|
İTİKÂD
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığını ve her
birisinde çeşitli hikmetler bulunduğunu îzâh etmek için buyurdu ki: Allahü teâlâ
meâlen: "Gerçekten, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri
ardınca gelişinde, akıl sâhipleri için, Allah'ın varlığını, kudret ve azametini
gösteren, kesin deliller vardır." (Âl-i İmrân sûresi: 190) âyet-i kerîmesiyle
Allahü teâlâdan başka her şeyin sonradan yaratıldığı, bunları Allahü teâlânın
yarattığını ve bunda çeşitli hikmetler bulunduğunu daha ziyâde beyân eyledi.
Feleklerin (Dünyâ, ay, güneş v.s.) hareketiyle, meydana gelen faydaların
büyüklüğüne ve mikdârına işâret buyruldu. Meselâ, gece, insanların istirahatı
olduğu gibi, mahsûllerin de fazla gelen güneş harâretini (sıcaklığını)
serinletmektedir. Gündüz ise, mahlûkâtın dağılıp hareket etmeleri, geçimlerini
temin etmeleri için yaratılmıştır. Eğer devamlı gece olsa idi, karanlık, onların
fayda sağlayacak şeylerin peşine düşüp, bunları elde etmeye mâni olacaktı. Aynı
şekilde devamlı gündüz olsa idi, bu da zararlı olurdu. Gündüzün aydınlığı fırsat
bilinerek tâkatın (gücün) üstünde hırsla çalışılır, kâfi miktârda istirahat
etmedikleri için insanlar helâk olurlardı. Bundan dolayı, onlara, çalışmaları
için tâkatlarını geçmeyecek şekilde, zamanın bir kısmı gündüz, istirahatleri
için yeterli bir mikdarı da gece kılındı. Böylece, onların hâlleri mutedil
(normal) olarak gecenin serinliğinden, gündüzün sıcaklığından, kendileri,
ekinleri, malları ve hayvanları için lüzûm duyulduğu kadarını alacaklardır.
Böyle yapmakla, Allahü teâlâ mahlûkâtına merhamet buyurmuş, lütuf ve ihsânda
bulunmuştur.
Yine, mahlûkâtı kuşatan renk
tabakası, onların gözlerine münâsip ve muvâfık gelen renklerden yaratılmıştır.
Eğer bu renk, şimdi âlemi saran renkten olmasaydı, gözleri bozacaktı.
Cisimlerin büyük ve ağır
olmasına rağmen, yer ve göklerin ve onlarda bulunan hükümlerin (kânunların)
Allahü teâlânın tutmasına muhtaç olduğuna, meâlen; "Doğrusu, gökleri ve yeri
zeval bulmaktan Allahü teâlâ koruyup, tutuyor. Andolsun ki zevâl bulurlarsa,
onları O'ndan başka kimse tutamaz. Gerçekten O, halîmdir. Azap için acele etmez,
gafûrdur (çok bağışlayıcıdır)." (Fâtır sûresi: 41) âyet-i kerîmesiyle işâret
buyruldu. Bu âyet-i kerîme ile bize, yer ve göklerin yerlerinde durmalarının
Allahü teâlâdan başkası tarafından olmadığı ve onları bir durduran olmadan da
yerlerinde durmalarının mümkün olmadığı bildirildi.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî
hazretleri vahyi kabûl etmeyen ve her şeyi âciz olan akılla îzâh etmeye çalışan
felsefecileri iknâ edici delillerle susturdu. Bu hususta da, buyurdu ki:
"Felsefecilerin tabiatçı
inanışlarından dolayı, ağaçların ve onlardan çıkan meyvelerin ancak, yer, su,
ateş ve havanın tesiri ile meydana geldiği hakkındaki iddiâlarının bozukluğunu
bize; "Allahü teâlâ; "Arzda birbirine komşu kıt'alar (kara parçaları), üzüm
bağları, ekinler, çatallı ve çatalsız hurmalıklar vardır ki, hepsi bir su ile
sulanıyor. Halbuki yemişlerin de bâzısını bâzısına üstün kılıyoruz." (Tad, renk
ve kıymetleri başka başkadır.) Şüphesiz ki, bunlardan da düşünen bir topluluk
için pekçok ibretler (alâmetler) vardır." meâlindeki Râd sûresi 4. âyetinde
bildirdi.
