CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İNSAN - 1

Ehl-i sünnetin îtikâddaki iki imâmından biri ve büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Eş'arî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti sırasında insanın yaratılışını ve yaratılış safhalarını açıklayarak şöyle buyurdular:

İnsanın yaratılış safhaları, sûret ve şekillerindeki değişik durumlara; "Biz insanı (Âdem'i) şüphesiz ki, çamurun özünden yarattık. Sonra Âdem'in neslini, sağlam bir yerde (rahimde) bir nutfe (az bir su) yaptık. Sonra o nutfeyi bir kan pıhtısı hâline getirdik. Ondan sonra kan pıhtısını bir parça et yaptık. O et parçasını da kemikler hâline çevirdik. Kemiklere de et giydirdik. Sonra ona başka bir yaratılış (ruh) verdik. Bak ki, şekil verenlerin en güzeli olan Allahü teâlânın şânı ne kadar yücedir." Meâlindeki Mü'minûn sûresi 12-14 âyet-i kerimelerinde işâret buyuruldu.

Bunlar, Allahü teâlânın varlığının muhakkak lâzım olduğunu ifâde eden, O'nun irâde ve tedbîrine delâlet eden en açık delillerdendir.

İnsan, çamur özünden yaratıldı. Çamur özünün bir çok şekil ve durumlara kâbiliyeti vardır. Fakat, insanın başka bir sûretle değil de, kendisine has özellikleriyle mâlûm olan ve en güzel sûrette meydana gelmesi, mutlaka bir yaratıcının varlığını göstermektedir.

İnsana baktığımızda şunları görüyoruz: 1. İnsanın başka varlıklarda bulunmıyan, kendisine mahsus bir sûreti vardır. 2. İşitmek, görmek, koklamak, hissetmek, tatmak gibi, ihtiyaçlarını temin edebilmesi için hazırlanmış bir takım vâsıtalara (duyu organları) sâhiptir. 3. İhtiyaç hâsıl oldukça, tertib üzere hazırlanmış gıdâ âletleri. Meselâ, yeni doğmuş çocuk gıdâsını, önce annesini emmek sûretiyle temin eder. Çünkü o, bu sırada dişsizdir. Gıdâsını kendiliğinden temin edemez. Bir müddet sonra, dişlerle donatılır. Gıdâsını yemekle elde eder. 4. Ağızdan alınan gıdâlar, mîdeye gelir. Mîde, kendisine ulaşan gıdâları pişirir. Bu gıdâlara öyle bir incelik verir ki, bunlar en ince yollardan geçerek, sonunda saç ve tırnaklara kadar ulaşır. 5. Karaciğer, öd (safra) çıkarmak, vücûdun şeker durumunu ayarlamak, zehirleri bir dereceye kadar zararsız hâle getirmek gibi bâzı vazîfeler için hazırlanmıştır. 6. Akciğer, dışarıdan temiz havayı (oksijen) alıp, kan dolaşımı ile dokulara iletmek ve kandan (karbondioksit alarak) kirlenen havayı nefesle dışarı vermek için hazırlanmıştır. 8. Ayrıca alınan gıdâlardaki fazlalıkların atılması için gerekli âletler (âzâlar). Bunlardan başka, tesâdüfî olarak düşünülmesi imkânsız olan, mutlaka bunları tertip ve düzenleyen bir yaratıcının varlığını gerektiren sayılamıyacak kadar çok şey vardır. Bütün bunların çamur özü ve su ile düzenlenip, kısımlara ayrılması, mutlaka bir yaratıcıyı, bir düzenleyiciyi gerektirir. Bunu, düşünen her akıl sâhibi anlar. Aynı şekilde, bir plân dâiresinde düzenleyen, kasdeden bir binâ yapıcısı olmadan, bir binânın meydana gelmesi bile mümkün olmayınca, bütün bu saydığımız hâllerin de bir yapıcı ve yaratıcı olmadan çamur ve su ile kendiliklerinden, tertip ve düzen içerisinde meydana gelmeleri mümkün olamaz.

Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şerefli bir insan olabilmek için; edep sâhibi olmak, farzları edâ etmek, sâlihlerle bulunmak ve fâsıklardan uzak durmak lâzımdır."

