|
İSTİĞFÂR – TÖVBE - 4
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Annesinden
kendisine bir ev mîrâs kalmıştı. Bu evi elli altına sattı. Altınları bir keseye
koyup beline bağladı ve hacca gitmek üzere yola çıktı. Yolda eşkıyâ yolunu
kesip; "Neyin var?" dedi. "Elli altınım var." buyurdu. Eşkıyâ; "Altınları ver!"
deyince; çıkarıp verdi. Eşkıyâ altınları eline alıp bir müddet düşünceye daldı.
Sonra geri verip, devesini çöktürdü ve; "Buyurunuz efendim, deveme bininiz!"
dedi. Ebû Abdullah hayret edip; "Sana ne oldu?" buyurdu. O kimse; "Siz, bu
altınların bulunduğunu inkâr etmeyip doğruyu söylediğiniz için kalbimde size
karşı muhabbet hâsıl oldu. Ben şimdiye kadar yaptıklarıma pişman olup tövbe
ettim. Sizinle berâber gelmek istiyorum." dedi. Berâberce hacca gittiler. O
kimse, hazret-i Ebû Abdullah ile olan bu berâberliği ve sohbetinde bir müddet
bulunmasıyla Allahü teâlânın velî kullarından oldu.
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Bir
gün canım bir şey arzu etmiş, ben de onu insanlardan istemiştim. O gece rüyâmda;
"Mevlâsından istediğine kavuşan birinin, O'nun kulundan bir şey istemesi yakışık
olmaz." denildi. O günden beri, o işime tövbe ederim."
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kerâmet ve mürüvvet îtibâriyle
zamânında eşsizdi. Âbid, çok ibâdet eden, âşık, zâhid, dünyâyı terketmiş, gönül
sultanı büyük bir zâttı. Allahü teâlâyı hatırlayınca, rengi değişir ve kendinden
geçerdi. Yanında bulunup, onun bu hâlini görenler Allahü teâlâyı hatırlardı.
Onun tövbesi ve büyüklerin
yoluna giriş hâli şöyle anlatılır: Bir câriyeyi sevmişti, ona kavuşmayı çok arzu
ediyor ve bunun çârelerini araştırıyordu. Yakınları kendisine şöyle bir yol
gösterdiler: "Senin derdine devâ bulacak yahûdî bir büyücü var, onun yanına
git!" dediler. Ebû Hafs vakit geçirmeden büyücüye gitti. Durumunu anlattı yardım
istedi. Efsuncu yahûdî ona; "İyiliği terkedeceksin, kırk gün gece ve gündüz
namaz kılmayacaksın, hayırlı iş ve hak bildiğin şeylerin yanına varmayacaksın.
Ancak o zaman murâdına kavuşturabilirim." dedi. Ebû Hafs, büyücünün dediği
şeyleri yaptı. Kırk günün bitiminde, büyücü, Ebû Hafs'a sihir yaptı. Fakat Ebû
Hafs murâdına nâil olamadı. Bunun üzerine yahûdî; "Sen mutlaka iyi bir iş ve
harekette bulunmuşsun, hayır yapmışsın. Yoksa sihir tutardı. Yaptığın iyiliği
hatırlamaya çalış!" dedi. Ebû Hafs; "Şu yaptığım iş hâriç, hiç bir güzel niyet
ve hayrımı hatırlamıyorum. O da, giderken kimsenin ayağı takılıp düşmesin diye
yoldaki bir taşı alıp kenara koymamdır." buyurdu. Yahûdî; "Sen, kırk gün O'nun
emrini yerine getirmeyip hükmünü terk ettiğin halde O seni terketmedi. Sen
Allahü teâlâ gibi, kerem sâhibini nerede bulacaksın. Öyleyse O'na dön ve başka
şeyleri bırak." dedi. Bu sözler Ebû Hafs'ın içine ateş düşürüp her tarafını
sardı ve dayanamaz hâle geldi. Oracıkta tövbe etti. Yahûdî de müslüman oldu.
