|
İSTİĞFÂR – TÖVBE - 5
Büyük velîlerden Mansûr
bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Benim tanıdığım bir
kimse vardı. Beni ziyârete arzu ile gelir, ibâdetini yapar, geceleri teheccüd
namazı kılardı. Gözünden yaş eksik olmazdı. Epey bir zaman onu görememiştim.
Araştırdığımda hasta olduğunu öğrendim. Evine gidip kapısını çaldım. İçeri
girince, evin ortasında perişan bir halde yattığını gördüm. Yüzü siyahlaşmış,
dudakları şişmiş, gözleri masmâvi olmuştu. "Ey kardeşim! Lâ ilâhe illallah, de.
Bunu dilinden bırakma." dedim. Gözlerini bana dikip kızgın kızgın baktı. Sonra
gene kapattı. Tekrar aynı sözü söyledim ve; "Eğer Lâ ilâhe illallah demezsen,
senin cenâzeni yıkamam, namazını kılmam." dedim. Tekrar gözlerini açıp; "Ey
kardeşim Mansûr, bu Kelime-i tevhîd ile benim arama bir engel kondu" deyince, Lâ
havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyil azîm, dedim. Sonra ona; "Ey arkadaş!
Sen namaz kılıyordun, oruç tutuyordun, geceleri teheccüd kıldığını söylüyordun
ne oldu bu ibâdetlerin?" diye sorunca; "Evet bunları yapıyordum. Fakat Allah
için değil, insanlar görsün diye, gösteriş olarak yapıyordum. Kendi başıma evime
çekilince, kapıyı kapatıp, perdeyi çeker şarap içerdim. Rabbime isyân edip,
günâh işlerdim. Bir müddet bu hal üzere devâm ettim. Ben bu kötü halde iken bir
hastalığa yakalandım. Ölmek üzere iken çocuklarıma; "Beni evin ortasına çıkarın
ve elime Kur'ân-ı kerîmi verin, dedim. Kur'ân-ı kerîmi alıp, okuya okuya Yâsîn
sûresine geldim ve; "Yâ Rabbî! Bu Kur'ân-ı kerîm hürmetine bana şifâ ver, bu
ağır hastalıktan kurtar. Bir daha günâh işlemeyeceğim." diye duâ ettim. Duâm
kabûl olunup hastalıktan kurtuldum. Fakat iyileşince, tekrar eski hâlime dönüp
yine günâhla ve isyân ile vakit geçirmeye başladım. Şeytan beni yine saptırdı.
Tövbemi bozmuş ve günahlara dalmış bir halde bir müddet daha gün geçirdim. Yine
şiddetli bir hastalığa yakalandım. Neredeyse ölecektim. Yine evin ortasına
çıkarmalarını ve Kur'ân-ı kerîmi elime vermelerini söyledim. Önceki gibi duâ
ettim ve hastalıktan yine kurtuldum. Ama bir müddet sonra yine tövbemi bozdum,
günâhlara daldım. Şiddetli hastalığa bir daha yakalandım. Duâ etmek için beni
evin ortasına çıkarmalarını söyledim. Bu amansız hastalıktan kurtulmak için duâ
edince gaybtan bir ses defâlarca tövbemi bozduğumu ve artık kurtulamayacağımı
söyledi." Bunları anlatınca, ibret ve dehşet içinde yanından ayrıldım. Evinden
biraz uzaklaşınca, öldü haberini aldım. Allahü teâlâdan sonumuzu hayır
eylemesini dileriz. Nice kimseler çok namaz kılıp, oruç tuttuğu halde şeytana ve
nefsine uyup sapıtmıştır!"
Tâbiînden meşhûr fıkıh ve
hadîs âlimi Mesrûk bin el-Ecdâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine;
“Bir mü'mini öldüren için tövbe uygun mudur, kabûl edilir mi?” diye sorulunca;
“Allahü teâlânın açtığı kapıyı ben kapatamam.” diye cevap verdi.