Büyük velîlerden İbn-i Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Akıllı insan, önce îtikâdını düzeltir ve Rabbine ulaşmaya hazırlanır. Niyetini hâlis yapar, işlerini temiz kılar. İbâdetini güzel yapar ve âhiret azığı toplar. Kendisinin başıboş yaratılmadığını bilir.

İlkönce tevhide, yâni Allahü teâlânın birliğine ve şerîki (ortağı) olmadığına inanmaktır. İnanır ki: Allahü teâlâ birdir. Fakat bu birlik rakam cinsinden değildir. O birdir, fakat diğer şeyler (mahlûk olan varlıklar) gibi değildir. Yarattıklarından hiçbirine benzemez. Mülkünde hiçbir şey O'nun zıddı değildir. Yarattıklarının hiçbiri O'nun aynı değildir. Cisim ve cismânî değildir. Hiçbir hâdis (sonradan, yoktan var olanlar) veya hâdise O'nu kaplayamaz ve kaplayamayacaktır. Eşyâya hulûl etmez. Eşyâ da O'na hulûl edemez. Olmuş ve olacak her şeyi bilir. Henüz olmamış bir şeyin, nasıl olacağını bilir. Öncelik, sonralık ve zaman, mekân mahlûklar içindir. O, zamansız ve mekânsızdır.

Allahü teâlâ vardır. O, alîmdir (bilici), mâlûm (bilinmiş) değildir. O, kâdirdir (gücü yeten), makdûr (güç yetirilen) değildir. O her şeyi görür, kendisi görülmez. Rızıkları O verir. Yaratandır, yaratılmış değildir.

Allahü teâlâ, ilim sıfatı ile âlimdir. Kudret sıfatı ile kâdirdir. O'nun isim ve sıfatları mahlûk değildir. Kıyâmet gününde müminler Allah'ı göreceklerdir. İnsan, amelleri sâyesinde değil, yalnız Allah'ın ihsânı ve takdiri ile Cennet'e girecektir."

Hindistan’ın büyük velîlerinden Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir talebesi tarafından toplanan Mecma’ul-Ahbâr adlı eserdeki bir mektubunda buyurdular ki: “O azîz, kesin olarak bilmelidir ki, insan iki şeyden ibârettir. Sûret ve sıfat. Hüküm sıfata göredir, sûrete göre değil. Hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ, sûretlerinize ve amellerinize bakmaz, kalblerinize bakar” buyruldu. Ama sıfatın hükmü, hakîkat üzere, ancak âhirette görünür. Çünkü orada her şeyin hakîkatı zâhir olur. Bu sûret gidicidir ve herkes kendi sıfatına uygun şekilde haşrolunur. Nitekim Bel’am-ı Bâurâ, o kadar tâatiyle birlikte, köpek sûretinde haşrolunacaktır. A’râf sûresi 176. âyet-i kerîmede meâlen; “Onun hâli köpeğe benzer” buyruldu. Bunun gibi zulmeden, başkasının malına, canına tecâvüz eden, kendini kurt sûretinde; kibirli olan, kaplan sûretinde; bahîl ve harîs olan da, kendini domuz şeklinde bulacaktır. Kâf sûresi 22. âyet-i kerîmede meâlen; “Şimdi senin perdeni açtık! Artık bugün gözün keskindir” buyrulması, bunu gösterir. İnsan, bu kötü sıfatlardan temizlenmedikçe, hayvanlar sırasında yer almaktadır. A’râf sûresi 179. âyet-i kerîmede meâlen; “İşte onlar, hayvanlar gibidir; doğrusu daha sapık ve aşağıdırlar” buyruldu. Nefsin tezkiyesi, temizlenmesi ise, ancak Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım istemekle mümkündür. Yûsuf sûresi 53. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Ben nefsimi temize çıkarmıyorum. Çünkü nefs, gerçekten kötülüğü şiddetle emreder. Ancak Rabbimin koruduğu nefs müstesnâdır. Çünkü Rabbim Gafûrdur, Rahîmdir” buyruldu. Hakk'ın ihsânı ve yardımı olmadıkça, nefs tezkiye olmaz. Nûr sûresi 21. âyet-i kerîmede meâlen; “Eğer üzerinize Allah’ın ihsânı ve rahmeti olmasaydı, içinizden hiçbiri ebediyyen (günah kirinden) temize çıkamazdı. Fakat Allah dilediğini temize çıkarır” buyruldu. Bu ihsân ve rahmetin alâmeti, ayıplarının kendine gösterilmesidir. Bütün kâinâtın yanında yok hükmünde olduğu ilâhî azametin nûrundan bir şuâ onun kalbinde parlasa; bütün dünyâ büyüklükleri, onun nazarında toprak hükmünde olur. Kalbinde dünyâ ehlinin kıymeti kalmaz. Bu hâl kalbini kaplayınca; dünyâ ehlinin tutulduğu hayvânî sıfatlarından nefret eder ve onların yerine, melek ahlâkının sıfâtlarının görünmesini ister. Zulüm, gadap, kibir, bahillik ve hırs yerine; af, hilm, tevâzu, cömertlik ve îsâr hâsıl olur. Bütün bunlar, âhireti isteyenlerin hâlleridir. Hakk'ı isteyenlerin hâlleri ise, bunlardan daha yüksektir. “Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanınız” hadîs-i şerîfi, onların hâline uygundur. Herkesin anlayışı buna erişemez.

