CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İNSAN - 4

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlâ, bâzılarını kendi hizmetinde bulundurur. Bâzılarına kendi muhabbetini verir. Her ikisine de imdâd-ı ilâhî gelmiştir. Bunlar, Rabbinin ihsânıdır. İsrâ sûresi 20. âyet-i kerîmesinde meâlen; "Rabbinin ihsânı, hiç kimseden men edilmiş değildir." buyruldu.

Yine buyurdular ki: "İhtiyâcını sakın O'ndan başkasından isteme! Sana gelen, O'ndan gelir. O'ndan başkasından nasıl istenir ki? O'ndan başkası kendi ihtiyâcını gideremezken, kendisinden isteyenin ihtiyâcını nasıl görsün, istediğini versin?"

"Senin ibâdetinin O'na faydası olmadığı gibi, isyânının da hiçbir zararı yoktur. İbâdetleri, iyilikleri emir, günah ve kötülükleri yasak etmesi, hep senin içindir."

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanı terbiye etmek, ona ihsânda bulunmaktan daha hayırlıdır."

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: "İyi insanların, bütün varlığı ile bağlı olduğu murâdı, maksadı, Allahü teâlâ olmalıdır. Doğru, sâdık, kimselerle arkadaş olmalıdır. Açlık, iyi insanın gıdâsı, ibâdet rûhunun süsüdür."

Harput'ta yetişen meşhur velîlerden İmâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan Allahü teâlânın nîmetlerini düşünse, bunların şükrünü nasıl yerine getireceğinden hayret eder. Şükrünü tam mânâsı ile edâ etmek mümkün değildir. Allahü teâlâ, emirlerine itâat ve yasaklarından kaçma gibi azıcık bir şeyden râzı oluyor. Pekçok ikrâm ve ihsânda bulunuyor."

Edirne velîlerinden ve Rufâî tarîkatı büyüklerinden Kabûlî Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her kişi kendini görüp bilmeye gelmiştir, görene, bilene ne mutlu."

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şu üç grup insan aslâ iflâh olmaz, salâh ve seâdete kavuşamaz: Allahü teâlânın kendisine bahşettiği nîmetleri onun lâyık kullarından esirgeyip cimrilik yapanlar. Hak teâlâya ibâdet edip de sonra bundan şikâyet edenler. Bunlar; "Eğer benim ibâdetimin Hak teâlâ indinde değeri olsaydı ve kabûl görseydi, ben bu dünyâda berhüdâr olur, murâdıma ererdim." diye düşünüp üzülenler ve bu yüzden mahrum kalanlardır. Üçüncüsü ise, tembellik ve gevşeklikleri yüzünden ibâdet, hizmet ve tâatten zevk alamazlar, bu sebeble bunları tam yapamaz, yerine getiremezler."

Büyük velîlerden Mansûr bin Ammâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan ölünce malını vârisler, canını melek-ül-mevt alır, etini kurtlar yer. Kemiklerini toprak çürütür. İyiliklerini ve sevaplarını da hasımları alır. Bunlar olacak, Allahü teâlâ îmânımızı şeytanın çalmasından bizi muhâfaza etsin."

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsan, iki ortağın birbirini hesâba çekmesinden daha şiddetli olarak kendisini hesâba çekmedikce, tam müttakîlerden (takvâ sâhibi) olamaz.”

Evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ebû Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:  “İnsanları şu iki husus felâkete sürükler. Biri, farzları bırakıp, nâfilelerle uğraşmak ve böylece farzları kaçırmak. İkincisi, kalbin gaflete dalıp, âzâların yaptığı işin farkında olmaması.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın izzeti, îmân ve mârifet iledir. Mal ve mevkî ile değildir."

"İnsan her neye kavuşursa, başına ne gelirse bunların hepsi takdir-i ezeliyye iledir."

"İnsandan bu fânî dünyâda istenen, kulluk vazifesini yerine getirip, ibâdetleri yapmasıdır."

"Allahü teâlâ insanı beyhûde yaratmadı ki, insan kendi hâline terk olunsun. İstediğini yapsın, hevâ-yı nefse ve hoşuna giden şeye uysun! O, emirlere uymakla ve yasaklardan sakınmakla mükellef kılınmıştır. İnsan için bunu yapmaktan başka çâre yoktur. Bunu yapmayıp, nefsine, arzu ve hevesine uyanlar, âsi, inadcı olup, Allahü teâlânın gazabına uğrarlar ve çeşitli azablara müstehak olurlar."

Tokat velîlerinden Mustafa Hâki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak ve tasavvuf yolunda ilerlemektir.

 

ŞEREFLİ İNSAN

 

Mutarrif bin Abdullah, Tâbiîn-i izâmdan,

Âlim ve takvâ ehli, evliyâ-yı kirâmdan.

 

Güzel elbise giyer, iyi ata binerdi,

Nasîhat vermek için, sultanlara giderdi.

 

Allah korkusu ile, hesap verme derdinden,

Dâim hüzünlü olup, geçiyordu kendinden.

