|
İMAN
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Îmânı olmayan kimsenin
Cehennem ateşinde sonsuz yanacağını Peygamber efendimiz haber verdi. Bu haber
elbette doğrudur. Buna inanmak, Allahü teâlânın var olduğuna, bir olduğuna
inanmak gibi lâzımdır. Ateşte sonsuz yanmak ne demektir? Herhangi bir insan
sonsuz olarak ateşte yanmak felâketini düşünürse, korkudan aklını kaçırması
lâzım gelir. Bu korkunç felâketten kurtulmanın çâresini arar.
Bu ise, çok kolaydır. "Allahü
teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun son peygamberi
olduğuna ve O'nun haber verdiği şeylerin hepsinin doğru olduğuna inanmak" insanı
bu sonsuz felâketten kurtarmaktadır. Bir kimse ben bu sonsuz yanmaya
inanmıyorum, bunun için böyle bir felâketten korkmuyorum, bu felâketten kurtulma
çârelerini aramıyorum, derse, buna deriz ki: "İnanmamak için elinde senedin,
vesîkan var mı? Hangi ilim, hangi fen inanmana mâni oluyor?" Elbet vesîka
gösteremeyecektir. Senedi, vesîkası olmayan söze ilim, fen denir mi? Buna zan ve
ihtimâl denir. Milyonda, milyarda bir ihtimâli olsa da, "Sonsuz olarak ateşte
yanmak" felâketinden sakınmak lâzım olmaz mı? Azıcık aklı olan kimse bile böyle
felâketten sakınmaz mı? Sonsuz ateşte yanmak ihtimâlinden kurtulmak çâresini
aramaz mı?
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Cemiyetteki ruh hastalıklarının
sebebi, îmân eksikliğidir.
ÎMÂNIN
KUVVETİNDEN
Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Hâbil Efendi diye, vardı ki
bir terzisi,
Pek çoktu Efendi'ye,
bağlılığı, sevgisi.
O'na öyle ihlâsla, bağlıydı
ki o hattâ,
Böyle hâlis bağlılık, az
bulunur hayatta.
Bir gün ziyâretine, giderken
Efendi'nin,
Düşündü ki gidince, sorayım
şunu ilkin.
Diyeyim ki: "Efendim,
istemiyorum ama,
Çok kötü düşünceler, geliyor
hâtırıma.
Hiç kurtulamıyorum, ben bu
vesveselerden,
Îmânıma bir zarar, gelir mi
bu şeylerden?"
Bunları düşünerek, vardı
huzurlarına,
Girince, sohbetini, kesti ve
baktı ona.
Ve hemen buyurdu ki: "Bir
müslümanın eğer,
Hâtırına gelirse, çok fenâ
düşünceler,
Onun kötülüğüne, bir işaret
değildir,
Îmânının kuvvetli, olduğuna
delîldir."
Henüz suâl etmeden, almıştı
cevâbını,
Efendi, daha sonra, ikmâl
etti vâzını.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdülkâhir Sühreverdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Dinde inanılması lâzım gelen şeyleri dil ile
söyleyip, kalb ile inanarak kabul ettikten sonra, şartlarına uygun amel yapınca
kalbdeki îmân parlar. Kişi îmânı dil ile söylemelidir. Hiç bir zarûret olmadan
dil ile îmânı söylememek küfre sebeb olur. Dili ile îmânı olduğunu söylediği
hâlde, kalbinden inanmayan müslüman değil münâfıktır. Ameli terk eden fâsık
olur. Sünnet-i seniyyeye uymayan, bid'at sâhibidir. İnsanlar îmân bakımından
birbirlerinden farklı derecelere sâhiptirler.
Allahü teâlâ kullarının
küfründen, îmânsız olmasından ve günahlarından râzı değildir. Ehl-i kıble olan
bir kimse için, yaptığı bir hayır işten ve iyilikten dolayı, bu cennetliktir,
diye şehâdette bulunulamaz. Yine hiç bir kimsenin işlediği büyük günahtan
dolayı, Cehennem'e gideceğine şehâdet edilemez."
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine
buyururdu ki: "Günahlar îmânı zayıflatır."
Âlim ve evliyâdan Ahmed
Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Îmânı tâzelemek husûsunda buyurdular
ki: Her gün tecdîd-i îmân (îmânı yenilemek) müstehaptır. "Yâ Rabbî! Eğer benden
unutarak ve yanlışlıkla ve bilerek küfür ve şirk ve günâh ve her ne meydana
gelmiş ise ben onların hepsinden dönüp vazgeçtim, pişman oldum. Bir dahi
yapmamaya söz verdim. İslâm dînini kabûl ettim. Peygamber efendimiz hazretleri
senin tarafından her ne getirdi ise inandım, kabûl ettim. Dilim ile söyledim
kalbim ile tasdîk ettim. Hepsi haktır, doğrudur ve gerçektir. Eğer söz ve
işlerim dîne aykırı ise ondan da pişman oldum. Vaz geçtim." demeli ve Âmentü
duâsını okumalıdır.
