CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İFTİRÂ - 2

Evliyânın büyüklerinden Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) halka hizmet edip gâfilleri doğru yola sokmak için devamlı çalışır gören Ehl-i sünnet düşmanları, onu çekemediler. Halîfe Kâim Biemrillah'a; "Zeynel Âbidîn oğullarından bir kimse vardır. Ona büyük bir halk topluluğu tâbi oldu. Hilâfet benim hakkımdır diye iddiâda bulunuyormuş. Şimdiden çâresine bakılmazsa, ileride büyük fitne olur." diye Ebü'l-Vefâ hazretlerine iftirâ ederek şikâyette bulundular. Bu şikâyet üzerine halîfe hayli tasalanıp, şüpheye düştü. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin nasıl bir zât olduğunu merak ederek, onu çağırmak için adam gönderdi.

Gönderdiği kimseler, Tâc-ül-Ârifîn'in yanına gelip; "Halîfe hazretleri sizi istiyor." dediler. O da; "Dâvete icâbet etmek lâzımdır." deyip, halîfenin yanına gitmeye niyet etti. Bunu duyan halk; "Sizinle biz de gelelim." dediler. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri onları bundan men etti ise de, Dicle kenarına vardığında, arkasında büyük bir halk kalabalığı vardı. Bunları geri döndüremedi. Bu kalabalık için, bâzı kimseler on bin kişi, bâzıları da daha fazla idi, dediler.

Kıyıda bekleyen gemiciler, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin arkasında o kalabalığı görünce; "Halîfenin huzûruna bu kadar adam götürmek doğru olmaz." diyerek, gemilerine binip oradan uzaklaştılar. Sâdece Osman Mi'berânî adındaki bir gemici, Ebü'l-Vefâ nasıl bir zâttır? Dedikleri gibi kerâmet ehli midir?" diye merak ederek ve bunları öğrenmek için orada kaldı. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına gelerek; "Yâ Seyyid, gemi şimdi ücrete tâbidir. Karşıya geçebilmen için ücret vermen gerekir." dedi. Ebü'l-Vefâ da hizmetçisine; "Hazırda ne varsa ver." buyurdu. O da, hazırda olan yüz elli dînârı Osman Mi'berânî'nin önüne koydu. O zaman o; "Ben böyle bir ücret istemiyorum." deyince, Tâc-ül-Ârifîn; "Nasıl bir ücret istiyorsun?" diye sordu. Osman Mi'berânî de; "Yarın kıyâmet gününde, Sırat köprüsünü geçmeme kefil olmanı ve açık bir delîl göstermeni isterim." dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifin murâkabeye daldı. Sonra da Osman Mi'berânî'ye dönüp; "Allahü teâlânın isminde ibret vardır. Sırat'ı geçersin inşâallah!" dedi. Osman; "Yâ Seyyid, buna açık bir delîl istiyorum." dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü'l-Vefâ, Allahü teâlâya duâ etti. O anda Osman'a bir hâl oldu ve kendini kaybetti. Bir süre sonra tekrar kendine geldi. Daha sonra Tâc-ül-Ârifîn ve yanındaki büyük âlimler gemiye binerek, halk ise, kimi suyun üzerinden yürüyerek, kimi bir adımda karşıya geçtiler.

Bâzı kimseler ve oğlu, Osman Mi'berânî'ye; "Kendini kaybettiğin zaman ne gördün?" diye sordular. O da; "Kıyâmetin koptuğunu gördüm. Halk mahşer yerine toplanmış, kimi sevinçli kimi üzüntülüydü. Sırat köprüsü kurulmuştu. İnsanlar Sırat'tan geçmeye başladılar. Fakat pek az kimse Sırat'ı geçebildi. Çoğu Sırat köprüsünden yuvarlanarak, Cehennem'e düştü. Ben bu durumu görünce, içimde bir korku hâsıl oldu. O anda yanıma Ebü'l-Vefâ hazretleri geldi. Elimi tutup beni Sırat köprüsünün yanına götürdü. Besmele çekti ve; "Durma geç!" dedi. Tâc-ül-Ârifîn'in bu sözlerinden sonra, "Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hürmetine, Osman Mi'berânî ve onun zürriyeti geçsin." diye bir nidâ işittim. Bunun üzerine ben, Besmele çekerek, Sırat köprüsüne ayak bastım ve yıldırım gibi geçtim. Arkama baktığım zaman, bir grup insanın arkamdan geldiğini gördüm. "Bunlar senin zürriyetindir." diye bir nidâ duydum" diye anlattı.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri Bağdat'a yaklaştığı zaman, bütün halk onu karşılamaya geldi. Büyük bir hürmetle şehrin kapısından içeri aldılar. Ebü'l-Vefâ hazretleri câmiye girdi. Câmiye o kadar çok insan geldi ki, iğne atsan yere düşmezdi. Tâc-ül-Ârifîn mimbere çıkıp, halka vâz ve nasîhatta bulundu ve hakîkatleri açıkladı. Daha sonra, halkı geçmiş günahları için tövbe etmeye dâvet etti. Allahü teâlânın inâyetiyle, halkın kapalı olan göz ve kalbleri açıldı. Çok kimseler Ebü'l-Vefâ hazretlerinin huzûrunda tövbe etti. Yatsı namazına kadar, halkın huzûruna gelip tövbe etmesi sürdü. Yatsı namazından sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri hizmetçisine; "Halka söyleyin, kalabalık yapmasınlar, evlerine gitsinler." dedi. Bunun üzerine halkın büyük çoğunluğu evlerine gitti ise de, bir kısmı kalıp ibâdetle meşgûl oldu. Bu durum halîfeye bildirildi. Halîfe kıyâfet değiştirerek, Tâc-ül-Ârifîn'in bulunduğu câmiye geldi. Onun nûra gark olmuş bir hâlde oturmakta olduğunu, yanındaki zâtların Allahü teâlâya ibâdet ettiklerini, kendilerini ilâhî bir rûhâniyetin nûrunun sardığını gördü. Halîfenin yanında Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Saîd ibni Ebî Nasr da bulunuyordu. Halîfe ona; "Ben bu Seyyid Ebü'l-Vefâ'yı imtihân etmek istiyorum, sen ne dersin?" diye sordu. Saîd ibni Ebî Nasr ise; "İmtihan etmeye gerek yoktur. Zîrâ hak üzere oldukları gün gibi açıktır." dedi. Halîfe onun sözünü hiç kâle almadı. O Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini imtihan etmek ve böylece kalbini tatmin etmek istiyordu. Câmiden ayrılarak sokakları ve kalabalık yerleri dolaşmaya başladı. Bir yerde kadınlar toplanmış, Allahü teâlâya ibâdetle meşgûl idi. Halîfe bunların arasına girip bir kadının eline yapışıp sıktı. Kadın, tebdîl-i kıyâfetle dolaşan halîfeyi tanıyarak; "Yâ halîfe! Benden uzak dur. Ben Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlüm." dedi. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Biraz ileride gördüğü bir kızın elini tutup sıktı. O kız da halîfeyi tanıyarak; "Ey halîfe! Utanmıyor ve Allahü teâlâdan korkmuyor musun? Şâyet biraz önce elini tutup sıktığınız benim kızkardeşim olmasaydı, seni bağırarak rezîl rüsvây ederdim. Yanımdan git. Şimdi biz Allahü teâlâdan başkasıyla meşgûl değiliz." dedi. Halîfe utanılacak bir duruma düştü. Saîd ibni Ebî Nasr; "Yâ emîr-ül-müminîn! Ben size denemeye lüzum yok dememiş miydim. Zîrâ onun nûru buradaki bütün halka sirâyet etmiş. Bu zâtın velî olduğu mâlûmunuzdur. Fakat ille de tecrübe etmek istiyorsanız, ulemâdan ve fukahâdan yüce kimselerin hazır bulunduğu bir meclisde Tâc-ül-Ârifîn'e çözülmesi zor konularla ilgili sorular sorulsun. Eğer o âlimler, Ebü'l-Vefâ'yı sorulara cevap veremez hâle getirirlerse, Tâc-ül-Ârifîn dâvâsında yalan söylüyordur. Fakat sorulan sorulara cevap verirse, onun arkasını bırakmaktan başka çâre yoktur." dedi.