Beyt:

 “Ahdim vardır ki, senden gayri dost etmeyeyim,

Şartım vardır ki, senden başka istemeyeyim.

 

Büyük ve meşhûr velîlerden Sırrî-yi Sekatî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün vâz veriyordu. Sultânın adamlarından birisi, merâsim ile oradan geçerken; "Şuraya bir uğrayalım" deyip içeri girdi. O sırada Sırrîyi Sekatî; "Mahlûkât içerisinde en âciz ve zayıf olan mahlûk, insandır. Bununla berâber, bu kadar mahlûk arasında, Allahü teâlânın emirlerine insan kadar isyân edip yüz çeviren mahlûk da yoktur. Eğer insan iyi olursa, melekler ona gıpta eder imrenirler. Eğer kötü olursa, şeytanın bile kendisinden nefret edip, kaçtığı, şerli bir kimse olur. Ne kadar hayret edilir ki, bu kadar zayıf ve âciz olan insanoğlu, kendisine her nîmeti veren, her an varlıkta durduran, yaşatan, kudret ve azamet sâhibi olan Allahü teâlâya karşı gelmekte ve isyân etmektedir..." diye anlatıyordu. Sultânın yakınlarından olan bu kişi, bu hikmet dolu sözlerin tesiri ile, ağlaya ağlaya kendinden geçti. Bir zaman sonra kalkıp evine gitti. Hiç konuşmuyor, bir şey yiyip içmiyor, hep ağlıyordu. Sabah olunca, yürüyerek, Sırrî'yi Sekatî'nin sohbet ettiği yere gelip, anlatılanları dikkatle dinledi. Üçüncü gün yine geldi. Sohbet bittikten sonra; "Efendim! Sizin söyledikleriniz bana çok tesir etti. Kabûl ederseniz, sizin talebelerinizden olmayı arzu ediyorum." dedi. Kabûl edildi. Ahmed ismindeki bu talebe, az zamanda çok yüksek derecelere kavuştu. Bir gün hocası Sırrî-yi Sekatî'nin huzûruna çıkıp; "Ey şefkatli ve merhametli efendim! Beni günah karanlıklarından kurtarıp, huzûr ve saâdete kavuşturdunuz. Bunun için Allahü teâlâ size bol bol mükâfâtlar ve hayırlı karşılıklar ihsân buyursun" dedi. Kısa zaman sonra Sırrî-yi Sekatî hazretlerine biri gelip, "Efendim, beni talebeniz Ahmed gönderdi. Rahatsız olduğunu size bildirmemi söyledi." dedi. O da gelen kimse ile talebesi Ahmed'in bulunduğu yere gitti. Şehrin dışında, sahrada çukur bir yerde yattığını ve ölmek üzere olduğunu gördüler. Bu sâdık talebesinin başını kaldırıp dizine koydu. Yüzünün tozlarını sildi. Ahmed gözünü açıp hocasını görünce çok sevindi.

