|
İNSAN - 3
İskenderiye'de yetişen büyük
velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"İnsanlar iki kısımdır. Birinci kısım, dünyâ ile uğraşanlar olup, onu îmâr
etmeye çalışır. Onun yolunun esâsı dünyâ ile uğraşmaktır. İkinci kısım insanlar
ise, mânâ âlemi ile, mânevî işlerle uğraşan kimseler olup, bunlar, matlûba (Allahü
teâlâya) kavuşmak, O'nu istemek arzusuyla yanarlar. Bütün gayretleri bunun
içindir."
Yine buyurdular ki: "Bir
kimsenin dünyâ ve âhiretine faydalı olan bir hâli yoksa, o kimse, cansız
maddelerden farksızdır. Şâyet bir kimsenin işi gücü şer, kötü işler ve mâsiyet,
günah olursa, bu durumda o, bir şeytandan farksız olur. Bir kimse hem dünyâ ve
hem de âhiret işlerini birlikte yürütmeye çalışıp, dünyâlık işlere daha fazla
önem verirse, o kimsenin hayvandan farkı kalmaz. Düşüncesi, işi, meşgûliyeti
yalnız Allahü teâlâ için olan kimse ise, bir melek gibidir."
"Eğer, insanlar velî zâtların
kadrini, kıymetini bilip iyice anlayacak derecede olsalardı, herkes karşılaştığı
bütün insanlara karşı edebli olurdu. Çünkü, görünüş îtibâriyle velî de bizim
gibi bir insandır ve karşılaştığımız bir kimse de, Allahü teâlânın bir velî kulu
olabilir. Velî, şekil ve şemâil bakımından, giyinip kuşanma bakımından ve diğer
birçok beşerî sıfatlarla, öteki insanlardan farklı olmayan bir kimse gibi
görünür. Hâlbuki, haddizâtında o, diğer insanlardan tamâmen farklı, apayrı bir
insandır. Her ân gönlü Allahü teâlâ iledir ve O'nun muhabbeti ile yanmaktadır.
İşte velînin asıl hâlini bildiren bu husûsiyetini, ancak onun gibi olanlar
anlar. Diğer insanlar ise, onu kendileri gibi bir kimse zannederler."
"İnsanoğlu dünyâya etten bir
kanat ile gelir. Üstünde çeşit çeşit nîmetlerin bulunduğu yükseklikler, altta
ise Cehennem ateşi vardır. İnsanoğlu bu kanadını iyi besleyip, damarlarını iyi
kuvvetlendirmeli ki, kanat zayıf olup, vazîfesini yapamayacak hâle gelmesin ve
sâhibini ateşe düşürmesin."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “İnsanların en
aşağısı kimdir?” diye sordular. Cevaben; "İnsanların en aşağısı, zengine zengin
olduğu için, kıymet verip, onun karşısında zelîl olan kimsedir. İnsanların
kıymetlisi de, fakirlere hürmet edip tevâzu gösteren zenginlerdir." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû
Abdullah Nibâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Fudayl
bin İyâd hazretlerine; "İnsan Allahü teâlânın muhabbetinde ne zaman son dereceye
ulaşır?" diye sorulunca; "Allahü teâlânın vermesi ile vermemesi o insan yanında
müsâvî olduğu zaman." (Her hâlukarda râzı olduğu zaman) diye cevap vermiştir."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Turuğbâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara karşı
çok şefkat ve merhamet sâhibiydi. Onlara hizmet etmeyi kendine şiâr edinmişti ve
hizmette insanlar arasında fark gözetmezdi. Buyurdular ki: "İnsanlara hizmet
ederken, aralarında fark gözetmekten sakının! Çünkü, kendisine hizmet etmek için
fark gözetilecek olanlar, geçip gitmişlerdir. Şimdi öyle birisini bulmak çok
zordur. Murâdına kavuşmak istiyorsan ve maksadının da elinden kaçıp gitmemesini
diliyorsan, herkese hizmet et!"
