CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İNZİVÂ – RİYÂZET

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebü'l-Abbâs Sersî şöyle anlatır: "Muhammed Şâzilî okuldan, medreseden çıkınca, çarşıda dükkânında oturur ve kitap satardı. Ona bâzıları uğrayıp; "Yâ Muhammed! Sen dünyâ için yaratılmadın." dediler. Bu söz üzerine dükkândan ayrıldı, kitapları ile bütün varlığından vazgeçti. Hepsini terk etti. Sonra bunların ne olduğunu bir daha sormadı. Kendisine halvet (yalnızlık) sevdirildi. Halvete girdiğinde 14 yaşında idi. Yedi sene halvette kaldı, yeraltındaki odasından insanlar arasına hiç çıkmadı.

Muhammed Şâzilî hazretleri gaybdan bir nidâ işitinceye kadar halvetten çıkmadı. Bu ses üç defâ şöyle diyordu: "Yâ Muhammed! Çık ve insanlara faydalı ol!" Üçüncüsünün sonunda; "Şayet çıkmazsan çıkmaya zorlanırsın." diye ses geldi. Muhammed Şâzilî; "Zorlandıktan sonra ayrılmaktan başka çâre yoktur." dedi. Muhammed Şâzilî sonrasını şu şekilde anlattı: "Kalktım ve zâviyeye gittim. Fıskiyede abdest alan bir cemâat gördüm. Onların bir kısmının başında sarı, bir kısmının başında da mâvi sarık vardı. Bir kısmı maymun, bir kısmı hınzır, bir kısmı da ay yüzlü idi. Allahü teâlânın beni bu insanların âkıbetlerine muttalî kıldığını anladım. Onlara arkamı dönüp, Allahü teâlâya ilticâ ettim. Bunun üzerine insanların hâllerinden bana gösterdiği şeyleri gizledi ve onlardan birisi gibi oldum."

Konya'da yetişen velîlerin büyüklerinden Sultan Veled hazretleri bir gün babası Mevlânâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, halvete girmek, yalnız ibâdete çekilmek istediğini arz etti. Babası ise; "Benim çektiğim riyâzet ve mücâhedeler, nefsin istediklerini yapmamak ve nefsin istemediklerini yapmak hep sizin içindir. Siz zahmet çekmeyin." buyurdu. Sultan Veled de, müsâade olursa bu işi yapmak istediğini tekrarladı. Bu ısrâra karşı babası müsâade etti. Bunun üzerine Sultan Veled, bir odaya girerek, kapıyı kilitledi. İçeride günlerini; namaz kılmak, Kur'ân-ı kerîm okumak ve Allahü teâlâyı zikretmek ile vakit geçirmeye başladı. Her üç günde bir, Mevlânâ ile Selâhaddîn Konevî, halvet odasının kapısına gelip, Sultan Veled'in hâlini kapıyı açmadan murâkabe ederler, kalb yoluyla durumunu anlarlardı. Bu şekilde tam kırk gün geçti. Kırk gün sonra halvetten çıkardılar. Mevlânâ oğluna, halvet esnâsında müşâhede ettiği şeylerden suâl edince, Sultan Veled; "Halvete girdiğim üçüncü günden îtibâren, önümden dağlar gibi azametli nûrlar durmadan geçerdi. Bu nûrların içinden "...Allah (şirk ve küfürden başka dilediği kimselerden) bütün günahları magfiret buyurur" meâlindeki âyet-i kerîmesi okundu (Zümer-53). Ayrıca kırmızı, yeşil ve beyaz levhalar görürdüm. Üzerinde "Şirkden başka her günah affedilir yazılıydı." diye anlattı.

Evliyânın meşhûrlarından Abdullah Menûfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "İnsanlardan tamâmen kesilip, onlardan uzaklaşmak için Resûlullah efendimizden mânen izin istedim. İzin vermediler." buyurmuştur.

 Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, önce lâzım olan din bilgilerini öğrenmeyi tavsiye ederdi. Cubbâî ismindeki bir zât anlatır: Evliyânın hayâtından ve sözlerinden bahseden arabî Hilyet-ül-Evliyâ kitabını birisinden dinlemiştim. Kalbim yumuşadı ve halktan uzaklaşıp yalnız ibâdetle meşgûl olmak istedim. Gidip Abdülkâdir Geylânî'nin arkasında namaz kıldıktan sonra huzûrunda oturdum. Bana bakıp; "Eğer inzivâya çekilmek istersen, önce ilim, sonra da yetişmiş ve yetiştirebilen rehber zâtların, yâni mürşid-i kâmillerin huzûrunda edeb öğren. Daha sonra inzivâya, yalnız ibâdete başla. Yoksa, ibâdet ederken dinde bilmediğin bir şeyi öğrenmek îcâbeder de, yerinden ayrılmak durumunda kalırsın." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Dâvûd-i Tâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) evinden sâdece namaz vakitlerinde çıkar, câmide namazını kılar kılmaz hemen kalkar, aceleyle evine dönerdi. Bir gün, onu cemâata hızla giderken görüp; "Niçin acele ediyorsun?" diye sordular. O da; "Askerler beni bekliyorlar." dedi. "Hani askerler?" diye sordular. O da "Mezarlıkda bulunan ölüler." dedi. Câmiden çıkınca, eve birinden kaçıyormuş gibi aceleyle gelirdi. "İnsanlar dünyâya çok bağlanıyor, onlarla görüşünce kalbime dünyâ sevgisi geliyor." der. İnsanlarla bir araya gelmemeye çalışırdı.

      Dâvûd-i Tâî'ye; "İnsanların arasına, niçin karışmıyorsun?" dediler. "Kiminle konuşayım? Akıllı kimseler, benimle dînî bir mevzûda konuşmuyorlar, emir ve yasaklardan anlatmıyorlar; yaptığım hatâ ve kusurlarımı yüzüme karşı söylemiyorlar, aksine hatâlarımı fazîletmiş gibi anlatıyorlar. Böyle insanların bana fayda yerine zararı oluyor, onlarla niçin oturayım." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleh) hazretlerinin talebesi İbrâhim bin Şeybân anlatır: "Hocam Ebû Abdullah Mağribî hazretlerinin sıkılıp rahatsız oldukları bir gün gördüm. O da Tûr Dağına çıktığımız gündü. Orada bir ağacın altına oturup sırtını o ağaca dayadı ve bize; "Kişi ancak yalnız kalmak sâyesinde Rabbiyle olmakla rahata kavuşur." buyurdu. Sonra titredi ve sarsıldı. O zaman etraftaki kayalar da bir müddet titredi. Hocamın bu hâli geçince, sanki kabirden kalkmış gibi bir hâli vardı."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) uzleti, yalnızlığı, halktan uzaklaşmak olarak görmez, Hakk'a yakın olmak olarak kabûl ederdi. "Uzlet, kalabalık arasına girmek, lâkin kalbi korumak ve nefsi günahtan uzaklaştırmak, kalbi sâdece Allahü teâlâya bağlamaktır." buyururdu.

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Bir iş icâbı dışarı çıktığın zaman, insanların az olduğu yerden yürümen de senin için uzlettir."

Evliyânın büyüklerinden ve İslâm âlimlerinin en meşhûrlarından İmâm-ı Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Bağdât'ta bulunduğu sırada ilim öğretip talebe yetiştirmekle meşgûl olan İmâm-ı Gazâlî hazretleri, kardeşi Ahmed Gazâlî'yi yerine vekil bırakarak uzun bir seyahatte bulunmak üzere Bağdât'tan ayrıldı. Şam'a giderek velîlerle görüştü ve sohbet etti. Tasavvuf büyüklerinin kitaplarını okudu onlardan rivayet edilen sözleri ve hallerini inceledi.

İnsanlardan tamâmen uzaklaşarak halvet, yalnız kalmak; uzlet, insanlardan uzaklaşmak; mücâhede, nefsin istemediklerini yapmak ve riyâzet, nefsin istediklerini yapmamak sûretiyle nefsinin tezkiyesi ve ahlâkının mükemmelleşmesiyle meşgûl oldu. İhyâu Ulûmi'd-Dîn adlı meşhûr eserini yazdı.

