı pek yüce olacak bir evlât verecek. Cihân, baştan başa onun hizmetine girecektir. Bu çocuk doğduğu zaman, ismini Emîr Külâl koy!" dedi. Aradan yıllar geçti. Seyyid Hamza'nın bir oğlu oldu. Seyyid Atânın işâreti üzerine, ismini "Emîr Külâl" koydu.

Seyyid Emîr Külâl hazretleri; Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî'nin yanında, Semmâs'ta bulunduğu sırada, orada oturan bir grup insanla, başka bir köyden bir cemâat arasında anlaşmazlık çıkmıştı. İş kavgaya dökülüp, birinin dişi kırılmıştı. Dişi kırılan kimse ve tarafdârları, kırılan dişin diyetini almak için hâkime mürâcaat etmeye karar verdiler. Fakat önce Muhammed Bâbâ Semmâsî'ye danışalım, kendi başımıza iş yapmayalım, ne buyurursa öyle yapalım dediler. Doğruca Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin huzûruna gidip, durumu arzettiler. "Kırılan dişi verin." buyurdu. Dişi alıp, o sırada henüz yanında talebe olan Emîr Külâl'e kırık dişi verip; "Evlâdım, şu işi hallet de, aralarındaki anlaşmazlık bitsin." buyurdu. Emîr Külâl, evliyânın rûhâniyetini vesîle kılıp, Allahü teâlâya duâ ederek, kırık dişi yerine koydu. O anda, duâsı bereketiyle diş, eskisi gibi sağlam bir hâle geldi. Dişi kırılan kimse, bu hâdise karşısında hayret edip, dişini kıranları şikâyet etmekten vazgeçti. Yanında bulunanlarla birlikte, yaptıklarına pişmân olup, tövbe ettiler ve doğru yol üzere yürüyen sâlih kimselerden oldular.

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kitapta okudum: İstişâre etmeyen pişman olur. Kendisini başkalarına muhtaç görmeyen, kendi bildiği gibi hareket eder."

 

BÜYÜKLERE DANIŞIN

 

Ubeydullah-ı Ahrâr, Hak âşığı bir velî,

Sohbeti, insanlara, olurdu fâideli.

 

Şefkat ve merhameti, pekçoktu yârânına,

Her kimin derdi olsa, koşup gelirdi ona.

 

Kim düşse sıkıntıya, dünyâ ve âhiretlik,

O işin hâlli için, ona gelirlerdi ilk.

 

Yanına giren herkes, kederli olsa da pek,

Çıkıyordu mutlaka, neş'eli ve gülerek.

 

Öyle emir almıştı, çünkü o, üstâdından,

Girenler, sevinç ile, çıkıyordu yanından.

 

Buyurdu: "İnsanların, rızkını cenâb-ı Hak,

Kullarının eliyle, verir âdet olarak.

 

Her kim bol bol verirse muhtâçlara malını,

Çoğaltır Rabbimiz de, ona ihsânlarını.

 

O kısarsa, Allah da, ona kısar şüphesiz,

Yâni ihsân edene, ihsân eder Rabbimiz."

 

Bir gün de buyurdu ki: "Allah adamlarının,

Yalnız zâhirlerine, bakmayın aman, sakın!

 

Aldanır büyüklerin, dış hâline bakanlar,

İstifâde yerine, görürler büyük zarar.

 

Zîrâ cenâb-ı Allah, "İnsanlık sıfatları",

Altında gizlemiştir, dünyâda bu zâtları.

 

Kureyş kâfirleri de, Allah'ın Resûlünün,

Zâhirine bakarak, aldanmışlardı o gün.

 

Derlerdi ki: "Bu nasıl peygamberdir, şaşılır,

Bizim gibi yer içer, sokaklarda dolaşır."

 

Lâkin îmân edenler, O'na, peygamber diye,

Bakarak kavuştular, rızâ-i İlâhîye."

 

Buyurdu ki: "Îmânın, sûret ve aslı vardır,

Bu bâbda, bir büyük zât, şöyle buyurmuşlardır:

 

"Senelerdir îmânı, anlattım zaman zaman,

Ve lâkin üçü beşi, geçmedi tam anlayan."

 

Bu sözün hikmetini, hocamdan suâl ettim:

"İmânı tam anlamak, niçin zordur efendim?

 

Âmentü'nün îzâhı, var din kitaplarında,

Onu da her müslüman, ezber eder ânında."

 

Buyurdu: "Âmentü'yü, bilip ezberlemekle,

Îmânın hakîkati, kolayca geçmez ele.

 

Asıl îmân şudur ki, Allah'tan korkusundan,

Bir küçük günah bile, geçirmez hâtırından.

 

Meselâ kul hakkını, düşündüğünde o zât,

Ayağını uzatıp, yatamaz rahat rahat."

 

Bir gün de buyurdu ki: "Kardeşim aman sakın,

Büyüklere sormadan, bir işe kalkışmayın!

 

Yanılır ekseriyâ, çünkü sizin aklınız,

Sonu pişmanlık olur, sormadan yaparsanız.

 

Hâlbuki akl-ı selîm, sâhibidir büyükler,

Her kararda, doğruyu, isâbet ettirirler.

 

Kendi aklını atıp, kim uysa bu zâtlara,

Dünyâ ve âhirette, uğramaz bir zarara.

 

Her kim de beğenirse, yalnız kendi aklını,

Kabûllenmiş demektir, o kendi zararını.

 

Hâlbuki bir müslüman, bir iş yapmadan önce,

Bir Allah adamına, danışırsa güzelce,

 

Hayırsız olsa bile, netîcesi o işin,

Hayra tebdîl olunur, ona sorduğu için."