Anadolu velîlerinden
Muhammed Saîd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Cizre Ulu Câmisinde
ders vermeye, vâz ve nasîhatlarda bulunmaya başladı. Birçok kimse Muhammed
Saîd'in sohbetlerinde doğru yola kavuştu. Bir gün alkolik birisi,
Muhammed Saîd'in yanına gelip; "Efendim! Tövbe edeceğim fakat içkiden bir
türlü kurtulamıyorum. Artık bu, irâdemin dışında bir hal" deyince, cevaben "Her
günahtan tövbe ederek yapmamaya azmet. İçkiyi de içemeyeceksin." buyurdular. O
kişi; "Kendimi tutamıyorum." deyince, Muhammed Saîd; "İçebilirsen iç." buyurdu.
Bunu bir müsâde zanneden alkolik, tövbe etti. Öğle saatlerinde meyhâneye gitti.
Ne zaman kadehi eline alsa, kadehin içinde Muhammed Saîd'in kamasının ucunu
görürdü. Meyhâneciyi çağırıp bardağı değiştirdi. Bu değiştirme üç sefer
tekrarlandı. Her seferinde bardağın içinde Muhammed Saîd'in kamasının ucu
duruyordu. Sonunda meyhâneden çıktı ve doğruca onun vâz verdiği câmiye gitti.
Muhammed Saîd onu görünce; "Üç kerre yetmedi mi? Bardağını bir daha
değiştirseydin, kama ile iki parça olurdun." buyurdu. O zât, Muhammed Saîd'e
talebe oldu ve ömrünün sonuna kadar tövbesini bozmadı.
Büyük İslâm âlimlerinden ve
evliyânın en üstünlerinden Muhammed Ubeydullah Serhendî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) tarafından vaktin sultânı olan Ebü'l-Muzaffer Muhyiddîn Muhammed
Âlemgîr'e yazılmış olan, tövbe hakkındaki mektubun bir bölümü şöyledir:
Kıymetli ömrümüz günah
işlemekle, kusur, kabahat yapmakla, yanılmakla geçip gidiyor. Bunun için;
tövbeden, Allahü teâlâya boyun bükmekden söyleşmemiz, verâ ve takvâdan
konuşmamız hoş olur. Allahü teâlâ, Nûr sûresi otuz birinci âyetinde meâlen; "Ey
müminler! Hepiniz, Allahü teâlâya tövbe ediniz! Tövbe etmekle kurtulabilirsiniz"
buyuruyor. Tahrîm sûresi, sekizinci âyetinde meâlen; "Ey îmân eden seçilmişler!
Allahü teâlâya dönünüz. Hâlis tövbe edin! Yâni tövbenizi bozmayın! Böyle tövbe
edince Rabbiniz, sizi belki affeder ve ağaçlarının, köşklerinin altından sular
akan Cennetlere sokar" buyuruyor. En'âm sûresi, yirminci âyetinde meâlen; "Açık
olsun, gizli olsun günahlardan sakınınız!" buyuruyor. Günahlarına tövbe etmek,
herkese farz-ı ayndır. Hiç kimse tövbeden kurtulamaz. Nasıl kurtulur ki,
peygamberlerin "aleyhimüsselâm" hepsi tövbe ederdi. Peygamberlerin sonuncusu ve
en yükseği olan Muhammed aleyhisselâm buyuruyor ki: "Kalbimde (envâr-ı
ilâhiyyenin gelmesine engel olan) perde hâsıl oluyor. Bunun için her gün, yetmiş
kerre istigfâr ediyorum." Yapılan günahta, kul hakkı bulunmayıp; zinâ yapmak,
alkollü içki içmek, çalgı dinlemek, yabancı kadınlara bakmak, Kur'ân-ı kerîmi
abdestsiz tutmak ve bozuk inanışlara saplanmak gibi, yalnız Allahü teâlâ ile
kendi arasında olursa; böyle günahlara tövbe etmek, pişman olmakla, istigfâr
okumakla, Allahü teâlâdan utanıp, sıkılıp, O'ndan af dilemekle o günahlar
affolur. Farzlardan birini özürsüz terk etti ise, tövbe için, bunlarla birlikte,
o farzı da yapmak lâzımdır.
