|
İFTİRÂ - 1
Anadolu velîlerinden Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Kötülük etmeyen temiz bir kimseye iftirâda bulunmak, göklerden de ağır bir
suçtur."
Kuzey Afrika'da yetişen
büyük velîlerden Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
memleketinden İskenderiyye'ye geldiğinde, o zamânın sultânı bir mektup yazarak
kendisini dâvet etti. Sultan, dâveti kabûl edip gelen Ebü'l-Hasan'a çok izzet ve
ikrâm gösterip hürmette bulundu. Sonra İskenderiyye'ye, büyük bir saygıyla
uğurladı. Sultâna, bir müddet sonra Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî aleyhinde iftirâlarda
bulundular. Öyle ki, sultan çok kızıp, muhâfızına, onu öldürme emrini verdi.
Muhâfız, İskenderiyye'ye, Ebü'l-Hasan'ın huzûruna gelip sultânın emrini bildirdi
ve; "Efendim, benim size çok hürmetim ve muhabbetim vardır. Sizin, Allahü
teâlânın sevgili kullarından olduğunuza inanıyorum. Öyle bir şey yapınız ve
söyleyiniz ki, sultan bu kararından vazgeçsin." dedi. Bu sözleri dinleyen Ebü'l-Hasan-ı
Şâzilî dışarı çıktı. Muhâfız da onu tâkib etti. Muhâfıza dedi ki: "Şu taşa
bakınız!" Muhâfız, biraz önce taş olarak gördüğü cismin, şimdi altın olduğunu
görerek hayret etti. Taş, Allahü teâlânın izniyle Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'nin
teveccühleri ile altın olmuştu. Muhâfıza; "Bu taşı alıp sultana götürünüz. Beyt-ül-mâl
hazînesine koysun." buyurdu. Muhâfız altını alıp sultânın huzûruna gitti ve
iftirâ durumunu anlattı. Bu hâdise üzerine sultan, İskenderiyye'ye kadar gelip
Ebü'l-Hasan-ı Şâzilî'yi ziyâret etti. Özür diledi ve ona pekçok mal ve erzak
gönderip, ihsânlarda bulundu. Fakat Şâzilî hazretleri hiçbir şey kabûl etmeyip;
"Biz Rabbimizden başka hiç kimseden bir şey istemeyiz." buyurdu.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şam'da bulunduğu
sırada, onun büyüklüğünü çekemeyenler, Osmanlı Pâdişâhı Sultan İkinci Mahmûd'a;
"Asker ve silâh topluyor, güçlenip devletinize baş kaldırmak istiyor. Ülkeni
ondan koruyasın." diye şikâyette bulundular. Sultan İkinci Mahmûd Han hemen
büyük âlim Şeyhülislâm Mekkîzâde Mustafa Âsım Efendiyi huzûruna çağırdı. Durumu
kendisiyle görüştü. Mustafa Âsım Efendi; "Ey müminlerin emîri! Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmin Hucûrat sûresi 6. âyetinde meâlen; "Size fâsığın biri haber
getirirse onu iyice araştırın." buyuruyor. Görüşüm odur ki, onun hâlini
araştırıp açığa çıkarabilecek güvenilir iki kişiyi bulup yollayınız. Hiç
sezdirmeden gitsinler, araştırmalarını yapıp dönsünler."
Bunun üzerine Sultan Mahmûd
Han iki kimseye derviş elbisesi giydirip araştırmak için Şam'a gönderdi. Derviş
kıyâfetiyle giden kimseler gizlice araştırmaya başladılar. Allahü teâlâ bu
kimselerin gelişini Mevlânâ Hâlid hazretlerine mânevî olarak bildirdi. Kalbine,
kendisine gelen iki misâfire ikrâmda bulunması ilhâm olundu. Derviş
kıyâfetindeki bu kimseleri bulduran Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri onları
yemeğe dâvet etti. Yemek hazırlanıncaya kadar da kendi durumunu açıkladı. Kendi
evini oda oda onlara gezdirdi. Bu odalarda ev eşyâsı dışında hiçbir şey
bulamadılar.
Bu hâlin Mevlânâ Hâlid
hazretlerinin kerâmeti olduğunu anlayan o kimseler, saygı ve hürmetle ayaklarına
kapandılar. Artık gizleyecek bir şey yoktu. Olan her şeyi açıkladılar. Ona
talebe olup tasavvuf yoluna girdiler. Huzûrunda kalıp İstanbul'a dönmek
istemediler. Fakat Mevlânâ Hâlid hazretleri; "Olmaz. En uygunu İstanbul'a
dönmenizdir. Hazret-i Sultana durumu anlatırsınız. Verilen görevi tam yerine
getirmiş olursunuz. Ancak bundan sonra isteyen buraya döner, isteyen de orada
kalır. Bundan sonrası için artık bir günâh yoktur." buyurdu.
