|
İFTİRÂ - 2
Evliyânın büyüklerinden
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) halka
hizmet edip gâfilleri doğru yola sokmak için devamlı çalışır gören Ehl-i sünnet
düşmanları, onu çekemediler. Halîfe Kâim Biemrillah'a; "Zeynel Âbidîn
oğullarından bir kimse vardır. Ona büyük bir halk topluluğu tâbi oldu. Hilâfet
benim hakkımdır diye iddiâda bulunuyormuş. Şimdiden çâresine bakılmazsa, ileride
büyük fitne olur." diye Ebü'l-Vefâ hazretlerine iftirâ ederek şikâyette
bulundular. Bu şikâyet üzerine halîfe hayli tasalanıp, şüpheye düştü. Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin nasıl bir zât olduğunu merak ederek, onu çağırmak için adam
gönderdi.
Gönderdiği kimseler, Tâc-ül-Ârifîn'in
yanına gelip; "Halîfe hazretleri sizi istiyor." dediler. O da; "Dâvete icâbet
etmek lâzımdır." deyip, halîfenin yanına gitmeye niyet etti. Bunu duyan halk;
"Sizinle biz de gelelim." dediler. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri onları bundan
men etti ise de, Dicle kenarına vardığında, arkasında büyük bir halk kalabalığı
vardı. Bunları geri döndüremedi. Bu kalabalık için, bâzı kimseler on bin kişi,
bâzıları da daha fazla idi, dediler.
Kıyıda bekleyen gemiciler,
Ebü'l-Vefâ hazretlerinin arkasında o kalabalığı görünce; "Halîfenin huzûruna bu
kadar adam götürmek doğru olmaz." diyerek, gemilerine binip oradan uzaklaştılar.
Sâdece Osman Mi'berânî adındaki bir gemici, Ebü'l-Vefâ nasıl bir zâttır?
Dedikleri gibi kerâmet ehli midir?" diye merak ederek ve bunları öğrenmek için
orada kaldı. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin yanına gelerek; "Yâ Seyyid, gemi
şimdi ücrete tâbidir. Karşıya geçebilmen için ücret vermen gerekir." dedi. Ebü'l-Vefâ
da hizmetçisine; "Hazırda ne varsa ver." buyurdu. O da, hazırda olan yüz elli
dînârı Osman Mi'berânî'nin önüne koydu. O zaman o; "Ben böyle bir ücret
istemiyorum." deyince, Tâc-ül-Ârifîn; "Nasıl bir ücret istiyorsun?" diye sordu.
Osman Mi'berânî de; "Yarın kıyâmet gününde, Sırat köprüsünü geçmeme kefil olmanı
ve açık bir delîl göstermeni isterim." dedi. Bunun üzerine Tâc-ül-Ârifin
murâkabeye daldı. Sonra da Osman Mi'berânî'ye dönüp; "Allahü teâlânın isminde
ibret vardır. Sırat'ı geçersin inşâallah!" dedi. Osman; "Yâ Seyyid, buna açık
bir delîl istiyorum." dedi. Bunun üzerine Seyyid Ebü'l-Vefâ, Allahü teâlâya duâ
etti. O anda Osman'a bir hâl oldu ve kendini kaybetti. Bir süre sonra tekrar
kendine geldi. Daha sonra Tâc-ül-Ârifîn ve yanındaki büyük âlimler gemiye
binerek, halk ise, kimi suyun üzerinden yürüyerek, kimi bir adımda karşıya
geçtiler.
Bâzı kimseler ve oğlu, Osman
Mi'berânî'ye; "Kendini kaybettiğin zaman ne gördün?" diye sordular. O da;
"Kıyâmetin koptuğunu gördüm. Halk mahşer yerine toplanmış, kimi sevinçli kimi
üzüntülüydü. Sırat köprüsü kurulmuştu. İnsanlar Sırat'tan geçmeye başladılar.
Fakat pek az kimse Sırat'ı geçebildi. Çoğu Sırat köprüsünden yuvarlanarak,
Cehennem'e düştü. Ben bu durumu görünce, içimde bir korku hâsıl oldu. O anda
yanıma Ebü'l-Vefâ hazretleri geldi. Elimi tutup beni Sırat köprüsünün yanına
götürdü. Besmele çekti ve; "Durma geç!" dedi. Tâc-ül-Ârifîn'in bu sözlerinden
sonra, "Tâc-ül-Ârifîn Ebü'l-Vefâ hürmetine, Osman Mi'berânî ve onun zürriyeti
geçsin." diye bir nidâ işittim. Bunun üzerine ben, Besmele çekerek, Sırat
köprüsüne ayak bastım ve yıldırım gibi geçtim. Arkama baktığım zaman, bir grup
insanın arkamdan geldiğini gördüm. "Bunlar senin zürriyetindir." diye bir nidâ
duydum" diye anlattı.
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri Bağdat'a yaklaştığı zaman, bütün halk onu karşılamaya geldi. Büyük
bir hürmetle şehrin kapısından içeri aldılar. Ebü'l-Vefâ hazretleri câmiye
girdi. Câmiye o kadar çok insan geldi ki, iğne atsan yere düşmezdi. Tâc-ül-Ârifîn
mimbere çıkıp, halka vâz ve nasîhatta bulundu ve hakîkatleri açıkladı. Daha
sonra, halkı geçmiş günahları için tövbe etmeye dâvet etti. Allahü teâlânın
inâyetiyle, halkın kapalı olan göz ve kalbleri açıldı. Çok kimseler Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin huzûrunda tövbe etti. Yatsı namazına kadar, halkın huzûruna gelip
tövbe etmesi sürdü. Yatsı namazından sonra Ebü'l-Vefâ hazretleri hizmetçisine;
"Halka söyleyin, kalabalık yapmasınlar, evlerine gitsinler." dedi. Bunun üzerine
halkın büyük çoğunluğu evlerine gitti ise de, bir kısmı kalıp ibâdetle meşgûl
oldu. Bu durum halîfeye bildirildi. Halîfe kıyâfet değiştirerek, Tâc-ül-Ârifîn'in
bulunduğu câmiye geldi. Onun nûra gark olmuş bir hâlde oturmakta olduğunu,
yanındaki zâtların Allahü teâlâya ibâdet ettiklerini, kendilerini ilâhî bir
rûhâniyetin nûrunun sardığını gördü. Halîfenin yanında Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi
Saîd ibni Ebî Nasr da bulunuyordu. Halîfe ona; "Ben bu Seyyid Ebü'l-Vefâ'yı
imtihân etmek istiyorum, sen ne dersin?" diye sordu. Saîd ibni Ebî Nasr ise;
"İmtihan etmeye gerek yoktur. Zîrâ hak üzere oldukları gün gibi açıktır." dedi.