Daha sonra Allahü teâlâ, her
şeyin yaratıcısı olduğuna, bir olduğuna, işlerinin intizam ve tertip dâiresinde
cereyân etmesi ile delil getirdi. Allahü teâlâ işlerinde hiç bir ortağı
bulunmadığını; "Eğer yer ile gökte, Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, bunların
ikisi de fesâda uğrar, yok olurdu." Meâlindeki Enbiyâ sûresi 28. âyet-i kerîmesi
ile bildirdi.
Sonra, önce yaratıldıklarını
kabûl ettikleri halde, öldükten sonra tekrar diriltilmeyi inkâr edenlere karşı
tekrar yaratılmalarının mümkün olduğunu bildirdi. Onlar tekrar yaratılmayı uzak
görerek, çürümüş kemikleri kim diriltecek dedikleri zaman, meâlen; "(Ey Resûlüm)
de ki: "Onları ilk defâ yaratan diriltir ve O her yaratılanı tamâmiyle bilir."
(Yâsîn sûresi: 79) buyurdu. Sonra bunu onlara meâlen; "O (Allah) ki, size yeşil
ağaçtan bir ateş yaptı da, şimdi siz ondan yakıp duruyorsunuz." (Yâsîn sûresi:
80) âyet-i kerîmesi ile beyân eyledi. Yaş ve yeşil iki ağaç olan ve rüzgâr
sebebiyle biri diğerine sürtülünce tutuşan uşar ve murah denilen ağaçlardan
ateşin çıkarılmasını, çürümüş kemiklere, parçalanmış derilere, hayâtı iâde
etmenin câiz olduğuna delil getirdi. (Uşar ile murah, eskiden Arapların ateş
çıkarmak için kullandıkları iki ağaçtır.)
Peygamber efendimizin son
peygamber olduğunu bildiren ve O'nun peygamberliğini kabûl etmeyen yahûdî ve
hıristiyanlara cevap veren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri buyurdu ki: "Allahü
teâlâ Resûlullah'a sallallahü aleyhi ve sellem peygamber olduğu ve
bildirdiklerinin doğru olduğu hakkında mûcizelerle yardım eyledi. Resûlullah'a
en büyük mûcize olarak Kur'ân-ı kerîm verildi. Müşrikler, Kur'ân-ı kerîmin
Allahü teâlânın kelâmı olduğuna inanmıyorlar, hazret-i Muhammed'in sözüdür,
diyorlardı. Allahü teâlâ, o zaman en fasîh ve edebiyâtta zirveye ulaşmış
olanlarından, Kur'ân-ı kerîmin on sûresi veya bir sûresi gibi bir söz
söylemelerini istedi. İnsanlar ile cinlerin bir araya gelip çalışsalar, bunu
yapamayacaklarını bildirdi. Nitekim onlar, böyle bir söz söylemekten âciz
kaldılar. Böylece onların, Resûlullah'a îmân etmeme husûsunda özürleri ortadan
kalkmış oldu.
Hazret-i Mûsâ da Firavn'ın
sihirbâzlarını, asâsıyla rezîl ve rüsvâ edip, hem sihirbazların, hem de diğer
insanların kendisine îmân etmeme mâzeretlerini ortadan kaldırdı. Mûsâ
aleyhisselâmın asâsından meydana gelen hârikulâde hâllerin kendi güçleri dışında
olduğuna, böyle bir şeyi yapabilmenin hatırlarından bile geçmediğine, böyle bir
şeyi ancak Allahü teâlânın yapacağına, hem sihirbazlar, hem de başkaları kanâat
getirdi. (Nihâyet, bu mûcize karşısında sihirbazlar, hazret-i Mûsâ'ya îmân
ettiler.)