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde ve vâzlarında buyururdu ki: Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde meâlen
buyurdu ki: "O insanlar sandılar mı ki, (sâdece) îmân ettik demeleriyle
bırakılacaklar da imtihâna çekilmeyecekler." (Ankebût sûresi:2)
Îmân, taklîd ile, babadan ve
dededen görerek, sırf îmân ettim demekle olmaz. Böyle taklid ile inanan
kimseler, imtihân olunması bakımından belâ ve musîbetlere düçâr olmazlar.
Evliyânın büyüklerinden
Alâeddîn Âbizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) kulluk hakkında buyurdular ki:
"Ağzına helva veren kimse ile, ensene tokat atan kimse arasında, fark gözettiğin
müddetçe, îmânın kemâle gelmiş değildir."
Buhârâ evliyâsından ve Şâfiî
mezhebi âlimlerinden Ali bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebelerine sohbetlerinde sık sık şöyle buyururdu: Kişide îmân, ihlâs ve
pişmanlık bulunursa, Allahü teâlâ onun bütün günâhlarını affeder.
Büyük velîlerden ve fıkıh
âlimi Ayn-ül-Kudât Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Hakîkî îmâna kavuşan kimseler, Allahü teâlânın himâyesinde olurlar. Hakîkata
vâsıl olmuşlardır. Bunlar hakkında hadîs-i kudsîde buyruldu ki: "Evliyâm, kubbem
(örtüm) altındadır. Onları benden başkası tanımaz. Bunların hâlleri, halkın
anlayışlarına sığmaz. Halkın bunlar hakkında bildikleri, benzetme ve temsilden
öteye geçmez. Bunlar öyle bir kâfiledir ki, Allahü teâlâya verdikleri ahde vefâ
gösterirler.
Anadolu evliyâsından
Beyzâde efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Vatanı sevmek îmândandır."
hadîs-i şerîfine cânı gönülden bağlı olduğundan, 93 Rus Harbinde memleketi
müdâfaa gâyesiyle cepheye koştu. Oğlu Mehmed Nûri ve torunu Hâlid efendileri
yanına alıp, bir grup gönüllü mücâhidin at, silâh ve bütün levâzımâtını kendi
kesesinden karşılayarak Rus Harbine katıldı. Erzurum müdâfaasında büyük
yararlılıklar gösterdi.
Beyzâde Efendi gösterişi ve
ihtişâmı aslâ sevmezdi. Çok mütevâzî ve halka karşı büyük bir sevgi ve hürmet
gösterirdi. Câmiye giderken halkı rahatsız etmemek için dâimâ ıssız ve ara
sokaklardan geçer ve etrafına bakmazdı. Çünkü halk kendisini görünce işi ve gücü
bırakıp, ona hürmet için ayağa kalkıp selâmlardı. Yüzünde şefkat ve mülâyemetle
karışık bir muhabbet mevcûd olup, karşılaştığı kimselerde dâimâ derin bir hürmet
ve muhabbet hissi hâsıl olurdu. Az konuşur, söylenenleri dikkatle dinleyip bir
müddet düşündükten sonra cevap ve nasîhatlarda bulunurdu. Temizliğe son derece
dikkat ve îtinâ gösterirdi ve; "İslâmiyetin belli başlı erkânı temizliktir.
Temiz olmayanın îmânından şüphe edilir." diyerek bütün talebelerine nasîhat
ederdi.
Seksen seneye yakın bir süre
İbrâhim Paşa Medresesinde müderrislik yaparak, çok talebe yetiştiren Beyzâde
Efendi, ömrünün sonlarına doğru müderrislik vazîfesini oğlu Müftü Hacı Mehmed
Nûri Efendiye bırakarak, kendisi bir köşeye çekildi, ibâdetle meşgûl oldu.
Ömrünün sonlarına doğru rahatsızlandı. Hasta olmasına ve ateşler içinde
yanmasına rağmen yine diz çöküp oturduğunu ve ayaklarını uzatmadığını gören oğlu
dayanamayıp, sebebini sordu. Oğlunun bu suâline hafif gülümsedikten sonra
kaşlarını çatıp; "Heey oğul, güzel oğul!.. Demek ayaklarımı uzatayım öyle mi?