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin husûsî mahremleri ve onlara çok yakın olanlar; ömrünün son günlerinde İmâm-ı Rabbânî hazretlerine inzivâ ve insanlardan uzak kalmalarına temasla; "Çoluk-çocuğunuzdan ve bütün insanlardan ayrılmanızın, uzlete çekilmenizin sebebi nedir?" diye sorunca, cevâbında; "Bu dünyâdan göçmemi çok yakın görüyorum. İş böyle olunca, tamâmen inzivâ ve ayrılığı tercih edip, dâimâ istigfâr ediyorum, af diliyorum. Bunları zarûrî görüyorum. Bütün vakitlerimi ve nefeslerimi, zâhirî ve bâtınî ibâdetlerle geçirmeyi elzem buluyorum. Bu da ancak, insanlardan ayrılmak ve yalnız kalmakla ele geçer. Bunun için beni bırakınız, benden ayrılınız ve beni Allahü teâlâya ısmarlayınız." buyurdular.

Çin, Hindistan, İran ve Anadolu'da İslâmiyetin yayılmasında büyük hizmeti geçen âlim ve mücâhid velî olan Ebû İshâk Kâzerûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattıktan ve Allah yolunda cihâd ettikten sonraki zamanlarını insanlardan uzak olarak ibâdet ve tâatla geçirirdi. Bu hususta da şöyle buyururdu: "Çok zarûrî bir işiniz olmadıkça, evinizden dışarı çıkmayınız. Yoldan, çarşıdan, kalabalıktan ve dünyâ erbâbı olan kimselerin yakınından geçmeyiniz. Onları görünce, kalbiniz belki meyledip, Allahü teâlâyı anmaktan mahrum kalır."

Evliyânın büyüklerinden Nûr Muhammed Pütnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin hâli, yapısı, tabiatı, inzivâ ve yalnızlıktan hoşlandığı için, tenhâlarda kendi hâlinde kaldı ve insanlarla görüşmekten çekindi. Onun bu hâli, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin kulağına gidince, bu büyükler yolunun esâsı olan sohbetten kaçmaması îcâbettiğini bildirmek için gönderdiği iki mektup şöyledir:

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği, sevdiği kullarına selâm olsun. Ey akıllı kardeşim! Allahü teâlânın emirlerini yapmak ve yasaklarından kaçmak lâzım olduğu gibi, insanların haklarını ödemek ve onlarla iyi geçinmek de lâzımdır. “Allahü teâlânın emirlerini büyük bilmek ve O’nun yarattıklarına acımak lâzımdır.” hadîs-i şerîfi, bu iki hakkı yerine getirmenin lâzım olduğunu göstermektedir. Bu iki hakdan yalnız birini gözetmek kusur olur. Bir bütünün bir parçası, onun hepsi demek değildir. Bundan anlaşılıyor ki, insanlardan gelen sıkıntılara katlanmak lâzımdır. Onlarla iyi geçinmek vâcibdir. Kızmak iyi olmaz. Sert davranmak yakışmaz. Beyt:

 

Seviyorum diyenin, güzel olsa da pek,

Nazlılığı bırakıp, naz çekmesi gerek.

 

Sohbette çok bulunmuştunuz. Vâz ve nasîhatleri çok dinlemiştiniz. Onun için sözü uzatmıyorum. Birkaç kelime ile kısa kesiyorum. Allahü teâlâ bizi ve sizi İslâmiyetin doğru yolunda bulundursun. Âmîn.” (1. cild, 170’inci mektup)

“Allahü teâlâya hamd olsun. O’nun seçtiği kullarına selâm olsun. Kardeşimiz Şeyh Nûr Muhammed bu fakîrleri öyle unuttu ki, bir selâmla, bir haberle bile hatırlamamaktadır. Bir köşeye çekilip uzlet etmek istiyordunuz. Ona kavuştunuz. Fakat öyle sohbetler vardır ki, uzletten daha kıymetlidir. Üveys-i Karnî’yi düşününüz. Uzlet etmek istedi. Bunun için insanların en iyisi olan Resûl aleyhisselâmın sohbetine kavuşamadı. Sohbetin yükselttiği derecelere erişemedi. Tâbiînden oldu. Birinci derecede olmaktan ikinci dereceye düştü.