Bu teklif, halîfenin hoşuna gitmedi. Güvendiği hizmetçilerinden biri olan Muhammed Kâdirî'ye yedi parça hamur tulumu vererek Ebü'l-Vefâ hazretlerine gönderdi. Ve hizmetçisine; "Bunları al, Ebü'l-Vefâ'ya götür. Ona selâmımı söyle. Halîfe size, erkeklerle kadınların bir arada meclis kurmasını ve bu gönderdiklerimi yemelerini, çünkü onun bulunduğu meclise böylesi gerekir diyesin." dedi.

Muhammed Kâdirî, o yedi parça hamur tulumunu alıp, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin huzûruna gitti. Fakat korkusundan halîfenin söylediklerini ona söyleyemedi. Halîfeye de gidip; "Emriniz üzere Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna gittim. Fakat söylediklerinizi korkumdan söyleyemedim." diyemezdi. Tâc-ül-Ârifîn hazretlerine, Allahü teâlânın izniyle bu durum mâlûm oldu. Muhammed Kâdirî'yi yanına çağırıp ona; "Yâ Muhammed Kâdirî! O tulumların içinde yağ ve baldan başka bir şey yok. Bu yağ ve balları, halîfe dervişlere gönderdi diyesin." dedi. Sonra içeriye seslenerek, "Ey dervişler, tabaklarınızı getirin. Halîfe sizlere yağ ve bal göndermiş." dedi. Dervişler tabaklarını alıp getirince, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey Muhammed Kâdirî! Bunları eşit şekilde dağıt!" diye emir buyurdu. Muhammed Kâdirî tulumlardan birini açınca, içinde bembeyaz bal olduğunu gördü. Bal çok temiz ve güzeldi. Allahü teâlânın kudreti, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle, tulumun içindeki hamur, bembeyaz bir bal olmuştu. Dervişlere bu balı taksim etti. Daha sonra tulumlardan birini daha açınca, içindekinin yağ olduğunu gördü. Bunu da dervişlere dağıttı. Dervişlerin tabakları yağ ve bal ile doldu. Balın güzel kokusu hiç unutulmadı.

