CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

İFTİRÂ - 1

Anadolu velîlerinden Seyyid Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kötülük etmeyen temiz bir kimseye iftirâda bulunmak, göklerden de ağır bir suçtur."

Kuzey Afrika'da yetişen büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) memleketinden İskenderiyye'ye geldiğinde, o zamânın sultânı bir mektup yazarak kendisini dâvet etti. Sultan, dâveti kabûl edip gelen Ebü'l-Hasan'a çok izzet ve ikrâm gösterip hürmette bulundu. Sonra İskenderiyye'ye, büyük bir saygıyla uğurladı. Sultâna, bir müddet sonra Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî aleyhinde iftirâlarda bulundular. Öyle ki, sultan çok kızıp, muhâfızına, onu öldürme emrini verdi. Muhâfız, İskenderiyye'ye, Ebü'l-Hasan'ın huzûruna gelip sultânın emrini bildirdi ve; "Efendim, benim size çok hürmetim ve muhabbetim vardır. Sizin, Allahü teâlânın sevgili kullarından olduğunuza inanıyorum. Öyle bir şey yapınız ve söyleyiniz ki, sultan bu kararından vazgeçsin." dedi. Bu sözleri dinleyen Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî dışarı çıktı. Muhâfız da onu tâkib etti. Muhâfıza dedi ki: "Şu taşa bakınız!" Muhâfız, biraz önce taş olarak gördüğü cismin, şimdi altın olduğunu görerek hayret etti. Taş, Allahü teâlânın izniyle Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin teveccühleri ile altın olmuştu. Muhâfıza; "Bu taşı alıp sultana götürünüz. Beyt-ül-mâl hazînesine koysun." buyurdu. Muhâfız altını alıp sultânın huzûruna gitti ve iftirâ durumunu anlattı. Bu hâdise üzerine sultan, İskenderiyye'ye kadar gelip Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'yi ziyâret etti. Özür diledi ve ona pekçok mal ve erzak gönderip, ihsânlarda bulundu. Fakat Şâzilî hazretleri hiçbir şey kabûl etmeyip; "Biz Rabbimizden başka hiç kimseden bir şey istemeyiz." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam'da bulunduğu sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd'a; "Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber getirirse onu iyice araştırın." buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."

Bunun üzerine Sultan Mahmûd Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine, kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onları yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey bulamadılar.

Bu hâlin Mevlânâ Hâlid hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız. Verilen görevi tam yerine getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur." buyurdu.

Vazîfeli iki kişi Sultan İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.

Sonra Sultan Mahmûd Hanın saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve îtibârını çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır." dedi. Sultan Mahmûd Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez." diyerek sözüne kıymet vermedi. Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna çekip cezâsını verecektir." buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.

Tabiînden hadîs ve fıkıh âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetul-ahi teâlâ aleyh) hazretlerini çekemeyenler onu Ziyâd bin Ebîh’e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda bulundular. Ziyâd da askerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti. (Bu sırada kendisi Basra’da idi.) Hazret-i Mutar-rif’i Ziyâd’a getirdiler. Ziyâd adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde, hâlinde bir değişiklik oldu mu?” “Hayır.” dediler. Bunun üzerine; “O halde bu hâl ancak sâlih kimselerde bulunur. Onu derhal serbest bırakın ve özür dileyin.” diye emretti.

Anadolu'da yetişen meşhûr velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Sultan Süleymân Han İran'a sefer yaptığı sırada Pîr Ali hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; "Aksaray'da bir kimse Mehdîlik dâvâsında bulunuyor." demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını, durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara bakıp celâlli bir şekilde; "Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?" diye işâret etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu hususta soruşturmadan vaz geçtiler.

Pâdişâh Aksaray'a uğradığında ziyâret edip; "Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle şereflendik." dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.

