İSTİĞFÂR – TÖVBE - 3
Hindistan'da
yetişen büyük velîlerden Abdülhâdî Bedevânî hazretleri bir ara İmâm-ı
Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtiraz
yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak,
yapdıklarına pişmân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî'nin mezun ettiği
talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed'e, bu tövbesini şöyle yazdı:
"Allahü teâlâ, Ahmed-i
Fârûkî'ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis
oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir
tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne
insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum
mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri
değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur."
Abdülhak-ı Dehlevî, kendi
çocuklarına da mektup yazarak:
"Ahmed-i Fârûkî'nin
sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç
bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur." dedi.
Abdülhak-ı Dehlevî'nin
tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili
Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca
gönderilen uydurma bir mektup yüzünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup
tövbe ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca Kur'ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ
açtığını ve; "Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd
ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!" ve; "Onlar Allahü teâlânın sevgili
kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı kalplerinden çıkarmazlar."
meâlindeki âyet-i kerîmelerin tesiri üzerine olduğunu haber vermişlerdir.
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine
kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti.
Suriye'de yetişen evliyâdan
Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir
sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdular:
Tövbe geçmiş günahları
pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on
güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir.
Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu
günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya
yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini
vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî
hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen
veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu.
Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk
etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil
istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd
eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi;
günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümid
etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip affını taleb
etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş
bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inanmaktır. Onuncusu; sâlih
amellere devâm etmektir.
Tövbeyi geciktirmemelidir.
Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin
îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allahü
teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir.
Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl
değildir."
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki "Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir
gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü'minlerin günahlarının keffâreti
tövbedir."
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Günah
işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde, cevaben;
"Bir kimse bir günahı yapıp,
sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı
geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha
dönmemesidir." buyurdular. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek
üzere yapılan tövbedir.
Mısır evliyâsından Seyyid
Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, talebesi Abdül'âl'ın,
tövbe-i nasûhun ne olduğunu sor- ması üzerine şöyle buyurdular: "Tövbenin
hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek,
affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o
günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi
temizlemekten ibârettir.
Horasan'ın büyük
velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan
bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe
etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."
"Üzerine farz olan
ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden
yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe
eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin
hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."
Horasan'da yetişen velîlerin
meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan
Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki:
"Tövbe; geçmişte yapılan günâh ve hatâya pişmân olmak ve onu, ondan sonra
terketmektir."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey îmân edenler, Yüce Allah'a nasuh tövbesi ile
tövbe ediniz." meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu
ki; "Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de
tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ
tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini
gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten
olmalıdır.
Meşhûr velîlerden ve akâid
imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Tövbe için bir özür olmaz. Bütün günâhkâr kullara ve âsilere tövbe farzdır.
Yaptıkları ister büyük, ister küçük günah olsun."
.
DÜNKÜ
GÜNAHINA TÖVBE ET!
Ârif-i Rîvegerî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Evliyâ-ı kirâmdan, şânı
büyük bir velî,
İlmiyle insanlara, oldu çok
fâideli.
Aslen Buhâralıdır, Rivgir'de
doğdu fakat,
Uzun bir ömür sürüp, o yerde
etti vefât.
Başladı küçük yaşta, din
ilmini tahsîle,
Zâhirî ilimlere, çalışırdı
zevk ile.
Hocası çok sever ve takdîr
ederdi onu,
Bilirdi onda büyük, bir
cevher olduğunu.
O yerde Abdülhâlık
Goncdüvânî nâmında,
Çok büyük bir velî de, var
idi o zamanda.
Lâkin "büyük" bilmezdi,
önceden kendisini,
Ve başka hocalardan, alırdı
hep dersini.
Bir gün Abdülhâlık-ı
Goncdüvânî'yi gördü,
Çarşıdan erzak almış, evine
dönüyordu.
Baktı ki taşıdığı, çantası
ağır gâyet,
Kalbinde bu velîye, duydu
büyük muhabbet.
Yükünü taşımakta, bir yardım
etmek için,
Edeble yaklaşarak, istedi
ondan izin.
