CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İSTİĞFÂR – TÖVBE - 3

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Abdülhâdî Bedevânî hazretleri bir ara İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazılarını beğenmez, îtiraz yazıları yazardı. Fakat, son zamanlarda, Allahü teâlânın inâyetine kavuşarak, yapdıklarına pişmân oldu. Tövbe etti. Hâce Muhammed Bâkî'nin mezun ettiği talebelerinden Mevlânâ Hüsâmeddîn Ahmed'e, bu tövbesini şöyle yazdı:

"Allahü teâlâ, Ahmed-i Fârûkî'ye selâmetler ihsân etsin! Bu fakîrin kalbi, şimdi ona karşı çok hâlis oldu. Beşeriyet perdeleri kalktı. Nefsin lekeleri temizlendi. Yol birliğini bir tarafa bırakalım, böyle bir din büyüğüne karşı durmamak, akıl îcâbı idi. Ne insafsızlık, ne câhillik etmişim. Şimdi kalbimde vicdânımda duyduğum mahcûbiyeti, ona karşı küçüklüğümü anlatamam. Kalbleri çevirmek, hâlleri değiştirmek, Allahü teâlâya mahsûstur."

Abdülhak-ı Dehlevî, kendi çocuklarına da mektup yazarak:

"Ahmed-i Fârûkî'nin sözlerine karşı îtirâzlarımın müsveddelerini yırtınız! Kalbimde ona karşı hiç bir bulanıklık kalmamıştır. Kalbim ona karşı hâlis olmuştur." dedi.

Abdülhak-ı Dehlevî'nin tövbesinin sebebi iyi bilinmiyor. Bu hususta bâzıları rüyâsında sevgili Peygamberimizin azarladığını, bâzıları da; yaptığı bu îtirazların düşmanlarca gönderilen uydurma bir mektup yüzünden olduğunu, gerçeği anlayınca pişman olup tövbe ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca Kur'ân-ı kerîmi, bu niyetle birkaç defâ açtığını ve; "Yalancı ise, zararı onadır. Doğru söylüyorsa, Allahü teâlâ vâd ettiklerinden bâzısını başınıza getirir!" ve; "Onlar Allahü teâlânın sevgili kullarıdır. Alış-verişte bile Allahü teâlâyı kalplerinden çıkarmazlar." meâlindeki âyet-i kerîmelerin tesiri üzerine olduğunu haber vermişlerdir.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetleriyle şereflendi. Onun sâdık talebelerinden oldu. Teveccühlerine kavuşarak, feyz ve bereketlerinden istifâde etti.

Suriye'de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir sohbeti sırasında tövbe ile ilgili olarak şöyle buyurdular:

Tövbe geçmiş günahları pişmanlıkla terk etmek ve gelecekte yapmamaya azmetmektir. İşte bu hâl insana on güzel ahlâk ve hasleti kazandırır. Bu hasletlere tövbenin şartları denir. Birincisi; ikinci bir seferde günah işlememektir ki farzdır. İkincisi; tutulduğu günahları terk etmek ve işlediği için üzülmektir. Üçüncüsü; Allahü teâlâya yönelip kazâsı gereken ibâdetleri kazâ etmek, keffâreti gerekenin keffâretini vermek, kul hakkına âit iâdesi gerekeni yerine vermektir. Abdurrahmân Tâgî hazretleri; "Utancından dolayı gasb ettiği ve çaldığı malı sâhibine iâde etmeyen veya helâllaşmayanın zulüm ile ilgili tövbesi sahîh değildir." buyurdu. Dördüncüsü; yaptığından pişmanlık duymak ve hattâ ağlayarak suçunu idrâk etmektir. Beşincisi; istikâmeti düzeltmek için bütün tedbirleri almak, bilfiil istikâmet yoluna girmek, ölünceye kadar istikâmetten ayrılmamayı azimle kasd eylemektir. Altıncısı; günahlarının âkibetinden korkmaktır. Yedincisi; günahlardan vaz geçtiği için affedilmek ve cenâb-ı Hakk'ın mağfiretini ümid etmektir. Sekizincisi; dergâh-ı ilâhiyede günahlarını îtirâf edip affını taleb etmektir. Dokuzuncusu; günahları Allahü teâlânın takdîri ve adâleti ile olmuş bilmek ve Allahü teâlânın tövbeyi nasîb ettiğine inanmaktır. Onuncusu; sâlih amellere devâm etmektir.

Tövbeyi geciktirmemelidir. Tövbenin zamânı, ruh gargarayı geçmeyinceye kadardır. Gargarayı geçince kâfirin îmânı kabul olmadığı gibi müminin tövbesi de makbûl değildir. "Muhakkak Allahü teâlâ kulun tövbesini cân gargaraya gelmeden önce kabûl eder." hadîs-i şerîftir. Nihâyet can boğazına çıkınca ne kâfirin îmânı, ne de müminin tövbesi kabûl değildir."

Evliyânın meşhurlarından ve Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki "Semâ tavanının seyyâreleri olduğu gibi, her bir gaflet ve hatânın da bir keffâreti vardır. Mü'minlerin günahlarının keffâreti tövbedir."

