İNSAN - 4
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü
teâlâ, bâzılarını kendi hizmetinde bulundurur. Bâzılarına kendi muhabbetini
verir. Her ikisine de imdâd-ı ilâhî gelmiştir. Bunlar, Rabbinin ihsânıdır. İsrâ
sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbinin ihsânı, hiç kimseden men edilmiş
değildir." buyruldu.
Yine buyurdular ki:
"İhtiyâcını sakın O'ndan başkasından isteme! Sana gelen, O'ndan gelir. O'ndan
başkasından nasıl istenir ki? O'ndan başkası kendi ihtiyâcını gideremezken,
kendisinden isteyenin ihtiyâcını nasıl görsün, istediğini versin?"
"Senin ibâdetinin O'na
faydası olmadığı gibi, isyânının da hiçbir zararı yoktur. İbâdetleri, iyilikleri
emir, günah ve kötülükleri yasak etmesi, hep senin içindir."
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanı terbiye etmek, ona
ihsânda bulunmaktan daha hayırlıdır."
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İyi insanların,
bütün varlığı ile bağlı olduğu murâdı, maksadı, Allahü teâlâ olmalıdır. Doğru,
sâdık, kimselerle arkadaş olmalıdır. Açlık, iyi insanın gıdâsı, ibâdet rûhunun
süsüdür."
Harput'ta yetişen meşhur
velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan
Allahü teâlânın nîmetlerini düşünse, bunların şükrünü nasıl yerine
getireceğinden hayret eder. Şükrünü tam mânâsı ile edâ etmek mümkün değildir.
Allahü teâlâ, emirlerine itâat ve yasaklarından kaçma gibi azıcık bir şeyden
râzı oluyor. Pekçok ikrâm ve ihsânda bulunuyor."
Edirne velîlerinden ve Rufâî
tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Her kişi kendini görüp bilmeye gelmiştir, görene, bilene ne
mutlu."
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şu üç
grup insan aslâ iflâh olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın
kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik
yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; "Eğer
benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabûl görseydi, ben bu
dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim." diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden
mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet,
hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine
getiremezler."
Büyük velîlerden Mansûr
bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan ölünce malını
vârisler, canını melek-ül-mevt alır, etini kurtlar yer. Kemiklerini toprak
çürütür. İyiliklerini ve sevaplarını da hasımları alır. Bunlar olacak, Allahü
teâlâ îmânımızı şeytanın çalmasından bizi muhâfaza etsin."
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “İnsan, iki ortağın birbirini hesâba çekmesinden daha şiddetli
olarak kendisini hesâba çekmedikce, tam müttakîlerden (takvâ sâhibi) olamaz.”
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanları
şu iki husus felâkete sürükler. Biri, farzları bırakıp, nâfilelerle uğraşmak ve
böylece farzları kaçırmak. İkincisi, kalbin gaflete dalıp, âzâların yaptığı işin
farkında olmaması.”
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile
değildir."
"İnsan her neye kavuşursa,
başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."
"İnsandan bu fânî dünyâda
istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."
"Allahü teâlâ insanı beyhûde
yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse
ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla
mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu
yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın
gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."
Tokat velîlerinden
Mustafa Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsana lâzım
olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına
uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.
ŞEREFLİ
İNSAN
Mutarrif bin Abdullah,
Tâbiîn-i izâmdan,
Âlim ve takvâ ehli, evliyâ-yı
kirâmdan.
Güzel elbise giyer, iyi ata
binerdi,
Nasîhat vermek için,
sultanlara giderdi.
Allah korkusu ile, hesap
verme derdinden,
Dâim hüzünlü olup, geçiyordu
kendinden.
Öyle fazla idi ki, onun bu
endîşesi,
“Keşke toprak olsaydım”, idi
hep düşüncesi.
Son derece sabırlı, tevekkül
ehliydi pek,
Her dert ve musibete,
katlanırdı severek.
Genç yaşında bir oğlu, vefât
etti bir zaman,
Bu kederli hâlini, gizledi
insanlardan.
Sakalını tarayıp, giydi
güzel elbise,
Râzı oldu Allah'ın, takdîri
her ne ise.
