|
İNSAN - 1
Ehl-i sünnetin îtikâddaki
iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını
açıklayarak şöyle buyurdular:
İnsanın yaratılış safhaları,
sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki,
çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir
nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan
sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline
çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik.
Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir."
Meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.
Bunlar, Allahü teâlânın
varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet
eden en açık delillerdendir.
İnsan, çamur özünden
yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat,
insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve
en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını
göstermektedir.
İnsana baktığımızda şunları
görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti
vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını
temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları)
sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ âletleri.
Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder.
Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet
sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan
gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle
bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve
tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker
durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi
bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen)
alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak)
kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan
gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan
başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve
düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey
vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması,
mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl
sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ
yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu
saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile
kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.
Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr
el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şerefli bir insan
olabilmek için; edep sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle bulunmak ve
fâsıklardan uzak durmak lâzımdır."
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Akıllı insan, önce
îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar,
işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin
başıboş yaratılmadığını bilir.
İlkönce tevhide, yâni Allahü
teâlânın birliğine ve şerîki (ortağı) olmadığına inanmaktır. İnanır ki: Allahü
teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden değildir. O birdir, fakat diğer
şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir. Yarattıklarından hiçbirine
benzemez. Mülkünde hiçbir şey O'nun zıddı değildir. Yarattıklarının hiçbiri
O'nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir hâdis (sonradan, yoktan
var olanlar) veya hâdise O'nu kaplayamaz ve kaplayamayacaktır. Eşyâya hulûl
etmez. Eşyâ da O'na hulûl edemez. Olmuş ve olacak her şeyi bilir. Henüz olmamış
bir şeyin, nasıl olacağını bilir. Öncelik, sonralık ve zaman, mekân mahlûklar
içindir. O, zamansız ve mekânsızdır.
Allahü teâlâ vardır. O,
alîmdir (bilici), mâlûm (bilinmiş) değildir. O, kâdirdir (gücü yeten), makdûr
(güç yetirilen) değildir. O her şeyi görür, kendisi görülmez. Rızıkları O verir.
Yaratandır, yaratılmış değildir.
Allahü teâlâ, ilim sıfatı
ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kâdirdir. O'nun isim ve sıfatları mahlûk
değildir. Kıyâmet gününde müminler Allah'ı göreceklerdir. İnsan, amelleri
sâyesinde değil, yalnız Allah'ın ihsânı ve takdiri ile Cennet'e girecektir."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin bir talebesi tarafından toplanan Mecma’ul-Ahbâr adlı eserdeki bir
mektubunda buyurdular ki: “O azîz, kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden
ibârettir. Sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. Hadîs-i
şerîfte; “Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize
bakar” buyruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhirette görünür. Çünkü
orada her şeyin hakîkatı zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına
uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’am-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte,
köpek sûretinde haşrolunacaktır. A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen; “Onun
hâli köpeğe benzer” buyruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına
tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan, kaplan sûretinde; bahîl ve
harîs olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kâf sûresi 22. âyet-i kerîmede
meâlen; “Şimdi senin perdeni açtık! Artık bugün gözün keskindir” buyrulması,
bunu gösterir. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında
yer almaktadır. A’râf sûresi 179. âyet-i kerîmede meâlen; “İşte onlar, hayvanlar
gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar” buyruldu. Nefsin tezkiyesi,
temizlenmesi ise, ancak Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım istemekle mümkündür.
Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum.
Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak Rabbimin koruduğu nefs
müstesnâdır. Çünkü Rabbim Gafûrdur, Rahîmdir” buyruldu. Hakk'ın ihsânı ve
yardımı olmadıkça, nefs tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen;
“Eğer üzerinize Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri
ebediyyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize
çıkarır” buyruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine
gösterilmesidir. Bütün kâinâtın yanında yok hükmünde olduğu ilâhî azametin
nûrundan bir şuâ onun kalbinde parlasa; bütün dünyâ büyüklükleri, onun nazarında
toprak hükmünde olur. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini
kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvânî sıfatlarından nefret eder ve onların
yerine, melek ahlâkının sıfâtlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir,
bahillik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve îsâr hâsıl olur. Bütün
bunlar, âhireti isteyenlerin hâlleridir. Hakk'ı isteyenlerin hâlleri ise,
bunlardan daha yüksektir. “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfi,
onların hâline uygundur. Herkesin anlayışı buna erişemez.