Halîfe onun sözünü hiç kâle almadı. O Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini imtihan
etmek ve böylece kalbini tatmin etmek istiyordu. Câmiden ayrılarak sokakları ve
kalabalık yerleri dolaşmaya başladı. Bir yerde kadınlar toplanmış, Allahü
teâlâya ibâdetle meşgûl idi. Halîfe bunların arasına girip bir kadının eline
yapışıp sıktı. Kadın, tebdîl-i kıyâfetle dolaşan halîfeyi tanıyarak; "Yâ halîfe!
Benden uzak dur. Ben Allahü teâlâya ibâdetle meşgûlüm." dedi. Halîfe bu duruma
çok şaşırdı. Biraz ileride gördüğü bir kızın elini tutup sıktı. O kız da
halîfeyi tanıyarak; "Ey halîfe! Utanmıyor ve Allahü teâlâdan korkmuyor musun?
Şâyet biraz önce elini tutup sıktığınız benim kızkardeşim olmasaydı, seni
bağırarak rezîl rüsvây ederdim. Yanımdan git. Şimdi biz Allahü teâlâdan
başkasıyla meşgûl değiliz." dedi. Halîfe utanılacak bir duruma düştü. Saîd ibni
Ebî Nasr; "Yâ emîr-ül-müminîn! Ben size denemeye lüzum yok dememiş miydim. Zîrâ
onun nûru buradaki bütün halka sirâyet etmiş. Bu zâtın velî olduğu mâlûmunuzdur.
Fakat ille de tecrübe etmek istiyorsanız, ulemâdan ve fukahâdan yüce kimselerin
hazır bulunduğu bir meclisde Tâc-ül-Ârifîn'e çözülmesi zor konularla ilgili
sorular sorulsun. Eğer o âlimler, Ebü'l-Vefâ'yı sorulara cevap veremez hâle
getirirlerse, Tâc-ül-Ârifîn dâvâsında yalan söylüyordur. Fakat sorulan sorulara
cevap verirse, onun arkasını bırakmaktan başka çâre yoktur." dedi.
Bu teklif, halîfenin hoşuna
gitmedi. Güvendiği hizmetçilerinden biri olan Muhammed Kâdirî'ye yedi parça
hamur tulumu vererek Ebü'l-Vefâ hazretlerine gönderdi. Ve hizmetçisine; "Bunları
al, Ebü'l-Vefâ'ya götür. Ona selâmımı söyle. Halîfe size, erkeklerle kadınların
bir arada meclis kurmasını ve bu gönderdiklerimi yemelerini, çünkü onun
bulunduğu meclise böylesi gerekir diyesin." dedi.
Muhammed Kâdirî, o yedi
parça hamur tulumunu alıp, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin huzûruna gitti. Fakat
korkusundan halîfenin söylediklerini ona söyleyemedi. Halîfeye de gidip;
"Emriniz üzere Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna gittim. Fakat söylediklerinizi
korkumdan söyleyemedim." diyemezdi. Tâc-ül-Ârifîn hazretlerine, Allahü teâlânın
izniyle bu durum mâlûm oldu. Muhammed Kâdirî'yi yanına çağırıp ona; "Yâ Muhammed
Kâdirî! O tulumların içinde yağ ve baldan başka bir şey yok. Bu yağ ve balları,
halîfe dervişlere gönderdi diyesin." dedi. Sonra içeriye seslenerek, "Ey
dervişler, tabaklarınızı getirin. Halîfe sizlere yağ ve bal göndermiş." dedi.
Dervişler tabaklarını alıp getirince, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey Muhammed
Kâdirî! Bunları eşit şekilde dağıt!" diye emir buyurdu. Muhammed Kâdirî
tulumlardan birini açınca, içinde bembeyaz bal olduğunu gördü. Bal çok temiz ve
güzeldi. Allahü teâlânın kudreti, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin himmetiyle, tulumun
içindeki hamur, bembeyaz bir bal olmuştu. Dervişlere bu balı taksim etti. Daha
sonra tulumlardan birini daha açınca, içindekinin yağ olduğunu gördü. Bunu da
dervişlere dağıttı. Dervişlerin tabakları yağ ve bal ile doldu. Balın güzel
kokusu hiç unutulmadı.
Tâc-ül-Ârifîn, bir kabın
içinin bir tarafına ateş, bir tarafına pamuk, bunların ortasına da kar koyarak,
Muhammed Kâdirî ile halîfeye gönderdi. Ebü'l-Vefâ hazretleri bununla halîfeye;
"İşte erkeklerin şehveti ateş, kadınların ki ise pamuk gibidir. Ateşle pamuk bir
arada durmaz. Bu kabda karın, ateşin pamuğu yakmasına mâni olduğu gibi, araya
bir velînin himmeti girerse, ateşin pamuğu yakmasına mâni olur." demek istedi.
Halîfe kabı açıp içindekileri görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin ne demek
istediğini çok iyi anladı. Kabın içindekileri boşalttırarak, içine yılan yavrusu
koydurdu ve Muhammed Kâdirî'ye; "Bu kabı alıp Ebü'l-Vefâ'ya götür. İçinde ne
olduğunu kimseye söyleme!" dedi. Muhammed Kâdirî o kabı alıp, Ebü'l-Vefâ
hazretlerinin huzûruna getirip önüne koydu. Seyyid Ebü'l-Vefâ o zaman; "Ey
Muhammed Kâdirî! O mahcûb halîfeden getirdiğin kab nedir? O hiç utanmaz mı?"
dedi. Muhammed Kâdirî; "Yâ Seyyid! Halîfe bunun içinde olanı söylemememi ve
senin keşif yoluyla bilmeni istedi." dedi. O zaman Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Halîfeniz
evliyâyı böyle âdî bir şeyle mi imtihan eder? Bu çok çirkin bir harekettir."
buyurdu. Küçük bir çocuk olan kardeşinin oğlu Seyyid Matar'a dönerek; "Yâ Matar!