 

Öyle fazla idi ki, onun bu endîşesi,

“Keşke toprak olsaydım”, idi hep düşüncesi.

 

Son derece sabırlı, tevekkül ehliydi pek,

Her dert ve musibete, katlanırdı severek.

 

Genç yaşında bir oğlu, vefât etti bir zaman,

Bu kederli hâlini, gizledi insanlardan.

 

Sakalını tarayıp, giydi güzel elbise,

Râzı oldu Allah'ın, takdîri her ne ise.

 

Gördü ki bu hâline, şaşırdı bâzı kişi,

Dedi: “Hoş ve güzeldir, Rabbimizin her işi.” 

 

Yapabilmesi için, daha iyi ibâdet,

Gece uykularına, verirdi ehemmiyet.

 

Buyururdu: “Yatsıyı, kılınca hemen yatmak,

Sabaha, boynu bükük, kırık kalb ile kalkmak,

 

Daha iyi geliyor, bana şöyle etmekten,

Çok ibâdet yapıp da, kendini beğenmekten.”

 

Derdi: “Kulun aynıysa, dışı gibi, içi de,

Rabbimiz buyurur ki, “Gerçek kul budur işte.”

 

İnsanlara hizmeti, vazîfe biliyordu,

“Dünyâda en kârlı iş, işte budur” diyordu.

 

Kimseyi gıybet etmez, dinlemezdi de hattâ,

Derdi ki: “Bu korkunç bir, hastalıktır âdetâ.”

 

Dünyâ çıkarı için, olursa kitap yazan,

Böylelere nasîhat, ederdi çoğu zaman.

 

Derdi ki: “Âhirette, böyle olan kimseler,

Bu yaptıkları için, çok pişmanlık çekerler.

 

Derler: “Ateş olsaydı, yazan kalemlerimiz.

Aslâ dokunmasaydı, onlara ellerimiz.”

 

Bilin ki îmân ile, ölmekten daha fazla,

Kıymeti hâiz olan, bir nîmet olmaz aslâ.

 

İhlâs ile, zevk ile, ibâdet eylemeli,

Her tâatin peşinden, yine tövbe etmeli.

 

Bir yıl hacca gitmişti, duâ etti: “Yâ Rabbî,

Yoktur bu toplulukta, günahkâr, benim gibi.

 

Benim günahım ile, reddetme bu hüccâcı,

Onların hürmetine, kabûl eyle bu haccı.”

 

Hâlbuki herkes onu, vesîle ediyordu,

Onun hatırı için, Allah'tan istiyordu.

 

Derdi ki: “Görse insan, sırf kendi günâhını,

Vakit bulmaz görmeye, başkasının aybını.

 

Her derdini Rabbine, arz eyliyen bir insan,

Dünyâ ve âhirette, şeref bulur her zaman.”

 

Evinde el sürdüğü, su ve yemek kapları,

Zikrederdi onunla, duyardı başkaları

 

Geceleyin yürürken, elindeki bastonu,

Nûr saçardı etrâfa, tanırdı herkes onu.

 

Kim girseydi yanına, keder ve üzüntüyle,

Çıkardı huzûrundan, gülerek, neşe ile.

 

Çünkü o, bahsetmezdi, aslâ dünyâ işinden,

Söylerdi ölüm ile, Cehennem ateşinden.

 

 

EN AHMAK KİMSE

 

Ömer bin Abdülazîz, bir sarhoş gördü yolda,

Yakalayıp bir cezâ, verecekti orada.

 

Lâkin tam o sırada, hakaret etti sarhoş,

O ise saldı onu, kaldı yine başıboş.

 

Dediler ki: “Siz ona, cezâ verecektiniz,

O hakâret edince, niçin salıverdiniz?”

 

Buyurdu: “Sarhoş hâlde, gördüm onu ilk defâ,

Dînin emri îcâbı, verecektim bir cezâ,

 

O hakâret edince, öfke geldi kendime,

Korktum nefsim karışır, bu hâlis niyetime.”

 

Buyurdu: “Hak teâlâ, üç kişiyi çok sever,

Birincisi odur ki, herkese şefkat eder.

 

İkincisi, haklıyken, suçluyu affedendir.

Üçüncüsü, kızgınken, öfkesini yenendir.”

 

Bir gece, hânesinde, misâfiri var iken,

Lâmbasının ışığı, azalmıştı âniden.

 

Misâfirler dedi ki: “Yâ Emîr-el müminîn!

Lâmbanın yağı bitmiş, koyalım, izin verin.”

 

Buyurdu: “İş gördürmem, kendi misâfirime,

Zîrâ bu, hiç yakışmaz, benim mürüvvetime.”

 

Dediler: “Hizmetçiyi, kaldıralım, o koysun”

Buyurdu: “Yeni yattı, bırakın da uyusun.”

 

Sonra kalktı kendisi, yağ koydu lâmbasına,

Şaştı herkes bu işi, kendinin yapmasına.

 

Buyurdu ki: “Bu işi, yapmadan da Ömer'dim,

Kalkıp yaptım, bakınız, yine aynı Ömer'im.