"Bir kimse, ömrünün
tamâmından sâdece bir gününü, fütüvvet sâhibi olan Allah dostlarından birine
hizmet etmekle geçirirse, bu hizmetinin bereketine ve feyzine kavuşur. Bütün
ömrünü, böyle kimselere hizmet ederek geçiren kimsenin hâli nasıl olur? Varın
bir mukâyese edin!"
Irak'ta yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Bekr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "İnsanları, hor, hakîr ve aşağı görmen, senin için tedâvîsi mümkün olmayan
büyük bir hastalıktır."
Büyük velî, hadîs ve kırâat
âlimi Ebû Bekr bin İyâş (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
buyurdular ki: "Varlıklar dört kısımdır, birincisi mâzûr olanlar; bunlar
hayvanlardır. Akılları olmadığı için, emir ve yasaklarla mükellef değildirler.
İkincisi, imtihâna tâbi olanlar; onlar, insanlardır. Bu dünyâda yaptıklarından
âhirette hesap verecekler, amellerinin karşılığını orada göreceklerdir.
Üçüncüsü; hep ibâdet ve tâat (Allahü teâlânın beğendiği iyi işler) üzere
olanlardır ki, bunlar meleklerdir. Onlar, hiç günah işlemezler. Devamlı, Allahü
teâlâya kulluk edip, noksansız devâm ederler. Dördüncüsü; iblistir ki, Allahü
teâlânın lânetine uğrayıp, helâk olmuştur."
İran'da yaşayan büyük
velîlerden Ebû Bekr Tamistânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde
"İnsanların en hayırlısı, haklı olsa bile, karşısındakine sen haklısın
diyebilendir." buyurdular.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanlarda üç
sınıf önemlidir: Devlet adamları, âlimler ve zâhidler. Devlet adamları
bozulunca, halkın huzûru bozulur. Âlimler bozulunca, halkın dîni zayıflar.
Varını yoğunu Allah yolunda harcayan zâhidler bozulunca da, ahlâk fesâda uğrar.
Devlet adamlarının kötülüğü zulüm ile, âlimlerin bozukluğu hırs ve tamah ile,
dünyâya düşkün olmayanların, zâhidlerin bozulması da riyâ ve gösteriş ile olur."
Yine buyurdular ki: "Yeterli
ilme sâhip ve ehil olmadan kelâm ilmiyle uğraşmak, insanı dinsizliğe götürür."
Bağdat'ta yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Muhammed er-Râsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsan ile Allahü teâlâ arasındaki en büyük perde, insanın Allahü
teâlâya değil de, kendisi gibi âciz olan birine güvenmesidir."
Nişâbur'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Muhammed Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Bu
insanların hâli ne tuhaftır. Kusur işler, kusurlu olduklarını bilirler, fakat
bir türlü bu bozuk halden vazgeçmezler ve doğru yola dönmezler. Böyle insanlar
hakkında ne buyuruyorsunuz?” diye soranlara; "Bunlar öğrendikleri ilimler ile
amel etmekle değil, o ilimler kendilerinde bulunduğu için, öğünmekle meşgul
oluyorlar. Hep zâhir ile uğraşıyorlar ve bâtın edepleri ile meşgûl olmuyorlar.
Allahü teâlâ böylelerinin doğruyu ve hakkı gören basîret gözlerini kapatır.
Böylece âzâları da ibâdet yapamaz olur." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanlar isteklerine
karşı çıkılmadıkça, bulundukları ahlâk üzere halim selîmdirler. İsteklerine
karşı çıkılınca iyi görünen insanlar hemen kötü ahlâklı kesiliverirler.
Gerçekten iyi insanlar isteklerine karşı çıkılınca da değişmezler."
Horasan bölgesinin büyük
velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Türâb-ı Nahşebî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ey insanlar! Şu üç şeyi seviyorsanız, biliniz ki
onlar sizlerin değildir. Nefsinizi ve canınızı seviyorsanız, onlar Allahü
teâlânındır. Malınızı seviyorsanız, onlar da vârislerinizindir.
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsan
kendisine verilen nîmete şükrederse, Allahü teâlâ, o nîmeti insanın elinden
almaz. Eğer nîmete şükretmeyip, kıymetini bilmezse, o nîmet devâm etmez, elden
gider."