Gördü ki bu hâline, şaşırdı
bâzı kişi,
Dedi: “Hoş ve güzeldir,
Rabbimizin her işi.”
Yapabilmesi için, daha iyi
ibâdet,
Gece uykularına, verirdi
ehemmiyet.
Buyururdu: “Yatsıyı, kılınca
hemen yatmak,
Sabaha, boynu bükük, kırık
kalb ile kalkmak,
Daha iyi geliyor, bana şöyle
etmekten,
Çok ibâdet yapıp da, kendini
beğenmekten.”
Derdi: “Kulun aynıysa, dışı
gibi, içi de,
Rabbimiz buyurur ki, “Gerçek
kul budur işte.”
İnsanlara hizmeti, vazîfe
biliyordu,
“Dünyâda en kârlı iş, işte
budur” diyordu.
Kimseyi gıybet etmez,
dinlemezdi de hattâ,
Derdi ki: “Bu korkunç bir,
hastalıktır âdetâ.”
Dünyâ çıkarı için, olursa
kitap yazan,
Böylelere nasîhat, ederdi
çoğu zaman.
Derdi ki: “Âhirette, böyle
olan kimseler,
Bu yaptıkları için, çok
pişmanlık çekerler.
Derler: “Ateş olsaydı, yazan
kalemlerimiz.
Aslâ dokunmasaydı, onlara
ellerimiz.”
Bilin ki îmân ile, ölmekten
daha fazla,
Kıymeti hâiz olan, bir nîmet
olmaz aslâ.
İhlâs ile, zevk ile, ibâdet
eylemeli,
Her tâatin peşinden, yine
tövbe etmeli.
Bir yıl hacca gitmişti, duâ
etti: “Yâ Rabbî,
Yoktur bu toplulukta,
günahkâr, benim gibi.
Benim günahım ile, reddetme
bu hüccâcı,
Onların hürmetine, kabûl
eyle bu haccı.”
Hâlbuki herkes onu, vesîle
ediyordu,
Onun hatırı için, Allah'tan
istiyordu.
Derdi ki: “Görse insan, sırf
kendi günâhını,
Vakit bulmaz görmeye,
başkasının aybını.
Her derdini Rabbine, arz
eyliyen bir insan,
Dünyâ ve âhirette, şeref
bulur her zaman.”
Evinde el sürdüğü, su ve
yemek kapları,
Zikrederdi onunla, duyardı
başkaları
Geceleyin yürürken, elindeki
bastonu,
Nûr saçardı etrâfa, tanırdı
herkes onu.
Kim girseydi yanına, keder
ve üzüntüyle,
Çıkardı huzûrundan, gülerek,
neşe ile.
Çünkü o, bahsetmezdi, aslâ
dünyâ işinden,
Söylerdi ölüm ile, Cehennem
ateşinden.
EN AHMAK
KİMSE
Ömer bin Abdülazîz,
bir sarhoş gördü yolda,
Yakalayıp bir cezâ,
verecekti orada.
Lâkin tam o sırada, hakaret
etti sarhoş,
O ise saldı onu, kaldı yine
başıboş.
Dediler ki: “Siz ona, cezâ
verecektiniz,
O hakâret edince, niçin
salıverdiniz?”
Buyurdu: “Sarhoş hâlde,
gördüm onu ilk defâ,
Dînin emri îcâbı, verecektim
bir cezâ,
O hakâret edince, öfke geldi
kendime,
Korktum nefsim karışır, bu
hâlis niyetime.”
Buyurdu: “Hak teâlâ, üç
kişiyi çok sever,
Birincisi odur ki, herkese
şefkat eder.
İkincisi, haklıyken, suçluyu
affedendir.
Üçüncüsü, kızgınken,
öfkesini yenendir.”
Bir gece, hânesinde,
misâfiri var iken,
Lâmbasının ışığı, azalmıştı
âniden.
Misâfirler dedi ki: “Yâ
Emîr-el müminîn!
Lâmbanın yağı bitmiş,
koyalım, izin verin.”
Buyurdu: “İş gördürmem,
kendi misâfirime,
Zîrâ bu, hiç yakışmaz, benim
mürüvvetime.”