Suriye'de yetişen velîlerden
Ebû İshâk İbrâhim bin Müvelled (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Allahü teâlânın Zümer sûresi 54. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Başınıza azap
gelip çatmadan (tövbe edip) Rabbinize dönün. O'na hâlis ibâdet edin, sonra
kurtulamazsınız." Buyurduğunu ve Allahü teâlâya kavuşacak yolu bildiği halde,
O'ndan başkası ile meşgûl olana çok taaccüb edip şaşarım."
Tasavvufta Çeştiyye yolunun
büyüklerinden Ebû İshâk Şâmî-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, dünyâya hiç ehemmiyet vermezdi. Değil günah işlemek, işlediği
hayırlı amellere tövbe ederdi. Haftada bir yemek yer ve; "Açlık, dervişlerin
mîrâcıdır." buyururdu. Vaktini, yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapılan
amellere ayırırdı. Ömrü, hep ibâdet ve insanları doğru yola çağırmakla geçti.
Ebû İshâk hazretlerinin sohbetlerinde bulunan kimse günahtan çok sakınırdı.
Hasta bir kimse o meclise gelse, şifâ bularak çıkar giderdi.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden Ebû Amr bin Nüceyd
tasavvuf yolunda yetişmek üzere sohbetlerine devâm ederdi. Sohbetinin tesiriyle
günahlarına tövbe edip kendini toparladı. Bir ara işi gevşetip, sohbetlerden
uzak kaldı. Ebû Osman hazretlerini gördükçe ondan kaçıyor ve sohbetlere
gitmiyordu. Bir gün yine karşılaştılar. Onu görünce yolunu değiştirip
uzaklaşmaya başladı. Ebû Osman hazretleri tâkib edip, yanına yaklaştı ve;
"Evlâdım sâdece günahsız olduğun zaman seni sevenlerle arkadaşlık etme! Biz sana
asıl bu kendini suçlu, günâhkâr halde bulduğun zaman faydalı oluruz." dedi.
Bunun üzerine Ebû Amr bin Nüceyd tekrar tövbe edip, talebeliğindeki gibi önceki
hâline döndü. Bu hocasının sohbetlerinde olgunlaşıp yetişti.
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri bir gece Nahşeb'in mahallelerinde dolaşırken, âniden
kulağına sesler geldi. Dikkat edince bâzı erkeklerin, bir kadınla
tartıştıklarını anladı. Kendi kendine, buraya gitmeliyim, bir mazlum ise ona
yardım etmeliyim." dedi. Yanlarına varınca kadın onu gördü ve yanına geldi. "Ey
üstâd! Fâsık ve ömrünü kötü şeylerle harcayan bir oğlum var. Yaptığı kötülükler,
işlediği günahlar hakîkaten çoktur. Dün gece fısk meclisi kurmak ve şarab içmek
istedi. Akşamdan sonra, Allahü teâlâ ona bir hastalık gönderdi. Şimdi hasta
yatağında yatıyor. Evimiz mescidin yanındadır. Cemâat geceki sesleri duyup geldi
ve onu mahalleden çıkarmamı istedi. Ben de ağır hasta olduğunu bildirdim. Ölürse
hepimiz ondan kurtulur, yâhut tövbe eder, kendisi kurtulur. Ölmez ve tövbe de
etmezse, o zaman onu şehirden dışarı çıkarın dedim." Ebû Türâb-ı Nahşebî, kadına
yardım etti ve kalabalık dağıldı. Sonra aklına o genci görmek ve tövbe ettirmek
geldi. Evden içeri girince, genç onu görür görmez feryâd edip ağlamaya başladı.