Tâc-ül-Ârifîn, bir kabın içinin bir tarafına ateş, bir tarafına pamuk, bunların ortasına da kar koyarak, Muhammed Kâdirî ile halîfeye gönderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri bununla halîfeye; "İşte erkeklerin şehveti ateş, kadınların ki ise pamuk gibidir. Ateşle pamuk bir arada durmaz. Bu kabda karın, ateşin pamuğu yakmasına mâni olduğu gibi, araya bir velînin himmeti girerse, ateşin pamuğu yakmasına mâni olur." demek istedi. Halîfe kabı açıp içindekileri görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin ne demek istediğini çok iyi anladı. Kabın içindekileri boşalttırarak, içine yılan yavrusu koydurdu ve Muhammed Kâdirî'ye; "Bu kabı alıp Ebü'l-Vefâ'ya götür. İçinde ne olduğunu kimseye söyleme!" dedi. Muhammed Kâdirî o kabı alıp, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin huzûruna getirip önüne koydu. Seyyid Ebü'l-Vefâ o zaman; "Ey Muhammed Kâdirî! O mahcûb halîfeden getirdiğin kab nedir? O hiç utanmaz mı?" dedi. Muhammed Kâdirî; "Yâ Seyyid! Halîfe bunun içinde olanı söylemememi ve senin keşif yoluyla bilmeni istedi." dedi. O zaman Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Halîfeniz evliyâyı böyle âdî bir şeyle mi imtihan eder? Bu çok çirkin bir harekettir." buyurdu. Küçük bir çocuk olan kardeşinin oğlu Seyyid Matar'a dönerek; "Yâ Matar! Bu kabın içinde ne olduğunu keşif yoluyla bunlara söyle!" buyurdu. O da; "Yâ Seyyid! Bütün makamları, yerleri keşif yoluyla inceledim. Bir yılan yavrusunu, annesinin yanında göremedim. Meğer o yavru tutulup, bu kaba konmuş. Bu kabın içindeki yılan yavrusudur!" dedi. Muhammed Kâdirî bunları duyunca kendini kaybetti. Bir süre sonra kendine gelince, üzerinde bulunan değerli elbiseleri çıkararak, yamalı ve ucuz bir elbise giydi. Varını yoğunu fakirlere dağıttı. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin eline yapışarak, cân-u gönülden ihlâs ile tövbe etti ve Ebü'l-Vefâ hazretlerinin talebesi olmak istedi. Bu isteği Seyyid hazretleri tarafından kabûl edildi.

Halîfe bunları duyunca, çok huzursuz oldu. Sebebi ise, en yakın adamı olan Muhammed Kâdirî'nin Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerine talebe olması ve diğer yakınlarının da o zâta talebe olacağından, makâmının elden çıkacağından korkması idi. Hâlbuki, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin nazarında, onun makâmının hiç önemi yoktu. Halîfe hâlâ tereddüd içinde idi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini bir daha imtihan etmek istedi. Bunun için helâl yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan kazanılmış on dînâr koydu. O on dînârın üzerine, kendisinin anlıyabileceği bir işâret koydu. Bunların hepsini bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi ve; "Bunları Ebü'l-Vefâ'ya götür, talebelerine dağıtsın!" dedi. Gönderdiği kimse, Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna gelerek, halîfenin dediğini söyledi. Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Keseyi çevir de mührü açılsın." buyurdu. O kimse söylenileni yaptı ve kesenin içindekileri bir tabağa boşalttı. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Şunları ayır. Şunları da, şunları da." diyerek, halîfenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış olan on dînârı birer birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp kabûl etti. On dînârı da bir keseye koydurarak; "Bu dînârlar, fakirlere nafaka olarak harcanamaz. Götür kendisi harcasın." diyerek, halîfeye geri gönderdi. Halîfe, on dînârı eline alınca, bunların işâretlediği, haram yoldan kazanılan dînârlar olduğunu gördü. O zaman anladı ki, Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın velî kullarındandır.

Muhammed Kâdirî, Ebü'l-Vefâ'ya talebe olunca, kendisine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Sana, halîfenin karşısında iftihâr edebileceğin ve onun seni o vaziyette görüp niyetini düzeltebileceği bir vazife vereyim." dedi ve onu talebelerin helâsını silip süpürmek ve temizliği ile uğraşmak işiyle vazifelendirdi. Muhammed Kâdirî bu vazifeyi kabûl edip, ihlâs ve gönül rızâsıyla, seve seve talebelerin helâsını temizlemeye başladı. Halîfenin yanında ve onun yakın adamlarından olmayı, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanında bulunarak, dervişlerin helâsının temizliğiyle uğraşmaya tercih ediyordu.

Bâzı kimseler halîfeye; "Senin en yakın adamın ve en iyi hizmetçin Muhammed Kâdirî, Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın en iyi itâat eden talebelerinden olmuş ve senin yanında olmayı ve sana hizmet etmeyi, talebelerin helâsını temizlemeye tercih ediyor. Senin adamlarını ayartıp, kendi hizmetinde tutan bu gibi kimseleri şehirde bulundurmanız doğru değildir. Eğer biraz daha burada kalırsa, bütün adamlarınızı ayartıp yanında çalıştıracak." dediler. Böyle sapık kimselerin sözleri, halîfe üzerinde etkisini gösterdi. Ulemâyı toplayarak, onlarla meşveret etti ve onlara; "Nasıl hareket edelim." diye sordu. Âlimler sükût edip bâzıları cevap vermediler. Sonra bâzıları; "Şehirden uzaklaştıralım" dediler. Bâzıları da; "Câmilerde, minberlerde vâz ve nasîhat etmesine ve halkın tövbe etmesi için meclisler tertip etmesine müsâade etmeyiniz." dediler. İbn-i Akîl ise; "Yâ Emîr-ül-müminîn! Ulemâ toplansın. Bunların herbiri, ayrı ayrı gâyet güç suâller hazırlayıp ona sorsunlar. O suâlleri cevaplandırırsa, ne âlâ. Yok bu suâlleri cevaplandırmaktan âciz ise, gerisini siz bilirsiniz." dedi. İbn-i Akîl'in bu teklifi halîfenin hoşuna gitti ve; "Ne kadar âlim ve büyük fıkıh âlimi var ise toplansınlar. İçinden çıkılması zor olan ne kadar güç mesele ve suâl varsa sorsunlar. Eğer bu suâllere cevap verebilirse, onu kendi hâline bırakalım. Şâyet cevaplandıramazsa, kürsüsünü başına yıkıp şehirden sürelim." dedi. Sonra Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerine durumu bildirdiler. O da; "İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin türbesinin batı tarafında, gömülü bir minber vardır. O minber demirdendir. O demir minberi halîfenin topladığı âlimlerin, bana suâl soracakları yere koysunlar. Sonra etrâfında ateş yakıp, kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırsınlar. O minberin üzerine çıkıp, Allahü teâlânın izniyle, soracakları suâllerin hepsinin cevâbını veririm." buyurdu.