Evliyânın büyüklerinden
Ebü'l-Abbâs Seyyârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse,
mutlakâ haklı olduğu halde, kendisini suçlu kabul edip, karşısındakine; "Sen
haklısın, ben kabahatliyim." Derse, âhirette bütün sıkıntı ve meşakkatlerden
emin olur."
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Bizim, hayatlarına yetiştiğimiz insanlar şöyleydi: Gece uykusundan en erken
uyanırlar, sabah namazını vaktinde kılarlar, sonra bir müddet âhiret işlerini,
âkıbetlerinin (sonlarının) ne olacağını düşünürlerdi. Bundan sonra kendilerini
fıkıh (dînî bilgileri) öğrenmeye ve Kur'ân-ı kerîm okumaya verirlerdi."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde buyurdular ki: "Kişi ancak şu iki hasletle üstün olur: Biri
insanlardan bir şey beklememek, diğeri insanlardan gelen sıkıntılara
katlanmaktır."
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsana her ne gelirse, Allahü teâlâdan gelir."
Yine buyurdular ki: "İnsana
sıkıntı ve üzüntü gelirse, günahlarından temizlendiğini düşünmelidir. Bütün
muhabbet ve sıkıntıların Allahü teâlâdan geldiğini düşünmelidir."
"Dünyâda üç çeşit insan
vardır:
1) Her zaman dünyâyı sevip
ona tapanlar. 2) Dünyâyı kendilerine düşman bilip onu terk edenler. 3) Dünyâyı
ne dost, ne de düşman bilmeyip, orta yol tutanlar. Bunlar, diğer iki sınıftan
daha iyidirler."
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Kimin arzusu din, yâni âhiret olursa; bu hayırlı düşüncesi hürmetine, dünyevî
işleri de âhiret işi hâline gelir. Bir kimsenin düşüncesi de dünyâ olursa;
niyetinin bozukluğu sebebiyle, âhiret işleri de dünyâ işi hâline gelir."
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam hazretlerinin hocası Şakîk-i Belhî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, Hâtim-i Esam'a sordu: "Ne kadar zamandır buraya
geliyor, beni dinliyorsun?" "Otuz üç sene." "Bu kadar zaman içinde benden ne
öğrendin, neler istifâde ettin?" "Sekiz şey istifâde ettim." dedi. Şakîk, bunu
duyunca; "Yazıklar olsun sana ey Hâtim! Bütün zamânımı sana harcadım, senin ise,
sekiz şeyden fazla istifâden olmamış." diye çok üzüldü. Hâtim; "Ey hocam,
doğrusunu istiyorsan, böyledir. Bundan fazlasını zâten istemem. Bana bu kadar
yetişir. Çünkü, dünyâda ve âhirette felâketlerden kurtulup ebedî saâdete
kavuşmanın, bu sekiz bilgi ile olacağını iyi biliyorum." dedi. Hocası; "Söyle
bunları ben de anlayayım." buyurunca;
Hâtim; "Ey hocam! Birincisi,
insanlara baktım, herkes bir şeyi seçmiş, onu sevmiş gördüm ve bu sevgilerin
çoğu, onlara ölüm yatağına kadar, bâzıları öldüğü vakte kadar, bâzıları da
mezara girinceye kadar, arkadaşlık ediyor ve sonra onları yalnız ve zavallı
olarak bırakıp ayrılıyorlar. Onunla berâber kimse mezara girmiyor, dert ortağı
olmuyor. Bu hâli görünce, düşündüm ve kendime dedim ki, dünyâda öyle dost
seçmeliyim ki, mezara benimle gelsin, bana orada arkadaşlık etsin. Aradım,
taradım, Allahü teâlâya yapılan ibâdetlerden başka, böyle sâdık bir sevgili
bulunmadığını gördüm. Dost olarak onları seçtim ve onlara sarıldım." dedi.
Şakîk, bunu duyunca, çok
güzel yapmışsın yâ Hâtim, çok doğru söylüyorsun, ikinci faydayı da söyle,
anlıyayım dedi.