Allahü teâlânın lütfu ve ihsânı ile, hergün bir başka sohbet olmaktadır. Hadîs-i şerîfte; “İki günü bir olan aldanmıştır.” buyuruldu. Size ve doğru yolda olanlara ve Muhammed Mustafâ’nın sallallahü aleyhi ve sellem izinde bulunanlara selâm olsun!” (1. cild, 270’inci mektup)

Hocasının bu işâret ve emirlerine uyarak şehrin kenarında bulunan Künk suyu sâhilinde bir yer seçen Nûr Muhammed, orada samanlardan ve dallardan bir kulübe yaptı. Çoluk-çocuğu ile o kulübeye taşınıp, kanâat ve tevekkül üzere yaşadı. Kulübesinin yanında aynı şekilde bir de mescid binâ edip, sâdık talebelere ilim ve feyz vermekle meşgûl oldu. O beldede ve civarda bulunan insanların ona olan îtikâd ve bağlılıkları kuvvetlendi. Yolu güzel, yetiştirmesi kolay oldu. Talebelerini yüksek makamlara kavuşturdu. Dünyâya, dünyâlığa ve dünyâ ehline zerre kadar önem vermedi. Kimseden birşey almayıp, gönül ve kanâat zengini olarak yaşadı.

Hadarât-ül-Kuds isimli meşhûr eserin sâhibi olan Bedreddîn-i Serhendî şöyle anlatır: “Bu fakîr daha İmâm-ı Rabbânî’nin huzurlarına ilk gittiğimde, Şeyh Nûr icâzet alıp Pütne’ye gitmişti. Hazret-i İmâm’ın büyük oğulları Muhammed Sâdık hazretlerinin 1616 senesinde vefât etmesinden sonra Serhend’e geldi. Yanında ve huzûrunda bulundum. Nefsinden son derece kurtulmuş, fenâ, yokluk denizine dalmış olup, alnından yokluk eserleri damlıyordu. Kendini öyle setrederdi ki, görenler sanki “Elif-bâ”yı bile bilmiyor ve bu büyükler yolundan hiç nasîb almamış zannederlerdi. Ben bâzan sohbetlerinde bulunurdum. Sohbetinde bulunanlara yakınlık gösterir, ibâdet ve tâata teşvik ederdi.”

Tâbiîn devrinde Kûfe’de yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir kimsenin, dîninde sağlam bir bilgisi olmadan, müslümanlardan uzakta kalması hiç doğru değildir. Dînî bilgileri öğren sonra uzlet et!”

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: Bir gün Lübnan'dan biri gelip; "Falan zâtın size selâmı var." dedi. Sırrî-yi Sekatî hazretleri buyurdu ki; "O kişiye bizden selâm söyle. İnsanlardan uzaklaşıp dağ başında oturması, yalnız ibâdetle meşgûl olması uygun değildir. Hak âşığı dediğin, çarşıda, pazarda alış verişle de meşgûl olur ve bu esnâda bir an olsun Allahü teâlâdan gâfil olmaz. İnsanlara hizmet etmesi de ibâdettir. Kişinin zarûrî ihtiyaçlarını karşılaması tevekkülüne mâni değildir."

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Riyâzet, nefsi hizmetle kırıp, Allahü teâlâya ibâdette gevşeklik göstermesine mâni olmaktır."

Hindistan evliyâsının tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Riyâzetin (nefsin arzularına uymamanın) sonu odur ki, kalbini aradığı zaman, Hakk'ın zikrinde ve hizmetinde bulsun. İster uykuda, ister uyanıklıkta olsun, aynen bir çocuk gibi olmalıdır. Çocuk bir şeyin sevgisi ile yatıp uyuyunca, uyandığında hemen o şeyi arar."