İSTANBUL
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün sed kenarında hasır koltuklarında
İstanbul'a doğru bakarlarken yanındakilere dönerek; "Şu İstanbul ne garip belde!
İnsan mümin olmak için de, kâfir olmak için de burada her vâsıtayı, her imkânı
bulabilir." buyurdular.
Sinop evliyâsından, şehîd ve
mücâhid Seyyid Bilâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Peygamber
efendimizin; "İstanbul elbette feth olunacaktır. Onu feth eden kumandan ne güzel
kumandan ve onu feth eden asker ne güzel askerdir." hadîs-i şerîfindeki
müjdesine kavuşmak ve o büyük şehri İslâm beldelerinin sınırları içine katmak
isteyenlerden birisi de Halîfe Ömer bin Abdülazîz idi. Halîfe bu düşünce ile bir
gün ordu komutanlarını ve devlet ileri gelenlerini sarayında toplantıya çağırdı
ve onlara şöyle dedi:
"İslâmı gönderen Allahü
teâlâ nasıl olsa onu koruyacak ve muzaffer edecektir. Yalnız biz de ona hizmet
vazîfesinden mutlaka sorulacağız. İslâm ordularının Anadolu'ya açılmasına Bizans
engeldir. Bu sebeple de İstanbul'un fethi gecikmektedir. Dördüncü defâ onu
kuşatmamıza rağmen bir türlü feth edemedik. Peygamber efendimizin müjdesi
gerçekleşecek, bir gün surlar mutlaka yıkılacak ama, ben istiyorum ki bu şerefe
biz nâil olalım. Yeniden sefer düzenleyip surları bir defâ daha sarsmak
istiyorum. Bu seferle belki o yüce Habîbin müjdesine muvaffak olabiliriz.
Ordularımızın muzafferiyeti için sizlerin de görüşlerinizi almak istiyorum."
Herkese seferin nasıl olması
gerektiği ve sefer hazırlıkları hakkında görüşlerini belirttikten sonra Seyyid
Bilâl hazretleri ayağa kalktı. Uzun boylu, geniş omuzlu, heybet ve vakar sâhibi
bir zâttı. Herkes onu bir ordu komutanı olmasından ziyâde Peygamber efendimizin
torunu olduğu için seviyor, hürmet ediyordu. O heybetli olduğu kadar mütevâzi de
idi. Yavaş yavaş ve tâne tâne şöyle konuştu:
"Ey Emîrül-Mü'minîn! Ben
ordumuza yeni kuvvetlerin katılmasında fayda görüyorum. Bunun için Orta Asya'dan
cesur Türk savaşçılarını toplamayı arzu ederim. Türklerin savaşçılıklarının çok
üstün olması inkâr edilmez bir gerçektir. Bu da İstanbul'un fethinde çok işimize
yarayacaktır." Halîfe bu teklife çok sevinerek, Seyyid Bilâl'e şöyle dedi: "Çok
doğru söylersin yâ Seyyid! Bunu hiç düşünmemiştim. Bu işin başına seni
getiriyorum. Ordumuzun bir kolu Akdeniz'den, diğer kolu ise Anadolu üzerinden
İstanbul'a yürüyecektir. Biz İstanbul'a ulaşıncaya kadar sen de Karadeniz'den
yeni savaşçılarınla bize katılırsın. İnşâallah surların önünde buluşuruz.
İstediğin kadar at, adam ve erzak alabilirsin." Bundan sonra Halîfe-i müslimîn
ile Seyyid Bilâl hazretleri baba-oğul gibi birbirlerine sarılıp helalleştiler.
Böylece 675 senesinde
merkezde ordu hazırlıklar yaparken, Seyyid Bilâl de yanına birkaç yiğit alıp
Horasan'a doğru at sürdü. İran yaylalarını geçiyorlarken eşkıyâlar yollarını
kesti. Yapılan çarpışmada yol kesiciler perişan oldular, reisleri esir düştü.
Seyyid Bilâl ve yanındakiler, bütün Orta Asya'yı yer yer dolaşıp gönüllü
savaşçılar topladılar. Gittiği her yerde İstanbul'un fethinin öneminden bahsetti
ve Peygamber efendimizin müjdesini bildirdi. Kısa zamanda gözü pek, kalbi îmânla
dolu yiğitlerden sanki ikinci bir ordu kurdu. Karadeniz limanlarında yeni
kadırgalar inşâ ettirdi. Niyetleri en kestirme yol olan denizden kısa zamanda
İstanbul önlerine varmaktı. Ancak deniz yolculuğu ümid ettikleri gibi çıkmadı.