Bu kabın içinde ne olduğunu keşif yoluyla bunlara söyle!" buyurdu. O da; "Yâ
Seyyid! Bütün makamları, yerleri keşif yoluyla inceledim. Bir yılan yavrusunu,
annesinin yanında göremedim. Meğer o yavru tutulup, bu kaba konmuş. Bu kabın
içindeki yılan yavrusudur!" dedi. Muhammed Kâdirî bunları duyunca kendini
kaybetti. Bir süre sonra kendine gelince, üzerinde bulunan değerli elbiseleri
çıkararak, yamalı ve ucuz bir elbise giydi. Varını yoğunu fakirlere dağıttı.
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin eline yapışarak, cân-u gönülden ihlâs ile tövbe
etti ve Ebü'l-Vefâ hazretlerinin talebesi olmak istedi. Bu isteği Seyyid
hazretleri tarafından kabûl edildi.
Halîfe bunları duyunca, çok
huzursuz oldu. Sebebi ise, en yakın adamı olan Muhammed Kâdirî'nin Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretlerine talebe olması ve diğer yakınlarının da o zâta talebe olacağından,
makâmının elden çıkacağından korkması idi. Hâlbuki, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin
nazarında, onun makâmının hiç önemi yoktu. Halîfe hâlâ tereddüd içinde idi.
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini bir daha imtihan etmek istedi. Bunun için helâl
yoldan kazanılmış yüz dînârın içine, haram yoldan kazanılmış on dînâr koydu. O
on dînârın üzerine, kendisinin anlıyabileceği bir işâret koydu. Bunların hepsini
bir kese içine koyarak, adamlarından birine verdi ve; "Bunları Ebü'l-Vefâ'ya
götür, talebelerine dağıtsın!" dedi. Gönderdiği kimse, Ebü'l-Vefâ'nın huzûruna
gelerek, halîfenin dediğini söyledi. Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Keseyi çevir de
mührü açılsın." buyurdu. O kimse söylenileni yaptı ve kesenin içindekileri bir
tabağa boşalttı. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Şunları ayır. Şunları da, şunları da."
diyerek, halîfenin karıştırdığı haram yoldan kazanılmış olan on dînârı birer
birer ayırdı. Helâl yoldan kazanılmış olan yüz dînârı alıp kabûl etti. On dînârı
da bir keseye koydurarak; "Bu dînârlar, fakirlere nafaka olarak harcanamaz.
Götür kendisi harcasın." diyerek, halîfeye geri gönderdi. Halîfe, on dînârı
eline alınca, bunların işâretlediği, haram yoldan kazanılan dînârlar olduğunu
gördü. O zaman anladı ki, Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, Allahü
teâlânın velî kullarındandır.
Muhammed Kâdirî, Ebü'l-Vefâ'ya
talebe olunca, kendisine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Sana, halîfenin karşısında
iftihâr edebileceğin ve onun seni o vaziyette görüp niyetini düzeltebileceği bir
vazife vereyim." dedi ve onu talebelerin helâsını silip süpürmek ve temizliği
ile uğraşmak işiyle vazifelendirdi. Muhammed Kâdirî bu vazifeyi kabûl edip,
ihlâs ve gönül rızâsıyla, seve seve talebelerin helâsını temizlemeye başladı.
Halîfenin yanında ve onun yakın adamlarından olmayı, Ebü'l-Vefâ hazretlerinin
yanında bulunarak, dervişlerin helâsının temizliğiyle uğraşmaya tercih ediyordu.
Bâzı kimseler halîfeye;
"Senin en yakın adamın ve en iyi hizmetçin Muhammed Kâdirî, Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın
en iyi itâat eden talebelerinden olmuş ve senin yanında olmayı ve sana hizmet
etmeyi, talebelerin helâsını temizlemeye tercih ediyor. Senin adamlarını
ayartıp, kendi hizmetinde tutan bu gibi kimseleri şehirde bulundurmanız doğru
değildir. Eğer biraz daha burada kalırsa, bütün adamlarınızı ayartıp yanında
çalıştıracak." dediler. Böyle sapık kimselerin sözleri, halîfe üzerinde etkisini
gösterdi. Ulemâyı toplayarak, onlarla meşveret etti ve onlara; "Nasıl hareket
edelim." diye sordu. Âlimler sükût edip bâzıları cevap vermediler. Sonra
bâzıları; "Şehirden uzaklaştıralım" dediler. Bâzıları da; "Câmilerde,
minberlerde vâz ve nasîhat etmesine ve halkın tövbe etmesi için meclisler tertip
etmesine müsâade etmeyiniz." dediler. İbn-i Akîl ise; "Yâ Emîr-ül-müminîn! Ulemâ
toplansın. Bunların herbiri, ayrı ayrı gâyet güç suâller hazırlayıp ona
sorsunlar. O suâlleri cevaplandırırsa, ne âlâ. Yok bu suâlleri cevaplandırmaktan
âciz ise, gerisini siz bilirsiniz." dedi. İbn-i Akîl'in bu teklifi halîfenin
hoşuna gitti ve; "Ne kadar âlim ve büyük fıkıh âlimi var ise toplansınlar.
İçinden çıkılması zor olan ne kadar güç mesele ve suâl varsa sorsunlar. Eğer bu
suâllere cevap verebilirse, onu kendi hâline bırakalım. Şâyet cevaplandıramazsa,
kürsüsünü başına yıkıp şehirden sürelim." dedi. Sonra Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretlerine durumu bildirdiler. O da; "İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretlerinin
türbesinin batı tarafında, gömülü bir minber vardır. O minber demirdendir. O
demir minberi halîfenin topladığı âlimlerin, bana suâl soracakları yere
koysunlar. Sonra etrâfında ateş yakıp, kıpkırmızı oluncaya kadar kızdırsınlar. O
minberin üzerine çıkıp, Allahü teâlânın izniyle, soracakları suâllerin hepsinin
cevâbını veririm." buyurdu.
Onun bu sözleri halîfeye
iletildi. Halîfenin emri ile o yeri kazdılar. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin dediği
gibi o minberi buldular. Binbir güçlükle onu çıkarıp, geniş bir alana koydular.