"Allah'ım ne kadar kerîmsin. Benim gibi ömrünü boşa geçirmiş bir zavallının
duâsını ânında kabûl eyledin." dedi. "Ey genç! Ne duâ ettin?" dedi. "Üstâdım,
bugün seher vaktinde iki duâ ettim. Biri; yâ Rabbî sabahleyin bana, Ebû Türâb'ın
yüzünü görmek nasîb eyle, ikincisi; yâ Rabbî, nasûh tövbesi ihsân eyle dedim.
Duâmın birini şu anda kabûl edilmiş görüyorum, umarım ikincisi de kabûl edilir.
Ey hocam çok günahkârım. Tövbe etsem, kabûl olur mu?" deyince; "Ey genç! Ümitsiz
olma! Çünkü Allahü teâlânın rahmet denizleri dalga dalga geliyor. Allahü teâlâ
ziyâdesi ile tövbeleri kabûl edici ve affedicidir. Kulların günahlarını
bağışlayıcıdır. Âsilerin tövbelerini kabûl edicidir. Âcizlere kâfidir.
Düşkünlerin en iyi vekîlidir. Bütün günahlardan tövbe makbûldür." buyurdu. Genç
elinde tövbe etti ve gözlerinden yaşlar döküldü. Ebû Türâb oradan ayrılınca,
genç annesine; "Ey anneciğim! Sana bir vasiyetim var. Yerine getir." dedi.
Annesi; "Evlâdım, ne vasiyetin var, söyle!" dedi. Beni bu yataktan ve yumuşak
yastıktan, hakîr ve zelîl toprağa indir. Ebû Türâb'la tövbe ettiğim andan sonra,
yerde Allahü teâlâya tekrar tövbe edeyim. Çünkü bu hastalık beni iyice sardı.
Artık bu hastalıktan öleceğimi anlıyorum." dedi. Annesi isteğini yerine getirdi
ve onu yere indirdi. Genç, yüzünü toprağa sürdü, kalp ve rûhunun
derinliklerinden gelen bir ses ile; "Ey Allah'ım! Yaptıklarıma pişman oldum.
Tövbe ettim. Senin dergâhından başka kapım yok. Dertlilerin dayanağı,
muhtaçların sığınağı sensin. Toprakla bir olmuş, zamânını boşa geçirmiş ben
kuluna rahmet et." diye yalvarıp inledi. Onu topraktan kaldırıp, yatağa
yatırdılar. Gece olunca genç vefât etti. Ebû Türâb; "O gece rüyâda Peygamber
efendimizi sallallahü aleyhi ve sellem gördü. Yanında iki yaşlı zât var idi.
Onlarla berâber çok kalabalık geldi. Birisi ona; "Bu, Muhammed Mustafâ'dır
sallallahü aleyhi ve sellem, diğer taraftaki yaşlı zât ise, İbrâhim
Halîlullah'tır (aleyhisselâm), diğer taraftaki ise Mûsâ Kelîmullah'tır (aleyhisselâm).
Bu kalabalık ise, yüz yirmi bin küsûr peygamberdir." dedi. Ebû Türâb ileri
koştu. Selâm verdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem selâmına cevap verdi.
Onunla müsâfeha etti. "Yâ Resûlallah, siz Nahşeb'e gelmiş miydiniz?" diye arz
etti. Peygamber efendimiz buyurdu ki: "Ey Ebû Türâb! Dün senin elinde tövbe eden
genç, bu gece vefât etti. Allahü teâlâ onu, dostları derecesine kavuşturdu. Ona
velîlik makâmı ikrâm eyledi. Beni ve yüz yirmi bin küsür peygamberi, onu
ziyârete gönderdi. Ey Ebû Türâb! O gence izzet gözü ile bakın. Cenâzesinde hazır
bulunun." Ebû Türâb-ı Nahşebî uyandığında bu halden kalbine bir incelik geldi
ve; "Ey Allah'ım! Ne kadar kerîmsin. Daha dün fıskı yüzünden, mahalleden
çıkarmak istedikleri bir fâsıkı, bir ağlama ve inleme, bir tövbe ve pişmanlık
ile bu dereceye kavuşturdun." dedi. Bu zevk ve halde iken, diğer odadan küçük
kızın feryâdını duydu. Ağlıyordu. "Evlâdım, seni ağlatan şey nedir?" dedi.