Evliyânın büyüklerinden Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Bağdât'ta bir kadın gördü. Ona âşık oldu. Gelip, Semnûn'dan kendisiyle evlenmesini istedi. Reddedilince, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gitti. "Semnûn'a söyle, benimle evlensin." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri kadını huzûrundan çıkarttı. O sırada Bağdât'ta Gulam Halil adında fitneci bir adam vardı. Tasavvuf ehli olan, Allahü teâlânın sevgili kullarıyla uğraşmakla meşgûldü. Semnûn Muhib'in de halk tarafından çok sevilmesini hiç hazmedemiyordu. Kadın, Gulam Halil'e gitti. Allah'tan korkmadan iftirâ ederek; "Semnûn benimle zinâ etti." dedi. O da bunu fırsat bilip, doğru halîfenin yanına gitti. Semnûn'u şikâyet etti. Halîfe Semnûn'u yakalatıp, îdâma mahkûm etti. Cellât gelip, îdâm için izin istendiğinde, halîfenin dili tutulup bir şey söyleyemedi. Semnûn hazretlerinin îdâmı tehir edildi. Halîfeye o gece rüyâsında bir adam; "Senin saltanatın, Semnûn'un hayâtına bağlıdır. Onun ölümü, senin de sonun olur!" dedi. Halîfe ertesi gün Semnûn'u serbest bırakıp özür diledi. Yaptığı hatâya pişman oldu. Çok ikrâmlarda bulundu.

Son asır İslâm âlimlerinin büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kudüs tarafında yaşayan velîlerden Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ile görüşüp sohbet etti. Bir gün Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ona; “Zamânın evliyâsı seni seviyor ve işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden ikisi ile büyük câmide görüştüm. Hani Lazkiye’de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım etmişlerdi.” dedi. Bu sözleri işiten Yûsuf Nebhânî hazretleri hayretler içinde kaldı. Çünkü seneler önce meydana gelen bu hâdiseyi kimseye anlatmamıştı. Hâdise şuydu:

Lazkiye’de Cezâ Mahkemesi Reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer hıristiyanlar, kâtil olarak köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar, hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla haberleştiler. Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede, müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana kurşun sıkarken gördüklerini söylediler. Nihâyet müslüman şahıs hapse atıldı ve üzerinden aylar geçti. Halk arasında bu işin iftirâ olduğu konuşuluyordu. Müslümanlardan pekçok kimse Yûsuf Nebhânî’ye gelerek hâdisenin iftirâdan başka bir şey olmadığını, gerekirse aleyhte bâzı deliller bulabileceklerini söylediler. Yûsuf Nebhânî hazretleri onlara; “İnşâallah hak ortaya çıkıncaya kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim.” dedi. Ancak hâdisenin ortaya çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ olduğunu iyi anladı. Fakat hıristiyan yalancı şâhitler çok olduğu için, o müslümanı kurtarmak çok zordu. Kânun, şâhitlik husûsunda müslüman ile kâfir arasında fark görmüyordu. Bu sebeple Yûsuf Nebhânî hazretleri müslümanı kurtaramama endişesi içindeydi. Çünkü mahkeme heyetinde onunla beraber karar veren dört kişi daha vardı. Üçü müslüman kimsenin aleyhine hükmetseler ekseriyete göre karar verilir, müslüman zâtın suçlu olduğu sâbit olurdu. Böyle bir durumda onun hakkında verilecek hüküm îdâmdı. Yûsuf Nebhânî hazretleri kendisinin bulunduğu mahkemede suçsuzluğunu bildiği bir müslümanın zarar görmesine çok üzülüyordu. Mahkeme günü geldi. Evinden üzgün ve zihni karışık bir halde çıktı. Yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i nevbet denilen zamânın evliyâsından yardım istedi. Çünkü onlar Allahü teâlânın izniyle gizli tasarruf sâhibi olup, yardım ederlerdi. Yûsuf Nebhânî hazretleri; “Ey Allahü teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i nevbet! Bu zor dâvâyı bir nazar buyurun da, eziyet ve meşakkat olmadan, bu müslüman, Allahü teâlânın izniyle kurtulsun.” diye yalvardı.