Etrâfına ve yanına çok büyük odunlar yığdılar. Sonra odunları ateşe verdiler.
Ateş, üç gün üç gece yandı. Minber ateşin tesiriyle kıpkırmızı oldu. Bağdat
halkı, o alanda toplandı. Halîfenin ve ulemânın oturacağı yerin yakınındaki
ateşi temizlediler. Halîfe minbere yakın bir yere oturdu. Halkın birçoğu;
"Kıpkırmızı olmuş demire, insanoğlunun yaklaşması hiç mümkün mü? Nerde kaldı
üzerine çıkıp oturmak ve kendisine sorulan suâllere cevap vermek." dediler.
Halîfeye daha önce Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler de o alana
geldiler. Ebü'l-Vefâ hazretlerinin, ateşten kızarmış minberin üzerinde yanmasını
ve ona sorulacak suâllere cevap verememesini istiyorlardı. Suâl soracak
âlimlerin sayısı kırk kadardı. Bunların onu Hanefî mezhebi, onu Şâfiî mezhebi,
onu Mâlikî mezhebi, onu da Hanbelî mezhebi fıkıh âlimi idi. Dört mezhebde, o
zamanda onlar kadar âlim kimse yoktu. Onlar gelip yerlerini aldıktan sonra,
Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin minbere çıkması istendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, Besmele çekerek minbere çıktı. Peygamber efendimize salâtü selâm
getirdikten sonra hutbe okudu. Ateşten kıpkırmızı olan demir minberin üzerinde,
ayağını bile kıpırdatmadı. Bu hâldeki minber, vücûdunu zerre kadar incitmedi.
Bu hâli gören halîfe,
âlimler ve halk çok şaşırdılar. Halîfenin, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri
hakkındaki tutumu değişti. Hiç kimsenin onu inkâr edecek hâli kalmadı. Başta
halîfe olmak üzere, oradaki herkes, Tâc-ül-Ârifîn'in Allahü teâlânın velî bir
kulu olduğunu kabûl ve tasdîk etti. Esâsında bu durumu, Tâc-ül-Ârifîn'i sevmeyen
ve ona düşman olanlar, onu halîfenin gözünden düşürmek için hazırlamışlardı.
Daha sonra Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Kim suâl sormak ve münâzara etmek istiyorsa gelsin." dedi. Fakat
kalabalık meydandan, özellikle o kırk âlimden hiç kimse ona cevap vermedi.
Sapıklar, âlimlere; "Biz sizi niye buraya getirdik? Hazırladığınız suâllerinizi
sorsanıza." dediklerinde, âlimler; "Vallahi biz, gerçekten cevâbı zor sorular
hazırlamıştık. Fakat şimdi onların hiçbirini hatırlayamıyoruz. Bildiğimiz her
şeyi unuttuk." dediler. O âlimlerin arasından bir zât; "İslâm nedir?" diye
sordu. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Hangi İslâmı soruyorsun. Senin İslâmından mı
soruyorsun, yoksa benim İslâmımdan mı?" diye söyleyince o zat; "İslâm iki türlü
müdür diyorsun?" dedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Evet iki türlüdür. Sizin İslâmınız,
îmânınızın aynıdır. Sen; Allahü teâlâ birdir, eşi ve benzeri yoktur. Muhammed
Mustafâ hak peygamber diye dilinle söyler, kalbinle buna inanırsın. Hak teâlânın
ve Resûlünün emrini tutup onunla amel edersin. Ama bizim İslâm anlayışımız ve
kabûl edişimiz bâzı değişiklikler arz eder. Şöyle ki: Biz, îmânın yanında,
hiçbir zaman Allahü teâlâdan gâfil olmamak İslâmdır, deriz. Sizin orucunuz;
Ramazân-ı şerîfte fecrin ağarmasından, güneş batıncaya kadar, yemeden-içmeden,
cimâdan sakınmak ve akşam olunca da iftar etmektir. Bizim orucumuz ise;
yiyeceklerden, giyeceklerden ve bütün kâinattan uzak durmaktır. Biz, dünyâ
nîmetlerinden, sâdece ibâdet ve tâatte güç kazanmak için faydalanırız. Bizim
için esas, bütün ahlâk bozucu şeylerden uzak durmaktır. Zekâta gelince; altından
bu kadar, gümüşten şu kadar ve davardan şu kadar deyip, fıkıh kitaplarında beyan
buyurulduğu gibi verirsiniz. Bizim zekâtımız; mevcud olan her şeyi, fazla fazla
vermektir ve Allahü teâlânın indinde makbûl olan nesnelerle zenginlik hâsıl
edip, bütün varlıklardan el çekmektir.
Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, sonra haccı ve diğer emirleri çok açık bir şekilde anlattı. Sonunda;
"Bu anlattığım İslâma kim sâhiptir?" diye sorunca, hiç kimse cevap vermedi.
Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey Cemâat! Benim için çok şiddetli bir
ateş kızdırdınız, ama Allahü teâlâ söndürdü. Bâzı zor suâller hazırlayarak,
onların cevâbının verilmemesiyle beni âciz bırakmak istediniz. Fakat, Allahü
teâlâ beni değil, sizi âciz bıraktı. Kendinizin fesâhat ve belâgatla konuşup
suâl sormanızı, benim ise, fesâhat ve belâgattan uzak suâllerinizi
cevaplandırmamı istiyordunuz. Fakat siz de gördünüz, ben de fasîh ve beliğ söz
söylemeye muktedir imişim." dedi. Ve; "Hani bana sormak için suâl hazırlayanlar
nerede? Gelsinler, suâllerini sorsunlar!" diye üç sefer yüksek sesle seslendi.
Hiç kimse cevap vermeyince kendisi; "Bana sormak için hazırladığınız hâlde,
Allahü teâlâ tarafından size unutturulan suâlleri, O'nun yardımıyla sizlere ben
sorayım ve cevâbını vereyim." dedi.
Suâl hazırlayan kırk âlimden
ilkine; "Yâ falan! Senin hazırladığın suâl şu değil miydi?" diye sorunca, ondan
"Evet." cevâbını aldı. "İşte cevâbı da budur." diyerek, o suâli çok güzel bir
şekilde açıkladı. Verdiği cevâbı orada bulunan herkes çok beğendi. Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, orada bulunan diğer otuz dokuz âlimin hazırladıkları suâlleri tek
tek söyleyerek, cevaplarını gâyet açık bir şekilde söyledi. Bu durum, başta
halîfe ve orada bulunan kırk âlim olmak üzere, herkesi hayretler içinde bıraktı.