"Babacığım, rüyâmda filan mahallede tövbe eden bir gencin vefât ettiğini ve her
kim onun cenâzesine bakarsa, Allahü teâlâ, ona, kendisinden istediği her şeyi
verir dendiğini görüp duydum. Babacığım, evden dışarı çıkmayı aslâ istemezdim,
fakat şimdi izin verirsen, gidip o gencin cenâzesini göreyim ve Allahü teâlâdan
kendim ve diğer kullar için necât, kurtuluş isteyeyim." dedi. Ona izin verdi.
Cenâzesine giderken yolda yaşlı bir kadın gördü. Ona; "Ey Ebû Türâb! Hakk'ın
rahmetinin neler yaptığını gördün mü? Fıskının çokluğu yüzünden mahalleden
çıkarılmak istenen genç, bu gece vefât etti. Evliyâ silsilesine dâhil edildi.
Rüyâda bana, cenâzesinde bulunan magfiret olunur diye söylediler." dedi. Başka
âlim zât da aynı rüyâyı gördü. İnsanlara bu durum haber verildi. Bütün şehir
halkı akın akın gencin cenâzesine katılmak için geldi. Tam bir izzet ve ikrâm
ile onun namazı kılındı, sonra defnettiler.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tövbe edişi bir
rivâyete göre şöyle anlatılır: "Fudayl bin İyâd bir câriyeye âşık olmuştu.
Câriyenin bulunduğu evin duvarına çıkar, onu görmek ümidiyle sabaha kadar
beklerdi. Bir gün duvarın üzerindeyken önünden, arkasından, sağından, solundan
insanı ürperten bir ses duydu. Sesin sâhibi Kur'ân-ı kerîmdeki meâlen; "Îmân
edenlere vakti gelmedi mi ki, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân-ı kerîme
saygı ile yumuşasın!.." (Hadîd sûresi: 16) âyet-i kerîmeyi okuyordu. Fudayl, bu
sesin tesiriyle uzun süre sarsılarak duvarın üzerinde hareketsiz kaldı ve
kendinden geçti. Sonra kendine geldiğinde gözlerinden yaşlar boşandı ve; "O
zaman geldi. O zaman geldi yâ Rabbî!" diye inledi ve tövbe etti.
Hazret-i Fudayl,
yaptıklarına çok pişman olmuştu. Yanındakilerden birine; "Allah rızâsı için beni
bağla ve sultanın huzûruna götür. Benim pekçok cezâm vardır. Sultan beni
cezâlandırsın da cezâmı çekeyim. Böylece hakkımdaki dînî hüküm neyse, o yerine
getirilmiş olur." dedi.
Sultanın yanına gittiler ve
durumunu bildirdiler. Sultan kendisine çok izzet ve ikrâmda bulunarak, evine
götürülmesini emretti. Evinin önüne geldiğinde hâlâ ağlıyordu. Hanımı görüp;
"Sana ne oldu? Niçin ağlayıp inliyorsun? Yoksa seni dövdüler mi?" dedi. "Evet,
hem de çok dövdüler." buyurdu. Hanımının merakı daha da artarak; "Nerene
vurdular?" deyince; "Sultan, yaptıklarımın cezâsını vermedi, fakat ızdırâbım
canımı yakıyor ve ciğerimi deliyor." dedi. Sonra hanımına; "Ben Rabbimin
hânesine, Kâbe'ye gidip ziyâret etmeye niyet ettim. İstersen aramızdaki nikâh
bağını çözüp seni boşayayım." dedi. Hanımı; "Allah korusun. Senden nasıl
ayrılırım. Sen nereye gidersen ben de berâber gelir, senin hizmetinde
bulunurum." dedi. Sonra birlikte hac yoluna çıktılar. Allahü teâlâ,
yolculuklarını kolaylaştırdı. Kâbe'de bâzı âlim ve velîlerle görüştü. Kûfe'de
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin derslerine katıldı. Ondan ilim ve edeb
öğrendi. Kuvvetli hâfızası vardı. Kısa zamanda çok sayıda hadîs-i şerîf
ezberledi ve hadîs ilminde mütehassıs oldu. Evliyânın büyükleri arasına girip,
şöhreti her tarafa yayıldı. Hikmetli söz ve nasihatlarıyla çok talebe
yetiştirdi. Abdullah ibni Mübârek, İmâm-ı Şâfiî, Sırrî-yi Sekatî talebelerinin
önde gelenlerindendir.