Günahta kul hakkı da varsa,
buna tövbe için, kul hakkını hemen ödemek, onunla helâllaşmak, ona iyilik ve duâ
etmek de lâzımdır. Mal sâhibi, hakkı olan ölmüş ise, ona duâ, istigfâr edip,
çocuklarına, vârislerine verip ödemeli, bunlara iyilik yapmalıdır. Çocukları,
vârisleri bilinmiyorsa, mal ve diyet mikdarı parayı fakirlere, miskinlere sadaka
verip, sevâbını hak sâhibine ve eziyet yapılana niyet etmelidir. Hazret-i Ali
buyuruyor ki: Hazret-i Ebû Bekr doğru sözlüdür. Ondan işittim ki: "Resûlullah
efendimiz; "Günah işleyen biri, pişmân olur, abdest alıp namaz kılar ve günâhı
için istigfâr ederse, Allahü teâlâ, o günâhı elbette affeder. Çünkü, Allahü
teâlâ, Nisâ sûresi 109. âyetinde (meâlen); "Biri günah işler veya kendine zulm
eder, sonra pişmân olup, Allahü teâlâya istigfâr ederse, Allahü teâlâyı çok
merhâmetli, af ve magfiret edici bulur" buyurmaktadır." dedi." Bir hadîs-i
şerîfte; "Günâhı olan kimse, istigfâr ve tövbe eder, sonra bu günâhı tekrar
yapar, sonra yine istigfâr söyler, tövbe eder. Üçüncüye yine yapar ve yine tövbe
ederse, dördüncü olarak yapınca, büyük günah yazılır." buyruldu. Bir hadîs-i
şerîfte; "Müsevvifler helâk oldu" buyruldu. Yâni, ileride tövbe ederim diyenler,
tövbeyi geciktirenler ziyân etti. Lokman Hakîm, velî veya peygamber idi. Oğluna
nasîhat ederek; "Oğlum, tövbeyi yarına bırakma! Çünkü, ölüm ansızın gelip
yakalar" dedi. İmâm-ı Mücâhid buyuruyor ki: "Her sabah ve akşam tövbe etmeyen
kimse, kendine zulmeder." Abdullah ibni Mübârek buyurdu ki: "Haram olarak ele
geçen bir kuruşu, sâhibine geri vermek, yüz kuruş sadaka vermekden daha sevâbdır."
Âlimlerimiz buyuruyor ki: "Haksız alınan bir kuruşu sâhibine geri vermek, kabûl
olan altı yüz nâfile hacdan daha sevabdır" Yâ Rabbî! Kendimize zulm ettik. Bize
acımaz, af etmezsen, hâlimiz pek fenâ olur."
Anadolu’da yetişen büyük
velîlerden Neccârzâde Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Bütün müslümanların günahlarına tövbe etmesi lâzım ve zarûrîdir.
Ölünceye kadar dâimâ tövbe ve istiğfâr etmek lâzımdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı
kerîmde müminlerin tövbe etmesini emr buyuruyor. İstiğfârdan murâd tövbedir.
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâm hadîs-i şerîfde buyurdu ki:
“Allahü teâlâya tövbe
ediniz. Ben her gün yüz defâ tövbe ediyorum.” Mahlûkâtın efendisi hiç günâhı
olmadığı, mâsûm ve pâk olduğu hâlde böyle yaparsa biz her hâlükârda tövbe ve
istiğfâra muhtâcız. Sonra kul hayâtı boyunca günâh ve kusûrdan, gafletten ve
yüksek makamlardan mahrûm kalma hâllerinden kurtulamaz. Tövbe ile ilgili diğer
bir incelik de şudur ki: Bütün günâhları terkedip hakîkî tövbe etmedikçe noksan
yapılan tövbe kemâle ermek için kâfî gelmez. Çünkü günâhlar sebebiyle kalbde
hâsıl olan karartılar ve lekeler, Allah yolunda ilerlemeye mâni olurlar. Bütün
günâhlara tövbe etmek lâzımdır.”
Büyük ve meşhûr
velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri şöyle anlatır: "Bir gün Sırrî-yi
Sekatî'nin yanına gittim. Onu üzgün gördüm. "Neden böyle üzgünsünüz?" diye
sordum. Sırrî-yi Sekatî; "Yanıma bir delikanlı geldi. Benden tövbenin ne
olduğunu izah etmemi istedi. Ben de; "Günahını unutma." diye cevap verdim. O
genç ona îtiraz ederek; "Hayır! Belki tövbe, günahını unutmak ve bir daha
yapmamaktır." dedi. Ben de buna üzüldüm." deyince, ben de; "Benim kanâatim de,
gencin kanâati gibidir." dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi Sekatî sebebini sordu.