Orada bulunanların hepsi, Ebü'l-Vefâ hazretlerine hayrân oldular. Tâc-ül-Ârifîn
sonra onlara; "Ey âlimler! Ey fakîhler! Biliniz ki, medresede öğrenilen ve kâğıt
üzerine yazılan ilim zamanla unutulur. Fakat Ledün mektep ve medresesinde
öğrenilen ilm-i ledünnî'nin kâğıdı gönül sahifesidir. O, gönül sahifesine
yazılır ve aslâ unutulmaz. İlm-i ledünnî'yi öğrenin. Bu ilmi öğrenen, iki
cihanda mesûd olur, saâdete erer ve bahtiyâr bir hayat yaşar." dedi. Sonra
minberden inerek iki rekat namaz kıldı ve bir kenara oturdu. Oradaki halkın
bâzıları, onun yanına gelerek oturdular. İbn-i Akîl ve İbn-i Hübeyre de Tâc-ül-Ârifîn
hazretlerinin yanına gelerek himmet istediler. Ebü'l-Vefâ onlara; "Siz, beni
fasîh ve beliğ konuşamayan acemi bir kimse mi sanmıştınız?" diye sorunca, onlar;
"Evet öyle zannediyorduk." dediler. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Biliniz ki, Allahü
teâlânın lütfu kime erişmişse, o kimse nâkıs ise kâmil olur. Dilsiz ise konuşur.
Konuşması düzgün değilse, fasîh olur. Kör ise gözleri görür. Ne eksiği varsa,
hepsi tamamlanır, hiçbir eksiği kalmaz. Allahü teâlâ bana da lütufta bulundu.
Ceddim Muhammed Mustafâ, gece rüyâmda görünüp, ağzıma mübârek tükürüğünden
bulaştırdı. O sabahtan beri çok fasîh ve beliğ konuşmaktayım." buyurdu. Bunun
üzerine İbn-i Hübeyre, Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretlerinin eline sarılarak, cân-u
gönülden tövbe etti.
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, sonra ikinci defâ büyük bir vâz ve nasîhat verdi. O sırada, daha
halîfenin kalbinde inkâr kokusu vardı. Çünkü Ehl-i sünnet düşmanları münâfıklar,
Ebü'l-Vefâ hazretleri hakkında gece-gündüz çeşit çeşit yalanlar söylüyor ve ona
iftirâ ederek, doğruyu bâtıl olarak göstermeye çalışıyorlardı. Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın
vâzını dinlerken halîfeye bir hâl oldu ve onun anlattıklarını cân-u gönülden
dinlemeye başladı. "Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn" diyerek kendini kaybetti. Bu
durum, birkaç defâ daha tekrarlandı. Ebü'l-Vefâ hazretlerini kötüleyenler, onun
böyle söylemesine çok şaşırdılar. Kendisine gelince, ona; "Sizinle Seyyid Ebü'l-Vefâ
arasında bir yakınlık yok iken, ona bu şekilde seslenmenizin sebebi nedir?" diye
sordular. Halîfe; "Vallahi o sözü kendi isteğimle söylemedim. Minberin üzerinde
yeşil bir kuş bulunuyordu. O kuş; "Çok güzel yâ Tâc-ül-Ârifîn." deyince, kendi
isteğim olmadan o kuşun sözlerini tekrarladım." dedi. Sonra Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri minberden inince, birçok kimse yanına gelerek tövbe etti.
Yaptıklarından ızdırap duyan halîfenin, Tâc-ül-Ârifîn hazretlerinin yardımıyla
kalbi yumuşadı ve düşmanların sözlerine bakmayarak ona bîat etmek istedi. Tenhâ
bir yerde vâz kürsüsü kurmaları için adamlarını görevlendirdi. Sonra da Ebü'l-Vefâ
hazretlerine, gelip bize tenhâ bir yerde vâz versin. Lutfedip bizi
şereflendirsin." diye haber gönderdi. Seyyid Ebü'l-Vefâ; "Canla başla." dedi.
Kürsünün kurulduğu yere gitti ve vâz u nasîhatta bulundu. O mecliste, o kadar
çok ilmi-ledünnî ve feyz saçtı ki, anlatılması mümkün değildir. Oradakilerin
hepsi, derecelerine göre hisselerine düşeni aldılar. Halîfe ve hazır bulunan
âlim ve fakîhler ona hayran kaldılar. Bunların arasında Tâc-ül-Ârifîn için; "Bu
kadar ilmi nereden öğrendi? Bu kadar çok kitap bilgisine nasıl sâhib oldu ve
nasıl mütâlaa edebildi? Zâhirî ve bâtınî ilimlerde bir benzeri olmayan bu zât,
hangi âlimlerden, nerede ve ne zaman ders aldı?" diye hatırlarından geçirenler
oldu. Onların bu düşünceleri ona mâlûm oldu ve; "Ey insanlar! İyi bilin ve
anlayın. Cenâb-ı Hak bir kuluna ihsan edip feyz vermişse, o kimse zâhirî ve
bâtınî ilimlerde öyle söz sâhibi olur ki, sizin âlimlerinizin uzun yıllar
çalışarak elde ettikleri çok ilim, O'nun verdiği ilme nazaran denizde bir damla
gibidir. Bir tarafın ilim öğreteni Allahü teâlâ, bir tarafın ilim öğreteni insan
olursa, hangi tarafın ilminin daha tutarlı olduğunu siz kıyâs ediniz." buyurdu.
Orada bulunanlar, onun bu sözünü işitince çok ağladılar. Bu konuşmadan sonra,
birçok kimsede derecesine göre bir hâl hâsıl oldu. Bâzıları düşüp bayıldılar.