Yola çıktıktan birkaç gün sonra şiddetli bir yağmur ve fırtınaya yakalandılar.
Karadeniz'in güçlü dalgaları gemileri öyle bir savurmaya başladı ki, Orta
Asya'nın bahadır yiğitleri deniz havasına alışık olmadıklarından ümitsizlik
içinde kalmışlardı. Seyyid Bilâl hazretlerinin metâneti, güven ve îtimât telkin
edici sözleri olmasa hepsi kendilerini çoktan ölmüş sayacaklardı. Seyyid Bilâl
onlara: "Korku kadınlara, ümitsizlik de kâfirlere mahsustur. Siz ise Allah
yolunda nice çölleri, geçit vermeyen dağları aşan cengâver mücâhidlerin
torunlarısınız. Allahü teâlânın dînine hizmet edenin yardımcısı Allah'tır. Hak
yolda cihâd edene O'nun yardım ve inâyeti haktır ve muhakkaktır. Ümitvâr olun,
cenâb-ı Hakk'a güvenin kardeşlerim."
Seyyid Bilâl hazretleri
bundan sonra ellerini semâya doğru kaldırarak gözyaşları içerisinde şöyle
yalvardı: "Ey içimizi dışımızı bilen yüce Rabbim! Senin büyüklüğünün karşısında
küçüldük, kapında kul olduk. Gönlümüzdeki ümitleri bu denizde boğma. Ümitsizliğe
düşürüp karanlıkta koyma. Bizleri yalnız bırakma. Her şeyimizle sana emânetiz.
Sen ise emâneti en güzel koruyansın!" Gâziler âmin diyerek ellerini yüzlerine
sürerken, gözcünün; "Kara göründü." diye bağırdığı duyuldu. Bunun üzerine
gâziler hep birden şükür secdesine vardılar.
Güçlükle sığındıkları yer
Sinop limanı olup gemiler, hastalar bakıma muhtaç bir haldeydi. Seyyid Bilâl
hazretleri, eski kölelerden Zeyd, Buhârâlı Ömer ve Semerkantlı Buğra isimli üç
mücâhidi alarak ve kardeşi Ali Ekber'i yerine vekil bırakarak karaya çıktı.
Etrâfı yüksek kulelerle çevrili olan kalede şehrin vâlisi olan tekfurla görüştü.
Ona fırtınada gemilerinin hasar gördüğünü, dolayısıyla bakıma alınmaları
gerektiğini, ayrıca kendilerinin de dinlenmeye ihtiyaçları olduğunu bildirip
belli bir vergi karşılığında bu işleri görünceye kadar müsâade edilmesini
istedi.
Bir kese altın karşılığı
tekfurla anlaşan ve her türlü emniyet ve güvenleri için söz verilmesinden sonra
saraydan ayrılan Seyyid Bilâl ve berâberindekiler, kendilerine tahsis edilen
alana döndüler. Çadırlar kuruldu. Hastalara sıcak yiyecekler ve içecekler
hazırlandı.
Diğer taraftan tekfur,
müsâade vermiş olmasına rağmen müslümanları göz hapsinde tutuyor ve kuvvetleri
hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu... Güneyden Arapların, doğudan Türklerin
zaman zaman Anadolu'ya yaptıkları akınlar sebebiyle zâten tedirgin olan tekfur,
verdiği sözde durmak ve belli bir süre sonra konakladıkları yerden ayrılmalarına
müsâade etmek yerine, bir baskınla işlerini bitirmeyi düşündü. Bir gece, en
nişancı ve savaşçı askerlerini seçerek, zırhlı elbiselerle kuşandırdı. Havanın
da karanlık olmasından faydalanarak gece yarısından sonra saldırıya geçti.
Seyyid Bilâl hazretleri ve
askerleri, neye uğradıklarını bile anlayamadılar. Onlar, vergisini ödedikleri
bir yerde kendilerini güvenlikte sanmışlardı. Tekfurun kalleşlik yapacağını
tahmin etmemişlerdi.
Çıkan çatışmada birçok
mücâhid, pür silâh ve zırhlı kâfirlere karşı kahramanca karşı koydu ise de,
sonunda bir bir düşüp şehîd oldu. Saatlerce çarpışan Seyyid Bilâl hazretleri ise
pekçok kâfiri öldürdükten sonra tekfur tarafından şehîd edildi. Tekfur bir kılıç
darbesiyle Seyyid Bilâl hazretlerinin mübârek başını gövdesinden ayırdı. Ancak o
anda Seyyid Bilâl hazretleri mübârek başlarını alıp koltuğunun altına kıstırdı
ve bu hâliyle tekfura yöneldi. Tekfur, gördüklerine bir süre inanamadı. Sonra da
müthiş bir korku içerisinde kaçmaya başladı.
