CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İSTANBUL

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün sed kenarında hasır koltuklarında İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek; "Şu İstanbul ne garip belde! İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı bulabilir." buyurdular.

Sinop evliyâsından, şehîd ve mücâhid Seyyid Bilâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Peygamber efendimizin; "İstanbul elbette feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel kumandan ve onu feth eden asker ne güzel askerdir." hadîs-i şerîfindeki müjdesine kavuşmak ve o büyük şehri İslâm beldelerinin sınırları içine katmak isteyenlerden birisi de Halîfe Ömer bin Abdülazîz idi. Halîfe bu düşünce ile bir gün ordu komutanlarını ve devlet ileri gelenlerini sarayında toplantıya çağırdı ve onlara şöyle dedi:

"İslâmı gönderen Allahü teâlâ nasıl olsa onu koruyacak ve muzaffer edecektir. Yalnız biz de ona hizmet vazîfesinden mutlaka sorulacağız. İslâm ordularının Anadolu'ya açılmasına Bizans engeldir. Bu sebeple de İstanbul'un fethi gecikmektedir. Dördüncü defâ onu kuşatmamıza rağmen bir türlü feth edemedik. Peygamber efendimizin müjdesi gerçekleşecek, bir gün surlar mutlaka yıkılacak ama, ben istiyorum ki bu şerefe biz nâil olalım. Yeniden sefer düzenleyip surları bir defâ daha sarsmak istiyorum. Bu seferle belki o yüce Habîbin müjdesine muvaffak olabiliriz. Ordularımızın muzafferiyeti için sizlerin de görüşlerinizi almak istiyorum."

Herkese seferin nasıl olması gerektiği ve sefer hazırlıkları hakkında görüşlerini belirttikten sonra Seyyid Bilâl hazretleri ayağa kalktı. Uzun boylu, geniş omuzlu, heybet ve vakar sâhibi bir zâttı. Herkes onu bir ordu komutanı olmasından ziyâde Peygamber efendimizin torunu olduğu için seviyor, hürmet ediyordu. O heybetli olduğu kadar mütevâzi de idi. Yavaş yavaş ve tâne tâne şöyle konuştu:

"Ey Emîrül-Mü'minîn! Ben ordumuza yeni kuvvetlerin katılmasında fayda görüyorum. Bunun için Orta Asya'dan cesur Türk savaşçılarını toplamayı arzu ederim. Türklerin savaşçılıklarının çok üstün olması inkâr edilmez bir gerçektir. Bu da İstanbul'un fethinde çok işimize yarayacaktır." Halîfe bu teklife çok sevinerek, Seyyid Bilâl'e şöyle dedi: "Çok doğru söylersin yâ Seyyid! Bunu hiç düşünmemiştim. Bu işin başına seni getiriyorum. Ordumuzun bir kolu Akdeniz'den, diğer kolu ise Anadolu üzerinden İstanbul'a yürüyecektir. Biz İstanbul'a ulaşıncaya kadar sen de Karadeniz'den yeni savaşçılarınla bize katılırsın. İnşâallah surların önünde buluşuruz. İstediğin kadar at, adam ve erzak alabilirsin." Bundan sonra Halîfe-i müslimîn ile Seyyid Bilâl hazretleri baba-oğul gibi birbirlerine sarılıp helalleştiler.

Böylece 675 senesinde merkezde ordu hazırlıklar yaparken, Seyyid Bilâl de yanına birkaç yiğit alıp Horasan'a doğru at sürdü. İran yaylalarını geçiyorlarken eşkıyâlar yollarını kesti. Yapılan çarpışmada yol kesiciler perişan oldular, reisleri esir düştü. Seyyid Bilâl ve yanındakiler, bütün Orta Asya'yı yer yer dolaşıp gönüllü savaşçılar topladılar. Gittiği her yerde İstanbul'un fethinin öneminden bahsetti ve Peygamber efendimizin müjdesini bildirdi. Kısa zamanda gözü pek, kalbi îmânla dolu yiğitlerden sanki ikinci bir ordu kurdu. Karadeniz limanlarında yeni kadırgalar inşâ ettirdi. Niyetleri en kestirme yol olan denizden kısa zamanda İstanbul önlerine varmaktı. Ancak deniz yolculuğu ümid ettikleri gibi çıkmadı. Yola çıktıktan birkaç gün sonra şiddetli bir yağmur ve fırtınaya yakalandılar. Karadeniz'in güçlü dalgaları gemileri öyle bir savurmaya başladı ki, Orta Asya'nın bahadır yiğitleri deniz havasına alışık olmadıklarından ümitsizlik içinde kalmışlardı. Seyyid Bilâl hazretlerinin metâneti, güven ve îtimât telkin edici sözleri olmasa hepsi kendilerini çoktan ölmüş sayacaklardı. Seyyid Bilâl onlara: "Korku kadınlara, ümitsizlik de kâfirlere mahsustur. Siz ise Allah yolunda nice çölleri, geçit vermeyen dağları aşan cengâver mücâhidlerin torunlarısınız. Allahü teâlânın dînine hizmet edenin yardımcısı Allah'tır. Hak yolda cihâd edene O'nun yardım ve inâyeti haktır ve muhakkaktır. Ümitvâr olun, cenâb-ı Hakk'a güvenin kardeşlerim."