Halîfeyi de dehşet kaplıyarak vücûdunu bir titreme aldı. Kalbinde Allah korkusu
yer edip, evliyâ sevgisi hâsıl oldu. Tâc-ül-Ârifîn hazretleri, minberden inip
halîfenin yanına geldiler. Elleriyle halîfenin vücûdunu sıvazladı. O titreme
hâli halîfeden gitti. Bunun üzerine halîfe; "Yâ Seyyid, bana hâssaten vâz et."
dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey Emîr-ül-müminîn! Sen gerçeği gördün. Amma
sen bir inat yüzünden bunu anlamadın veya anlamak istemedin. Bir kimseye
kendisinin vâzı tesir etmezse başkasınınki hiç tesir etmez. Fakat ben sana bir
kıssa anlatayım, sen ondan hisse çıkar:
Bir çoban, güttüğü koyunlara
şefkatli ve merhametli davransa, onları incitmezse ve zayıf-sağlam demeden her
birini iyi ve otlu yerlerde otlatırsa, sıcak bastığı vakitlerde ağaç altlarına
götürüp onları gölgelendirirse, susadıklarında onları güzel berrak sulardan
sularsa, hülâsa ne kadar iyi beslerse, koyunlar besili olur ve sürü çabuk artar.
Koyunların sütleri de çok olur. Koyunları böyle olan sürü sâhibi de, çobandan
memnun olarak daha fazla ücret verir. Eğer bunları yapmayıp da tersini yaparsa,
koyunların sütleri ve sayısı azalır. Sürü sâhibi memnun kalmayarak çobanı işten
çıkarır, onun yerine başka çoban getirir.
İşte böyle olduğu gibi, ey
halîfe, bir bakıma sen de bir çobansın. Sana itâat eden tebean da koyun gibidir.
Sen insaf ve adâletle hareket ederek onlara zulüm etmezsen, Allahü teâlâ da
senin hukûkunu görerek, adâletle hareket ettiğin için seni makâmında devamlı
tutar ve sen de böylece ülkeni günden güne genişletebilirsin. Eğer tebeana
şefkat ve merhametle davranmazsan, onlara ezâ, cefâ ve zulüm edersen, Hak teâlâ
seni memleket pâdişâhlığından ve hilâfet makâmından alır. Böylece hem bu
dünyâda, hem de âhirette kovulmuş olursun.
Ebü'l-Vefâ hazretleri söze
devamla; "Ey Emîr-ül-müminîn! Şimdi iyi düşün ve gözünü aç. Kendi hâline
dikkatle bak. Hangi taraftansın? Ona göre amel et ve durumunu düzelt. Kimseye
güvenme, âhirette yarayacak işi kendin gör!" buyurdu. Bunun üzerine halîfe; "Ey
Seyyid! Allahü teâlâ seni ve ecdâdını, bütün müminlere yardım ve onlardan
faydalanmaları için gönderdi. O yardım ve faydadan, bugün özellikle ben istifâde
ettim. İdârem altında bulunan âmirlere, halka adâlet üzere muâmelede bulunup,
kimseye zulüm etmemeleri için emir göndereceğim. Söylemek benden, emrimi yerine
getirmek ise onların vazifesidir. Eğer emrimi yerine getirmezlerse, günaha girer
ve yarın Allahü teâlânın huzûrunda kendileri mesûl olurlar." dedi.
Tâc-ül-Ârifîn Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Ey halîfe! Güzel söylüyorsun, fakat sâdece dil ile söylemek yetmez.
Yapılan işi tartarak yapmak ve her durumda adâlete riâyet etmek lâzımdır. Ey
halîfe! Şüphen olmasın ki, günün birinde öleceksin. Burada öyle bir amel işle
ki, yarın kıyâmet günü o amelin sana faydası dokunsun. Günün birinde seni, seni
yaratan yüce bir varlığın huzûruna götürecekler. O her şeyi bilir, hiçbir şey
O'na gizli kalamaz. Burada işlediğin her şeyin karşılığını orada göreceksin.
Şunu hiç unutma ki, Allahü teâlâ seni bir damla meniden yarattı. Sana can verdi,
akıl verdi. Göz, kulak, ayak ve dil verdi. Bunlara benzer daha nice âzâlar ve
saymakla bitmeyecek nîmetler verdi. Bütün bunları insanoğlunun emrine âmâde
kıldı. Böyle nîmetler verdiği insanlar üzerine hükmetmen ve emir vermen için,
Allahü teâlâ seni hâkim kıldı ve halîfe yaptı. Sana tâbi olan bütün insanların
hâlleri senden sorulacaktır. Bu yüzden makâmınla öğünüp mağrur ve gâfil
olmayasın." deyince, halîfe çok ağladı ve harâreti arttı. İçmek için su istedi.
Bir maşraba su getirdiler. Tam suyu içeceği sırada, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Ey
halîfe, suyu içme! Sabret." dedi. Bunun üzerine halîfe onun diyeceğini beklemeye
başladı. Tâc-ül-Ârifîn; "Ey halîfe! Çok susamış bir hâlde sahrâda olsan ve bir
damla içecek su bulamasan, susuzluktan ölecekmiş gibi olsan. Bir kimse elinde bu
maşrabayla sana su getirse ve karşında tutarak; "Şâyet saltanatının yarısını
bana verirsen, şu suyu sana vereceğim." dese ne yaparsın?" deyince, halîfe;
"Susuz ölmektense, diri kalıp yaşamak daha iyi olacağından, saltanatımın
yarısını verir, bir maşraba dolusu soğuk suyu alırdım." dedi.
Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ
hazretleri; "Suyu içtiğinizi kabûl edelim. O içtiğin su, bir müddet sonra idrâr
olarak yol bulup çıkmak istese, fakat Allahü teâlâ o suyu veren kimseye bir
imkân verse, o kimse seni, idrârını yapamaz hâle getirse ve sen de idrârını
yapamasan, o zaman, o kimse; "Eğer saltanatının diğer yarısını da bana verirsen,
idrârını yapmanı sağlarım. Yoksa seni bu hâlde bırakırım." dese ne yaparsın?"
diye sordu. Halîfe cevap olarak; "Ezâ, cefâ içinde çâresiz kalmaktan dirlik
iyidir. Saltanatımın yarısını ona verir, o zahmetli hâlden kurtulurum." dedi ve
elindeki suyu içti. Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri başını kaldırıp; "Ey halîfe!
Bil ki, yarısı bir içim suya, yarısı da bir defâ idrâr çıkarmak karşılığında
elden çıkacak olan bir devlete, bir makâma, ârif olan kimse hiç tamâ eder mi?