Seyyid Bilâl hazretleri
birkaç adım daha yürüyüp yere düştü. Rûhu, büyük dedesi Resûl-i ekreme
kavuşmuştu.
Tekfur, daha sonra çatışmayı
durdurdu. Karşısındakinin alelâde birisi olmadığını, bilâkis ermiş veya ulu bir
kişi olabileceğini anlamakta gecikmedi. Askerlerine dönüp bağırdı:
"Her şey bitti artık.
Yaralıların yaraları derhal sarılsın. Müslüman ölüler, dinlerinin gerektiği gibi
gömülsün!"
Aradan günler, haftalar ve
aylar geçmesine rağmen tekfur, günlerce bu olayın tesirinde kalıp, azâbla
kıvrandı durdu... Yatıyor; Seyyid Bilâl hazretlerinin, kesik başıyla yürümesi
gözlerinin önüne geliyor, uyuyamıyordu... Uyusa, rüyâlarında hep aynı hâdise ile
karşılaşıyordu... Gündüzleri hayâlinde, geceleri düşünde hep o vardı.
Bu duruma daha fazla
dayanamadı ve bir gün sarayında din adamlarıyla bir toplantı yaparak hâdisenin
yorumunu istedi. Cevâbında kendisine; "Allah'ın çok sevdiği bir kulun
öldürüldüğü, onun kerâmet ehli bir kişi olduğu, kendisini affettirmesi
gerektiği" söylenince de, Seyyid Bilâl hazretlerinin mezarının üstüne bir çatı
örtülmesini, kendisinin öldüğü zaman ise onun kapı eşiğine gömülmesini, bu
sûretle onu ziyârete gelenlerin çiğneyerek üzerinden geçmelerini istedi ve;
"Belki o zaman affolunurum." dedi.
Vasiyeti gibi yapıldı ve
tekfur, şehîd Seyyid Bilâl hazretlerinin kabr-i şerîfinin yanına defnedildi.
Şehir, mîlâdî 1214 yılında
Selçuklu Sultanı Birinci İzzeddîn Keykavus tarafından zaptedildikten sonra
Alâeddîn Keykubat döneminde yeniden îmâr ve inşâ edildi. Bu arada Sultanın
ziyâreti sırasında Seyyid Bilâl hazretlerinin kabrinin yanına câmi ve türbe
yapımı için ferman çıkartıldı. Kabr-i şerîfi yanında sürekli Kur'ân-ı kerîm
okunması buyruldu.
Seyyid Bilâl hazretlerinin
türbesi bugün de Sinoplular ve çevre illerden gelenler tarafından ziyâret
olunmakta ve mübârek rûhu vesîle edilerek cenâb-ı Hak'tan af ve mağfiret niyâz
edilmektedir.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunu Hâce Muhammed
Kâsım'dan şöyle nakledilmiştir: "Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, bir gün öğleden
sonra, âniden atının hazırlanmasını istedi. Atı hazırlanınca, binip
Semerkant'tan süratle çıktı. Talebelerinden bir kısmı da ona tâbi olup, tâkib
ettiler. Biraz yol aldıktan sonra Semerkant'ın dışında bir yerde talebelerine;
"Siz burada durunuz!" buyurdu. Sonra atını Abbâs Sahrâsı denilen sahrâya doğru
sürdü. Talebeleri arasında Mevlânâ Şeyh adıyla tanınmış bir talebesi, bir müddet
daha peşinden gidip tâkib etmişti. Bu talebesi şöyle anlattı: "Hâce Ubeydullah-ı
Ahrâr hazretleri ile sahrâya vardığımızda, atını sağa sola sürmeye başladı.
Sonra birdenbire gözden kayboldu."
Ubeydullah-ı Ahrâr daha
sonra evine döndüğünde, talebeleri nereye ve niçin gittiğini sorduklarında;
"Türk Sultânı Sultan Muhammed Hân (Fâtih), kâfirlerle harbediyordu. Benden
yardım istedi. Ona yardım etmeye gittim. Allahü teâlânın izniyle gâlib geldi.
Zafer kazanıldı" buyurdu.