Mahkeme salonuna girdiği zaman herkesin iknâ olacağı bir usûl hâtırına geldi. Müslüman kimsenin suçsuzluğunun ortaya çıkması için şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hâzır bulunduğunu ve daha başka hususları sordu. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi mümkün olmadığı gibi, hepsinin aynı ifâde üzerinde birleşmeleri de mümkün değildi. Şâhitlerin hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili hususta aynı cevâbı verdiler. Diğer sorulara çok farklı cevaplar verdiler. Şâhitlerin ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifâdeleri alınıncaya kadar bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin hiçbirinin ifâdesi diğerini tutmadığı için yalancı oldukları ortaya çıktı. Müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen mahkeme heyetinin hepsi müslüman kişinin suçsuz olduğunu anlayıp, berâatine, serbest bırakılmasına ve mazlum olduğuna söz birliğiyle karar verdiler. Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü teâlânın izniyle bu zor mesele kolaylıkla halledildi.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir zaman iftirâ sebebiyle Zünnûn-i Mısrî hazretlerini hapsettiler. Günlerce aç kaldı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten ona gönderdi. Zünnûn-i Mısrî hazretleri o yemekten yemedi. Kadın bunu işitince, üzüldü. “Helâl para ile yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin?” dedi. “Evet yemek helâldi. Fakat zâlimin tabağı içinde getirdiler.” buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında getirmişlerdi.

Zamânın hükümdârı bir gün Zünnûn hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna çağırttı. Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı. İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; “Şimdi seni hükümdârın yanına çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır.” dedi.

Hükümdârın karşısına çıkarılınca, hükümdar; “Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir, diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?” diye sordu.

Zünnûn-i Mısrî hazretleri; “Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem, yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim.” dedi.

Bunun üzerine, hükümdâr biraz düşünüp; “Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır.” diyerek onu serbest bıraktı.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Yesi şehrine yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça, Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları daha da artıyordu.

Birgün hazret-i Hâce'ye iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip, Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile, iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış oldu.

Yine birgün aralarında anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar. Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler. Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:

"Girin köpekler, girin itler!.." diye bağırdı.

Bu söz üzerine dergâha akın eden ve içeriye adımını atan "Hav, hav, havv" diye yürüyordu. Sabranlılardan dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve korku içerisinde Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.

İslâm âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Hasan Sezâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak rivâyet edilir ki: Kendi zamânında, Edirne'de, kötü yola düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasan Sezâî'ye gelerek yardım istedi. O da, kadına dergâhta kadınlara mahsus kısımda kalabileceğini bildirince, bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve tâatla meşgûl olmaya başladı.

Bu arada boş durmayan fitneciler, Hasan Sezâî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu hallere sabrediyor kimseye bir şey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasan Sezâî Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu.

Bu şâyiânın yayılmasından az zaman sonra, Edirne'de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasan Sezâî hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları dinleyip kabûl etmiş ise, bu hastalığa yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara bir şey olmuyordu. Hastalığa yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kaldı. Hiçbiri derdine çâre bulamadı.

Affı ve merhameti pekçok olan Hasan Sezâî hazretleri onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu tanıyamadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; "Sizin derdinizin ilâcı Hasan Sezâî'dedir." deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümîdiyle dergâha koşuyordu. Hasan Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları iftirâ ve dedikodulara pişmân oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar. Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri birkaç talebesini alış-veriş için şehre gönderdi. Şehirde talebeler, bir iftirâya uğrayıp, zâlim bir vâli tarafından zindana atıldılar. Hallerini mektupla hocalarına bildirdiler. Seyyid İbrâhim Desûkî hazretleri, vâliye şu satırları yazıp gönderdi:

 

Gece okları ulaşır hedefe,

Atılırsa huşû yayları ile.

 

Menzile kavuşmak için erler kalkar,

Rükû ile berâber secdeyi uzatırlar.

 

Ellerini açıp Allah'a,

Gönülden ederler duâ,

 

Ok yaydan çıkınca,

Zırh bile etmez fayda.

 

Mektup vâliye ulaşınca, vâli, arkadaşlarını topladı. "Şunlara bakın hele, hocaları bana bir mektup göndermiş." dedi ve ağır hakâretlerde bulunup, mektuptaki şiiri okumaya başladı. Tam (Ok yaydan çıkınca) mısrasına gelince, bir ok gelip, vâlinin göğsüne saplandı ve oracıkta öldü. Vâlinin adamları, korku içinde mazlumları alelacele salıverdiler.