Huzûr içerisinde rûhunu teslim etti. Gasl ve defin hizmetlerini yerine getirmek için şehre geri geldikleri bir zamanda, şehir halkının kendilerinden tarafa geldiklerini gördüler. Hayret edip nereye gittiklerini sordular. Onlar; "Biz şehirde (Her kim, Allahü teâlânın velî kullarından birinin cenâzesinde bulunmak isterse, Şûnîzîye kabristanına gitsin) diye bir ses duyduk. Onun için yola çıktık." dediler. Yıkayıp kefenledikten sonra Şûnîzîye kabristanına defnettiler.

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Semmâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Akıllı kimselerin arzusu, düşüncesi, Cehennem'den kurtulmak ve haramlardan kaçmaktır. Ahmak olanın arzusu, oyun ve eğlencedir." ve "Ölüm meleği yastığının dibinde durduğu halde uyuyup gaflete dalan kimseye çok şaşılır." sözleriyle âhireti unutup gaflette olan insanlara duyduğu hayreti bildirmiştir. Her şeyden evvel farzları yapıp haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınmayı söyler, nâfilelerle uğraşılacak zaman olmadığını bildirir; "Zarûrî din bilgilerini alıp, faydasız şeyleri terk etmek, akıl sâhiplerinin işidir." buyururdu.

"Allahü teâlâ dünyâyı lezzetlerle ve âfetlerle doldurdu. Helâlleri güçlüklerle, haramları da mesûliyetlerle berâber kıldı." Yine; "İnsanlar üç kısımdır: Birincileri, günahkârlar sınıfı olup, günahlarına tövbe edip bir daha günahlara dönmek istemeyenlerdir. Bunlar iyidir. Makbûldür. İkincileri, günah işlerler, sonra tekrar tekrar günah işlerler, sonra üzülürler, sonra yine günah işlerler, sonra da ağlarlar. Bunların kurtulması umulur. Fakat helâk da olabilirler. Üçüncüleri, günah işlerlerken pişman olmazlar, pişman olurlar üzülmezler ve yine günah işlerler ağlamazlar. Bunlar Cennet yolundan Cehennem yoluna sapmış olanlardır." buyurdular.

Yine; "İnsan günahlardan sakındığı kadar, Allahü teâlâyı tanır." buyurarak Allahü teâlâyı tanıyan kimsenin günah işlemeyeceğini bildirmiştir.

Velî, aklî ve naklî ilimlerde âlim Sarı Abdullah Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Umûmiyetle insanlar üç çeşittir: Hayvanlara benzeyenler, meleklere benzeyenler, peygamberlere benzeyenler.

İnsanlardan bâzıları dünyâya düşkün olurlar, âhireti hiç düşünmezler. Bunların kalbleri katılaşmış, kabuk bağlamıştır. Dünyâ malına âşık olmuşlar, âhireti düşünme hâssasını kaybetmişlerdir. Sanki kalbleri mühürlenmiştir. Bir kısım insanlar da kâfi mikdârda dünyâ ile meşgûldürler. Bunlar Cennet'e gidecek müslümanlardır. Bâzıları da mukarrebûn olup Allahü teâlâya yakın olurlar. Bunlar Hak ve hakîkat yolunun yolcularıdırlar. Bunlar, Allahü teâlânın rızâsını esas alıp dünyevî keyf, zevk ve lezzetlere yaklaşmayan îmân ve vicdân sâhipleridirler. Bunlar ilâhî tecellilere, ilâhî sırlara şâhid olurlar, onları müşâhede ederler. Bunlar öyle kimselerdir ki, Allahü teâlâ yanında dereceleri çok yüksektir. Dünyâ ile alâkalarını kesmişler, yalnız âhiret ile ilgilenir olmuşlardır. Allahü teâlânın emri ve rızâsı dâhilinde, insanları irşâd edip doğru yola dâvet ederler. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine kendileri kalbden inandıkları gibi, diğer insanları da inandırmaya çalışırlar ve bu işlerinde muvaffak olurlar.

"Yükü hafifler kurtulur. Yükü ağır olanlar helâk olur. Allahü teâlâ, dünyâyı kendilerine verilmiş bir emânet bilip, o emâneti sâhibine teslim ederek yüklerini hafifletmiş olanları magfiret eder, kurtuluşa erdirir."