Hâtim dedi ki: Ey hocam!
İkinci faydam; insanlara baktım, herkesi, arzûları, keyifleri peşinde koşuyor,
nefsin istekleri arkasında yürüyor gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: "Allahü
teâlâdan korkarak nefslerine uymayanlar, elbette Cennet'e gideceklerdir". Çok
düşündüm. Kur'ân-ı kerîmin baştan başa doğru olduğunu, bilgilerimle,
tecrübelerimle, aklımla, vicdânımla anladım ve tâm inandım. Nefsimi düşman
bilerek, ona aldanmamaya, uymamaya karar verdim ve mücâdeleye başladım. Nefsimin
arzu ve isteklerini yapmadım. Nihâyet teslim olarak, ibâdetlerden kaçan o
nefsin, şimdi Allahü teâlâya itâata koştuğunu, isteklerden vazgeçtiğini gördüm.
Şakîk bunları işitince, Allahü teâlâ sana iyilikler versin, ne güzel yapmışsın,
üçüncü faydayı da söyle dinleyeyim dedi.
Hâtim dedi ki, üçüncü
faydam, insanların hâline baktım, herkes dünyâda bir sıkıntıya girmiş, böylece
dünyâlık toplamağa uğraşıyorlar gördüm, sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm:
"Dünyâ malından, sarıldığınız, sakladığınız her şey, yanınızda kalmıyacak,
sizden ayrılacaktır. Ancak Allah rızâsı için yaptığınız iyilikler ve ibâdetler
sizinle beraber kalacaktır." Dünyâ için topladıklarımı, Allah yolunda harcadım,
fukarâya dağıttım. Yâni bâkî kalmaları için, Allahü teâlâya ödünç verdim. Şakîk
bu sözleri işitince, ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim,
dördüncü faydayı da söyle dinliyeyim dedi.
Hâtim dedi ki, dördüncü
faydam; insanlara baktım, herkesin başkalarını beğenmediğini gördüm. Buna sebeb,
birbirlerine hased etmeleri, birbirlerinin mevkilerine, mallarına ve ilimlerine
göz dikmeleri olduğunu anladım ve şu âyet-i kerîmeye dikkat ettim: "Dünyâdaki
maddî, mânevî bütün rızıklarını aralarında taksim ettik." Herkesin ilim, mal,
rütbe, evlâd gibi rızıklarının, dünyâ yaratılmadan evvel, ezelde taksim
edildiğini, kimsenin elinde bir şey olmadığını ve çalışmağı, sebeblere yapışmayı
emrettiğinden, O'na itâat etmiş olmak için, çalışmak lâzım geldiğini ve hased
etmenin büyük zararlarından başka, zâten lüzumsuz olduğunu anladım ve Allahü
teâlânın ezelde yaptığı taksime ve çalışınca Rabbimin gönderdiğine râzı oldum.
Bütün müslümanlarla sulh üzere olup herkesi sevdim ve sevildim. Şakîk bunları
işitince, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun; beşinci faydayı da söyle
dinliyeyim yâ Hâtim! dedi.
Hâtim dedi ki: Beşinci
faydam; insanlara baktım, birçoklarının insanlık şerefini, kıymetini, âmir,
müdür olmakta, insanların kendilerine muhtâc olduklarını ve karşılarında
eğildiklerini görmekte zannettiklerini ve bununla iftihâr ettiklerini,
öğündüklerini gördüm. Bâzıları da, kıymet ve şeref, çok mal ve evlâd ile olur
sanarak, bunlarla iftihâr ediyorlar. Bir kısmı da insanlık şerefi, malı, parayı,
insanların hoşuna gidecek, herkesi eğlendirecek yerlere sarfetmektir sanarak,
Allahü teâlânın emrettiği yerlere ve emrettiği şekilde harc edemiyorlar ve
bununla öğünüyorlar gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: "En şerefliniz ve en
kıymetliniz, Allahü teâlâdan çok korkanınızdır." İnsanların yanıldıklarını,
aldandıklarını anladım ve takvâya sarıldım. Rabbimin affına ve ihsânlarına
kavuşmak için, O'ndan korkarak dînin dışına çıkmadım, haramlardan kaçtım. Şakîk
bunları işitince, ne güzel söylüyorsun yâ Hâtim, altıncı faydanı da söyle dedi.
