İSTİĞFÂR – TÖVBE - 1
İslâmiyetin ilk asırlarında
yetişen velîlerden Ali bin Abdullah bin Abbâs (rahmetullahi teâlâ aleyh)
uzun boylu, heybetli, güzel yüzlü bir zât idi. Sesi gür ve çok tesirliydi.
Allahü teâlâdan af ve merhâmet husûsunda Peygamber efendimizin şu hadîs-i
şerîfini bildirdi: "Kim istiğfâra iyi sarılırsa, Allahü teâlâ, onu her türlü
keder ve sıkıntıda bir ferahlık ve rahatlık, darlık zamânında ise, çıkış ihsân
eder. Onu, kendisine yetecek şekilde rızıklandırır."
Tâbiîn tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
vâzında şöyle buyurdular ki: Günâhı çok yapıyorsunuz. Halbuki istiğfârı çok
yapmalısınız. Çünkü, insan âhirette, amel defterinde iki satır arasında istiğfâr
görünce çok sevinir."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bir hatâ işlediğiniz zaman istigfâr edin, hatâda ısrâr helâk olmaya sebeptir.
Bir kimse geçim darlığı çekiyorsa istigfâra devam etsin."
Yine buyurdular ki: "Bir
kimse, sevdiği bir malının elinde devamlı kalmasını isterse, ona baktıkça, "Mâşâallah,
lâ havle velâ kuvvete illâ billâh (yâni, Allah'ın dilediği olur, kuvvet
O'nundur) desin!"
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
sık sık şöyle nasihat ederdi: "Çok istiğfâr ve Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah, okuyunuz. Kalpteki vesveselerden ve günahlardan uzaklaşmak için çok
faydalıdır."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Kâdı Muhammed Zâhid (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Bir yandan Allahü teâlânın emirlerine uymayıp, bir yandan da, "Estagfirullah,
Estagfirullah" demek, istigfâr değildir. İstigfârın mânâsı; Allahü teâlânın
emirlerine uymak, yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Allahü teâlânın rahmetine
ve magfiretine yol açacak sebeplere yapışmak lâzımdır. Zulüm ve isyân gibi
işleri yapmaktan sakınmalıdır."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rah-
metullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: “Bir ümmet içerisinde, her gün, yirmi beş kişi Allahü teâlâya, yirmi beş
defâ istiğfâr ederse (bağışlanmalarını dilerse), umûma âit azabla Allahü teâlâ,
onları cezâlandırmaz.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) çok defâ şöyle
derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir
başka istiğfâra muhtaçtır."
Evliyâdan ve büyük İslâm
âlimlerinden Vekî' bin Cerrâh (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri;
birisi kendisine eziyet etse, hemen oracıkta oturur, çok üzülür ve; "Eğer Allahü
teâlâya karşı bir günah işlemeseydim, Allahü teâlâ bunu başıma musallat
etmezdi." der, istigfâra başlar, cenâb-ı Hakka günahını bağışlaması için
yalvarırdı.
.
TÖVBE BİR HAZÎNEDİR
Ahmed Nâmıkî Câmî,
ümmîydi gerçi fakat,
Kitap yazıp herkese, ederdi
çok nasihat.
Tövbe etmek hakkında,
buyurdu: "Ey insanlar,
Büyük bir hazînedir,
günahlara istigfâr.
Hak teâlâ buyurdu: "Tövbe
edin hepiniz,
Ancak tövbe etmekle,
kurtulabilirsiniz."
Benim tövbe edecek, bir
hâlim yoktur demek,
Müslümana yakışan, bir söz
olmasa gerek.
Şöyle ki, rağbet etse, bir
insan bu dünyâya,
O, her bir nefesinde, her an
girer günaha.
Zîrâ Peygamberimiz, şöyle
buyurmuşlardır:
"Dünyâya düşkün olmak,
günahların başıdır."
Bir saatte, bin nefes, insan
alıp veriyor,
Bu, yirmi dört saatte, yirmi
dört bin oluyor.
İşte bu nefesleri, kul
alırsa gafletle,
Yâni sarılmış ise, dünyâya
muhabbetle.
Ve bir günah işleyip,
üzülmüyorsa şâyet,
Onun her nefesine, yazılır
bir mâsiyet.
Bir günde yirmi dört bin,
günah eder bu ise,
Demek ki tövbe etmek, ne
kadar lâzım bize.
Eğer tövbe edersek,
şartlarına uyarak,
Günahları sevaba, çevirir
cenâb-ı Hak.
İstiğfârın üç şartı, vardır
ki onlar şudur:
Birincisi, günaha, gönülden
pişman olur.
İkincisi, Allaha, tövbe eder
diliyle,
Üçüncüsü, o işi, terk eder
bedeniyle.
Kul, böyle hâlisâne, tövbe
ederse şâyet,
Hak teâlâ o kulu, eder af ve
mağfiret.
.
Yerdeki hayvanâtla,
göklerdeki melekler,
Onun iyiliğine, her an duâ
ederler.
Tövbeyi, sırf günahta, lâzım
bilme kendine,
İbâdet yapınca da, lâzımdır
tövbe yine.