Beyt:
“Ahdim vardır ki, senden
gayri dost etmeyeyim,
Şartım vardır ki, senden
başka istemeyeyim.
Büyük ve meşhûr velîlerden
Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün vâz veriyordu.
Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile oradan geçerken; "Şuraya bir
uğrayalım" deyip içeri girdi. O sırada Sırrîyi Sekatî; "Mahlûkât içerisinde en
âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla berâber, bu kadar mahlûk arasında,
Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyân edip yüz çeviren mahlûk da yoktur.
Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta eder imrenirler. Eğer kötü olursa,
şeytanın bile kendisinden nefret edip, kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar
hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz olan insanoğlu, kendisine her nîmeti
veren, her an varlıkta durduran, yaşatan, kudret ve azamet sâhibi olan Allahü
teâlâya karşı gelmekte ve isyân etmektedir..." diye anlatıyordu. Sultânın
yakınlarından olan bu kişi, bu hikmet dolu sözlerin tesiri ile, ağlaya ağlaya
kendinden geçti. Bir zaman sonra kalkıp evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey
yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca, yürüyerek, Sırrî'yi Sekatî'nin
sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle dinledi. Üçüncü gün yine geldi.
Sohbet bittikten sonra; "Efendim! Sizin söyledikleriniz bana çok tesir etti.
Kabûl ederseniz, sizin talebelerinizden olmayı arzu ediyorum." dedi. Kabûl
edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda çok yüksek derecelere kavuştu. Bir
gün hocası Sırrî-yi Sekatî'nin huzûruna çıkıp; "Ey şefkatli ve merhametli
efendim! Beni günah karanlıklarından kurtarıp, huzûr ve saâdete kavuşturdunuz.
Bunun için Allahü teâlâ size bol bol mükâfâtlar ve hayırlı karşılıklar ihsân
buyursun" dedi. Kısa zaman sonra Sırrî-yi Sekatî hazretlerine biri gelip,
"Efendim, beni talebeniz Ahmed gönderdi. Rahatsız olduğunu size bildirmemi
söyledi." dedi. O da gelen kimse ile talebesi Ahmed'in bulunduğu yere gitti.
Şehrin dışında, sahrada çukur bir yerde yattığını ve ölmek üzere olduğunu
gördüler. Bu sâdık talebesinin başını kaldırıp dizine koydu. Yüzünün tozlarını
sildi. Ahmed gözünü açıp hocasını görünce çok sevindi.
Huzûr içerisinde rûhunu
teslim etti. Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek için şehre geri
geldikleri bir zamanda, şehir halkının kendilerinden tarafa geldiklerini
gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar; "Biz şehirde (Her
kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak isterse,
Şûnîzîye kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola çıktık."
dediler. Yıkayıp kefenledikten sonra Şûnîzîye kabristanına defnettiler.
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Akıllı kimselerin
arzusu, düşüncesi, Cehennem'den kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın
arzusu, oyun ve eğlencedir." ve "Ölüm meleği yastığının dibinde durduğu halde
uyuyup gaflete dalan kimseye çok şaşılır." sözleriyle âhireti unutup gaflette
olan insanlara duyduğu hayreti bildirmiştir. Her şeyden evvel farzları yapıp
haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmayı söyler, nâfilelerle uğraşılacak zaman
olmadığını bildirir; "Zarûrî din bilgilerini alıp, faydasız şeyleri terk etmek,
akıl sâhiplerinin işidir." buyururdu.
"Allahü teâlâ dünyâyı
lezzetlerle ve âfetlerle doldurdu. Helâlleri güçlüklerle, haramları da
mesûliyetlerle berâber kıldı." Yine; "İnsanlar üç kısımdır: Birincileri,
günahkârlar sınıfı olup, günahlarına tövbe edip bir daha günahlara dönmek
istemeyenlerdir. Bunlar iyidir. Makbûldür. İkincileri, günah işlerler, sonra
tekrar tekrar günah işlerler, sonra üzülürler, sonra yine günah işlerler, sonra
da ağlarlar. Bunların kurtulması umulur. Fakat helâk da olabilirler. Üçüncüleri,
günah işlerlerken pişman olmazlar, pişman olurlar üzülmezler ve yine günah
işlerler ağlamazlar. Bunlar Cennet yolundan Cehennem yoluna sapmış olanlardır."
buyurdular.
Yine; "İnsan günahlardan
sakındığı kadar, Allahü teâlâyı tanır." buyurarak Allahü teâlâyı tanıyan
kimsenin günah işlemeyeceğini bildirmiştir.