Bir zaman mücâhidler savaşa
gitmek istediklerinde Fudayl bin İyâd hazretlerine uğrayıp duâ istediler.
Buyurdular ki: "Ey Allah yolunda cihâda çıkanlar! Günahlarınızdan tövbe ediniz.
Çünkü bu elinizdeki kılıçlardan daha çok size siper olur." buyurdu.
Ona; "Ey Allah'ın veli kulu!
Kişinin estağfirullah demesinin mânâsı nedir?" diye sordular. Cevaben; "Yâ
Rabbî! Beni günahlarımın yükünden kurtar demektir." buyurdular.
Endülüs evliyâsının
büyüklerinden, kırâat ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi ibn-i Ârif (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Ebû Abdullah Gazâlî anlatır: "Bir gün hocam
İbn-i Ârif'in huzûrundan dışarı çıktım. Boş bir arâzide yürümeye başladım.
Gördüğüm her ağaç, yaklaştığım her ot dile gelip bana; "Beni kopar! Ben filan
hastalığa iyi gelirim. Filanca hastalığın şifâsı bendedir." demekteydi. Bu hâle
hayret ettim. Geri dönüp durumu hocama anlattım. Bana; "Biz seni böyle diyesin
diye mi terbiye ettik. Allahü teâlâ takdîr etmedikçe, hiçbir şey sana fayda ve
zarar veremez. Sana fayda veririz diyen otların ve ağaçların sana bir faydası
oldu mu?" buyurdu. "Efendim! Tövbe ettim." dedim. Devâm ederek buyurdu ki: "Hak
teâlâ seni imtihan etmiştir. Ben sana Allahü teâlânın yolunu gösterdim. Seni
O'ndan başkasına ısmarlamadım. Eğer gerçekten tövbe ettiysen, geri dön, o ağaç
ve otlar sana söz söylemezler." Geri dönüp, ot ve ağaçların yanından geçtim. Hiç
bir kelime işitmedim. Allahü teâlâya şükredip, hocamın huzûruna gelerek durumu
arzettim. "Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun ki, sana kendi yolunda
bulunmayı nasîb etti. Seni, bir kısım insanlar gibi yanlış yollara saptırmadı."
buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri ile ilgili olarak Zekîyyüddîn Ebû Bekr bin Eyyûb şöyle anlatır:
Halep'te sevdiğim genç ve güzel bir kadın vardı. Bir gün onunla tenhâ yerde
buluştuk. Beni kendi nefsi için istedi. Fakat reddettim. Bunun üzerine bana bir
yüzük verdi. Ben de o yüzüğü parmağıma taktım. Bunu Allahü teâlâdan başka kimse
bilmiyordu. Ebû Bekr bin Kavvâm hazretlerinin yanından vedâlaşıp
ayrılırken, elimi tuttu. Sonra; "Bu yüzük kimindir?" diye suâl etti. Ben
utancımdan cevap veremedim. Bana; "Tövbe et oğlum, tövbe et!" buyurdu. Ben de
tövbe edip Halep'e varınca, o kadınla bir daha görüşmedim.