İbâdeti beğenmek, olur gurur
ve kibir,
Bu dahî günah olup, tövbeyi
gerektirir.
İslâma hizmetini, bilirse
kendisinden,
Hemen tövbe istiğfâr, lâzım
olur peşinden.
Bir âlim, kendisini,
gayriden bilse iyi,
Bu da bir günah olup,
gerektirir tövbeyi.
İnsan her adımını, atarken
bile hattâ,
"Günah işlerim" diye,
titremeli âdetâ.
Köle, efendisine, hizmette
etse kusûr,
Ona, mükâfat değil, elbette
cezâ olur.
Kul da, Rabbine karşı, bir
kusûr işlemekten,
Korkmalı, titremeli,
Cehennem'e düşmekten.
Hâlis kul, bu korkuyla,
geçirir günlerini,
Îdâma mahkûm olmuş, biri
görür kendini.
İşlediği günahlar,
hâtırından çıkmaz hiç,
Bunun ızdırabıyle, bulamaz
huzûr, sevinç
Azâba yakalanmak, korku
endişesiyle,
Geceleri kalkarak ağlar hep
göz yaşıyle.
Günahım af olmazsa, ne olur
hâlim acep?
Diye düşünerekten, göz
yaşları döker hep.
O kulun bu hâline, gıpta
eder melekler,
Öğünür onun ile, basıp
geçtiği yerler,
Oturup kalkar ise, bir
toprak üzerine,
Diğer yerlere karşı, öğünür
o da yine.
Bir su veya dereden,
geçtiğinde, o sular,
Ederler onun için, heran
tövbe istiğfâr."
İŞİ
GECİKTİRMEYİN
Bekr
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Şam şehrinde yetişen, büyük
bir evliyâdır,
Şaşılacak yüzlerce,
kerâmetleri vardır.
Güzel ahlâk sâhibi, üstün
bir velî idi,
Herkesçe sevilir ve çok
hürmet edilirdi.
Bir gün Şam'ın kâdısı,
binerek hayvanına,
Hayvanını durdurup, ona
baktı bir zaman.
Zîrâ hazret-i
Berk'in, hâli çok
mânidardı,
Bir elinde kalın ve büyük
bir sopa vardı.
Bir hırka duruyordu, önünde
hem o zaman,
O hırkaya şiddetle,
vuruyordu durmadan.
Her vuruşta, hırkadan,
kanlar fışkırıyordu,
Vurdukça çıkan kanlar,
etrâfa sıçrıyordu.
Sanki harp ediyordu,
düşmanla hazret-i Berk,
Kendinden geçiyordu, "Allah
Allah" diyerek.
Hayretten dona kaldı, o an
kâdı efendi,
O hal sona erince, yaklaşıp
suâl etti.
Dedi ki: "Ey efendim, ne idi
o hâliniz?
Hikmetini bana da, lütfen
söyler misiniz?"
Buyurdu: "Kâfirlerle,
müminlerden bir ordu,
Falan yerde tutuşmuş, çetin
harp ediyordu.
Müminler zayıf idi, yardım
ettim onlara,
Çok şükür müslümanlar, gâlip
geldi küffâra.
Eğer yetişmeseydim,
yardımına onların,
Hezîmeti olurdu, bu harp
müslümanların.
Kâfirlerin halleri, çok
fenâdır şu anda,
Ve küffâr kanlarıydı, o
fışkıran kanlar da."
Şam kâdısı duyunca, hazret-i
Berk'ten bunu,
Anladı bu kimsenin, hâl ehli
olduğunu.
O günün târihini, not etti
bir kenara,
Müslümanlar dönünce, sordu
bunu onlara.
Onlar da hâdiseyi, şöylece
anlattılar,
Dediler: "Kuvvetliydi, kat
be kat bizden onlar.
Mağlup oluyorduk ki,
neredeyse küffâra,
Havada çok heybetli, bir zât
gördük o ara.
Elindeki sopayla, düşmana
vurdu, vurdu,
Vurdukça küffâr kanı, etrafa
sıçrıyordu.
Onun yarıdmı ile, düşmana
gâlip geldik,
Lâkin o zât kim idi, onu hiç
bilemedik."
Şam kâdısı dedi ki: "O,
hazret-i Berk idi,
Size tâ Şam şehrinden,
yardıma gelmiş idi.
Derdi ki: "Ey insanlar,
sakın gaflet etmeyin,
Tövbe ve istiğfârı, bir an
gecktirmeyin.
"Sonra tövbe ederim",
derseniz bu gün eğer,
Nasib olmayabilir, âni gelir
eceller.
İşi, biraz sonraya,
bırakmayın ki aslâ,
Böyle geciktirenler, pişmân
olur pek fazla.
Zîrâ buyurmuştur ki, bir gün
Nebiyy-i zîşân;
"Sonraya bırakanlar, elbette
eder ziyân."
Aklı olan, dünyâda, gelmeden
henüz ecel,
Ölüm ve Âhirete, hazırlanır
mükemmel.
Bilir ki dünya fânî,
ebedîdir âhiret,
Esas âhiret için, gösterir
fazla gayret."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Günâhlara tövbe etmeyi geciktirmek, Allahü teâlâya karşı mağrûr olmak, kibirli
olmaktır." |