Uzatayım lâkin kime karşı uzatayım dersin. Söyle kime karşı?" cevâbını verdi.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hazret-i Âişe'den rivâyet edilen şu hadîs-i
şerîfi nakletti: Peygamber efendimiz; "Kula her taraftan belâ gelmedikçe, îmânın
tadını tadamaz." buyurdu.
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Îmânının gitmesinden korkmayan kimsenin îmânı gider."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Muhammed Cerîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Îmânın esâsının
üç şeye bağlı olduğunu bildirirdi. "İktifâ, ittikâ ve ihtimâ. İktifâ; Allahü
teâlâyı kâfi görmektir. Allahü teâlâyı, kendisi için kâfi görenin içi rahat
olur. İktifâ netîcesinde mârifete, Allahü teâlâyı tanımaya kavuşur. İttikâ;
Allahü teâlânın yasak ettiği şeylerden sakınmaktır. Yasaklardan (haram ve
mekruhlardan) sakınanın içi ve dışı, yaşayışı düzelir. Hayâtı intizâma girer.
İnsan bunun netîcesinde güzel ahlâka kavuşur. İhtimâ; nefsi perhiz etmeye, az
yemeye alıştırmaktır. Haram ve helal olan gıdâlara dikkat eden nefsini riyâzet
üzere bulundurur. Helâlinden az yiyenin beden sıhhati düzgün olur." buyurdu.
Büyük velîlerden Ebü'l-Hayr
el-Akta (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Kalbin îmân ile dolu
olmasına alâmet nedir?" diye soruldu. O; "Bütün müslümanlara şefkat etmek,
onların dertleri ile dertlenmek, işlerinde onlara yardımcı olmaktır. Nifakla
dolu olan kalbin alâmeti; kin, hased ve düşmanlıktır." buyurdu.
Büyük velîlerden İbn-i
Hafîf (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Îmân, Allahü teâlânın gayba
âit bildirdiği bütün şeyleri, kalbin tasdîk etmesidir."
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Îmânın
hakîkatı nedir?" diye soran birisine; "Bu sorunuzun cevâbı laf ile değil,
yaşayarak, görerek verilir. Şimdi ben Mekke-i mükerremeye gidiyorum. Eğer
benimle gelirsen, yolculukta sorduğunun cevâbını alırsın." buyurdu. O zât diyor
ki: İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin teklifini kabûl ettim. Yola çıktık.
Yolculuğumuzun her gününde, iki tabak yemek ile iki bardak su gâibden zuhûr
ediyordu. Yiyeceklerin yarısını bana veriyor, diğerini de kendisi için
ayırıyordu. Bir gün çölün ortasında ata binmiş yaşlı bir zât yanımıza geldi.
İbrâhim-i Havvâs hazretleriyle bir miktar konuştular. Sonra atına binerek
yanından uzaklaştı. "Efendim, bu gelen ihtiyar kimdi?" dedim. "Yolculuğumuzun
başlangıcında bana sorduğunuzun cevâbıdır." buyurdu. Ben "Anlayamadım efendim."
deyince, o da; "Bu gelen zât, Hızır aleyhisselâmdı. Seninle berâber yolculuk
yapalım diye teklif etti. Allahü teâlâdan başkasına güvenmek, itimâd etmek gibi
bir hâl olur, tevekkülüm bozulur diye korktuğum için, teklifini kabûl etmedim.
İşte sorduğunuz îmânın hakîkatı, Allahü teâlâdan başkasına güvenmemektir."
buyurdu.
Horasan taraflarında yaşayan
büyük velîlerden, tefsîr, kelâm ve hadîs âlimi Muhammed bin Eslem Tûsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Müsned ismindeki kitabına, "Îmân; Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, Peygamberlerine, âhiret gününe, hayır olsun şer olsun, kaderin
hepsine (hepsinin, Allah'ın takdiri, dilemesi ve yaratması ile olduğuna)
inanmaktır" hadîs-i şerîfini yazarak başladı ve "Îmânın, Allah'a inanmak ile
başlaması, O'nun fazlı, rahmeti ve kullarından dilediğine yaptığı bir ihsândır.
Kulunun kalbine, kendisine îmân etmek nîmetini ihsân etmekle bir nûr saçar, bu
nûrla kulunun kalbini aydınlatır. Göğsünü açar, genişletir. Kalbindeki îmânı
arttırır ve onu ona sevdirir. Böyle olunca kalp, îmânın bütün şartlarına inanır.