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd hazretleri bir ara Ebû Osman el-Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri'nin sohbetlerinden uzaklaştı. Bu hâli kendisi şöyle anlattı: İlk defâ
Ebû Osman Hîrî'nin meclisinde tövbe ettim. Bir süre sonra tekrar günâh işlemeye
başlayınca, sohbetlerini terk ettim. Bu zâtı ne zaman görsem, utancımdan
kaçardım. Fakat bir gün beni görünce; "Yavrucuğum, günahsız ve temiz olduğun
sürece düşmanlarınla oturma. Çünkü düşman sendeki kusuru görür ve bundan dolayı
sevinir. Buna da sen üzülürsün. Günah işlemen gerekiyorsa, gene bizim yanımıza
gel, biz sana katlanırız. Böylece düşmanın istediği duruma düşmüş ve onu
sevindirmiş olmazsın." deyince, günah işlemekten vazgeçtim ve samîmî bir şekilde
tövbe ettim.
Yemen'in meşhûr velîlerinden
İbn-i Üstâd-ül-A'zam Seyyid Abdullah bin Alevî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri, bir zaman Mekke-i mükerremede şarab içen bir kimseyle karşılaştı.
Böyle mübârek bir yerde, böyle çirkin bir günâhın işlenmesini hoş karşılamadı. O
kimse, Abdullah bin Alevî hazretlerine:
"Ben terzilik yapıyorum.
Şarap içmeye öyle alışmışım ki, onu içmesem sanatımı, işimi yürütemiyorum.
İçmezsem, çalışamıyorum. Her ne kadar bırakmak istesem de, bırakamıyorum. Bunu
bırakırsam, işimi devâm ettiremem." dedi. Abdullah hazretleri; "Şayet Allahü
teâlâ, sana içki içmeden de mesleğini devâm ettirmeni nasîb ederse, içki içmeye
tekrar dönmeyeceğine dâir bana söz ver!" dedi. O kimse de "Peki!" deyince,
Abdullah hazretleri, Allahü teâlâya duâ edip, bu kimseye tövbe etmeyi nasîb
etmesi ve tövbesini kabûl etmesi için yalvardı. O kimse içkiyi terk etti. İşini,
içkisiz de yapabildiğini anladı. Önceki hâline tövbe etti ve tövbesini bozmadı.
Abdullah bin Alevî hazretlerinin delâleti ile tövbesinde öyle bir sadâkat
gösterdi ki; sâlihlerden kıymetli bir zât oldu. Bu hâdiseden bir müddet sonra,
Abdullah bin Alevî, rüyâsında bir münâdînin, bu kimsenin ismini söyleyerek;
"Filân kimse için, filân yerde bir kabir kazınız! Kim onun cenâze namazında
bulunursa, Allahü teâlâ onu magfiret eder." diye nidâ ettiğini gördü.
Uyandığında, hemen o kimsenin hâlini sordu. Vefât ettiğini bildirdiler.
Bildirilen yere kabri kazıldı. Abdullah bin Alevî cenâze namazını kıldırdı.
Oraya defnettiler.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
İbn-i Abbâs radıyallahü anhümâ; "Hâlbuki sen (Ey Resûlüm) onların içindeyken
Allah onlara azab verecek değildi. İstigfâr ettikleri hâlde de Allah onlara azâb
edecek değil." (Enfal sûresi: 33) meâlindeki âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken
şöyle buyurmuştur: "İslâmiyetin mevcûd olması, Resûlullah'ın mevcûd olması
mesâbesindedir. Nasıl ki Resûlullah hayattayken azap kaldırılmış, insanlara azap
gelmemişse, İslâmiyetin bir yerde mevcûd olması ve İslâmiyete uymak sebebiyle de
azap kalkar. İstigfâr etmek sebebiyle de azap inmez. İstigfâr, azâbın gelmesine
mâni olur.
|
|