Evliyânın meşhûrlarından Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Günah işlendiğinde, yapılacak en faydalı iş nedir?" denildiğinde, cevaben;

"Bir kimse bir günahı yapıp, sonra onu gözünün önüne getirip, ölünceye kadar, ben Rabbimin emrine niçin karşı geldim, niçin bu günâhı işledim? diye pişman olup, bir daha, öyle bir günaha dönmemesidir." buyurdular. İşte bu, tövbe-i nasûh, yâni bir daha günaha dönmemek üzere yapılan tövbedir.

Mısır evliyâsından Seyyid Ahmed-i Bedevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, talebesi Abdül'âl'ın, tövbe-i nasûhun ne olduğunu sor-   ması üzerine şöyle buyurdular: "Tövbenin hakikati, geçmiş günahlara pişman olmak, gelecekte olacağa istigfâr etmek, affını istemektir. İşlenen günâha tamamen pişman ve bîzâr olmak, bir daha o günahı işlememeye cânu gönülden azmetmek ve bu çeşit bir tövbe ile kalbi temizlemekten ibârettir.

Horasan'ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe, müslüman olsun olmasın, her akıllı kimsenin ihtiyâcı olan bir şeydir. Bir iş yapan ve onun kötü olduğunu gören herkesin pişman olup, tövbe etmesi vâcib olur. Tövbe etmezse kendine zulüm etmiş olur."

"Üzerine farz olan ilimlerden bir meseleyi öğrenmek insana, bütün dünyâdaki kazançların hepsinden yapacağı ve ele geçireceği altın ve gümüşlerinden daha iyi ve üstündür. Tövbe eden ve etmeyen herkese, ilim öğrenmekten daha iyi hiçbir şey yoktur. İşlerin hepsi ilim ile doğru olur ve ilimsiz hiçbir iş yapılmaz."

Horasan'da yetişen velîlerin meşhurlarından, tefsîr, kırâat, hadîs, fıkıh ve tasavvuf âlimi olan Alâüddevle Semnânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tövbe; geçmişte yapılan günâh ve hatâya pişmân olmak ve onu, ondan sonra terketmektir."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey îmân edenler, Yüce Allah'a nasuh tövbesi ile tövbe ediniz." meâlindeki Tahrim sûresinin sekizinci âyetini açıklarken buyurdu ki; "Bu âyet-i kerîmede hem işâret, hem de müjde vardır. Tövbeden dönseniz de tövbe ediniz demesi işârettir. Müjde ise tövbenin kabûlüdür. Çünkü Allahü teâlâ tövbeyi kabûl etmeyecek olsaydı, bunu emretmezdi. Emretmesi kabûl etmesini gösteriyor. Ancak tövbe dilden değil, gerçekten kusurunu bilerek kalpten olmalıdır.

Meşhûr velîlerden ve akâid imâmı Amr bin Osman Mekkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tövbe için bir özür olmaz. Bütün günâhkâr kullara ve âsilere tövbe farzdır. Yaptıkları ister büyük, ister küçük günah olsun."

 

.

DÜNKÜ GÜNAHINA TÖVBE ET!

Ârif-i Rîvegerî (rahmetullahi teâlâ aleyh)

 

Evliyâ-ı kirâmdan, şânı büyük bir velî,

İlmiyle insanlara, oldu çok fâideli.

 

Aslen Buhâralıdır, Rivgir'de doğdu fakat,

Uzun bir ömür sürüp, o yerde etti vefât.

 

Başladı küçük yaşta, din ilmini tahsîle,

Zâhirî ilimlere, çalışırdı zevk ile.

 

Hocası çok sever ve takdîr ederdi onu,

Bilirdi onda büyük, bir cevher olduğunu.

 

O yerde Abdülhâlık Goncdüvânî nâmında,

Çok büyük bir velî de, var idi o zamanda.

 

Lâkin "büyük" bilmezdi, önceden kendisini,

Ve başka hocalardan, alırdı hep dersini.

 

Bir gün Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'yi gördü,

Çarşıdan erzak almış, evine dönüyordu.

 

Baktı ki taşıdığı, çantası ağır gâyet,

Kalbinde bu velîye, duydu büyük muhabbet.

 

Yükünü taşımakta, bir yardım etmek için,

Edeble yaklaşarak, istedi ondan izin.

 

Hazret-i Abdülhâlık, onun bu teklîfini,

Derhal kabûl ederek, verdi elindekini.

 

Berâber yürüyerek, geldiler eve kadar,

Orada muhabbetle, etti ona bir nazar.

 

Buyurdu ki: "Evlâdım, bir saat sonra yine,

Bekliyorum seni ben, bu öğlen yemeğine."

 

"Peki efendim" deyip, ayrıldı ondan, fakat,

O anda kalbi sanki, yeniden buldu hayat.

 

Onu gördükten sonra, bir başka oldu hâli,

Zîrâ kaplamış idi, onu aşk-ı ilâhî.