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İnsana lâzım olan önce Ehl-i sünnete uygun inanmak, sonra Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, daha sonra tasavvuf yolunda ilerlemektir.

Yine buyurdular ki: İnsanlar riyâzet deyince, açlık çekmeği ve oruç tutmağı anladılar. Hâlbuki, dînimizin emrettiği kadar yimek için dikkat etmek, binlerce sene nâfile oruç tutmaktan daha faydalıdır.

Bir kimsenin önüne lezzetli, tatlı yemekler konsa, iştihâsı olduğu hâlde ve hepsini yemek istediği hâlde, dînimizin emrettiği kadar yiyip, fazlasını bırakması, şiddetli bir riyâzettir ve diğer riyâzetlerden çok üstündür.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanoğlunu şu iki şey mahvetmiştir: İzzet, makam arzusu, fakirlik korkusu."

Yine buyurdular ki: "İnsanların "Lâ ilâhe illallah" ifâdesine kalben îtikâd edip dil ile söylemeleri ve buna fiilen vefâ göstermeleri lâzım gelir."

"Allahü teâlânın, insanlara şu şekilde hitâb etmediği hiçbir gün yoktur: "Kulum! Hiç insaflı davranmıyorsun. Ben seni anıyorum ama, sen beni unutuyorsun. Seni kendime dâvet ediyorum fakat sen, başkalarının dergâhına gidiyorsun. Ben dertleri belâları senden uzaklaştırıyorum. Lâkin günah üzerinde ısrâr ediyorsun. Ey Âdemoğlu! Yarın kıyâmette huzûruma gelince mâzeret olarak ne söyleyeceksin?"

"Son Peygamber Muhammed aleyhisselâm gönderildiği zaman, dünyâda şu yedi sınıf insan vardı: Krallar, zirâatle uğraşanlar, hayvancılıkla uğraşanlar, ticâretle meşgûl olanlar, sanatla meşgûl olanlar, işçiler, yoksullar. Allahü teâlânın elçisi Sevgili Peygamberimiz bu sınıflardan hiçbirini başka bir sınıfa geçmeye zorlamadı. Onları Allahü teâlâya itâata, takvâya, ilme çağırdı. İnsanlara şöyle buyurdu: "Allah bütün bu varlığı insan için, insanı da Allahü teâlâyı bilmek için yaratmıştır. Dünyâ nîmetlerini Allahü teâlâya itâat için kullanan, hem dünyâyı, hem âhireti kazanır. Bunun tersini yapan kimse ise, hem âhireti, hem de dünyâyı kaybedecektir."

Tâbiînin büyük âlim ve evliyâlarından Ebû Hâzım Seleme bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların günah ve yasak işleri işlediğini görürsünüz. Ona "Ölümü ister misin?" denirse, "Hayır istemem" der. "Ona günahları terk etmez misin?" denildiğinde; "Onları terk etmek istemiyorum, onları ancak öldüğüm zaman bırakırım. Fakat ölümü de sevmiyorum" der".

"Biz tövbe etmeden ölmek istemiyoruz. Ölümden önce de tövbe etmiyoruz. İyi bil ki, öldüğün zaman malını mülkünü bırakırsın. Hiç bir şeyi götüremezsin. Öyleyse nefsini iyi tanı."

Yine buyurdular ki: "Dünyâda insanı sevindiren bir şeyin peşinden, mutlaka onu rahatsız edecek bir şey gelir."

"Sizden birinin, dînin emirlerine uyması beni çok memnun ediyor."

"Ey Âdemoğlu, her şey ölümden sonra belli olup, ortaya çıkacak."

"İnsanlar konuşmayı severler fakat, konuştukları ile amel etmeyi, bildiklerini yaşamayı terk ederler."

Konya'ya gelen büyük velîlerden Şems-i Tebrîzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "İnsanların en üstünü, kıymetlisi kimdir?" dediler. Cevâbında; "Şu dört kimsenin kıymeti, Allahü teâlâ katında yüksektir: 1) Şükreden zengin, 2) Kanâatlı ve sabreden fakir, 3) İşlediği günâhlara pişmân olup, Allahü teâlânın azâbından korkan kişi, 4) Takvâ, verâ, zühd sâhibi; yâni haramlardan sakınıp, şüpheli korkusuyla mübahların çoğunu terkederek dünyâya zerre kadar meyletmeyen âlimdir." buyurdular. Yine "Bu kıymetli insanların içinde en üstünü hangisidir?" diye sordular. Buyurdular ki: "İlim ve hilm (yumuşaklık) sâhibi âlimlerdir."