Hazret-i Abdülhâlık, onun bu
teklîfini,
Derhal kabûl ederek, verdi
elindekini.
Berâber yürüyerek, geldiler
eve kadar,
Orada muhabbetle, etti ona
bir nazar.
Buyurdu ki: "Evlâdım, bir
saat sonra yine,
Bekliyorum seni ben, bu
öğlen yemeğine."
"Peki efendim" deyip,
ayrıldı ondan, fakat,
O anda kalbi sanki, yeniden
buldu hayat.
Onu gördükten sonra, bir
başka oldu hâli,
Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı
ilâhî.
Bir saat sonra tekrar, geldi
yine o zâta,
Berâber yemek yiyip, kavuştu
iltifâta.
O kadar bağlandı ki, bu
mübârek velîye,
O günden sonra artık,
gitmedi medreseye.
Çünkü aradığını, bulmuş idi
o artık,
Hiçbir şey görmüyordu,
olmuştu ona âşık.
Zîra onun kalbinden, feyz ve
nûrlar, o zaman,
Artık bunun kalbine,
akıyordu durmadan.
Lâkin o, medreseye,
gitmediğinden sebep,
Evvelki hocaları, kızarlardı
ona hep.
Ve hattâ bir tânesi, çok
baskı yapıyordu,
Ağır sözler söyleyip,
hakâret ediyordu.
Bir gün eski hocası,
rastladı ona yine,
Hakâretler ederek, dedi:
"Dön mektebine!"
Hâlbuki bir gün evvel,
mümine yakışmayan,
O bir günah işleyip, olmuştu
sonra pişman.
Ârif-i Rîvegerî, üstün
firâsetiyle,
Anlayıp, şöyle dedi, ona
kırık kalbiyle:
"Efendim, siz benimle,
uğraşacağınıza,
Oturup tövbe edin, dünkü
günâhınıza."
O bunu işitince, eyledi çok
taaccüb,
Günâhını düşünüp, utandı,
oldu mahcûb.
Bildi bu talebenin, yüksek
kerâmetini,
Anladı bu hâlinin, nereden
geldiğini.
O da Abdülhâlık-ı
Goncdüvânî'ye gidip,
Oldu bir talebesi, yanında
tövbe edip.
Bu velî göç edince, âhiret
âlemine,
Ârif-i Rîvegerî, geçti onun
yerine.
Mevlânâ hazretlerinin meşhûr
talebelerinden Ateşbâz Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ
hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini dilinden düşürmezdi. "Tövbe bineği ne acâib
binektir. Bir lâhzada sâhibini zeminden semâlara eriştirir."
Büyük velîlerden ve tâbiînin
meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Günahlarından vazgeçip, Allahü teâlâya tövbe edenlerle berâber oturunuz. Çünkü
onların kalbi, ince ve yumuşaktır.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle
anlatmıştır: "Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle oldu. "Âileme ve çocuklarıma
karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim çok fazla idi. Bir gün evimde otururken,
âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada âniden
kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi bırakıp Allah'a dönme zamânı daha
gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz
oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki
rekat namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Her
şeyden el çekip, Allahü teâlâya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rekât
namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş
vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Bir gün nasıl olduysa, bir vakit
namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sâhibi bir imâmı
vardı. Bana; "Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden
zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." dedi. Buna
karşılık imâma; "Zât-ı âliniz, hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı
ve parlak bir tuncum." dedim. Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap
verdi:
"Kalbinin yönünü aşk
pazarına çevir,
Demirin hâlis olması ateş
iledir."
Bu söz kalbime ziyâdesiyle
tesir etti ve içime öyle bir dert saldı, beni öyle bir aşka düşürdü ki bu aşk
ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar
açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir
şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi
olmak isterken, Allahü teâlânın inâyeti ile bir âyet-i kerîmede bildirildiği
gibi, Allahü teâlânın açtığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya
kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok tesir etti. Onlar da
benim bulduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü teâlâdan başka her
şeyi bırakıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktı. Allahü teâlâya sonsuz hamdü
senâlar olsun ki, bana inâyet-i Rabbânî, Allahü teâlânın yardımı erişti ve
maksadıma kavuşturdu." |