Bu hâdiseyi nakleden ve
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin torunu olan Hâce Muhammed Kâsım, babası Hâce
Abdülhâdî'nin şöyle anlattığını nakletmiştir: "Bilâd-ı Rûm'a (Anadolu'ya)
gittiğimde, Sultan Muhammed Fâtih Hânın oğlu Sultan Bâyezîd Hân, bana, babam
Ubeydullah-ı Ahrâr'ın şeklini ve şemâilini târif etti ve; "O zâtın beyaz bir atı
var mıydı?" diye sordu. Ben de târif ettiği bu zâtın, babam Ubeydullah-ı Ahrâr
olduğunu ve beyâz bir atının olup, bâzan ona bindiğini söyledim. Bunun üzerine
Sultan Bâyezîd Hân, bana şöyle anlattı: Babam Sultan Muhammed Fâtih Hân bana
şunları dedi: "İstanbul'u fethetmek üzere savaştığım sırada, harbin en şiddetli
bir ânında, Şeyh Ubeydullah-ı Ahrâr Semerkandî'nin imdâdıma yetişmesini istedim.
Şekil ve şemâilini târif ederek şu vasıfta ve şu şekilde ve beyaz bir at
üzerinde bir zât yanıma geldi; "Korkma!" buyurdu. Ben de; "Nasıl
endişelenmeyeyim, küffâr çok." dedim. Ben böyle söyleyince, elbisesinin yeninden
bakmamı söyledi. Baktım, büyük bir ordu gördüm. "İşte bu ordu ile sana yardıma
geldim. Şimdi sen falan tepenin üzerine çık, üç defâ kös vur ve orduna hücûm
emri ver." buyurdu. Emirlerini aynen yerine getirdim. O da bana gösterdiği
ordusuyla hücûma geçti. Böylece düşman hezîmete uğradı. İstanbul'un fetih işi
gerçekleşti."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed Cüzeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Fâtih Sultan Mehmed Hanın
İstanbul'u fethine dâir "Ey Şehinşâh-ı muazzam" diye başlayan bir kasîde
yazmıştır. Bu kasîdesinde şöyle demektedir:
"Ey şehinşah-ı muazzam!
Allahü tealâ seni korusun. Sûre-i İnnâfetahnâ senin rehberin olsun... Şeref
Hanın kalesi senin hududunun içinde olsun. Güzel talihler ve güzel bahtlar senin
olsun. Felek senin lehine dönsün. Acemin devlet adamları senin hizmetçilerin
olsun. Bütün devletler senin işâretinle yönetilsin. Bütün dünya senin bir
kıvılcımınla aydınlansın...
Senin hükmün yalnız Tebriz
ve Kürdistan'da kalmasın. Horasan şahı gibi yüz şah senin hükmün altına girsin.
Gerçi sen dört iklimde (Söğüt-Bursa-Edirne-İstanbul) saltanat tahtına geldin.
Yedi iklimin pâdişâhları sana selâma dursunlar. Sultanlığın çimeni senin bağın
olsun. Hakanlığın gülistanı senin gülzârın olsun. Senin mükerrem emrine az bir
karşı gelenler, değil kılıcın senin küçük bir keskin (hançerin) onun
öldürülmesine yetsin. Ne kadar devlet reisi varsa hepsi sana tâbi olsunlar. Her
akıllı olan kimse senin emrine uysun... Her kimin kalbinde bir murâdı varsa,
senin dergâhına başvursun. Kim hatırlı birisine ricâda bulunmak isterse senin
hatırına başvursun. Her kim ki bu devlete cânı gönülden bağlı olmazsa şekâvet
ehlinin misâli senin kahrına uğrasınlar.
...Ömrün o kadar uzun olsun
ki çok sâlik (evliya, rehber) ve mücedditler senin zamânından gelip geçsinler.
Her kim ki sana cânı
gönülden duâ etmezse, senin kaydınla bağlı olsun ve okunun hedefi olsun.
Mollanın kasdı ve duâsı cânu
gönülden şudur ki, senin emrin altında ve hizmetkârın olsun..."
Kasîdelerinde tasavvufî
mevzûlara çok yer vermiş ve bu mevzûları gâyet güzel anlatmıştır. Sade dil ile
anlatmak istediğini gâyet veciz, kısa cümle ve beytlerle hoş bir tarzda ifâde
etmiştir. Dîvânda her bölümün beytleri, alfabetik sıraya göre aynı harfle
bitmektedir.
Ahmed Cezerî bir rubâîsinde
şöyle demektedir:
Mumun başı ışık vermez,
Eğer gönülden perhiz
tutmazsa,
Aşk kadehinden zevk almaz,
Ruh kendisini kötülüklerden
sakınmazsa.
Bu şiirinde; mum ve fitil
misâli gibi maddî ve mânevî her türlü kötülüklerden sakınmadıkça, insanın
saâdete kavuşamayacağını dile getirmektedir. |