Hazret-i Îsâ da ölüleri
ilaçsız diriltmek, anadan doğma körleri ve derisi alaca, abraş olanları
iyileştirmek, o zamanda insanları âciz bırakan şeylerle (mûcizelerle), o devre
göre tıpta en yüksek dereceye ulaşan tabiplerin kendisine inanmama mâzeretlerini
ortadan kaldırdı. (Çünkü böyle işleri, ancak Allahü teâlânın yardım ettiği bir
kimse yapabilirdi.)
Resûlullah efendimiz, kendi
kavminden olan, edebiyâtta yüksek dereceye ulaşan ediblerin, kendisine îmân
etmeme husûsunda bu mâzeretlerini bertaraf etti. Çünkü, Kur'ân-ı kerîmin edebî
yüksekliğini onlar da kabûl ediyorlardı.
İşte Resûlullah efendimiz
yukarıda bildirilen yanlış yollara sapmış kimselere, getirdiği deliller ve
mûcizelerle, gittikleri yolun bozukluğunu, dâvet ettiği yolun en doğru olduğunu
anlatıyordu. Resûlullah efendimiz, onlara dâimâ karşısında duramayacakları
deliller getirdiği, aralarında uzun müddet kaldığı halde, fevkalâde
ihtiraslarından dolayı îmân etme şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlânın Resûlullah
efendimize verdiği mûcizelerden bâzısı şöyledir: Şiddetli açlık vakitlerinde,
kalabalık cemâatı, az bir yiyecek ile doyurması, susuzluk zamanlarında, mübârek
parmakları arasında fışkıran sudan hayvanlar ile sâhiplerinin kanıncaya kadar
içmeleri, kurdun kendisine konuşması, kızartılmış koyunun zehirli olduğunu haber
vermesi, ayın ikiye bölünmesi, çağırması üzerine ağacın köklerini sürüyerek
huzurlarına gelip, emri üzerine tekrar yerine gitmesi, insanların kalplerinde
saklayıp da haber vermesini istedikleri sırları haber vermesi.
"İnsanlar Allahü teâlâyı
görecekler midir?" diye soran birisine buyurdu ki: "Âhirette müminler Allahü
teâlâyı göreceklerdir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Nice yüzler
vardır ki, o gün (kıyâmette) güzelliği ile parıldar. (O yüzler) Rablerine
bakar." (Kıyâme sûresi: 22-23) buyurmaktadır. Resûlullah efendimiz de; Ayı
gördüğünüz gibi, kıyâmet gününde Rabbinizi mutlaka göreceksiniz. O'nu görmekte
güçlük çekmeyeceksiniz." buyurmaktadır.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî
hazretleri insanların âhiretteki hallerini soran bir kimseye de buyurdu ki:
Allahü teâlâ mahlûkâtını iki kısma ayırdı. Birisini Cennet'i için yarattı.
Onları, isimleri ve babalarının isimleri ile berâber yazdı. Diğer kısmını
Cehennem için yarattı. Onların isimlerini de yazdı. Resûlullah efendimizle
hazret-i Ömer arasında şöyle bir konuşma oldu. Hazret-i Ömer Peygamber
efendimize; "Yâ Resûlallah! Bizim evvelce hesap ve kitabımız görülüp bitmiş
midir, yoksa, daha yeni başlanmış bir iş midir?" diye sorunca, Resûlullah
efendimiz; "Bunlar, hesâbı ve kitabı görülüp bitmiş işlerdir." buyurdu. Bunun
üzerine hazret-i Ömer; "Öyleyse niçin ameller yapıyoruz (çalışıp, çabalıyoruz)
yâ Resûlallah?" diye sorunca, Peygamber efendimiz; "İbâdet yapınız! Herkese
ezelde takdîr edilmiş olan şeyi yapmak kolay olur." buyurdu.
Bir kimse Ebü'l-Hasan-ı
Eş'arî hazretlerine gelerek ehl-i kıble olan bid'at ehlinin îmânıyla ilgili
olarak sordu. Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî buyurdu ki:
"Allahü teâlâya ve Peygamber
efendimizin îmân etmeye dâvet ettiği şeylere îmân eden kimseleri, küfürden başka
hiç bir günah îmândan çıkarmaz. Îmânlarını, ancak küfür giderir. Ehl-i kıble,
günahları sebebiyle îmândan çıkmayıp, dînin bütün emirleriyle mükelleftirler,
yapmaları gerekir.