Ben de; "Allahü teâlâ bana, işlediğim günahıma tövbe etmemi nasip ettiği zaman,
tövbe hâlinde günahı hatırlamak günah olmaz mı?" dedim. Bunun üzerine Sırrî-yi
Sekatî sükût etti.
Büyük velîlerden Mevlânâ
hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri'nın huzûruna bir kimse bir günah işleyip, tövbe etmeden çıksa,
gelenin durumunu hemen keşfederek; "Allahü teâlânın velî kullarının huzûruna
temiz olmayan kalb ile gelmeyiniz. Bu kötü hâlleri bırakın, güzel bir tövbe
ederek göz yaşları akıtın ki, günah kirleri yıkansın. Evliyânın huzûruna,
günahlarınıza tövbe ve istigfâr etmiş olarak girip, onların yüzlerine Allahü
teâlânın rızâsı için muhabbetle bakınız ki, onların feyz ve bereketlerinden
istifâde edesiniz" buyururdu. Böylece, onların işlediği günahları söylemeden,
yüzlerine vurmadan nasîhat ederdi.
Evliyânın büyüklerinden
Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin yanına bir ihtiyar
gelip, Allah’a tövbe etmek istediğini bildirdi. Ona buyurdu ki: “İyi ama, keşke
tövbe etmek için bu zamâna kadar beklemeseydin.” O kimse: “Öyle ama, yine de
ölmeden önce geldiğim için erken gelmiş sayılırım.” dedi. Şakîk-i Belhî; “Hoş
geldin ve ne iyi ettin.” buyurdu. Bunun üzerine o kimse tövbe etti ve
tövbesinden vazgeçmedi.
Yine buyurdular ki: “İleride
tövbe ederim diye günaha devam edenler, daha yaşarız ümidiyle, tövbeyi
geciktirenler, hattâ, Allahü teâlânın azâbını düşünmeyip, rahmetini ümid ederek
tövbe etmeyenler, çok büyük gaflet ve felâket içindedirler.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tövbenin doğru ve makbûl olmasının alâmetleri:
Tekrar o günahı işlemeye sebeb olabilecek kimselerden uzak durmak. Lüzumsuz
lâfları terk etmek. Allahü teâlâyı inkâr edenlerle görüşmemek. Hayr ve sevap
yapmak. İşlemiş olduğu günahtan dolayı çok pişmân olup yaptığı tövbeyi bozmamak.
İşlediği günahta kul hakkı varsa, hak sâhibine iâde etmek. Allahü teâlâ için
olmayan her şeyi kalbinden çıkarmaktır.”
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin gidip geldiği, evinde
yemek yediği bir zâtın olduğu rivâyet olunmuştur. Şam dışında bir handa
kalıyordu. Bu zât bir türlü Yûsuf-i Kâmitî’ye talebe olmuyordu. Bir gece, ayı,
yıldızları, gökyüzünün güzelliklerini seyretti. Kalbinde bir değişiklik, bir
incelik hissetti. Allahü teâlânın nîmetlerinden gâfil olduğunu düşündü. Tövbe
etti. Sabah olunca, Yûsuf-i Kâmitî bunun yanına geldi. Bu da geceki hâlini
anlattı. Yûsuf-i Kâmitî; “Yalan söyleyen, çirkin ve zelîl olsun!” buyurdu. O zât
“Âmin!” dedi. Bir müddet sonra, o zâtın yanına kötü insanlar geldi. O da
bunların tesiriyle, tövbe etmeden önceki hâline döndü. Sabah olunca, Yûsuf-i
Kâmitî gelerek buna; “Ey zavallı! Sana yazıklar olsun. Biz sana, yalan söyleyen
çirkin ve zelîl olsun demedik mi? Sen de buna “Âmin!” demedin mi? Çok zarar
edeceksin. Hüsrâna düşeceksin. Sermâyeni kaybedeceksin. Yatak üzerinde bir sene
kalacaksın.” dedi. Nitekim kısa zamanda bu kimsenin işleri bozuldu. Hanımı vefât
etti. Çocukları onu terketti. Kendisi, hayır sâhiplerinin elinde kaldı. Çok
şiddetli bir hastalığa yakalandı. Bir sene boyunca yataktan hiç kalkmamak üzere
hasta yattı. Sonra yakınlarına; “Beni, Yûsuf-i Kâmitî’nin geçeceği yolun üzerine
yatırınız.” dedi. Onlar da, Yûsuf-i Kâmitî’nin geçeceği yol üzerine bunu
yatırdılar. O da, oradan geçerken bunu gördü. Yanında durup; “Ey filân! Kendini,
hâlini nasıl buluyorsun?” dedi. “Ey efendim! Tövbe üzereyim. Tövbe ettim.” dedi.