Velî, aklî ve naklî
ilimlerde âlim Sarı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: Umûmiyetle insanlar üç çeşittir: Hayvanlara benzeyenler, meleklere
benzeyenler, peygamberlere benzeyenler.
İnsanlardan bâzıları dünyâya
düşkün olurlar, âhireti hiç düşünmezler. Bunların kalbleri katılaşmış, kabuk
bağlamıştır. Dünyâ malına âşık olmuşlar, âhireti düşünme hâssasını
kaybetmişlerdir. Sanki kalbleri mühürlenmiştir. Bir kısım insanlar da kâfi
mikdârda dünyâ ile meşgûldürler. Bunlar Cennet'e gidecek müslümanlardır.
Bâzıları da mukarrebûn olup Allahü teâlâya yakın olurlar. Bunlar Hak ve hakîkat
yolunun yolcularıdırlar. Bunlar, Allahü teâlânın rızâsını esas alıp dünyevî keyf,
zevk ve lezzetlere yaklaşmayan îmân ve vicdân sâhipleridirler. Bunlar ilâhî
tecellilere, ilâhî sırlara şâhid olurlar, onları müşâhede ederler. Bunlar öyle
kimselerdir ki, Allahü teâlâ yanında dereceleri çok yüksektir. Dünyâ ile
alâkalarını kesmişler, yalnız âhiret ile ilgilenir olmuşlardır. Allahü teâlânın
emri ve rızâsı dâhilinde, insanları irşâd edip doğru yola dâvet ederler. Allahü
teâlânın varlığına ve birliğine kendileri kalbden inandıkları gibi, diğer
insanları da inandırmaya çalışırlar ve bu işlerinde muvaffak olurlar.
"Yükü hafifler kurtulur.
Yükü ağır olanlar helâk olur. Allahü teâlâ, dünyâyı kendilerine verilmiş bir
emânet bilip, o emâneti sâhibine teslim ederek yüklerini hafifletmiş olanları
magfiret eder, kurtuluşa erdirir."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra
Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda
ilerlemektir.
Yine buyurdular ki: İnsanlar
riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin
emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan
daha faydalıdır.
Bir kimsenin önüne lezzetli,
tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde,
dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve
diğer riyâzetlerden çok üstündür.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanoğlunu şu
iki şey mahvetmiştir: İzzet, makam arzusu, fakirlik korkusu."
Yine buyurdular ki:
"İnsanların "Lâ ilâhe illallah" ifâdesine kalben îtikâd edip dil ile söylemeleri
ve buna fiilen vefâ göstermeleri lâzım gelir."
"Allahü teâlânın, insanlara
şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: "Kulum! Hiç insaflı davranmıyorsun.
Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni kendime dâvet ediyorum fakat
sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben dertleri belâları senden
uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrâr ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın
kıyâmette huzûruma gelince mâzeret olarak ne söyleyeceksin?"
"Son Peygamber Muhammed
aleyhisselâm gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi sınıf insan vardı: Krallar,
zirâatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar, ticâretle meşgûl olanlar, sanatla
meşgûl olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü teâlânın elçisi Sevgili Peygamberimiz
bu sınıflardan hiçbirini başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü
teâlâya itâata, takvâya, ilme çağırdı. İnsanlara şöyle buyurdu: "Allah bütün bu
varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ
nîmetlerini Allahü teâlâya itâat için kullanan, hem dünyâyı, hem âhireti
kazanır. Bunun tersini yapan kimse ise, hem âhireti, hem de dünyâyı
kaybedecektir."
Tâbiînin büyük âlim ve
evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsanların günah ve yasak işleri işlediğini görürsünüz. Ona
"Ölümü ister misin?" denirse, "Hayır istemem" der. "Ona günahları terk etmez
misin?" denildiğinde; "Onları terk etmek istemiyorum, onları ancak öldüğüm zaman
bırakırım. Fakat ölümü de sevmiyorum" der".
"Biz tövbe etmeden ölmek
istemiyoruz. Ölümden önce de tövbe etmiyoruz. İyi bil ki, öldüğün zaman malını
mülkünü bırakırsın. Hiç bir şeyi götüremezsin. Öyleyse nefsini iyi tanı."
Yine buyurdular ki: "Dünyâda
insanı sevindiren bir şeyin peşinden, mutlaka onu rahatsız edecek bir şey
gelir."
"Sizden birinin, dînin
emirlerine uyması beni çok memnun ediyor."