 

İnsanın hayırlısı, Hak teâlâ indinde

Tevâzu gösterendir, her bir hareketinde.”

 

Bir gün tanıdıkları, sordular kendisine:

“İnsanların içinde, en ahmak kimdir?” diye.

 

Buyurdu: “Dünya için, âhireti satandan,

Daha ahmak bir kişi, olamaz insanlardan.”

 

Ömer bin Abdülazîz, bir gün Hasan Basrî’ye,

Mektup yazdı “Bana bir, nasîhat eyle” diye.

 

Buyurdu: “Bilesin ki, bu dünyâ bir konaktır,

En büyük akıllılık, ona aldanmamaktır.

 

Zîrâ onun üstünde, yaşıyanlar ölürler,

Sonra yaptıklarının, hesâbını verirler.

 

Eğer ki bu dünyâyı, üstün tutsa bir kişi,

Zillet içinde yaşar, çetin olur her işi.

 

Dünya zehir gibidir, bilmiyenler onu yer,

O da o kimseleri, öldürür, helâk eder.

 

Diriler ölülerden, hiç mi ibret almıyor?

Ölmiyecekmiş gibi, dünyâya aldanıyor.

 

Her gün ayrı üzüntü, her gün ayrı bir keder,

Râhata kavuşmadan, âniden ölüp gider.

 

Zîrâ olmaz rahatlık, bu dünyada kat’iyyen,

Rahatlık âhirette, olacak ebediyyen.

 

İnsan düşünmez mi ki, bir gün elbet ölecek,

Ne yaptıysa, tek be tek, hesabını verecek.

 

Aklı olan yaşamaz, dünyâda gaflet ile,

Aksi hâlde ne kadar, üzülse azdır bile.

 

Dünyâya sarılanı, dünyâ hep aldatmıştır,

Üzüntüsü üstüne, hep üzüntü katmıştır.

 

Dünyâda Allah için, çalışmak dünyâ olmaz,

Müminin malı olur, lâkin kalbine koymaz.”

 

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsan ölüm zamanından önce nasıl yaşarsa, rûhunu o hâl üzere teslim eder. Ben mala, paraya karşı çok ihtirâslı ve insanları çok çekiştiren bir adamı hastalandığında ziyâret etmiştim. Son anlarını yaşıyordu. Yanında otururken, onun duyup okuması için “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhîdini okuyordum. O ise, her defasında para saymakla meşgul oluyordu.”

Yine buyurdular ki: “İnsanlar iki sınıftır: Bir kısmı mümindir. Ona eziyet etme! Bir kısmı da câhildir. Onu hiç karşına alma!”

Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların hepsi Allahü teâlânın muhâfazası altındadır. O, insanlar için bir şey dilerse, buna kimse mâni olamaz."

Tebe-i tâbiînin büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "İnsan, düşünce sâhibi olursa, her şeyden bir ders alır."

Tâbiînin büyüklerinden, meşhûr bir âlim ve velî Şa'bî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın sâlih olan çoluk çocuğuna, dünyâ sıkıntılarından korunacak kadar mal bırakması, diğer şeylerden daha fazîletlidir."

Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden olan Şâfi mezhebinin kurucusu ve evliyânın büyüklerinden İmâm-ı Şâfiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsanları tamamen râzı ve memnun etmek çok zordur. Bir kimsenin, bütün insanları kendinden hoşnut etmesi mümkün değildir. Bunun için kul, dâimâ Rabbini râzı etmeye bakmalı, ihlâs sâhibi olmalıdır.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın kıymeti; idrâkinin, zekâsının, bu yolun büyüklerinin hakikatlerini anladığı kadardır."

"Şeyh Ebû Tâlib-i Mekkî buyurdu ki: "Allahü teâlâdan başka hiçbir murâdın kalmayıncaya kadar gayret göster. Bu murâdın hâsıl olunca, işin tamamdır. İsterse senden kerâmetler, haller ve tecellîler hâsıl olmasın, gam değildir."

Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri insanlara hizmet etmenin ibâdet ve tasavvufun esâsı olduğunu bildirerek, buyurdular ki: "Biz bu yolu, tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettik. Herkesi bir yola götürürler. Bizi de hizmet yoluna götürdüler."

Büyük velîlerden Yahyâ bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeyleri aramakta, kişiler için zillet, âhireti aramakta ise izzet vardır. Yok olacak şeylerin peşlerinde koşarak zillete düşmek, ebedî olanı terkedip, kendisini izzete ulaştıracak şeyleri terkedene ne kadar çok şaşılır.”

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanlar zarûret diyerek, yiyecek kazanma peşinde koşarlar. Halbuki esas zarûret günahlardan kaçınmaktır. Fakat çokları bundan kaçınmayıp, yiyecek peşinde koşarlar.”

Hindistan âlim ve velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsan, ölüm, fakr ve ateşin (Cehennem'in) yarış meydanındadır. Allahü teâlâ onun terbiyecisi, peygamberler sürücüsü, kitaplar öncüsüdür, o ise serkeştir, söz dinlemez.