Yûsuf-i Kâmitî; “Şimdi tövbe ediyorsun. Yine tövbenden döneceksin değil mi?”
buyurunca; “Hayır! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allahü teâlâya yemîn ederim
ki, tövbemden dönmeyeceğim.” dedi. Yûsuf-i Kâmitî; “Allahü teâlâdan dilerim ki,
seni bu hâlden eski sıhhatine kavuştursun ve hâlini hayra tebdîl eylesin
(çevirsin!)” buyurup gitti. Bundan sonra, bir senedir hiç ayağa kalkamamış olan
bu kimse ayağa kalkıp evine gitti. O hastalığından hiçbir eser kalmadı. Yûsuf-i
Kâmitî’nin duâsı bereketi ile sayısız nîmetlere kavuştu ve önde gelen
talebelerinden oldu.
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı
Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Allahü teâlâ,
günâhlarına pişman olup, tövbe edenleri sever.”
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri Beykoz
taraflarındayken bir gün elinde kemanla serseri serseri dolaşan birini gördü.
Fısk ve günah içindeydi. Başını o kişiden yana çevirdiler ve hizmetçisine; “Git
o zavallıyı çağır buraya gelsin.” buyurdular. Bundan sonrasını hizmetçi şöyle
anlatır: “O çalgıcı kişinin yanına vardım ve ona; “Gel seni hocamız Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretleri istiyor.” dedim. Çalgıcı gülmeye başladı ve bana;
“Hocanız beni ne yapacakmış?” dedi. Ben de; “Bilmiyorum. Seni çağırmamı
söyledi.” dedim. Berâberce geldik. Ziyâeddîn hazretleri ona; “Yaklaş!” buyurup
kulağına gizlice bir şeyler fısıldadı. Bunun üzerine kemancı titreyip ağlamaya
başladı. Tövbeler etti. Sonra hocama talebe oldu. Dergâhta yıllarca sadâkatla
hizmet etti. Güzel hallere kavuştu. Lâkin Ziyâeddîn hazretlerinin ona gizlice ne
söylediğini kimse anlayamamıştı.”
Dergâhtaki talebeler bir gün
tövbekâr kemancıya; “Kardeşim! Hayli zamandır gizler durursun. Açıkla bu sırrı!”
dediler. Bunun üzerine o şöyle anlattı: “Önceleri bir zâtın talebesiydim. Lâkin
o zâtın etrâfındakiler bozuk inanışlı kimselerdi. Hocamsa îtikâdı düzgün temiz
birisiydi. Bid'atı sevmez, Allahü teâlâdan korkardı. Vefât edeceğinde bana;
“Oğlum! Seni Allahü teâlânın sâlih kullarına ısmarlıyorum. Âkıbetin iyi olacak.