"Ey Âdemoğlu, her şey
ölümden sonra belli olup, ortaya çıkacak."
"İnsanlar konuşmayı severler
fakat, konuştukları ile amel etmeyi, bildiklerini yaşamayı terk ederler."
Konya'ya gelen büyük
velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
"İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler. Cevâbında; "Şu dört kimsenin
kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve
sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından
korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli
korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen
âlimdir." buyurdular. Yine "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?"
diye sordular. Buyurdular ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir."
Tâbiînin büyüklerinden, âlim
ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey
insanlar! Dünyâ gündüzler ve gecelerdir. Bunlar birbirlerini tâkip eder. Eğer
gündüz yapacağın işi yapmazsan vakit geçer gece oluverir. O halde işlerini sonra
yaparım diyerek geriye bırakma ve sen dâimâ sâimlerle (oruçlu olup, ibâdet
edenlerle) berâber bulun". Bu sözüne sâdık kalır, dünyâ ehli ile bir arada
bulunmazdı. Zamanındaki bâzı devlet adamları onu yemeğe dâvet ettiler. Özür
beyân edip gitmedi. Niçin gitmediğini soranlara; "Onların dâvetine gitmeyip
yemeği kaybetmek, dînimden bâzı şeyleri kaybetmekten daha kolay geldi. Müminin
dîninin, midesinden çok daha kıymetli olması lâzımdır." diye cevap verdi.
İnsanın asıl gâyesi dînidir.
Şumeyt hazretleri, dînin
muhafâzasına çok ehemmiyet verir ve İslâmiyete uymayan her şeyi reddederdi.
Buyurdu ki: "Müminin sâhip olduğu şeylerin ilki ve en kıymetlisi dînidir. Malı
olduğu zaman dîni olan, malı olmadığı zaman dîni olmayan, dîni malına bağlı olan
kimseler vardır. Böyle kimseler mallarını hiç kimseye emânet edemezler. İnsanlar
da onu emin bir kimse olarak bilmezler. Böyle olanlara yazıklar olsun."
Yine buyurdular ki: "Şu iki
insan dünyâda azâb içindedir: Dünyâ nîmetleri kendisine verilmiş, fakat bunları
kâfi görmeyip dünyâ ile devamlı meşgûl olan insan. İkincisi ise; Dünyâ
nîmetlerinden mahrûm olduğu halde devamlı onların hasret ve üzüntüsüyle ve ona
kavuşma arzusuyla dolu insan."
"Allah'a yemîn ederim ki,
bedenleriniz sizi Allahü teâlâya yaklaştıran bineklerdir. O bedenlerinizi Allahü
teâlâya itâatte kullanınız ki, Allahü teâlâ o bedenlerinizi mübârek kılsın."
"Allahü teâlânın; baktığı
şeyden ibret alan bir göz, fasih bir lisan, hayrı anlayan, inanan ve amel eden
bir kalb verdiği kimseler felâh bulur kurtulurlar." Şumeyt hazretleri insanların
üç kısım olduğunu beyân etmiş ve; "Birincileri hayırlı amel işleyen, ona devam
eden ve ona devâm ettiği halde ölenler. İşte bunlar mukarreblerdir. İkincileri;
ömürlerini günah ve uzun bir gafletle geçirip, sonra tövbe etmiş olanlar. İşte
bunlar Eshâb-ı yemîndirler (Cennet ehlidirler). Üçüncüsü ise; ömürlerini Allahü
teâlânın men ettiği şeylerle geçiren, harama günaha devâm eden ve o hâliyle
dünyâdan ayrılanlar. İşte bunlar Eshâb-ı şimâldirler (cehennemlikdirler).
Şumeyt bin Aclân, her
hâliyle İslâmiyete uygun hareket eden bir zât idi. Buyurdu ki: "Ölümü düşünen
insan, ne dünyânın geçici sıkıntılarına üzülür, ne de gelip geçen nîmetlerine
sevinir."
Tâbiîn devrinde yetişen
büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İnsanın dîni için en faydalı ahlâk, dünyâya rağbet etmemesi, en
kötüsü de, hevâya, arzu ve isteklere uymasıdır. Hevâya uymanın bir kısmı; malı,
makâmı ve herkes yanında medhedilmeyi sevmektir. Malı ve rütbeyi seven kimse,
harâmlara düşer. Harâmları yapan, Allahü teâlâyı gazablandırır. Allahü teâlâyı
gazablandıran kimse, helâk olur." |
|