Ehl-i kıbleden olup,
günahkâr olanları da, Allahü teâlâ; "Ey îmân edenler! Namaza kalktığınız zaman
yüzünüzü ve ellerinizi (dirseklerinizle berâber) yıkayın, başınızı mesh edin ve
ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boy abdesti alın." meâlindeki Mâide
sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile mümin diye isimlendirmiştir. Eğer akîdesi
(inanışı) bozuk olan Kaderiyyenin dediği gibi, günahkârlar, günahları sebebiyle
îmândan çıkmış olsalardı, onlara abdest farz olmazdı. Allahü teâlânın hitâbı da
bütün müminlere değil, yalnız itâat edenlere olurdu. Yine Allahü teâlâ Cumâ
sûresi 9. âyetinde meâlen; "Ey îmân edenler! Cumâ günü namaz için ezân okunduğu
zaman, Allahü teâlânın zikrine (hutbe dinlemeye, namaz kılmaya), koşunuz.
Alış-verişi bırakın." buyurdu. Bu hitâbı yalnız itâat edenlere tahsîs buyurmadı.
Bu hitâb aynı zamanda günahkârları da içerisine almaktadır.
Bid'atten başka herhangi bir
günahı yaparak, günahkâr olanlardan hiç bir kimse hakkında, Cehennemliktir diye
hükmedilemez. Resûlullah efendimizin Cennet'le müjdelediklerinden başka Ehl-i
tâattan kimse hakkında Cennetliktir denilemez.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı
kerîmde; "Muhakkak ki, Allahü teâlâ kendisine ortak koşanları bağışlamaz. Bu
günahtan başkasını dilediği kimseden magfiret buyurur (affeder)." meâlindeki
Nisâ sûresi 6. âyet-i kerîmesi ile delâlet ediyor. Çünkü Allahü teâlâ kendisi
haber vermedikçe, âsîler hakkındaki irâdesinin ne olduğunu bilmeye kimse için
yol yoktur. Peygamber efendimiz; "Ehl-i kıbleden hiç kimseyi, kendi kendinize
Cennet'e, yâhut Cehennem'e koymayınız." buyurdu.
İnsanların amellerini yazan
hafaza melekleri vardır. Allahü teâlâ bu husûsa; "Halbuki üzerinde gözetleyici
melekler var. (Amellerinizi yazan ve Allah katında) kerîm olan kâtib melekler
var." meâlindeki İnfitar sûresi 10. ve 11. âyet-i kerîmeleri ile delâlet
buyurdu.
Kabir hayâtı ve âhiret
halleriyle ilgili olarak buyurdu ki: "Kabir azâbı haktır. İnsanlar, kabirlerinde
diriltildikten sonra imtihân edilecek. Kabirde suâl sorulacak, Allahü teâlâ
dilediği kimseye cevap vermeyi kolaylaştıracaktır. Kıyâmet günü ilk sûr
üfürülünce, göklerde olanlar ve Allahü teâlânın diledikleri bayılıp düşecek
(ölecekler). İkinci sûrun üfürülmesi üzerine hepsi bakarak ayağa kalkacaklar
(dirilecekler). Allahü teâlâ insanları, ilk yaratmasında olduğu gibi, yalın ayak
ve çıplak olarak diriltecek. (Dünyâda iken) Allahü teâlâya itâat eden ve isyân
eden bedenler, kıyâmet günü diriltilecektir. Yine dünyâda iken sevap ve günah
işleyen eller, ayaklar ve diller de diriltilecek, sâhipleri hakkında şâhidlik
edeceklerdir. Allahü teâlâ insanların amellerini tartmak için terâzi koyacak.
Kimin sevâbı ağır gelirse, o kurtulacaktır. Kimin de sevâbı hafif gelirse,
hüsran ve zarara uğrayacaktır. Kıyâmet gününde insanlara, amel defterleri
verilecek ve amel defteri sağ eline verilen kimsenin hesâbı kolay görülecektir.