 

Bir saat sonra tekrar, geldi yine o zâta,

Berâber yemek yiyip, kavuştu iltifâta.

 

O kadar bağlandı ki, bu mübârek velîye,

O günden sonra artık, gitmedi medreseye.

 

Çünkü aradığını, bulmuş idi o artık,

Hiçbir şey görmüyordu, olmuştu ona âşık.

 

Zîra onun kalbinden, feyz ve nûrlar, o zaman,

Artık bunun kalbine, akıyordu durmadan.

 

Lâkin o, medreseye, gitmediğinden sebep,

Evvelki hocaları, kızarlardı ona hep.

 

Ve hattâ bir tânesi, çok baskı yapıyordu,

Ağır sözler söyleyip, hakâret ediyordu.

 

Bir gün eski hocası, rastladı ona yine,

Hakâretler ederek, dedi: "Dön mektebine!"

 

Hâlbuki bir gün evvel, mümine yakışmayan,

O bir günah işleyip, olmuştu sonra pişman.

 

Ârif-i Rîvegerî, üstün firâsetiyle,

Anlayıp, şöyle dedi, ona kırık kalbiyle:

 

"Efendim, siz benimle, uğraşacağınıza,

Oturup tövbe edin, dünkü günâhınıza."

 

O bunu işitince, eyledi çok taaccüb,

Günâhını düşünüp, utandı, oldu mahcûb.

 

Bildi bu talebenin, yüksek kerâmetini,

Anladı bu hâlinin, nereden geldiğini.

 

O da Abdülhâlık-ı Goncdüvânî'ye gidip,

Oldu bir talebesi, yanında tövbe edip.

 

Bu velî göç edince, âhiret âlemine,

Ârif-i Rîvegerî, geçti onun yerine.

 

Mevlânâ hazretlerinin meşhûr talebelerinden Ateşbâz Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini dilinden düşürmezdi. "Tövbe bineği ne acâib binektir. Bir lâhzada sâhibini zeminden semâlara eriştirir."

Büyük velîlerden ve tâbiînin meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Günahlarından vazgeçip, Allahü teâlâya tövbe edenlerle berâber oturunuz. Çünkü onların kalbi, ince ve yumuşaktır.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: "Tövbe edip, tasavvufa yönelişim şöyle oldu. "Âileme ve çocuklarıma karşı kalbimde sevgi ve muhabbetim çok fazla idi. Bir gün evimde otururken, âileme ve çocuklarıma pek fazla iltifât ve muhabbet gösterdim. Bu sırada âniden kulağıma gizli bir ses geldi. "Her şeyi bırakıp Allah'a dönme zamânı daha gelmedi mi?" denildi. Bu sesi duyunca hâlim değişiverdi. Oturduğum yerde duramaz oldum. Hemen yakındaki nehre gidip, elbisemi yıkadım ve gusl ettim. Sonra iki rekat namaz kıldım. Bir daha günah işlememek üzere tam bir tövbe yaptım. Her şeyden el çekip, Allahü teâlâya döndüm. Nice seneler kıldığım o iki rekât namazın arzusundayım. Bu yola girdikten sonra Zeyvertûn köyünde oturdum. Beş vakit namazımı bu köyün câmisinde kılıyordum. Bir gün nasıl olduysa, bir vakit namazı cemâatle kılmayı kaçırmışım. Câminin, âlim ve takvâ sâhibi bir imâmı vardı. Bana; "Ben seni, ibâdet meydanının safını dolduran erlerinden zannederdim. Meğer sen, saf dolduran er değil, saf kıran imişsin." dedi. Buna karşılık imâma; "Zât-ı âliniz, hakkımda böyle düşünüyorsunuz, fakat ben yaldızlı ve parlak bir tuncum." dedim. Böyle deyince, imâm efendi şu beyti okuyarak cevap verdi:

 

"Kalbinin yönünü aşk pazarına çevir,

Demirin hâlis olması ateş iledir."

 

Bu söz kalbime ziyâdesiyle tesir etti ve içime öyle bir dert saldı, beni öyle bir aşka düşürdü ki bu aşk ile kararsız kaldım. Bundan sonra Allahü teâlâ bana lütuf ve kereminden kapılar açtı. Önceki dostlarımdan birkaçı, bir gece yoluma çıktılar. Bana her biri bir şeyler söyledi. Böylece benim kendilerine uymam için çok uğraştılar. Onlara tâbi olmak isterken, Allahü teâlânın inâyeti ile bir âyet-i kerîmede bildirildiği gibi, Allahü teâlânın açtığı kapıyı kapatmaya ve kapamış olduğu kapıyı açmaya kimsenin gücü yetmez dedim. Bu söz, eski dostlarıma çok tesir etti. Onlar da benim bulduğum yola girdiler. Benim bütün gayretim, Allahü teâlâdan başka her şeyi bırakıp, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaktı. Allahü teâlâya sonsuz hamdü senâlar olsun ki, bana inâyet-i Rabbânî, Allahü teâlânın yardımı erişti ve maksadıma kavuşturdu."