Vazîfeli iki kişi Sultan
İkinci Mahmûd Hana dönüp şikâyetlerin asılsız olduğunu bildirdiler. Sultan da
aldığı bu haber üzerine Allahü teâlâya hamd etti. Şeyhülislâma da bu teklifinden
dolayı teşekkür etti. İki kişiden birini Mevlânâ Hâlid hazretlerinin hizmetine
yolladı. O kimse Şam'a gidip senelerce Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî'nin hizmetinde
bulundu ve orada vefât edip türbesinin yanına defnedildi.
Sonra Sultan Mahmûd Hanın
saray nâzırlarından Mevlevî Hâlet Efendi, Mevlânâ Hâlid'in şöhret ve îtibârını
çekemeyerek, kendisini halîfeye çekiştirdi. "On binlerle adamı vardır. Devlet ve
saltanat için tehlikelidir. Ortadan kaldırılması lâzımdır." dedi. Sultan Mahmûd
Han; "Din adamlarından devlete zarar gelmez." diyerek sözüne kıymet vermedi.
Mevlânâ Hâlid hazretleri bunu işitince, hayır ve selâmetle duâ etti ve; "Hâlet
Efendinin işi Pîri Celâleddîn-i Rûmî hazretlerine havâle olundu. Onu huzûruna
çekip cezâsını verecektir." buyurdu. Az zaman sonra Sultan Mahmûd Han Mora
İsyânına sebeb olduğu için onu Konya'ya sürdü. Orada îdâm olundu.
Tabiînden hadîs ve fıkıh
âlimi, velî Mutarrif bin Abdullah (rahmetul-ahi teâlâ aleyh) hazretlerini
çekemeyenler onu Ziyâd bin Ebîh’e şikâyet ettiler, çirkin iftirâlarda
bulundular. Ziyâd da askerlerine Mutarrif hazretlerini getirmelerini emretti.
(Bu sırada kendisi Basra’da idi.) Hazret-i Mutar-rif’i Ziyâd’a getirdiler. Ziyâd
adamlarına sordu: “Siz onu çağırırken şeklinde, hâlinde bir değişiklik oldu mu?”
“Hayır.” dediler. Bunun üzerine; “O halde bu hâl ancak sâlih kimselerde bulunur.
Onu derhal serbest bırakın ve özür dileyin.” diye emretti.
Anadolu'da yetişen meşhûr
velîlerden Pîr Ali Aksarâyî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında Sultan Süleymân Han İran'a sefer yaptığı sırada Pîr Ali
hazretlerine bâzı hasetçiler iftirâ atıp; "Aksaray'da bir kimse Mehdîlik
dâvâsında bulunuyor." demişlerdir. Bunun üzerine Pâdişâh araştırılmasını,
durumun öğrenilmesini emretti. Bâzı kimseler aleyhinde idiler. Durumu
soruşturmak üzere kurulan mecliste, Pîr Ali hazretleri, aleyhinde bulunanlara
bakıp celâlli bir şekilde; "Bizim aleyhimizde bulunan siz misiniz?" diye işâret
etti. Aleyhinde bulunanlardan biri orada düşüp öldü. Diğeri de istifrâ etmeye
başladı. Ağzından pislik geldi. Mecliste bulunanlar onun heybetinden korkup, bu
hususta soruşturmadan vaz geçtiler.
Pâdişâh Aksaray'a
uğradığında ziyâret edip; "Sizi bize yanlış anlatmışlar. Hamdolsun sohbetinizle
şereflendik." dedi. Pâdişâh onun büyük bir velî olduğunu görüp, hürmet etti ve
duâsını aldı. Acem seferinden sonra dönüşte yine ziyâretine geldi.
Evliyânın büyüklerinden
Semnûn Muhib (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Bağdât'ta bir kadın
gördü. Ona âşık oldu. Gelip, Semnûn'dan kendisiyle evlenmesini istedi.
Reddedilince, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine gitti. "Semnûn'a söyle, benimle
evlensin." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri kadını huzûrundan çıkarttı. O
sırada Bağdât'ta Gulam Halil adında fitneci bir adam vardı. Tasavvuf ehli olan,
Allahü teâlânın sevgili kullarıyla uğraşmakla meşgûldü. Semnûn Muhib'in de halk
tarafından çok sevilmesini hiç hazmedemiyordu. Kadın, Gulam Halil'e gitti.
