İNZİVÂ – RİYÂZET
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında
Ebü'l-Abbâs Sersî şöyle anlatır: "Muhammed Şâzilî okuldan, medreseden çıkınca,
çarşıda dükkânında oturur ve kitap satardı. Ona bâzıları uğrayıp; "Yâ Muhammed!
Sen dünyâ için yaratılmadın." dediler. Bu söz üzerine dükkândan ayrıldı,
kitapları ile bütün varlığından vazgeçti. Hepsini terk etti. Sonra bunların ne
olduğunu bir daha sormadı. Kendisine halvet (yalnızlık) sevdirildi. Halvete
girdiğinde 14 yaşında idi. Yedi sene halvette kaldı, yeraltındaki odasından
insanlar arasına hiç çıkmadı.
Muhammed Şâzilî hazretleri
gaybdan bir nidâ işitinceye kadar halvetten çıkmadı. Bu ses üç defâ şöyle
diyordu: "Yâ Muhammed! Çık ve insanlara faydalı ol!" Üçüncüsünün sonunda; "Şayet
çıkmazsan çıkmaya zorlanırsın." diye ses geldi. Muhammed Şâzilî; "Zorlandıktan
sonra ayrılmaktan başka çâre yoktur." dedi. Muhammed Şâzilî sonrasını şu şekilde
anlattı: "Kalktım ve zâviyeye gittim. Fıskiyede abdest alan bir cemâat gördüm.
Onların bir kısmının başında sarı, bir kısmının başında da mâvi sarık vardı. Bir
kısmı maymun, bir kısmı hınzır, bir kısmı da ay yüzlü idi. Allahü teâlânın beni
bu insanların âkıbetlerine muttalî kıldığını anladım. Onlara arkamı dönüp,
Allahü teâlâya ilticâ ettim. Bunun üzerine insanların hâllerinden bana
gösterdiği şeyleri gizledi ve onlardan birisi gibi oldum."
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled hazretleri bir gün babası Mevlânâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine, halvete girmek, yalnız ibâdete çekilmek istediğini
arz etti. Babası ise; "Benim çektiğim riyâzet ve mücâhedeler, nefsin
istediklerini yapmamak ve nefsin istemediklerini yapmak hep sizin içindir. Siz
zahmet çekmeyin." buyurdu. Sultan Veled de, müsâade olursa bu işi yapmak
istediğini tekrarladı. Bu ısrâra karşı babası müsâade etti. Bunun üzerine Sultan
Veled, bir odaya girerek, kapıyı kilitledi. İçeride günlerini; namaz kılmak,
Kur'ân-ı kerîm okumak ve Allahü teâlâyı zikretmek ile vakit geçirmeye başladı.
Her üç günde bir, Mevlânâ ile Selâhaddîn Konevî, halvet odasının kapısına gelip,
Sultan Veled'in hâlini kapıyı açmadan murâkabe ederler, kalb yoluyla durumunu
anlarlardı. Bu şekilde tam kırk gün geçti. Kırk gün sonra halvetten çıkardılar.
Mevlânâ oğluna, halvet esnâsında müşâhede ettiği şeylerden suâl edince, Sultan
Veled; "Halvete girdiğim üçüncü günden îtibâren, önümden dağlar gibi azametli
nûrlar durmadan geçerdi. Bu nûrların içinden "...Allah (şirk ve küfürden başka
dilediği kimselerden) bütün günahları magfiret buyurur" meâlindeki âyet-i
kerîmesi okundu (Zümer-53). Ayrıca kırmızı, yeşil ve beyaz levhalar görürdüm.
Üzerinde "Şirkden başka her günah affedilir yazılıydı." diye anlattı.
Evliyânın meşhûrlarından
Abdullah Menûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "İnsanlardan tamâmen
kesilip, onlardan uzaklaşmak için Resûlullah efendimizden mânen izin istedim.
İzin vermediler." buyurmuştur.
Evliyânın
büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri, önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi.
Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden
arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve
halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir
Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer
inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen
rehber zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra
inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi
öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evinden sâdece namaz vakitlerinde
çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen kalkar, aceleyle evine dönerdi. Bir
gün, onu cemâata hızla giderken görüp; "Niçin acele ediyorsun?" diye sordular. O
da; "Askerler beni bekliyorlar." dedi. "Hani askerler?" diye sordular. O da "Mezarlıkda
bulunan ölüler." dedi. Câmiden çıkınca, eve birinden kaçıyormuş gibi aceleyle
gelirdi. "İnsanlar dünyâya çok bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ
sevgisi geliyor." der. İnsanlarla bir araya gelmemeye çalışırdı.