Onun bu sözleri halîfeye iletildi. Halîfenin emri ile o yeri kazdılar. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin dediği gibi o minberi buldular. Binbir güçlükle onu çıkarıp, geniş bir alana koydular. Etrâfına ve yanına çok büyük odunlar yığdılar. Sonra odunları ateşe verdiler. Ateş, üç gün üç gece yandı. Minber ateşin tesiriyle kıpkırmızı oldu. Bağdat halkı, o alanda toplandı. Halîfenin ve ulemânın oturacağı yerin yakınındaki ateşi temizlediler. Halîfe minbere yakın bir yere oturdu. Halkın birçoğu; "Kıpkırmızı olmuş demire, insanoğlunun yaklaşması hiç mümkün mü? Nerde kaldı üzerine çıkıp oturmak ve kendisine sorulan suâllere cevap vermek." dediler. Halîfeye daha önce Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler de o alana geldiler. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin, ateşten kızarmış minberin üzerinde yanmasını ve ona sorulacak suâllere cevap verememesini istiyorlardı. Suâl soracak âlimlerin sayısı kırk kadardı. Bunların onu Hanefî mezhebi, onu Şâfiî mezhebi, onu Mâlikî mezhebi, onu da Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi idi. Dört mezhebde, o zamanda onlar kadar âlim kimse yoktu. Onlar gelip yerlerini aldıktan sonra, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin minbere çıkması istendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, Besmele çekerek minbere çıktı. Peygamber efendimize salâtü selâm getirdikten sonra hutbe okudu. Ateşten kıpkırmızı olan demir minberin üzerinde, ayağını bile kıpırdatmadı. Bu hâldeki minber, vücûdunu zerre kadar incitmedi.

Bu hâli gören halîfe, âlimler ve halk çok şaşırdılar. Halîfenin, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri hakkındaki tutumu değişti. Hiç kimsenin onu inkâr edecek hâli kalmadı. Başta halîfe olmak üzere, oradaki herkes, Tâc-ül-Ârifîn'in Allahü teâlânın velî bir kulu olduğunu kabûl ve tasdîk etti. Esâsında bu durumu, Tâc-ül-Ârifîn'i sevmeyen ve ona düşman olanlar, onu halîfenin gözünden düşürmek için hazırlamışlardı.

Daha sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Kim suâl sormak ve münâzara etmek istiyorsa gelsin." dedi. Fakat kalabalık meydandan, özellikle o kırk âlimden hiç kimse ona cevap vermedi. Sapıklar, âlimlere; "Biz sizi niye buraya getirdik? Hazırladığınız suâllerinizi sorsanıza." dediklerinde, âlimler; "Vallahi biz, gerçekten cevâbı zor sorular hazırlamıştık. Fakat şimdi onların hiçbirini hatırlayamıyoruz. Bildiğimiz her şeyi unuttuk." dediler. O âlimlerin arasından bir zât; "İslâm nedir?" diye sordu. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Hangi İslâmı soruyorsun. Senin İslâmından mı soruyorsun, yoksa benim İslâmımdan mı?" diye söyleyince o zat; "İslâm iki türlü müdür diyorsun?" dedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Evet iki türlüdür. Sizin İslâmınız, îmânınızın aynıdır. Sen; Allahü teâlâ birdir, eşi ve benzeri yoktur. Muhammed Mustafâ hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Hak teâlânın ve Resûlünün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslâm anlayışımız ve kabûl edişimiz bâzı değişiklikler arz eder. Şöyle ki: Biz, îmânın yanında, hiçbir zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamak İslâmdır, deriz. Sizin orucunuz; Ramazân-ı şerîfte fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yemeden-içmeden, cimâdan sakınmak ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise; yiyeceklerden, giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Biz, dünyâ nîmetlerinden, sâdece ibâdet ve tâatte güç kazanmak için faydalanırız. Bizim için esas, bütün ahlâk bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekâta gelince; altından bu kadar, gümüşten şu kadar ve davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında beyan buyurulduğu gibi verirsiniz. Bizim zekâtımız; mevcud olan her şeyi, fazla fazla vermektir ve Allahü teâlânın indinde makbûl olan nesnelerle zenginlik hâsıl edip, bütün varlıklardan el çekmektir.

Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, sonra haccı ve diğer emirleri çok açık bir şekilde anlattı. Sonunda; "Bu anlattığım İslâma kim sâhiptir?" diye sorunca, hiç kimse cevap vermedi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey Cemâat! Benim için çok şiddetli bir ateş kızdırdınız, ama Allahü teâlâ söndürdü. Bâzı zor suâller hazırlayarak, onların cevâbının verilmemesiyle beni âciz bırakmak istediniz. Fakat, Allahü teâlâ beni değil, sizi âciz bıraktı. Kendinizin fesâhat ve belâgatla konuşup suâl sormanızı, benim ise, fesâhat ve belâgattan uzak suâllerinizi cevaplandırmamı istiyordunuz. Fakat siz de gördünüz, ben de fasîh ve beliğ söz söylemeye muktedir imişim." dedi. Ve; "Hani bana sormak için suâl hazırlayanlar nerede? Gelsinler, suâllerini sorsunlar!" diye üç sefer yüksek sesle seslendi. Hiç kimse cevap vermeyince kendisi; "Bana sormak için hazırladığınız hâlde, Allahü teâlâ tarafından size unutturulan suâlleri, O'nun yardımıyla sizlere ben sorayım ve cevâbını vereyim." dedi.