Amel defterini sol elinden alanlar ise azap göreceklerdir.
Sırat, Cehennem üzerine
kurulmuş bir köprüdür. İnsanlar oradan amellerine göre süratli veya yavaş olarak
geçecekler. (Yalnız kıyâmette köprü, terazi vardır denince, dünyâdaki köprü ve
terâziler akla gelmemelidir. Sırat köprüsü için de durum böyledir. Âhirette
amellerin tartılması için terâzi kurulacağına inanmalı, fakat nasıl, ne şekilde
olduğunu düşünmemelidir.)
Kalbinde zerre mikdarı îmânı
olan, günahı kadar yandıktan sonra, Cehennem'den çıkarılacaktır.
Peygamber efendimizin
şefâatinin hak olduğunu bildiren Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî hazretleri şöyle buyurdu:
"Resûlullah efendimizin şefâatı, ümmetinden büyük günah sâhipleri için
olacaktır. Ümmetinden bir topluluk yanıp, kara kömür olduktan sonra ateşten
çıkarılarak hayat nehrine atılacaklar, vücutları hiç azap görmemiş gibi taptâze
olacak. Kıyâmet gününde Resûlullah efendimizin havzı bulunup, içmek için ümmeti
oraya gelecektir. Ondan içen, bir daha susamayacaktır. Tuttukları doğru yolu;
Peygamber efendimizden sonra değiştirenler, o havuzdan uzaklaştırılacaklar."
İyilikleri emretmek,
kötülüklerden sakındırmak husûsunda buyurdu ki: "Müminlerin üzerine, emr-i mârûf
ve nehy-i anil-münker, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymak vâcibtir. Muktedir
olurlarsa, yapılan kötülüğe el ve dil ile mâni olurlar. Güçleri yetmezse
kalpleri ile o işi kötü görürler."
Sevgili Peygamberimizin
Eshâb-ı kirâmının üstünlüğü ve bunlar arasındaki derece farklarını da şöyle
bildirdi: "Peygamber efendimizin hadîs-i şerîfi gereğince, asırların hayırlısı,
Eshâb-ı kirâmın zamânıdır (asrıdır). Sonra Tâbiîn ve Tebe-i tâbiînin
asırlarıdır. Eshâb-ı kirâmın en üstünleri, Bedir muhârebesine katılanlardır.
Bunların en üstünü, Aşere-i mübeşşeredir (Cennet'le müjdelenen on Sahâbî).
Aşere-i mübeşşerenin en üstünü dört halîfedir. (Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i
Ömer, hazret-i Osman, hazret-i Ali.) Bunların halîfelikleri, o zamandaki
müslümanların rızâsı ile olmuştur. Müslümanlar bu tertîbe göre ittifak edip,
birleştiler.
Muhâcir ve Ensârdan ibâret
olan Bedir ehli arasında, Aşere-i mübeşşereden sonra efdaliyet, hicret ve önce
müslüman olmaya göredir. Peygamber efendimizin dâvet ettiği şeylere îmân ederek,
bir saat olsun kendisi ile görüşen yâhut onu bir defâ gören Eshâb-ı kirâm,
Tâbiînden üstündür.
Eshâb-ı kirâm için,
haklarında söylenen hayır sözlerden başkasından sakınmalıdır. Onların
iyiliklerini yaymalı, yaptıkları işler için sahîh ve doğru te'vîl yolları
aramalı, tâkib ettikleri yolun en iyi yol olduğuna hüsn-i zân etmeli, iyi
düşüncelere sâhib olmalıdır.
Ehl-i sünnet vel-cemâat
mezhebinin îtikâddaki iki imâmından biri olan Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî, zâhirî
ilimlerde yüksek âlim olduğu gibi, tasavvuf yolunda da yüksek bir velî idi.
İnsanlara karşı gâyet tatlı, açık ve iknâ edici konuşurdu. Güzel ahlâkıyla
insanlara örnek olurdu. Hakkın, doğrunun ortaya çıkması için münâzarayı sever;
yazarak ve anlatarak hak uğrunda müdâfaadan çekinmezdi.
Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî
hazretleri'nin, Mûtezile denilen bozuk yoldan dönmesi şöyle olmuştur: Bir
Ramazân-ı şerîf ayının ilk günlerinde rüyâsında Peygamber efendimizi gördü.
Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem ona; "Yâ Ali! Benden nakledilen yola
yardım eyle." buyurdular. Bu rüyâdan sonra Ramazân-ı şerîf ayının ortasında,
ikinci defâ Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem rüyâda görmekle
şereflendi. Rüyâsında; "Sana emrettiğim şey ne oldu, ne yaptın?" buyurdu.
"Benden bildirilen yola, sünnetime yardım et, bu yola uy!" buyurdular. Bu
rüyâdan sonra kelâm ile uğraşmayı terketti. Üçüncü defâ Ramazân-ı şerîfin yirmi
yedinci gecesi, Peygamber efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem tekrâr rüyâda
gördü. "Sana emrettiğim şey ne oldu?" buyurdu. "Kelâm ilmini terkedip, Kur'ân-ı
kerîm ve hadîs ilmine sarıldım." dedi. "Benden rivâyet edilen, bildirilen yola,
sünnetime yardımcı olmanı emrettim." buyurdu. Bunun üzerine İmâm-ı Eş'arî özür
dileyip; "Meselelerini ve delillerini öğrenmek için otuz yıl harcadığım yolu (Mû'tezileyi)
nasıl terk edeyim?" dedi. Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem; "Allahü
teâlâ sana, ilâhî yardımı ile yardım eyledi. Bunu yakînen bilmeseydim sana bunu
emretmezdim." buyurdu. İmâm-ı Eş'arî bu rüyâyı da gördükten sonra uyanıp;
"Haktan öte, sapıklıktan başka bir şey yok." diyerek, Mûtezile yolundan dönüp,
Ehl-i sünnet itikâdına girdi. Bu rüyâsından sonra on beş gün evinden çıkmadı.
Meseleleri derinlemesine inceleyip, gözden geçirdi. Sonra Basra Câmiine gidip,
kürsüye çıktı. O sırada Mûtezile yolunun meşhûr ve kuvvetli âlimlerinden sayılan
ve böyle bilinen İmâm-ı Eş'arî, kürsüden cemâate şöyle hitâbetti: "Ey insanlar!
Çoktan beri size görünmez oldum. Dikkatle düşündüm. İnsafla inceledim. Yanımdaki
delilleri gözden geçirdim. Tercih husûsunda zorlandım. Sonunda Allahü teâlâdan
beni hidâyete, doğru yola kavuşturmasını istedim, duâ ettim. Allahü teâlâ beni
hidâyete, doğru yola kavuşturdu. Mûtezile yoluna âit îtikâdlarımın hepsinden
vazgeçip, kurtuldum." diyerek, Ehl-i sünnet îtikâdına girdiğini herkese ilân
etti.
Hindistan'da yetişen
âlimlerin ve velîlerin büyüklerinden Emânullah Lâhorî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektublardan birinde buyurdular ki:
"Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allahü teâlâ, sana doğru yolu göstersin! İyi bil ki, Allah yolunda bulunmak
isteyene, önce lâzım olan şey, îtikâdını düzeltmektir. Doğru îtikâd; Ehl-i
sünnet âlimlerinin Kur'ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden ve Eshâb-ı kirâmdan
öğrendikleri, anladıkları îtikâddır. Kur'ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin
mânâsını doğru anlayan, doğru yolun âlimleridir. Bunlar da, Ehl-i sünnet ve
cemâat âlimleridir. Bunların anladığı, bildirdiği mânâlara uymayan her şeye;
akla, fikre, hayâle iyi gelse de ve tasavvuf yolunda keşf ve ilhâm ile anlaşılsa
da, hiç kıymet veril memelidir. Bu büyüklerin anladığına uymayan bilgilerden,
buluşlardan Allahü teâlâya sığınmalıdır. Demek ki, tasavvuf yolcularının
keşflerinin, buluşlarının doğru olup olmadıkları, Ehl-i sünnet âlimlerinin
bildirdikleri doğru mânâlara uygun olup olmamaları ile anlaşılır. Bu yolculara
ilhâm olunan bilgilerin doğruluğu, ancak, o doğru mânâlara uymaları ile belli
olur. Çünkü onların bildirdiği mânâlara uymıyan her mânâ, her buluş kıymetsiz ve
yanlıştır. Çünkü her sapık her bozuk kimse, Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere
uyduğunu sanır ve iddiâ eder. Yarım aklı ve kısa görüşü ile, bu kaynaklardan
yanlış mânâlar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felâkete gider.