Allah'tan korkmadan iftirâ ederek; "Semnûn benimle zinâ etti." dedi. O da bunu
fırsat bilip, doğru halîfenin yanına gitti. Semnûn'u şikâyet etti. Halîfe
Semnûn'u yakalatıp, îdâma mahkûm etti. Cellât gelip, îdâm için izin
istendiğinde, halîfenin dili tutulup bir şey söyleyemedi. Semnûn hazretlerinin
îdâmı tehir edildi. Halîfeye o gece rüyâsında bir adam; "Senin saltanatın,
Semnûn'un hayâtına bağlıdır. Onun ölümü, senin de sonun olur!" dedi. Halîfe
ertesi gün Semnûn'u serbest bırakıp özür diledi. Yaptığı hatâya pişman oldu. Çok
ikrâmlarda bulundu.
Son asır İslâm âlimlerinin
büyüklerinden ve evliyâdan Yûsuf Nebhânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kudüs
tarafında yaşayan velîlerden Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ile görüşüp sohbet
etti. Bir gün Abdülhamîd bin Necîb Nûbânî ona; “Zamânın evliyâsı seni seviyor ve
işlerine de yardımcı oluyorlar. Bu velîlerden ikisi ile büyük câmide görüştüm.
Hani Lazkiye’de bir iş için yardım istemiştin de sana yardım etmişlerdi.” dedi.
Bu sözleri işiten Yûsuf Nebhânî hazretleri hayretler içinde kaldı. Çünkü seneler
önce meydana gelen bu hâdiseyi kimseye anlatmamıştı. Hâdise şuydu:
Lazkiye’de Cezâ Mahkemesi
Reisi iken bir hıristiyan öldürülmüştü. Onun akrabâsı ve diğer hıristiyanlar,
kâtil olarak köyün ileri gelen müslümanlarından birini gösteriyorlar,
hapsedilmesi veya îdâm edilmesini istiyorlardı. Halbuki o müslüman suçsuzdu. Ona
iftirâ ediyorlardı. Vilâyetin vâlisi ile bu hususta telgrafla haberleştiler.
Birçok yalancı şâhit buldular. Mahkemede, müslüman şahsı, öldürülen hıristiyana
kurşun sıkarken gördüklerini söylediler. Nihâyet müslüman şahıs hapse atıldı ve
üzerinden aylar geçti. Halk arasında bu işin iftirâ olduğu konuşuluyordu.
Müslümanlardan pekçok kimse Yûsuf Nebhânî’ye gelerek hâdisenin iftirâdan başka
bir şey olmadığını, gerekirse aleyhte bâzı deliller bulabileceklerini
söylediler. Yûsuf Nebhânî hazretleri onlara; “İnşâallah hak ortaya çıkıncaya
kadar bu meseleyi tetkik edip inceleyeceğim.” dedi. Ancak hâdisenin ortaya
çıkışından îtibâren gelen haberlerden bunun kesin olarak yalan ve iftirâ
olduğunu iyi anladı. Fakat hıristiyan yalancı şâhitler çok olduğu için, o
müslümanı kurtarmak çok zordu. Kânun, şâhitlik husûsunda müslüman ile kâfir
arasında fark görmüyordu. Bu sebeple Yûsuf Nebhânî hazretleri müslümanı
kurtaramama endişesi içindeydi. Çünkü mahkeme heyetinde onunla beraber karar
veren dört kişi daha vardı. Üçü müslüman kimsenin aleyhine hükmetseler
ekseriyete göre karar verilir, müslüman zâtın suçlu olduğu sâbit olurdu. Böyle
bir durumda onun hakkında verilecek hüküm îdâmdı. Yûsuf Nebhânî hazretleri
kendisinin bulunduğu mahkemede suçsuzluğunu bildiği bir müslümanın zarar
görmesine çok üzülüyordu. Mahkeme günü geldi. Evinden üzgün ve zihni karışık bir
halde çıktı. Yolda giderken bu işin kolay olması için Ehl-i nevbet denilen
zamânın evliyâsından yardım istedi. Çünkü onlar Allahü teâlânın izniyle gizli
tasarruf sâhibi olup, yardım ederlerdi. Yûsuf Nebhânî hazretleri; “Ey Allahü
teâlânın sevgili kulları! Ey Ehl-i nevbet! Bu zor dâvâyı bir nazar buyurun da,
eziyet ve meşakkat olmadan, bu müslüman, Allahü teâlânın izniyle kurtulsun.”
diye yalvardı.