Dâvûd-i Tâî'ye;
"İnsanların arasına, niçin karışmıyorsun?" dediler. "Kiminle konuşayım? Akıllı
kimseler, benimle dînî bir mevzûda konuşmuyorlar, emir ve yasaklardan
anlatmıyorlar; yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine
hatâlarımı fazîletmiş gibi anlatıyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine
zararı oluyor, onlarla niçin oturayım." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleh) hazretlerinin talebesi
İbrâhim bin Şeybân anlatır: "Hocam Ebû Abdullah Mağribî hazretlerinin sıkılıp
rahatsız oldukları bir gün gördüm. O da Tûr Dağına çıktığımız gündü. Orada bir
ağacın altına oturup sırtını o ağaca dayadı ve bize; "Kişi ancak yalnız kalmak
sâyesinde Rabbiyle olmakla rahata kavuşur." buyurdu. Sonra titredi ve sarsıldı.
O zaman etraftaki kayalar da bir müddet titredi. Hocamın bu hâli geçince, sanki
kabirden kalkmış gibi bir hâli vardı."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzleti, yalnızlığı, halktan
uzaklaşmak olarak görmez, Hakk'a yakın olmak olarak kabûl ederdi. "Uzlet,
kalabalık arasına girmek, lâkin kalbi korumak ve nefsi günahtan uzaklaştırmak,
kalbi sâdece Allahü teâlâya bağlamaktır." buyururdu.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde buyurdular ki: "Bir iş icâbı dışarı çıktığın zaman, insanların az
olduğu yerden yürümen de senin için uzlettir."
Evliyânın büyüklerinden ve
İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Bağdât'ta bulunduğu sırada ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl olan
İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kardeşi Ahmed Gazâlî'yi yerine vekil bırakarak
uzun bir seyahatte bulunmak üzere Bağdât'tan ayrıldı. Şam'a giderek velîlerle
görüştü ve sohbet etti. Tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okudu onlardan rivayet
edilen sözleri ve hallerini inceledi.
İnsanlardan tamâmen
uzaklaşarak halvet, yalnız kalmak; uzlet, insanlardan uzaklaşmak; mücâhede,
nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak
sûretiyle nefsinin tezkiyesi ve ahlâkının mükemmelleşmesiyle meşgûl oldu. İhyâu
Ulûmi'd-Dîn adlı meşhûr eserini yazdı.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; ömrünün son
günlerinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına
temasla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete
çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevâbında; "Bu dünyâdan göçmemi çok
yakın görüyorum. İş böyle olunca, tamâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ
istigfâr ediyorum, af diliyorum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve
nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da
ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni
bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız." buyurdular.
Çin, Hindistan, İran ve
Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî
olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara İslâmiyetin
emir ve yasaklarını anlattıktan ve Allah yolunda cihâd ettikten sonraki
zamanlarını insanlardan uzak olarak ibâdet ve tâatla geçirirdi. Bu hususta da
şöyle buyururdu: "Çok zarûrî bir işiniz olmadıkça, evinizden dışarı çıkmayınız.
Yoldan, çarşıdan, kalabalıktan ve dünyâ erbâbı olan kimselerin yakınından
geçmeyiniz. Onları görünce, kalbiniz belki meyledip, Allahü teâlâyı anmaktan
mahrum kalır."
Evliyânın büyüklerinden
Nûr Muhammed Pütnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin hâli, yapısı,
tabiatı, inzivâ ve yalnızlıktan hoşlandığı için, tenhâlarda kendi hâlinde kaldı
ve insanlarla görüşmekten çekindi. Onun bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
kulağına gidince, bu büyükler yolunun esâsı olan sohbetten kaçmaması
îcâbettiğini bildirmek için gönderdiği iki mektup şöyledir:
“Allahü teâlâya hamd olsun.
O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Ey akıllı kardeşim! Allahü
teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların
haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. “Allahü teâlânın
emirlerini büyük bilmek ve O’nun yarattıklarına acımak lâzımdır.” hadîs-i
şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmenin lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki
hakdan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün bir parçası, onun hepsi
demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak
lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak
yakışmaz. Beyt:
Seviyorum diyenin, güzel
olsa da pek,
Nazlılığı bırakıp, naz
çekmesi gerek.
Sohbette çok bulunmuştunuz.