Ehl-i sünnet âlimlerinin
anladıkları mânâlar doğrudur, kıymetlidir. Bunlara uymayanlar kıymetsizdir.
Çünkü bu mânâları, Eshâb-ı kirâmın ve Selef-i sâlihînin eserlerini inceleyerek
elde etmişlerdir. O hidâyet yıldızlarının ışıkları ile parlamışlardır. Bunun
için, ebedî kurtuluş bunlara mahsus oldu. Sonsuz saâdete bunlar kavuşdu. Allah
yolunda giden kâfile bunlar oldu. Kurtuluş, ancak Allah yolunda bulunanlar
içindir.
Îtikâdı bunlara uygun olan
din âlimlerinden biri, İslâmiyete yapışmakta gevşek davranırsa, kusurlu olursa,
buna bakarak, bütün âlimleri kötülemek yersiz olur. İnâdcılık olur. Onların
doğru bilgilerini inkâr etmek, kötülemek olur. Çünkü, doğru bilgileri bizlere
ulaştıran onlardır. Kurtuluş yolunu, bozuklarından, sapıklarından ayıran
onlardır. Onların hidâyet ışıkları olmasaydı bizler doğru yolu bulamazdık.
Doğruyu bozuk olanlardan ayırmasalardı, bizler, taşkınlık ve azgınlık
uçurumlarına düşerdik. İslâmiyeti bozulmaktan koruyan, her yere yayan, onların
çalışmasıdır. İnsanları kurtuluş yoluna kavuşturan onlardır. Onlara uyan
kurtulur, saâdete kavuşur. Onların yolundan ayrılan, sapıtır, herkesi de
saptırır.
Tasavvuf yolcusunun, işin iç
yüzüne varmadan önce, kendi keşf ve ilhâmına uymasa da, Ehl-i sünnet âlimlerine
tâbi olması lâzımdır. Âlimleri haklı ve doğru bilip, kendini yanlış bilmelidir.
Çünkü, âlimler bilgilerini, peygamberlerden aleyhimüssalevâtü vetteslîmat
almışlardır. Bu bilgiler, vahy ile gelmiş olup sağlamdır. Yanlışlıktan,
şaşırmaktan korunmuştur. Bu bilgilere uymayan kendi keşf ve ilhâmı ise,
yanlıştır ve bozuktur. Bunun için kendi keşfini, âlimlerin sözünün üstünde
tutmak, vahy ile inmiş sağlam bilgilerin üstünde tutmak olur. Bu ise sapıklığın
tâ kendisidir, zarar ve ziyandan başka bir şey değildir.
Kitab ve sünnete, yâni
Kur'ân-ı kerîme ve hadîs-i şerîflere uygun îtikâd lâzım olduğu gibi,
müctehidlerin kitab ve sünnetden çıkardıkları ahkâma, yâni İslâmiyete uygun
işleri yapmak da lâzımdır. Bu ahkâm; helâl, haram, farz, vâcib, sünnet, müstehâb,
mekrûh ve şüpheli olan işler demektir. Bu ahkâmı öğrenmek de lâzımdır.
Îtikâdı ve ameli
doğrulttuktan, bu iki kanadı ele geçirdikten sonra, Allahü teâlâya yaklaştıran
yolda, ilerlemek sırası gelir. Zulmânî ve nûrânî konakları aşmağa başlanabilir.
Fakat şunu iyi bilmelidir ki, böyle konakları aşarak yükselebilmek; ancak, yolu
bilen, yolu gören, yol gösteren, kâmil yetişmiş ve mükemmil yetiştirebilen bir
rehberin teveccühü ve tasarrufu yâni idâre etmesi ile olabilir. Bunun bakışları,
kalb hastalıklarına şifâ verir. Onun teveccühü, yâni kalbini bir kimseye
çevirmesi, kötü ve çirkin huyları insandan siler, süpürür.