Sakın evliyâyı inkâr etme!” buyurdu. Sonra vefât etti. Bunun üzerine ben bozuk
inanışlı kimselerden ayrıldım. Birçok yerler dolaştım. Lâkin nefsime uyup
serseri bir hâle düştüm. Çalgıcı oldum. Cenâb-ı Hak karşıma Ahmed Ziyâeddîn
Gümüşhânevî hazretlerini çıkardı. Beni de ona yaklaştırdı. Gümüşhânevî
hazretleri o gün gizlice kulağıma; “Oğlum! Hocan seni bize ısmarladı. Artık hak
yolu bizden öğrenirsin.” buyurdu. Bu sözü işitince hemen hocamın yıllar önce
bana söylediklerini hatırladım ve talebesi oldum. Allahü teâlâya şükürler olsun
ki kalb gözüm açıldı. Gönlüm Rabbimin sevgisiyle doldu. Yaptıklarıma candan
pişmanlık duydum. Şimdi hak yolu buldum. Rabbim bana hidâyet etti. Zîrâ nefsim
beni aldatmıştı. Ahmed Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri merhamet edip beni bu
zilletten kurtardı.”
Mısır’da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
buyurdular ki: “Her âzânın tövbesi vardır. Kalb ve gönlün tövbesi, şehveti terk
etmektir. Gözün tövbesi, harama bakmamaktır. Dilin tövbesi, fenâ söz
söylemekten, gıybet etmekten çekinmektir. Kulağın tövbesi, kötü sözleri
dinlememektir. Ayağın tövbesi, haram yerlere gitmekten kendini korumaktır.”
Yine buyurdular ki: “Tövbe
iki kısımdır: İnâbe tövbesi; kulun Allahü teâlâdan korkup tövbe etmesi. İsticâbe
tövbesi; kulun Allahü teâlâdan utanıp tövbe etmesidir.”
Mısır’da Muhakked bin İsmâil
isimli biri, çok güzel ve dillere destan evlere sâhipti. Bir gün yine güzel bir
ev yaptırmış ve başka bir eksiklik var mı diye etrâfında dolaşıyordu. O sırada
Zünnûn-i Mısrî hazretleri yanına geldi ve ona; “Ey mağrur, bu kadar emeği,
emânet olan bir dünyâ evine verdin. Ebedî evin olan Allahü teâlânın evine
(îmâna) ne emek verdin?” diye sordu. Sonra; “Bu dünyâda kendin için nasıl olsa
bir ev bulursun ve içinde oturursun. Fakat öbür dünyâda eğer şu dört hudut
arasında kendine bir ev yapmazsan hâlin perişân olur. Maazallah Cehennem’e
gidersin. O dört huduttan ilki; dünyâdaki fazla malı, ihtiyaç sâhiplerine
vermek, ikincisi; Allahü teâlâdan korkmak, üçüncüsü; Allahü teâlâyı ve O’nun
sevdiklerini sevmek, dördüncüsü ise; bütün musîbetler karşısında sabretmektir.
İşte bu dört hudut içindeki evi kendine al, o senin için yeterlidir. O hudutlar
arasında yer alan ev, Cennet evidir. Altında bal ve sütten sular akan
ırmaklarla, içinde istediğin her nîmet ve yiyecek vardır.” dedi. Bunun üzerine o
şahıs; “Ey efendi, ben çok günah işledim, onlara ne yapayım?” dedi. Zünnûn-i
Mısrî hazretleri; “Allahü teâlâ dilerse bütün günahları affeder. Yeter ki sen
cân u gönülden tövbe et.” deyince, adam ağlamaya başladı ve cân u gönülden tövbe
etti. Bütün evlerini satıp, parasını fakirlere dağıttı. Zünnûn-i Mısrî’nin
talebesi oldu. Bir süre sonra bu zât vefât etti. Kabre koyduklarının ertesi
gününde, kabrin üzerinde bir kâğıdın durduğunu gördüler. Üzerinde ise; “Zünnûn-i
Mısrî hazretlerinin söylediklerinin hepsi doğru çıktı. Cân u gönülden tövbe
ettiğim için, daha önce işlediğim bütün günahlarımı Allahü teâlâ affetti. Şimdi
altından ırmaklar geçen Cennet evindeyim.” diye yazıyordu.
Osmanlı âlim ve velîlerinin
en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin herkese öğüt ve nasîhat niteliğinde darb-ı mesel
hâlini almış kıt'a ve beyitleri vardır.
Duyup savt-i ilâhîden
sehergâh
Sadâ-yı âyet-i tûlû ilâllah
Uyup bilmezleriyle nefs-i
şâma
Hatâlar itmişüz
estagfirullah
Bu dörtlüğü tövbe husûsunda
söylenmiştir. |
|