Hindistan'da yetişen büyük velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aley) Ecmir beldesinde talebelere ilim öğreten doğru yolu gösteren hocası Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayrılığına tahammül edemeyip, bir zaman Ecmir'e gitmek üzere yola çıktı. Giderken yolu Dehlî'ye uğradı. Buranın emîrî, Sultan Şemseddîn Altamış kendisine çok alâka gösterdi. Orada kaldığı birkaç gün içinde, kendisine olan hürmeti, muhabbet ve bağlılığı her gün bir kat daha artıyordu. Ayrılmasını hiç istemiyordu. Fakat Hâce hazretlerinin de, hocasının ayrılığına tahammülü kalmamıştı. O bakımdan Ecmîr'e gitti. Ecmir'den dönüşte, tekrar Dehlî'ye uğradı. Dehlî'nin hemen yakınında bulunan ve Kelû Kherî denilen yerde yerleşti. Sultan, her ne kadar onun Dehlî'de kalmasını arzu ettiyse de, o Dehlî'nin dışındaki bu yere yerleşmeyi tercih etti. Sultânın, ona olan muhabbet ve bağlılığı pek fazlaydı. Feyz ve bereketlerinden istifâde etmek maksadıyla, haftada iki defâ hizmetine gelirdi. Sonradan Sultan, Hâce Kutbüddîn'in devamlı ve en sâdık talebelerinden oldu. Bu makamdayken de, tekrar hocasının Dehlî'ye yerleşmesini, orada kendisiyle birlikte kalmasını istedi. Çünkü kendisine daha çok hizmet edebilmek ve sohbetlerinde daha çok bulunabilmek arzusu çok fazlaydı. Hem hocası Dehlî'de bulunursa, yanına gidip gelmek için harcayacağı zamanı devlet işlerine ayırabilirdi. Hâce Kutbüddîn, bu arzuyu şimdilik yerine getiremeyeceğini bildirdi.

Hâce hazretleri burada kaldığı zaman içinde, bir taraftan sohbetine koşanları yetiştiriyor, bir taraftan da sultâna yol gösteriyor, doğru yolda yürümesini ve ahâlisine nasıl muâmele etmesi icâb ettiğini öğretiyordu. Sultan da bu nasîhatlere uyarak, bildirilenleri seve seve yerine getiriyordu. Bu sırada Dehlî'de Şeyhülislâm olan Nûreddîn-i Gaznevî'nin vefâtı üzerine, Sultan, Hâce Kutbüddîn'in bu vazifeyi almasını teklif etti ise de kabûl etmedi. Bunun üzerine, Şeyhülislâmlık makâmına Necmeddîn-i Sugrâ isimli bir zât getirildi. Bu kimse, bu yolun büyüklerinden Hâce Osman Hârûnî'nin talebesi olmakla berâber, bu makâma gelince, Sultânın ve diğer insanların, Hâce Kutbüddîn hazretlerine çok alâka gösterdiklerini çekemedi, kıskandı. Ne pahasına olursa olsun, onu Dehlî'den uzaklaştırmaya karar verdi. Necmeddîn-i Sugrâ isimli bu kimse, insanların teveccühüne, makam sevgisine ve benlik duygusuna kapılmakla, Allahü teâlânın bir velî kuluna karşı olmak gibi çok büyük bir felâkete düşmüştü. Bir fırsat bulup Hâce'ye iftirâ etmenin yollarını arıyordu.