Suâl hazırlayan kırk âlimden ilkine; "Yâ falan! Senin hazırladığın suâl şu değil miydi?" diye sorunca, ondan "Evet." cevâbını aldı. "İşte cevâbı da budur." diyerek, o suâli çok güzel bir şekilde açıkladı. Verdiği cevâbı orada bulunan herkes çok beğendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, orada bulunan diğer otuz dokuz âlimin hazırladıkları suâlleri tek tek söyleyerek, cevaplarını gâyet açık bir şekilde söyledi. Bu durum, başta halîfe ve orada bulunan kırk âlim olmak üzere, herkesi hayretler içinde bıraktı. Orada bulunanların hepsi, Ebü'l-Vefâ hazretlerine hayrân oldular. Tâc-ül-Ârifîn sonra onlara; "Ey âlimler! Ey fakîhler! Biliniz ki, medresede öğrenilen ve kâğıt üzerine yazılan ilim zamanla unutulur. Fakat Ledün mektep ve medresesinde öğrenilen ilm-i ledünnî'nin kâğıdı gönül sahifesidir. O, gönül sahifesine yazılır ve aslâ unutulmaz. İlm-i ledünnî'yi öğrenin. Bu ilmi öğrenen, iki cihanda mesûd olur, saâdete erer ve bahtiyâr bir hayat yaşar." dedi. Sonra minberden inerek iki rekat namaz kıldı ve bir kenara oturdu. Oradaki halkın bâzıları, onun yanına gelerek oturdular. İbn-i Akîl ve İbn-i Hübeyre de Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yanına gelerek himmet istediler. Ebü'l-Vefâ onlara; "Siz, beni fasîh ve beliğ konuşamayan acemi bir kimse mi sanmıştınız?" diye sorunca, onlar; "Evet öyle zannediyorduk." dediler. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Biliniz ki, Allahü teâlânın lütfu kime erişmişse, o kimse nâkıs ise kâmil olur. Dilsiz ise konuşur. Konuşması düzgün değilse, fasîh olur. Kör ise gözleri görür. Ne eksiği varsa, hepsi tamamlanır, hiçbir eksiği kalmaz. Allahü teâlâ bana da lütufta bulundu. Ceddim Muhammed Mustafâ, gece rüyâmda görünüp, ağzıma mübârek tükürüğünden bulaştırdı. O sabahtan beri çok fasîh ve beliğ konuşmaktayım." buyurdu. Bunun üzerine İbn-i Hübeyre, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin eline sarılarak, cân-u gönülden tövbe etti.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, sonra ikinci defâ büyük bir vâz ve nasîhat verdi. O sırada, daha halîfenin kalbinde inkâr kokusu vardı. Çünkü Ehl-i sünnet düşmanları münâfıklar, Ebü'l-Vefâ hazretleri hakkında gece-gündüz çeşit çeşit yalanlar söylüyor ve ona iftirâ ederek, doğruyu bâtıl olarak göstermeye çalışıyorlardı. Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın vâzını dinlerken halîfeye bir hâl oldu ve onun anlattıklarını cân-u gönülden dinlemeye başladı. "Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn" diyerek kendini kaybetti. Bu durum, birkaç defâ daha tekrarlandı. Ebü'l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler, onun böyle söylemesine çok şaşırdılar. Kendisine gelince, ona; "Sizinle Seyyid Ebü'l-Vefâ arasında bir yakınlık yok iken, ona bu şekilde seslenmenizin sebebi nedir?" diye sordular. Halîfe; "Vallahi o sözü kendi isteğimle söylemedim. Minberin üzerinde yeşil bir kuş bulunuyordu. O kuş; "Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn." deyince, kendi isteğim olmadan o kuşun sözlerini tekrarladım." dedi. Sonra Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri minberden inince, birçok kimse yanına gelerek tövbe etti. Yaptıklarından ızdırap duyan halîfenin, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yardımıyla kalbi yumuşadı ve düşmanların sözlerine bakmayarak ona bîat etmek istedi. Tenhâ bir yerde vâz kürsüsü kurmaları için adamlarını görevlendirdi. Sonra da Ebü'l-Vefâ hazretlerine, gelip bize tenhâ bir yerde vâz versin. Lutfedip bizi şereflendirsin." diye haber gönderdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Canla başla." dedi. Kürsünün kurulduğu yere gitti ve vâz u nasîhatta bulundu. O mecliste, o kadar çok ilmi-ledünnî ve feyz saçtı ki, anlatılması mümkün değildir. Oradakilerin hepsi, derecelerine göre hisselerine düşeni aldılar. Halîfe ve hazır bulunan âlim ve fakîhler ona hayran kaldılar. Bunların arasında Tâc-ül-Ârifîn için; "Bu kadar ilmi nereden öğrendi? Bu kadar çok kitap bilgisine nasıl sâhib oldu ve nasıl mütâlaa edebildi? Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir benzeri olmayan bu zât, hangi âlimlerden, nerede ve ne zaman ders aldı?" diye hatırlarından geçirenler oldu. Onların bu düşünceleri ona mâlûm oldu ve; "Ey insanlar! İyi bilin ve anlayın. Cenâb-ı Hak bir kuluna ihsan edip feyz vermişse, o kimse zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle söz sâhibi olur ki, sizin âlimlerinizin uzun yıllar çalışarak elde ettikleri çok ilim, O'nun verdiği ilme nazaran denizde bir damla gibidir. Bir tarafın ilim öğreteni Allahü teâlâ, bir tarafın ilim öğreteni insan olursa, hangi tarafın ilminin daha tutarlı olduğunu siz kıyâs ediniz." buyurdu. Orada bulunanlar, onun bu sözünü işitince çok ağladılar. Bu konuşmadan sonra, birçok kimsede derecesine göre bir hâl hâsıl oldu. Bâzıları düşüp bayıldılar. Halîfeyi de dehşet kaplıyarak vücûdunu bir titreme aldı. Kalbinde Allah korkusu yer edip, evliyâ sevgisi hâsıl oldu. Tâc-ül-Ârifîn hazretleri, minberden inip halîfenin yanına geldiler. Elleriyle halîfenin vücûdunu sıvazladı. O titreme hâli halîfeden gitti. Bunun üzerine halîfe; "Yâ Seyyid, bana hâssaten vâz et." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey Emîr-ül-müminîn! Sen gerçeği gördün. Amma sen bir inat yüzünden bunu anlamadın veya anlamak istemedin. Bir kimseye kendisinin vâzı tesir etmezse başkasınınki hiç tesir etmez. Fakat ben sana bir kıssa anlatayım, sen ondan hisse çıkar:

Bir çoban, güttüğü koyunlara şefkatli ve merhametli davransa, onları incitmezse ve zayıf-sağlam demeden her birini iyi ve otlu yerlerde otlatırsa, sıcak bastığı vakitlerde ağaç altlarına götürüp onları gölgelendirirse, susadıklarında onları güzel berrak sulardan sularsa, hülâsa ne kadar iyi beslerse, koyunlar besili olur ve sürü çabuk artar. Koyunların sütleri de çok olur. Koyunları böyle olan sürü sâhibi de, çobandan memnun olarak daha fazla ücret verir. Eğer bunları yapmayıp da tersini yaparsa, koyunların sütleri ve sayısı azalır. Sürü sâhibi memnun kalmayarak çobanı işten çıkarır, onun yerine başka çoban getirir.

İşte böyle olduğu gibi, ey halîfe, bir bakıma sen de bir çobansın. Sana itâat eden tebean da koyun gibidir. Sen insaf ve adâletle hareket ederek onlara zulüm etmezsen, Allahü teâlâ da senin hukûkunu görerek, adâletle hareket ettiğin için seni makâmında devamlı tutar ve sen de böylece ülkeni günden güne genişletebilirsin. Eğer tebeana şefkat ve merhametle davranmazsan, onlara ezâ, cefâ ve zulüm edersen, Hak teâlâ seni memleket pâdişâhlığından ve hilâfet makâmından alır. Böylece hem bu dünyâda, hem de âhirette kovulmuş olursun.

Ebü'l-Vefâ hazretleri söze devamla; "Ey Emîr-ül-müminîn! Şimdi iyi düşün ve gözünü aç. Kendi hâline dikkatle bak. Hangi taraftansın? Ona göre amel et ve durumunu düzelt. Kimseye güvenme, âhirette yarayacak işi kendin gör!" buyurdu. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Allahü teâlâ seni ve ecdâdını, bütün müminlere yardım ve onlardan faydalanmaları için gönderdi. O yardım ve faydadan, bugün özellikle ben istifâde ettim. İdârem altında bulunan âmirlere, halka adâlet üzere muâmelede bulunup, kimseye zulüm etmemeleri için emir göndereceğim. Söylemek benden, emrimi yerine getirmek ise onların vazifesidir. Eğer emrimi yerine getirmezlerse, günaha girer ve yarın Allahü teâlânın huzûrunda kendileri mesûl olurlar." dedi.

Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey halîfe! Güzel söylüyorsun, fakat sâdece dil ile söylemek yetmez. Yapılan işi tartarak yapmak ve her durumda adâlete riâyet etmek lâzımdır. Ey halîfe! Şüphen olmasın ki, günün birinde öleceksin. Burada öyle bir amel işle ki, yarın kıyâmet günü o amelin sana faydası dokunsun. Günün birinde seni, seni yaratan yüce bir varlığın huzûruna götürecekler. O her şeyi bilir, hiçbir şey O'na gizli kalamaz. Burada işlediğin her şeyin karşılığını orada göreceksin. Şunu hiç unutma ki, Allahü teâlâ seni bir damla meniden yarattı. Sana can verdi, akıl verdi. Göz, kulak, ayak ve dil verdi. Bunlara benzer daha nice âzâlar ve saymakla bitmeyecek nîmetler verdi. Bütün bunları insanoğlunun emrine âmâde kıldı. Böyle nîmetler verdiği insanlar üzerine hükmetmen ve emir vermen için, Allahü teâlâ seni hâkim kıldı ve halîfe yaptı. Sana tâbi olan bütün insanların hâlleri senden sorulacaktır. Bu yüzden makâmınla öğünüp mağrur ve gâfil olmayasın." deyince, halîfe çok ağladı ve harâreti arttı. İçmek için su istedi. Bir maşraba su getirdiler. Tam suyu içeceği sırada, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey halîfe, suyu içme! Sabret." dedi. Bunun üzerine halîfe onun diyeceğini beklemeye başladı. Tâc-ül-Ârifîn; "Ey halîfe! Çok susamış bir hâlde sahrâda olsan ve bir damla içecek su bulamasan, susuzluktan ölecekmiş gibi olsan. Bir kimse elinde bu maşrabayla sana su getirse ve karşında tutarak; "Şâyet saltanatının yarısını bana verirsen, şu suyu sana vereceğim." dese ne yaparsın?" deyince, halîfe; "Susuz ölmektense, diri kalıp yaşamak daha iyi olacağından, saltanatımın yarısını verir, bir maşraba dolusu soğuk suyu alırdım." dedi.

Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Suyu içtiğinizi kabûl edelim. O içtiğin su, bir müddet sonra idrâr olarak yol bulup çıkmak istese, fakat Allahü teâlâ o suyu veren kimseye bir imkân verse, o kimse seni, idrârını yapamaz hâle getirse ve sen de idrârını yapamasan, o zaman, o kimse; "Eğer saltanatının diğer yarısını da bana verirsen, idrârını yapmanı sağlarım. Yoksa seni bu hâlde bırakırım." dese ne yaparsın?" diye sordu. Halîfe cevap olarak; "Ezâ, cefâ içinde çâresiz kalmaktan dirlik iyidir. Saltanatımın yarısını ona verir, o zahmetli hâlden kurtulurum." dedi ve elindeki suyu içti. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri başını kaldırıp; "Ey halîfe! Bil ki, yarısı bir içim suya, yarısı da bir defâ idrâr çıkarmak karşılığında elden çıkacak olan bir devlete, bir makâma, ârif olan kimse hiç tamâ eder mi? Onun için, beylik ve makamın benim yanımda zerre kadar bir değeri yoktur." buyurdu. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Beni mâzur görünüz. Sizin asıl hâlinizi bilememişim. Biliyorsun ki, nefs kâfirdir. İnsana türlü türlü endişeler verir ve kişi, kendisini vesveseye iten herkesin sözüne uyar." dedikten sonra, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin elini öptü ve; "Ey-Seyyid! Bu andan îtibâren senin emrinden dışarı adımımı atmayacağım. Yapacağım işleri, önce sizinle istişâre edeceğim, sonra yapacağım." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey Emîr-ül-müminîn! Benim sana, senin de bana ihtiyâcın yok. Fakat ne yaparsan Allahü teâlânın emrinden dışarı çıkma, Peygamber efendimizin sünnetini bırakma. Dâimâ Allahü teâlâdan kork. Resûlünden utan." dedi. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Bana, gönlümün dünyâya karşı aşırı ve fazla bir hırs göstermeyeceği bir nasîhatta bulun?" deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Dünyânın lezzetleri üç şeyde toplanmıştır. Bunların ilki yemek-içmek, öbürü giyinmek, diğeri ise cimâ'dır. Yiyeceklerin en tatlısı baldır. Bal, küçük ve zayıf olan arıdan hâsıl olur. O hayvancığı, insan dilerse kolayca öldürebilir. Giyeceğin en iyisi ipek olup, onu da küçücük bir böcek yapar. O böcek, gökgürültüsüyle ölür. Cimâ ise, bir bevli yerli yerine ulaştırmaktır. Bu da bir anlık lezzettir. Dünyânın, insan için geçen süre kadar bile kıymeti yoktur. Kâmil ve ârif kimse dünyâya gönül bağlamaz. Böyle zâtların gönülleri, Allahü teâlâdan bir ân bile uzak olmaz." buyurduktan sonra, talebelerinden birine işâret etti. Talebesi hâl ehlinden olduğu için, hocasının ne için işâret ettiğini hemen anladı. Ebü'l-Vefâ hazretleri onun eline, o zamâna kadar görülmemiş bir inci koydu. İncinin parlaklığından her taraf ışıl ışıl olmuştu. Halîfe bunu görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ'dan bakmak için izin istedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri inciyi halîfeye verdi. Halîfe eline alınca, inci basit bir taş oluvermişti. Onu tekrar geri verdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ o taşı eline alınca, yine pırıl pırıl parlayan bir inci oluverdi. Halîfe o inciyi tekrar eline aldığında, yine değersiz bir taş oluverdi. Halîfe onu tekrar Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya geri verince, o taş, tekrar gözleri kamaştıran, parlaklığıyla insanları cezbeden bir inci oldu. Halîfe bu duruma çok şaşırdı. Bunun neden ileri geldiğini anlıyarak, cân-u gönülden tövbe etti. Adâlet üzere hareket edeceğine, kimseye zulüm etmeyeceğine gönülden söz verdi.

Sonra Emîr-ül-müminîn, çeşitli yemekler hazırlamaları için adamlarına emir verdi. Tâc-ül-Ârifîn hazretlerine ziyâfet verecekti. Adamları çok mikdârda ve çeşitli yemekler hazırladılar. Sofralar kurularak, o yemekleri onların üzerlerine koydular. Halîfe ve Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, talebeleriyle sofraya oturdular. Seyyid Ebü'l-Vefâ talebelerine; "Ramazan Mecnûn aranızda mı?" diye sorunca, Ramazan Mecnûn; "Buradayım." diyerek ayağa kalktı. Ebü'l-Vefâ; "Ey halîfe! Önce bu Mecnûn'un karnını doyur." dedi. Halîfe de; "Hay hay, yemeğin sonu yoktur. Ne kadar isterse yesin." deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri Ramazan Mecnûn'a işâret etti. Ramazan Mecnûn yemekleri yemeğe başladı. Orada bulunan bütün yemekleri yedi ve ey halîfe! Daha yemek yok mu? Karnım doymadı." dedi. Halîfe de; "Bağdat'ta ne varsa yersin, fakat yine doymazsın." deyince, Ramazan Mecnûn; "Bugün rızkımı senden talep ettim, aç kaldım." dedi. Bunun üzerine halîfe özür diledi ve tövbe istigfâr etti.

Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, yola çıkmak için halîfeyle vedâlaştı. Halîfe ona, şehirden çıkıncaya kadar refâkat etti. Seyyid Ebü'l-Vefâ talebeleriyle Bağdat'tan uzaklaştıktan sonra, halîfe, Mâcid-i Kürdî'yi istedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ, Mâcid'e izin verince, Mâcid, halîfenin yanına geldi. Halîfe kâtibine; "Kasendi'nin etrâfında olan bütün köylerin uşrlarını Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya yaz." diye emir verdi. Kâtip, halîfenin bu emrini yazdı. Halîfe, bunu Mâcid-i Kürdî'ye vererek; "Bunu Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya götür. Fakat Seyyid hazretleri beldesine varmadan bunu ona verme ve gösterme." dedi." Mâcid-i Kürdî; "Peki." diyerek mektubu aldı ve Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın arkasından yetişti. Ona hiçbir şey söylemedi. Hepsi gemiye bindiler. Fakat gemi, ne yaptıysalar bir türlü hareket etmedi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri, Allahü teâlânın yardımıyla geminin neden yürümediğini anladı ve Mâcid-i Kürdî'yi yanına çağırdı. Ona; "Ey Mâcid sende bir şey var." dedi. Mâcid de; "Evet yâ Seyyid." deyince; "Nedir o?" diye suâl etti. Mâcid; "Bende halîfenin size gönderdiği bir mektup var." dedi. Ebü'l-Vefâ; "Daha önce bana onu niye vermedin?" dedi. Mâcid de; "Yerinize varmadan size vermememi ve ondan bahsetmememi halîfe vasiyet etmişti. Ondan dolayı vermedim." deyince, Ebü'l-Vefâ; "Yâ Mâcid! Görüyorsun ki gemi hareket etmiyor. Ne yapmamız lâzım? Getir mektubu bir göreyim." dedi. Mâcid-i Kürdî mektubu cebinden çıkarıp hocasına verdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ mektubu okuduktan sonra, yırtıp, parça parça ederek suya attı. O anda gemi, kendi kendine hareket etti. Çok hızlı bir şekilde varacağı yere vardı. Bâzı kimseler; "O kâğıtta her hâlde Seyyid hazretlerine bir şey vakfedilmişti. Seyyid hazretleri neden böyle yaptı acabâ? Kendisi kabûl etmedi, bâri zürriyetine veya talebelerine verseydi." dediler. Bu durum Ebü'l-Vefâ hazretlerine mâlûm oldu ve; "Ey insanlar! Velî olan kimsenin, Allahü teâlâdan başka bir şey istemesi, O'ndan başka bir şeye gönül bağlaması doğru değildir. Ben ve benim neslimin, benim silsilemin, kıyâmete kadar Allahü teâlâdan başka hiç kimseye muhtac olmayacağına ve bütün âlemin onlara muhtac olacağına inanıyorum." buyurdular.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevmeyen birisi gelip, devlet adamlarından Mustafa Paşaya onun aleyhinde sözler söyledi. Cezâlandırılmasını istedi. Paşa bu sözler üzerine; "Peki onu nefy edelim. Bir yere sürelim." Dedi. O gece Paşa yatmak için başını yastığa koydu. Lâkin yastığı alevli bir ateş sardı. Paşa birden bire geriye çekilip ayak ucunda durdu ve korkuyla bakmaya başladı. Etrafına seslendi. Ev halkı koşup geldi. "Ne oldu?" dediklerinde; "Başımı yastığa koyunca, yastığı bir ateş kapladı. Ondan korktum!" cevâbını verdi. Bunun üzerine evdekiler; "Paşa hazretleri ateş falan yok. Okuyun da yatın." dediler. O da; "Okumadan yattığım yoktur. Mutlakâ okur, öyle yatarım." dedi. Paşa tekrar yatağa girip başını yastığa koyduğunda yine aynı ateşli alevi gördü. Hemen sıçrayıp; "Söndürün, söndürün!" diye bağırmaya başladı. Gelenler yine bir şeyler görmediklerini söylediler. Netîcede bu hal sabaha kadar sürdü. Sabahleyin Paşa, yakınlarına bu hâli anlattı. Hiç kimse bir mânâ veremedi. Sonradan sevdiklerinden birisi; "İzin verirseniz ve darılmazsanız bunu size açıklarım." dedi. Paşa da; "Darılmam söyle!" deyince, o; "Efendim! Siz ya birine zulüm ve haksızlık yapmışsınız veya haksızlık yapacaksınız! Öyle bir niyetiniz olmalı. Zîrâ böyle ateş görmek, ancak Allahü teâlâ tarafından bir îkâzdır, uyarmadır, tenbihtir. Sizlere bundan sakınmak lâzımdır." dedi. Bunu işiten paşa şaşırdı ve; "Ben kimseye haksızlık etmedim. Lâkin, Acemağa Câmiinde Hasan Efendi isminde bir zât varmış, uygunsuz haller ve işleri yaparmış. Bana onu zemmedip kötülediler. Ben de onu nefyetmeyi, uzaklaştırmayı niyet etmiştim." dedi. O kimse bunu duyunca; "Efendim! Sakın öyle bir işe kalkışmayın." dedi. Orada Hasan Efendinin talebelerinden birisi vardı. Bunu duyunca Paşaya Hasan Efendinin üstünlüklerini, güzel hallerini, dünyâya düşkün olmadığını anlattı ve hakkında söylenen şeylerin iftirâ olduğunu belirtti. Paşa bunun üzerine niyetinden vaz geçip ona ikrâm ve iyilik yapmak, duâsını almak istedi ve; "Hakîkaten gece gördüğüm ateş, ona olan haksızlık niyetimin sebebi idi." dedi ve şüphesi kalmadığını belirtti. Sonra Ünsî Hasan Efendiye birkaç kese altın gönderdi ve duâ istedi. Ayrıca; "Ona lâyık bir dergâhı da hizmetine vereceğim." diye haber gönderdi.

Asrındaki Mevleviyye yolu büyüklerinden Yûsuf Sinâneddîn Sîneçâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânının usûlüne göre ilim tahsil ettikten sonra büyük evliyâ İbrâhim Gülşenî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İçine düştüğü aşk ve muhabbet sebebiyle çeşitli memleketleri dolaştı. Edirne'ye gelerek Mevlevî Dergâhına yerleşti. Orada bulunduğu sırada insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlattı. Yûsuf Sinâneddîn-i Mevlevî hazretlerinin ilim ve faziletteki yüksekliğini çekemiyen bâzı câhil kimseler, onun hakkında çeşitli dedikodular yaydılar. Hattâ bir kimseyi öldürdüğü şeklinde iftirâda bulundular. Yapılan araştırma ve soruşturma neticesinde söylenenlerin iftirâ olduğu anlaşıldı. Edirne'nin ileri gelenleri ve halkı ona yalvarıp Edirne'de kalmasını istedilerse de o kabul etmeyip İstanbul'a geldi. Sütlüce'de bulunan dergaha yerleşti. Talebe yetiştirip insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak, dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşmaları için çalıştı.