Seyyid Bilâl hazretleri bundan sonra ellerini semâya doğru kaldırarak gözyaşları içerisinde şöyle yalvardı: "Ey içimizi dışımızı bilen yüce Rabbim! Senin büyüklüğünün karşısında küçüldük, kapında kul olduk. Gönlümüzdeki ümitleri bu denizde boğma. Ümitsizliğe düşürüp karanlıkta koyma. Bizleri yalnız bırakma. Her şeyimizle sana emânetiz. Sen ise emâneti en güzel koruyansın!" Gâziler âmin diyerek ellerini yüzlerine sürerken, gözcünün; "Kara göründü." diye bağırdığı duyuldu. Bunun üzerine gâziler hep birden şükür secdesine vardılar.

Güçlükle sığındıkları yer Sinop limanı olup gemiler, hastalar bakıma muhtaç bir haldeydi. Seyyid Bilâl hazretleri, eski kölelerden Zeyd, Buhârâlı Ömer ve Semerkantlı Buğra isimli üç mücâhidi alarak ve kardeşi Ali Ekber'i yerine vekil bırakarak karaya çıktı. Etrâfı yüksek kulelerle çevrili olan kalede şehrin vâlisi olan tekfurla görüştü. Ona fırtınada gemilerinin hasar gördüğünü, dolayısıyla bakıma alınmaları gerektiğini, ayrıca kendilerinin de dinlenmeye ihtiyaçları olduğunu bildirip belli bir vergi karşılığında bu işleri görünceye kadar müsâade edilmesini istedi.

Bir kese altın karşılığı tekfurla anlaşan ve her türlü emniyet ve güvenleri için söz verilmesinden sonra saraydan ayrılan Seyyid Bilâl ve berâberindekiler, kendilerine tahsis edilen alana döndüler. Çadırlar kuruldu. Hastalara sıcak yiyecekler ve içecekler hazırlandı.

Diğer taraftan tekfur, müsâade vermiş olmasına rağmen müslümanları göz hapsinde tutuyor ve kuvvetleri hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu... Güneyden Arapların, doğudan Türklerin zaman zaman Anadolu'ya yaptıkları akınlar sebebiyle zâten tedirgin olan tekfur, verdiği sözde durmak ve belli bir süre sonra konakladıkları yerden ayrılmalarına müsâade etmek yerine, bir baskınla işlerini bitirmeyi düşündü. Bir gece, en nişancı ve savaşçı askerlerini seçerek, zırhlı elbiselerle kuşandırdı. Havanın da karanlık olmasından faydalanarak gece yarısından sonra saldırıya geçti.

Seyyid Bilâl hazretleri ve askerleri, neye uğradıklarını bile anlayamadılar. Onlar, vergisini ödedikleri bir yerde kendilerini güvenlikte sanmışlardı. Tekfurun kalleşlik yapacağını tahmin etmemişlerdi.

Çıkan çatışmada birçok mücâhid, pür silâh ve zırhlı kâfirlere karşı kahramanca karşı koydu ise de, sonunda bir bir düşüp şehîd oldu. Saatlerce çarpışan Seyyid Bilâl hazretleri ise pekçok kâfiri öldürdükten sonra tekfur tarafından şehîd edildi. Tekfur bir kılıç darbesiyle Seyyid Bilâl hazretlerinin mübârek başını gövdesinden ayırdı. Ancak o anda Seyyid Bilâl hazretleri mübârek başlarını alıp koltuğunun altına kıstırdı ve bu hâliyle tekfura yöneldi. Tekfur, gördüklerine bir süre inanamadı. Sonra da müthiş bir korku içerisinde kaçmaya başladı.

Seyyid Bilâl hazretleri birkaç adım daha yürüyüp yere düştü. Rûhu, büyük dedesi Resûl-i ekreme kavuşmuştu.

Tekfur, daha sonra çatışmayı durdurdu. Karşısındakinin alelâde birisi olmadığını, bilâkis ermiş veya ulu bir kişi olabileceğini anlamakta gecikmedi. Askerlerine dönüp bağırdı:

"Her şey bitti artık. Yaralıların yaraları derhal sarılsın. Müslüman ölüler, dinlerinin gerektiği gibi gömülsün!"

Aradan günler, haftalar ve aylar geçmesine rağmen tekfur, günlerce bu olayın tesirinde kalıp, azâbla kıvrandı durdu... Yatıyor; Seyyid Bilâl hazretlerinin, kesik başıyla yürümesi gözlerinin önüne geliyor, uyuyamıyordu... Uyusa, rüyâlarında hep aynı hâdise ile karşılaşıyordu... Gündüzleri hayâlinde, geceleri düşünde hep o vardı.