Vâz ve nasîhatleri çok dinlemiştiniz. Onun için sözü uzatmıyorum. Birkaç kelime
ile kısa kesiyorum. Allahü teâlâ bizi ve sizi İslâmiyetin doğru yolunda
bulundursun. Âmîn.” (1. cild, 170’inci mektup)
“Allahü teâlâya hamd olsun.
O’nun seçtiği kullarına selâm olsun. Kardeşimiz Şeyh Nûr Muhammed bu fakîrleri
öyle unuttu ki, bir selâmla, bir haberle bile hatırlamamaktadır. Bir köşeye
çekilip uzlet etmek istiyordunuz. Ona kavuştunuz. Fakat öyle sohbetler vardır
ki, uzletten daha kıymetlidir. Üveys-i Karnî’yi düşününüz. Uzlet etmek istedi.
Bunun için insanların en iyisi olan Resûl aleyhisselâmın sohbetine kavuşamadı.
Sohbetin yükselttiği derecelere erişemedi. Tâbiînden oldu. Birinci derecede
olmaktan ikinci dereceye düştü.
Allahü teâlânın lütfu ve
ihsânı ile, hergün bir başka sohbet olmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “İki günü bir
olan aldanmıştır.” buyuruldu. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed
Mustafâ’nın sallallahü aleyhi ve sellem izinde bulunanlara selâm olsun!” (1.
cild, 270’inci mektup)
Hocasının bu işâret ve
emirlerine uyarak şehrin kenarında bulunan Künk suyu sâhilinde bir yer seçen Nûr
Muhammed, orada samanlardan ve dallardan bir kulübe yaptı. Çoluk-çocuğu ile o
kulübeye taşınıp, kanâat ve tevekkül üzere yaşadı. Kulübesinin yanında aynı
şekilde bir de mescid binâ edip, sâdık talebelere ilim ve feyz vermekle meşgûl
oldu. O beldede ve civarda bulunan insanların ona olan îtikâd ve bağlılıkları
kuvvetlendi. Yolu güzel, yetiştirmesi kolay oldu. Talebelerini yüksek makamlara
kavuşturdu. Dünyâya, dünyâlığa ve dünyâ ehline zerre kadar önem vermedi.
Kimseden birşey almayıp, gönül ve kanâat zengini olarak yaşadı.
Hadarât-ül-Kuds isimli
meşhûr eserin sâhibi olan Bedreddîn-i Serhendî şöyle anlatır: “Bu fakîr daha
İmâm-ı Rabbânî’nin huzurlarına ilk gittiğimde, Şeyh Nûr icâzet alıp Pütne’ye
gitmişti. Hazret-i İmâm’ın büyük oğulları Muhammed Sâdık hazretlerinin 1616
senesinde vefât etmesinden sonra Serhend’e geldi. Yanında ve huzûrunda bulundum.
Nefsinden son derece kurtulmuş, fenâ, yokluk denizine dalmış olup, alnından
yokluk eserleri damlıyordu. Kendini öyle setrederdi ki, görenler sanki
“Elif-bâ”yı bile bilmiyor ve bu büyükler yolundan hiç nasîb almamış
zannederlerdi. Ben bâzan sohbetlerinde bulunurdum. Sohbetinde bulunanlara
yakınlık gösterir, ibâdet ve tâata teşvik ederdi.”
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin, dîninde sağlam bir bilgisi olmadan,
müslümanlardan uzakta kalması hiç doğru değildir. Dînî bilgileri öğren sonra
uzlet et!”
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir gün Lübnan'dan
biri gelip; "Falan zâtın size selâmı var." dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri
buyurdu ki; "O kişiye bizden selâm söyle. İnsanlardan uzaklaşıp dağ başında
oturması, yalnız ibâdetle meşgûl olması uygun değildir. Hak âşığı dediğin,
çarşıda, pazarda alış verişle de meşgûl olur ve bu esnâda bir an olsun Allahü
teâlâdan gâfil olmaz. İnsanlara hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin zarûrî
ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne mâni değildir."
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Riyâzet, nefsi hizmetle
kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır."
Hindistan evliyâsının
tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Riyâzetin (nefsin arzularına uymamanın) sonu odur ki, kalbini aradığı zaman,
Hakk'ın zikrinde ve hizmetinde bulsun. İster uykuda, ister uyanıklıkta olsun,
aynen bir çocuk gibi olmalıdır. Çocuk bir şeyin sevgisi ile yatıp uyuyunca,
uyandığında hemen o şeyi arar." |