Öldükten sonra dirilmeğe, hesâba çekilmeğe, Cennet'e ve Cehennem'e, Allahü
teâlânın kalbine saçtığı nûr sebebiyle, hepsine görür gibi inanır. Kalbi
inanınca, dili de buna uygun söyler, tasdîk ve şehâdet eder ve her bir organ
buna uygun amel işleyip, Allahü teâlânın emrine itâat eder. Farzları yapıp,
haramlardan kaçar. Bunu yapınca tam ve olgun müslüman olur." Sonra meâlen; "...Allahü
teâlâ size îmânı sevdirdi onu kalblerinizde güzelleştirdi. (Hucurât sûresi 7)"
ve "Allah'ın İslâm nûru ile kalbine genişlik verdiği kimse, kalbi mühürlü nursuz
gibi midir? Elbette o, Rabbinden bir hidâyet üzeredir" (Zümer sûresi: 22) âyet-i
kerîmelerini yazdı.
Muhammed bin Eslem Tûsî
hazretleri ilim ve güzel ahlâk sâhibiydi. Peygamber efendimizin; "Îmânı kâmil
olanınız, ahlâkı en güzel olanınızdır." hadîs-i şerîfini sık sık tekrar ederdi.
Tâbiîn devrinin
meşhurlarından ve evliyânın büyüklerinden Muhammed bin Ka’b el-Kurezî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Üç haslet sâhibinin îmânı kemâle ermiştir. Bunlar
huzurda iken bâtıla sapmamak, kızdığı zaman haktan ayrılmamak, gücü yettiği
halde haddi aşmamaktır.”
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanın îmânı, dünyâya ve onun altınlarına bir deve
pisliğinden fazla değer vermediği ve Allahü teâlâdan başka hiçbir şeye
güvenmediğinde ancak tamam olur. Kendine Allah âşığı diyen bir kimse, dünyâyı
sever ve onu sevenlerle arkadaşlık yaparsa, o bir yalancı ve münâfıktır."
Bağdât velîlerinden
Rüveym bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimse
âlimler ile oturup, onların bildiği bir şeye muhâlefet etse, Allahü teâlâ o
kimsenin kalbinden îmân nûrunu alır."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Sadreddîn bin Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ
aleyh) talebelerinden birine şöyle nasîhat buyurdular: "Resûl-i ekreme tâbi
olmada ilk adım, O'nun bildirdiklerine tam inanmak ve bunda sâbit olmaktır. Bu
da ancak kulun, kalbiyle şeksiz, şüphesiz îtikâd etmesi; dil ile de isteyerek ve
rağbetle ikrâr etmesiyle mümkündür. Bu tasdîk ve ikrârda muhabbet ve ayrıca,
Allahü teâlânın zâtının bir olduğunda, sıfatlarının da hiç kimsede
bulunmadığında, bütün sıfatlarının kâmil ve kadîm olduğunda, isimlerinin,
sıfatlarının ve fiillerinin idrâk, vehim ve fehimden münezzeh, sonradan olmaktan
a'raz ve cisim olmaktan uzak olduğunda, bütün âlemlerin, varlıkları O'nun
yaratığı olduğunda, zâtı ve sıfatları için; nasıldır, nicedir soruları
sorulamayacağında, hiçbir bakımdan hiçbir şeye benzemediğinde, hiçbir şeyin
hiçbir bakımdan O'na benzemeyeceğinde, Peygamberlerin, salevâtullahi aleyhim
onun elçileri olduğunda, Muhammed Resûlullah'ın bütün peygamberlerden üstün
olduğunda, O'nun söylediklerinin doğru olup, onlarda şüphe edilmeyeceğinde, akıl
nasıl olduğunu anlasın anlamasın teslim olmak gerektiğinde, doğru îtikâdın bu
teslimiyete bağlı bulunduğunda kesin bilgisi olmalıdır. Kalbde îmân bulunduğunun
alâmeti; iyilik yapınca sevinmek, kötülüklerden nefret etmektir. Îmânda
istikâmetin alâmeti; ilim ve îmân olarak değil, zevk ve hâl olarak, Allahü teâlâ
ve Resûlü o kimse için, bu ikisinden başka herkes ve her şeyden daha sevgili
olduğuna yakîn hâsıl etmektir.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hakîkî îmâna
kavuşmak için dört şey lâzımdır: Bütün farzları edeple yapmak, helâl yemek,
görünen ve görünmeyen bütün haramlardan sakınmak ve bu üçüne, ölünceye kadar
devâm etmeğe sabır etmek."
"İşin esâsı üç şeydir: Helâl
yemek, ahlâk ve amelde Resûl aleyhisselâma tâbi olmak, her işi yalnız Allah için
yapmak." |
|