Tasavvuf yolcusunun, bu
yolda gözetilmesi lâzım olan şartları da öğrenmesi ve bunlara riâyet etmesi
lâzımdır. Bu şartların en başta geleni, nefse uymamaktır. Bu da, verâ ve takvâ
ile olur. Verâ ve takvâ, şüphelilerden ve haramlardan sakınmak demektir.
Haramlardan sakınabilmek için, mübahların lüzûmundan fazlasını terk etmelidir.
Çünkü mübahları, yâni yasak olmayan şeyleri, alabildiğine yapan kimse,
şüphelileri işlemeğe başlar. Bunlar ise, harama yakındır, yâni haram işlemek
ihtimâli çok olur. Uçurum kenarında yürüyen, içine düşebilir. Demek ki haramdan
sakınabilmek için, mübahların fazlasından kaçmak lâzımdır. Bu yolda ilerlemek
için verâ sâhibi olmak şarttır dedik. Çünkü insanın işleri, iki şeyden biridir.
Ya emr edilen şeydir, yâhut yasak edilmiş şeylerdendir. Melekler de, emr edilen
şeyleri yapmaktadır. Bunu yapmak insanı ilerletseydi, melekler de terakkî
ederdi. Meleklerde, yasak edilen şeyden sakınmak yoktur. Çünkü onlar, yasakları
yapmıyacak şekilde yaratılmıştır. Yasakları işleyemezler. Onun için meleklere
bir şey yasak edilmemiştir. Demek ki, terakkî etmek, yasaklardan sakınmakla
olabilmektedir.
Bu sakınmak ise, nefse
uymamak demektir. Allahü teâlâ dinleri, nefsî isteklerden kurtarmak, karanlık ve
kötü âdetleri yok etmek için gönderdi. Çünkü nefs, hep haram işlemek veya
mübahları lüzûmundan fazla yaparak, böylece harama kavuşmak ister. Demek ki,
haramlardan ve mübahların fazlasından sakınmak, nefse uymamak demektir. (1. cild.
286 mek tûb)
Hanefî mezhebi fıkıh âlimi,
üçüncü Osmanlı şeyhulislâmı ve velî Molla Hüsrev (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Dünyâ ve âhirette insanın şerefi ve iki âlemde üstün
derecelere nâil olması, ancak doğru îtikâd olan Ehl-i sünnet îtikâdında bulunmak
ve sâlih amel işlemekledir."
Meşhûr velîlerden fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) kıyısı olmayan bir deniz, kibir bulunmayan gönül sâhibi, ölçüye
sığmayan geniş bir ufuktu. Bozuk îtikâd sâhiblerine karşı, Resûl-i ekremin ve
Eshâb-ı kirâmın mübârek yolunu müdâfaa etti. Tevessül, istigâse ve Resûlullah
efendimizin kabr-i şerîflerinin ziyâretini kabûl etmeyen İbn-i Teymiyye’nin
karşısına çıkarak, ona delîl ve vesîkalarla cevap verdi ve; “Heyhât! Mescid-i
Nebî ziyâret edilir de, o mescidin sâhibi nasıl ziyâret edilmez? Zâten
Resûlullah efendimiz olmasaydı, bu mescidin fazîleti bilinmezdi. Eğer Resûlullah
efendimiz olmasaydı, o yer mukaddes olmazdı. Orada takvâ üzere yapılmış bir
mescid bulunmazdı.” buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ehl-i sünnet îtikâdı üzere bulunmayı
medhederek buyurdular ki: "Bütün halleri ve buluşları bize verseler, fakat Ehl-i
sünnet ve cemâat îtikâdını kalbimize yerleştirmeseler, hâlimi harâb, istikbâlimi
karanlık bilirim. Eğer bütün harablıkları, çirkinlikleri verseler ve kalbimizi
Ehl-i sünnet îtikâdı ile süsleseler, hiç üzülmem." |
|