Onun için, beylik ve makamın benim yanımda zerre kadar bir değeri yoktur."
buyurdu. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Beni mâzur görünüz. Sizin asıl
hâlinizi bilememişim. Biliyorsun ki, nefs kâfirdir. İnsana türlü türlü endişeler
verir ve kişi, kendisini vesveseye iten herkesin sözüne uyar." dedikten sonra,
Ebü'l-Vefâ hazretlerinin elini öptü ve; "Ey-Seyyid! Bu andan îtibâren senin
emrinden dışarı adımımı atmayacağım. Yapacağım işleri, önce sizinle istişâre
edeceğim, sonra yapacağım." dedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri de; "Ey Emîr-ül-müminîn!
Benim sana, senin de bana ihtiyâcın yok. Fakat ne yaparsan Allahü teâlânın
emrinden dışarı çıkma, Peygamber efendimizin sünnetini bırakma. Dâimâ Allahü
teâlâdan kork. Resûlünden utan." dedi. Bunun üzerine halîfe; "Ey Seyyid! Bana,
gönlümün dünyâya karşı aşırı ve fazla bir hırs göstermeyeceği bir nasîhatta
bulun?" deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri; "Dünyânın lezzetleri üç şeyde
toplanmıştır. Bunların ilki yemek-içmek, öbürü giyinmek, diğeri ise cimâ'dır.
Yiyeceklerin en tatlısı baldır. Bal, küçük ve zayıf olan arıdan hâsıl olur. O
hayvancığı, insan dilerse kolayca öldürebilir. Giyeceğin en iyisi ipek olup, onu
da küçücük bir böcek yapar. O böcek, gökgürültüsüyle ölür. Cimâ ise, bir bevli
yerli yerine ulaştırmaktır. Bu da bir anlık lezzettir. Dünyânın, insan için
geçen süre kadar bile kıymeti yoktur. Kâmil ve ârif kimse dünyâya gönül
bağlamaz. Böyle zâtların gönülleri, Allahü teâlâdan bir ân bile uzak olmaz."
buyurduktan sonra, talebelerinden birine işâret etti. Talebesi hâl ehlinden
olduğu için, hocasının ne için işâret ettiğini hemen anladı. Ebü'l-Vefâ
hazretleri onun eline, o zamâna kadar görülmemiş bir inci koydu. İncinin
parlaklığından her taraf ışıl ışıl olmuştu. Halîfe bunu görünce, Seyyid Ebü'l-Vefâ'dan
bakmak için izin istedi. Ebü'l-Vefâ hazretleri inciyi halîfeye verdi. Halîfe
eline alınca, inci basit bir taş oluvermişti. Onu tekrar geri verdi. Seyyid
Ebü'l-Vefâ o taşı eline alınca, yine pırıl pırıl parlayan bir inci oluverdi.
Halîfe o inciyi tekrar eline aldığında, yine değersiz bir taş oluverdi. Halîfe
onu tekrar Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya geri verince, o taş, tekrar gözleri kamaştıran,
parlaklığıyla insanları cezbeden bir inci oldu. Halîfe bu duruma çok şaşırdı.
Bunun neden ileri geldiğini anlıyarak, cân-u gönülden tövbe etti. Adâlet üzere
hareket edeceğine, kimseye zulüm etmeyeceğine gönülden söz verdi.
Sonra Emîr-ül-müminîn,
çeşitli yemekler hazırlamaları için adamlarına emir verdi. Tâc-ül-Ârifîn
hazretlerine ziyâfet verecekti. Adamları çok mikdârda ve çeşitli yemekler
hazırladılar. Sofralar kurularak, o yemekleri onların üzerlerine koydular.
Halîfe ve Seyyid Ebü'l-Vefâ hazretleri, talebeleriyle sofraya oturdular. Seyyid
Ebü'l-Vefâ talebelerine; "Ramazan Mecnûn aranızda mı?" diye sorunca, Ramazan
Mecnûn; "Buradayım." diyerek ayağa kalktı. Ebü'l-Vefâ; "Ey halîfe! Önce bu
Mecnûn'un karnını doyur." dedi. Halîfe de; "Hay hay, yemeğin sonu yoktur. Ne
kadar isterse yesin." deyince, Ebü'l-Vefâ hazretleri Ramazan Mecnûn'a işâret
etti. Ramazan Mecnûn yemekleri yemeğe başladı. Orada bulunan bütün yemekleri
yedi ve ey halîfe! Daha yemek yok mu? Karnım doymadı." dedi. Halîfe de;
"Bağdat'ta ne varsa yersin, fakat yine doymazsın." deyince, Ramazan Mecnûn;
"Bugün rızkımı senden talep ettim, aç kaldım." dedi. Bunun üzerine halîfe özür
diledi ve tövbe istigfâr etti.
Seyyid Ebü'l-Vefâ
hazretleri, yola çıkmak için halîfeyle vedâlaştı. Halîfe ona, şehirden çıkıncaya
kadar refâkat etti. Seyyid Ebü'l-Vefâ talebeleriyle Bağdat'tan uzaklaştıktan
sonra, halîfe, Mâcid-i Kürdî'yi istedi. Seyyid Ebü'l-Vefâ, Mâcid'e izin verince,
Mâcid, halîfenin yanına geldi. Halîfe kâtibine; "Kasendi'nin etrâfında olan
bütün köylerin uşrlarını Seyyid Ebü'l-Vefâ'ya yaz." diye emir verdi. Kâtip,
halîfenin bu emrini yazdı. Halîfe, bunu Mâcid-i Kürdî'ye vererek; "Bunu Seyyid
Ebü'l-Vefâ'ya götür. Fakat Seyyid hazretleri beldesine varmadan bunu ona verme
ve gösterme." dedi." Mâcid-i Kürdî; "Peki." diyerek mektubu aldı ve Seyyid Ebü'l-Vefâ'nın
arkasından yetişti. Ona hiçbir şey söylemedi. Hepsi gemiye bindiler. Fakat gemi,
ne yaptıysalar bir türlü hareket etmedi. Bunun üzerine Ebü'l-Vefâ hazretleri,
Allahü teâlânın yardımıyla geminin neden yürümediğini anladı ve Mâcid-i Kürdî'yi
yanına çağırdı. Ona; "Ey Mâcid sende bir şey var." dedi. Mâcid de; "Evet yâ
Seyyid." deyince; "Nedir o?" diye suâl etti. Mâcid; "Bende halîfenin size
gönderdiği bir mektup var." dedi. Ebü'l-Vefâ; "Daha önce bana onu niye
vermedin?" dedi. Mâcid de; "Yerinize varmadan size vermememi ve ondan
bahsetmememi halîfe vasiyet etmişti. Ondan dolayı vermedim." deyince, Ebü'l-Vefâ;
"Yâ Mâcid! Görüyorsun ki gemi hareket etmiyor. Ne yapmamız lâzım? Getir mektubu
bir göreyim." dedi. Mâcid-i Kürdî mektubu cebinden çıkarıp hocasına verdi.