Tâbiînin büyüklerinden, âlim ve velî Şumeyt bin Aclân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey insanlar! Dünyâ gündüzler ve gecelerdir. Bunlar birbirlerini tâkip eder. Eğer gündüz yapacağın işi yapmazsan vakit geçer gece oluverir. O halde işlerini sonra yaparım diyerek geriye bırakma ve sen dâimâ sâimlerle (oruçlu olup, ibâdet edenlerle) berâber bulun". Bu sözüne sâdık kalır, dünyâ ehli ile bir arada bulunmazdı. Zamanındaki bâzı devlet adamları onu yemeğe dâvet ettiler. Özür beyân edip gitmedi. Niçin gitmediğini soranlara; "Onların dâvetine gitmeyip yemeği kaybetmek, dînimden bâzı şeyleri kaybetmekten daha kolay geldi. Müminin dîninin, midesinden çok daha kıymetli olması lâzımdır." diye cevap verdi. İnsanın asıl gâyesi dînidir.

Şumeyt hazretleri, dînin muhafâzasına çok ehemmiyet verir ve İslâmiyete uymayan her şeyi reddederdi. Buyurdu ki: "Müminin sâhip olduğu şeylerin ilki ve en kıymetlisi dînidir. Malı olduğu zaman dîni olan, malı olmadığı zaman dîni olmayan, dîni malına bağlı olan kimseler vardır. Böyle kimseler mallarını hiç kimseye emânet edemezler. İnsanlar da onu emin bir kimse olarak bilmezler. Böyle olanlara yazıklar olsun."

Yine buyurdular ki: "Şu iki insan dünyâda azâb içindedir: Dünyâ nîmetleri kendisine verilmiş, fakat bunları kâfi görmeyip dünyâ ile devamlı meşgûl olan insan. İkincisi ise; Dünyâ nîmetlerinden mahrûm olduğu halde devamlı onların hasret ve üzüntüsüyle ve ona kavuşma arzusuyla dolu insan."

"Allah'a yemîn ederim ki, bedenleriniz sizi Allahü teâlâya yaklaştıran bineklerdir. O bedenlerinizi Allahü teâlâya itâatte kullanınız ki, Allahü teâlâ o bedenlerinizi mübârek kılsın."

"Allahü teâlânın; baktığı şeyden ibret alan bir göz, fasih bir lisan, hayrı anlayan, inanan ve amel eden bir kalb verdiği kimseler felâh bulur kurtulurlar." Şumeyt hazretleri insanların üç kısım olduğunu beyân etmiş ve; "Birincileri hayırlı amel işleyen, ona devam eden ve ona devâm ettiği halde ölenler. İşte bunlar mukarreblerdir. İkincileri; ömürlerini günah ve uzun bir gafletle geçirip, sonra tövbe etmiş olanlar. İşte bunlar Eshâb-ı yemîndirler (Cennet ehlidirler). Üçüncüsü ise; ömürlerini Allahü teâlânın men ettiği şeylerle geçiren, harama günaha devâm eden ve o hâliyle dünyâdan ayrılanlar. İşte bunlar Eshâb-ı şimâldirler (cehennemlikdirler).

Şumeyt bin Aclân, her hâliyle İslâmiyete uygun hareket eden bir zât idi. Buyurdu ki: "Ölümü düşünen insan, ne dünyânın geçici sıkıntılarına üzülür, ne de gelip geçen nîmetlerine sevinir."

Tâbiîn devrinde yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın dîni için en faydalı ahlâk, dünyâya rağbet etmemesi, en kötüsü de, hevâya, arzu ve isteklere uymasıdır. Hevâya uymanın bir kısmı; malı, makâmı ve herkes yanında medhedilmeyi sevmektir. Malı ve rütbeyi seven kimse, harâmlara düşer. Harâmları yapan, Allahü teâlâyı gazablandırır. Allahü teâlâyı gazablandıran kimse, helâk olur."