Hâtim dedi ki, altıncı
faydam; insanlara baktım, birbirlerinin mallarına, mevkilerine ve ilimlerine göz
dikerek, fırka fırka, parti parti ayrılarak, birbirlerine düşmanlık ettiklerini
gördüm ve şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: "Sizin düşmanınız şeytandır. Yâni sizi,
Allah yolundan, müslümanlıktan ayırmak için uğraşanlardır. Bunları düşman
biliniz!" Kur'ân-ı kerîmin doğru söylediğini bildim. Şeytanı ve onun gibi
müslümanlarla uğraşanları düşman bilip, sözlerine aldanmadım, onlara uymadım.
Onların tapındıklarına tapmadım. Allahü teâlânın emirlerine itâat ettim. Ehl-i
sünnet âlimlerinin gösterdiği yoldan ayrılmadım. Kurtuluş yolunun, doğru yolun,
yalnız Ehl-i sünnet yolu olduğuna inandım. Nitekim, Allahü teâlâ meâlen; "Ey
Âdemoğulları! Şeytana tapmayınız. O sizin en belli düşmanınızdır, diye sizden
söz almadım mı idi, bana itâat, ibâdet ediniz! Kurtuluş yolu, ancak budur."
buyuruyor. Onun için müslümanları aldatmağa uğraşanları dinlemedim. Muhammed
aleyhisselâmın yolunu gösteren Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından ayrılmadım
deyince, Şakîk; ne güzel yapmışsın ve ne güzel söylüyorsun, yedinci faydayı da
söyle dedi.
Hâtim dedi ki, yedinci
faydam; insanlara baktım, gördüm ki, herkes yiyip içmek, para kazanmak için
uğraşıyor. Bu yüzden harâm ve şüpheli şeyleri de alıyorlar ve zillete,
hakâretlere katlanıyorlar. Şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: "Allahü teâlâ tarafından
rızkı gönderilmeyen yeryüzünde bir canlı yoktur." Kur'ân-ı kerîmin Allah kelâmı
olduğunu ve elbette doğru olduğunu ve o canlılardan biri olduğumu bildim.
Rızkımı göndereceğine söz verdiğine, elbette göndereceğine güvenerek, O'nun
emrettiği gibi çalıştım deyince, Şakîk, ne iyi yapmışsın ve ne iyi söylüyorsun,
sekizinci faydayı da söyle! dedi.
Hâtim, dedi ki, sekizinci
faydam; insanlara baktım, herkesin, bir kimseye veya bir şeye güvendiğini,
sırtını ona dayadığını gördüm. Bâzıları altınlarına, mal ve mülküne, bâzıları
sanatına ve kazancına, bâzıları mevki ve rütbelerine, bâzıları da kendi gibi bir
insana güveniyor. Sonra şu âyet-i kerîmeyi düşündüm: "Allahü teâlâ, yalnız
kendisine güvenenlerin her zaman imdâdına yetişir." Her zaman ve her işimde
yalnız Allahü teâlâya güvendim. O emrettiği için çalıştım, sebeplere yapıştım.
Fakat yalnız O'na güvendim. O'ndan istedim ve O'ndan bekledim.
Şakîk bu sözleri işitince,
yâ Hâtim, Allahü teâlâ, her işinde imdâdına yetişsin! hazret-i Mûsâ'nın
Tevrât'ına, hazret-i Îsâ'nın İnciline, hazret-i Dâvûd'un Zebûr'una ve hazret-i
Muhammed aleyhisselâmın Kur'ân-ı kerîmine baktım. Bu dört kitabın bu sekiz temel
üzerinde bulunduğunu gördüm. Bu sekiz esâsı ezberleyip bunlara uyanlar,
hayatlarını bunların üzerine kuranlar, bu dört kitaba uymuş, emirlerini yapmış
olurlar dedi. |
|