Bu duruma daha fazla dayanamadı ve bir gün sarayında din adamlarıyla bir toplantı yaparak hâdisenin yorumunu istedi. Cevâbında kendisine; "Allah'ın çok sevdiği bir kulun öldürüldüğü, onun kerâmet ehli bir kişi olduğu, kendisini affettirmesi gerektiği" söylenince de, Seyyid Bilâl hazretlerinin mezarının üstüne bir çatı örtülmesini, kendisinin öldüğü zaman ise onun kapı eşiğine gömülmesini, bu sûretle onu ziyârete gelenlerin çiğneyerek üzerinden geçmelerini istedi ve; "Belki o zaman affolunurum." dedi.

Vasiyeti gibi yapıldı ve tekfur, şehîd Seyyid Bilâl hazretlerinin kabr-i şerîfinin yanına defnedildi.

Şehir, mîlâdî 1214 yılında Selçuklu Sultanı Birinci İzzeddîn Keykavus tarafından zaptedildikten sonra Alâeddîn Keykubat döneminde yeniden îmâr ve inşâ edildi. Bu arada Sultanın ziyâreti sırasında Seyyid Bilâl hazretlerinin kabrinin yanına câmi ve türbe yapımı için ferman çıkartıldı. Kabr-i şerîfi yanında sürekli Kur'ân-ı kerîm okunması buyruldu.

Seyyid Bilâl hazretlerinin türbesi bugün de Sinoplular ve çevre illerden gelenler tarafından ziyâret olunmakta ve mübârek rûhu vesîle edilerek cenâb-ı Hak'tan af ve mağfiret niyâz edilmektedir.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunu Hâce Muhammed Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine; "Siz burada durunuz!" buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: "Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı. Sonra birdenbire gözden kayboldu."

Ubeydullah-ı Ahrâr daha sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında; "Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi. Zafer kazanıldı" buyurdu.

Bu hâdiseyi nakleden ve Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir: "Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya) gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam Ubeydullah-ı Ahrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; "O zâtın beyaz bir atı var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim. Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at üzerinde bir zât yanıma geldi; "Korkma!" buyurdu. Ben de; "Nasıl endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. "İşte bu ordu ile sana yardıma geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi gerçekleşti."

Evliyânın büyüklerinden Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Fâtih Sultan Mehmed Hanın İstanbul'u fethine dâir "Ey Şehinşâh-ı muazzam" diye başlayan bir kasîde yazmıştır. Bu kasîdesinde şöyle demektedir:

"Ey şehinşah-ı muazzam! Allahü tealâ seni korusun. Sûre-i İnnâfetahnâ senin rehberin olsun... Şeref Hanın kalesi senin hududunun içinde olsun. Güzel talihler ve güzel bahtlar senin olsun. Felek senin lehine dönsün. Acemin devlet adamları senin hizmetçilerin olsun. Bütün devletler senin işâretinle yönetilsin. Bütün dünya senin bir kıvılcımınla aydınlansın...

Senin hükmün yalnız Tebriz ve Kürdistan'da kalmasın. Horasan şahı gibi yüz şah senin hükmün altına girsin. Gerçi sen dört iklimde (Söğüt-Bursa-Edirne-İstanbul) saltanat tahtına geldin. Yedi iklimin pâdişâhları sana selâma dursunlar. Sultanlığın çimeni senin bağın olsun. Hakanlığın gülistanı senin gülzârın olsun. Senin mükerrem emrine az bir karşı gelenler, değil kılıcın senin küçük bir keskin (hançerin) onun öldürülmesine yetsin. Ne kadar devlet reisi varsa hepsi sana tâbi olsunlar. Her akıllı olan kimse senin emrine uysun... Her kimin kalbinde bir murâdı varsa, senin dergâhına başvursun. Kim hatırlı birisine ricâda bulunmak isterse senin hatırına başvursun. Her kim ki bu devlete cânı gönülden bağlı olmazsa şekâvet ehlinin misâli senin kahrına uğrasınlar.

...Ömrün o kadar uzun olsun ki çok sâlik (evliya, rehber) ve mücedditler senin zamânından gelip geçsinler.

Her kim ki sana cânı gönülden duâ etmezse, senin kaydınla bağlı olsun ve okunun hedefi olsun.

Mollanın kasdı ve duâsı cânu gönülden şudur ki, senin emrin altında ve hizmetkârın olsun..."

Kasîdelerinde tasavvufî mevzûlara çok yer vermiş ve bu mevzûları gâyet güzel anlatmıştır. Sade dil ile anlatmak istediğini gâyet veciz, kısa cümle ve beytlerle hoş bir tarzda ifâde etmiştir. Dîvânda her bölümün beytleri, alfabetik sıraya göre aynı harfle bitmektedir.

Ahmed Cezerî bir rubâîsinde şöyle demektedir:

 

Mumun başı ışık vermez,

Eğer gönülden perhiz tutmazsa,

Aşk kadehinden zevk almaz,

Ruh kendisini kötülüklerden sakınmazsa.

 

Bu şiirinde; mum ve fitil misâli gibi maddî ve mânevî her türlü kötülüklerden sakınmadıkça, insanın saâdete kavuşamayacağını dile getirmektedir.