Dediler: “Hizmetçiyi,
kaldıralım, o koysun”
Buyurdu: “Yeni yattı,
bırakın da uyusun.”
Sonra kalktı kendisi, yağ
koydu lâmbasına,
Şaştı herkes bu işi,
kendinin yapmasına.
Buyurdu ki: “Bu işi,
yapmadan da Ömer'dim,
Kalkıp yaptım, bakınız, yine
aynı Ömer'im.
İnsanın hayırlısı, Hak teâlâ
indinde
Tevâzu gösterendir, her bir
hareketinde.”
Bir gün tanıdıkları,
sordular kendisine:
“İnsanların içinde, en ahmak
kimdir?” diye.
Buyurdu: “Dünya için,
âhireti satandan,
Daha ahmak bir kişi, olamaz
insanlardan.”
Ömer bin Abdülazîz, bir gün
Hasan Basrî’ye,
Mektup yazdı “Bana bir,
nasîhat eyle” diye.
Buyurdu: “Bilesin ki, bu
dünyâ bir konaktır,
En büyük akıllılık, ona
aldanmamaktır.
Zîrâ onun üstünde,
yaşıyanlar ölürler,
Sonra yaptıklarının,
hesâbını verirler.
Eğer ki bu dünyâyı, üstün
tutsa bir kişi,
Zillet içinde yaşar, çetin
olur her işi.
Dünya zehir gibidir,
bilmiyenler onu yer,
O da o kimseleri, öldürür,
helâk eder.
Diriler ölülerden, hiç mi
ibret almıyor?
Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya
aldanıyor.
Her gün ayrı üzüntü, her gün
ayrı bir keder,
Râhata kavuşmadan, âniden
ölüp gider.
Zîrâ olmaz rahatlık, bu
dünyada kat’iyyen,
Rahatlık âhirette, olacak
ebediyyen.
İnsan düşünmez mi ki, bir
gün elbet ölecek,
Ne yaptıysa, tek be tek,
hesabını verecek.
Aklı olan yaşamaz, dünyâda
gaflet ile,
Aksi hâlde ne kadar, üzülse
azdır bile.
Dünyâya sarılanı, dünyâ hep
aldatmıştır,
Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü
katmıştır.
Dünyâda Allah için, çalışmak
dünyâ olmaz,
Müminin malı olur, lâkin
kalbine koymaz.”
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: “İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, rûhunu o hâl
üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtirâslı ve insanları çok
çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu.
Yanında otururken, onun duyup okuması için “Lâ ilâhe illallah” kelime-i
tevhîdini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.”
Yine buyurdular ki:
“İnsanlar iki sınıftır: Bir kısmı mümindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da
câhildir. Onu hiç karşına alma!”
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların hepsi Allahü teâlânın muhâfazası
altındadır. O, insanlar için bir şey dilerse, buna kimse mâni olamaz."
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine "İnsan, düşünce sâhibi olursa, her şeyden bir ders
alır."
Tâbiînin büyüklerinden,
meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"İnsanın sâlih olan çoluk çocuğuna, dünyâ sıkıntılarından korunacak kadar mal
bırakması, diğer şeylerden daha fazîletlidir."
Ehl-i sünnetin amelde dört
hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı
Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsanları tamamen râzı ve
memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün insanları kendinden hoşnut etmesi
mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi
olmalıdır.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın kıymeti; idrâkinin,
zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."
"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî
buyurdu ki: "Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret
göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler,
haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir."
Ubeydullah-ı Ahrâr
hazretleri insanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu
bildirerek, buyurdular ki: "Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka
hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna
götürdüler."
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanı Allahü
teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, âhireti aramakta
ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedî
olanı terkedip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terkedene ne kadar çok
şaşılır.”
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanlar zarûret diyerek, yiyecek
kazanma peşinde koşarlar. Halbuki esas zarûret günahlardan kaçınmaktır. Fakat
çokları bundan kaçınmayıp, yiyecek peşinde koşarlar.”
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
İnsan, ölüm, fakr ve ateşin (Cehennem'in) yarış meydanındadır. Allahü teâlâ onun
terbiyecisi, peygamberler sürücüsü, kitaplar öncüsüdür, o ise serkeştir, söz
dinlemez. |