Seyyid Ebü'l-Vefâ mektubu okuduktan sonra, yırtıp, parça parça ederek suya attı.
O anda gemi, kendi kendine hareket etti. Çok hızlı bir şekilde varacağı yere
vardı. Bâzı kimseler; "O kâğıtta her hâlde Seyyid hazretlerine bir şey
vakfedilmişti. Seyyid hazretleri neden böyle yaptı acabâ? Kendisi kabûl etmedi,
bâri zürriyetine veya talebelerine verseydi." dediler. Bu durum Ebü'l-Vefâ
hazretlerine mâlûm oldu ve; "Ey insanlar! Velî olan kimsenin, Allahü teâlâdan
başka bir şey istemesi, O'ndan başka bir şeye gönül bağlaması doğru değildir.
Ben ve benim neslimin, benim silsilemin, kıyâmete kadar Allahü teâlâdan başka
hiç kimseye muhtac olmayacağına ve bütün âlemin onlara muhtac olacağına
inanıyorum." buyurdular.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
sevmeyen birisi gelip, devlet adamlarından Mustafa Paşaya onun aleyhinde sözler
söyledi. Cezâlandırılmasını istedi. Paşa bu sözler üzerine; "Peki onu nefy
edelim. Bir yere sürelim." Dedi. O gece Paşa yatmak için başını yastığa koydu.
Lâkin yastığı alevli bir ateş sardı. Paşa birden bire geriye çekilip ayak ucunda
durdu ve korkuyla bakmaya başladı. Etrafına seslendi. Ev halkı koşup geldi. "Ne
oldu?" dediklerinde; "Başımı yastığa koyunca, yastığı bir ateş kapladı. Ondan
korktum!" cevâbını verdi. Bunun üzerine evdekiler; "Paşa hazretleri ateş falan
yok. Okuyun da yatın." dediler. O da; "Okumadan yattığım yoktur. Mutlakâ okur,
öyle yatarım." dedi. Paşa tekrar yatağa girip başını yastığa koyduğunda yine
aynı ateşli alevi gördü. Hemen sıçrayıp; "Söndürün, söndürün!" diye bağırmaya
başladı. Gelenler yine bir şeyler görmediklerini söylediler. Netîcede bu hal
sabaha kadar sürdü. Sabahleyin Paşa, yakınlarına bu hâli anlattı. Hiç kimse bir
mânâ veremedi. Sonradan sevdiklerinden birisi; "İzin verirseniz ve darılmazsanız
bunu size açıklarım." dedi. Paşa da; "Darılmam söyle!" deyince, o; "Efendim! Siz
ya birine zulüm ve haksızlık yapmışsınız veya haksızlık yapacaksınız! Öyle bir
niyetiniz olmalı. Zîrâ böyle ateş görmek, ancak Allahü teâlâ tarafından bir
îkâzdır, uyarmadır, tenbihtir. Sizlere bundan sakınmak lâzımdır." dedi. Bunu
işiten paşa şaşırdı ve; "Ben kimseye haksızlık etmedim. Lâkin, Acemağa Câmiinde
Hasan Efendi isminde bir zât varmış, uygunsuz haller ve işleri yaparmış. Bana
onu zemmedip kötülediler. Ben de onu nefyetmeyi, uzaklaştırmayı niyet etmiştim."
dedi. O kimse bunu duyunca; "Efendim! Sakın öyle bir işe kalkışmayın." dedi.
Orada Hasan Efendinin talebelerinden birisi vardı. Bunu duyunca Paşaya Hasan
Efendinin üstünlüklerini, güzel hallerini, dünyâya düşkün olmadığını anlattı ve
hakkında söylenen şeylerin iftirâ olduğunu belirtti. Paşa bunun üzerine
niyetinden vaz geçip ona ikrâm ve iyilik yapmak, duâsını almak istedi ve;
"Hakîkaten gece gördüğüm ateş, ona olan haksızlık niyetimin sebebi idi." dedi ve
şüphesi kalmadığını belirtti. Sonra Ünsî Hasan Efendiye birkaç kese altın
gönderdi ve duâ istedi. Ayrıca; "Ona lâyık bir dergâhı da hizmetine vereceğim."
diye haber gönderdi.
Asrındaki Mevleviyye yolu
büyüklerinden Yûsuf Sinâneddîn Sîneçâk (rahmetullahi teâlâ aleyh)
zamânının usûlüne göre ilim tahsil ettikten sonra büyük evliyâ İbrâhim Gülşenî
hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup tasavvuf yolunda ilerledi. İçine
düştüğü aşk ve muhabbet sebebiyle çeşitli memleketleri dolaştı. Edirne'ye
gelerek Mevlevî Dergâhına yerleşti. Orada bulunduğu sırada insanlara İslâmiyetin
emir ve yasaklarını anlattı. Yûsuf Sinâneddîn-i Mevlevî hazretlerinin ilim ve
faziletteki yüksekliğini çekemiyen bâzı câhil kimseler, onun hakkında çeşitli
dedikodular yaydılar. Hattâ bir kimseyi öldürdüğü şeklinde iftirâda bulundular.
Yapılan araştırma ve soruşturma neticesinde söylenenlerin iftirâ olduğu
anlaşıldı. Edirne'nin ileri gelenleri ve halkı ona yalvarıp Edirne'de kalmasını
istedilerse de o kabul etmeyip İstanbul'a geldi. Sütlüce'de bulunan dergaha
yerleşti. Talebe yetiştirip insanlara İslâmiyetin emir ve yasaklarını anlatarak,
dünyâ ve âhiret seâdetine kavuşmaları için çalıştı. |
|