Hâce Kutbüddîn hazretleri, yanında Sultan Şemseddîn Altamid ile berâber bir gün öğle üzeri geziyorlardı. Sultânın mâiyeti de kendilerini tâkib ediyordu. Âniden ağlayan, feryâd eden bir kadın ortaya çıktı. Bu kadın Sultâna yaklaşarak, çok zor durumda bulunduğunu, kendisine yardımcı olmasını, nikâhlarını kıymasını, istiyordu. Sultan, perişan vaziyetteki bu kadına kiminle nikâhlanmak istediğini sorunca, kadın; (Hâce hazretlerini göstererek) "Yanınızda yürüyen bu kimse ile bizi nikâhlamanızı istiyorum. Zîrâ gayr-i meşrû bir şekilde ondan hâmile kaldım." dedi. Orada bulunanların hepsi, Hâce Kutbüddîn'in böyle bir fiili işlemiş olabileceğine ihtimâl vermiyorlardı. Bunun için, Hâce Kutbüddîn hazretleri dâhil, orada bulunan herkes hayretler içerisinde kaldılar. Hâce Kutbüddîn, hayâtında ilk defâ karşılaştığı böyle bir hâl karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yönünü, hocasının bulunduğu Ecmîr beldesine çevirerek, karşılaştığı bu çirkin iftirâ ve çok zor durum karşısında kendisine yardımcı olması için bütün kalbi ile hocası Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinden yardım istedi. Bulundukları belde ile hocasının bulunduğu Ecmîr beldesinin arasındaki mesafe 258 km idi. O anda, orada bulunan herkes Hâce Muînüddîn'in kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördüler. Zâten şaşırmış vaziyette bulunan Sultan ve berâberindekilerin şaşkınlıkları, Muînüddîn hazretlerini görünce daha çok arttı. Hemen koşup karşıladılar. Muînüddîn-i Çeştî, orada bulunanlarla müsâfeha ettikten sonra, Hâce Kutbüddîn'e dönerek; "Bizden niçin yardım istemiştin?" buyurdu. O ise, bu hâdisenin tesiri ile bir şey konuşamıyor, sâdece gözlerinden yaşlar akıyordu. Kalb gözü ile bu hâdiseyi zâten bilmekte olan Muînüddîn hazretleri, orada bulunan iftirâcı, ahlâksız kadına döndü. "Ey bu kadının rahminde saklı bulunan çocuk! Annen olacak bu kadın, senin babanın bu Kutbüddîn olduğunu iddiâ ediyor. Şimdi sen konuş ve doğruyu söyle!" buyurdu. Allahü teâlânın izniyle, o fâhişe kadının rahminde bulunan çocuk orada bulunanların hepsinin duyabileceği bir ses ile konuşmaya başladı ve dedi ki: "Annem olacak bu kadının sözleri, kahredici bir yalandır, iftirâdır. Bu kadın edebsizin, fâhişenin biridir. Hâce Kutbüddîn'e düşman olanlar, onu kıskananlar, kendisini halkın gözünden aşağılamak için bu iftirâyı hazırladılar. Zâten fâhişe olan ve falan kimseden hâmile kalan bu kadını kullandılar." Ana rahmindeki çocuğun bu sözlerini orada bulunanların hepsi duydular ve çok hayret ettiler. Kadın bu hâl karşısında, Sultânın ve orada bulunan diğer zâtların huzûrunda suçunu îtirâf etmek mecburiyetinde kaldı. Hakîkat de anlaşıldı.

Büyük velîlerden Süveyd Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Abdullah bin Ahmed şöyle anlatır: Sultan Sincar’a Şeyh Süveyd hazretlerini gammazlayıp, aleyhinde konuştular. Bunun üzerine Sultan Sincar onun huzûruna getirilmesini emretti. Süveyd hazretlerinin talebeleri bunu duyunca çok korktular. Sultanın ona bir zarar vermesinden çekindiler. Süveyd hazretleri talebelerine; “Korkmayn. O bize zarar veremez.” buyurdu. Doğruca hazırlığını yapıp Sultanın kapısına vardı. O sırada Sultan şiddetli bir kulunca tutuldu. Sultanın bu rahatsızlıktan aklı başından gidecek şekildeydi. Benzi solmuştu. Onun bu hâlini görenler; “Bu belâ değildir. Ancak Süveyd hazretlerinin bedduâsı olsa gerektir.” dediler. Hemen oradakiler Süveyd hazretlerini karşılayıp durumu bildirdiler ve; “Sultanın şifâ bulması için duâ temennî ettiler. Süveyd hazretleri de Allahü teâlâya duâ etti. Ellerini yüzüne sürdüğünde Sultanın, kuluncu bıçak gibi kesilip, ağrıları yok oldu. Sultan Sencer durumu anlayınca, Süveyd hazretleri hakkındaki kötü zandan vazgeçip kendisinden af diledi ve sevenlerinden oldu.