Mahkeme salonuna girdiği
zaman herkesin iknâ olacağı bir usûl hâtırına geldi. Müslüman kimsenin
suçsuzluğunun ortaya çıkması için şâhitlere işlenen suçun ne zaman ve nasıl
meydana geldiğini, cinâyetin nasıl bir âletle işlendiğini, orada kimlerin hâzır
bulunduğunu ve daha başka hususları sordu. Şâhitlerin bunların hepsini bilmesi
mümkün olmadığı gibi, hepsinin aynı ifâde üzerinde birleşmeleri de mümkün
değildi. Şâhitlerin hepsi de yalnız cinâyetin nasıl işlendiği ile ilgili hususta
aynı cevâbı verdiler. Diğer sorulara çok farklı cevaplar verdiler. Şâhitlerin
ifâdeleri tek tek alınıyor ve diğerlerinin de ifâdeleri alınıncaya kadar
bırakılmıyordu. Nihâyet şâhitlerin hiçbirinin ifâdesi diğerini tutmadığı için
yalancı oldukları ortaya çıktı. Müslüman ve hıristiyanlardan meydana gelen
mahkeme heyetinin hepsi müslüman kişinin suçsuz olduğunu anlayıp, berâatine,
serbest bırakılmasına ve mazlum olduğuna söz birliğiyle karar verdiler.
Hıristiyanlar çok üzerinde durdukları ve ehemmiyet verdikleri halde, Allahü
teâlânın izniyle bu zor mesele kolaylıkla halledildi.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, bir
zaman iftirâ sebebiyle Zünnûn-i Mısrî hazretlerini hapsettiler. Günlerce
aç kaldı. Bir kadın iplik parası ile hazırladığı yemekten ona gönderdi. Zünnûn-i
Mısrî hazretleri o yemekten yemedi. Kadın bunu işitince, üzüldü. “Helâl para ile
yaptığımı biliyorsun, niçin yemedin?” dedi. “Evet yemek helâldi. Fakat zâlimin
tabağı içinde getirdiler.” buyurdu. Yemeği zindancıların tabağında
getirmişlerdi.
Zamânın hükümdârı bir gün
Zünnûn hazretlerini, hakkındaki ithamların aslını öğrenmek için huzûruna
çağırttı. Hükümdârın yanına götürülürken yolda bir ihtiyarla karşılaştı.
İhtiyar, Zünnûn-i Mısrî hazretlerine bakarak; “Şimdi seni hükümdârın yanına
çıkartacaklar. Sakın ondan korkma, onu üstün görme, asıl korkulacak Allahü
teâlâdır. Kendini haklı göstermeye çalışma. Yapılan ithamlar dışında isen, sana
haksızlık yapılmışsa Allahü teâlâya sığın, seni kurtarır.” dedi.
Hükümdârın karşısına
çıkarılınca, hükümdar; “Senin için zındıktır, doğru yoldan ayrıldı, kâfirdir,
diyorlar. Bu ithamlara karşı ne dersin?” diye sordu.
Zünnûn-i Mısrî hazretleri;
“Ne söyleyeyim. Hayır, değilim desem, bana bu isnâdı yapmış olan müslümanları
itham etmiş, onların yalancı olduklarını söylemiş olurum. Evet, öyledir desem,
yalan söylemiş olurum. Bu bakımdan siz reyinize mürâcaat ediniz ve hükmünüzü
buna göre veriniz. Ben nefsimden yana olup, onu müdâfaa edecek değilim.” dedi.
Bunun üzerine, hükümdâr
biraz düşünüp; “Bu kimse yapılan iftirâlardan uzaktır.” diyerek onu serbest
bıraktı.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Yesi şehrine
yakın bir yerde, Sabran (Savran, Şûrî) diye bir kasaba vardı. Bura ahâlisinin
çoğu hıristiyan olup, müslüman Yesi halkına ve bilhassa Ahmed Yesevî
hazretlerine çok düşmandı. Ahmed Yesevî hazretlerinin büyüklüğü, kerâmetleri
etrâfa yayıldıkça ve ona bağlı olanların sayıları her geçen gün arttıkça,
Sabranlılar ziyâdesiyle rahatsız oluyorlar, Hâce hazretlerine olan düşmanlıkları
daha da artıyordu.
Birgün hazret-i Hâce'ye
iftirâ etmek istediler. Bir yere toplandılar. İçlerinden birinin öküzünü getirip
mezbahada kestiler. Sâdece ayaklarını bıraktılar. Ertesi gün de kadıya gidip
şikâyet ettiler. Öküzlerinin çalınıp mezbahada kesildiğini, kanları akarak acele
ile götürüldüğünü, kan izlerini tâkip ettiklerini ve öküzlerinin Ahmed
Yesevî'nin tekkesine götürüldüğünü anladıklarını bildirdiler. Kâdı izin verip,
Hâce'nin tekkesine girip, öküzlerini arayabileceklerine izin verince, gelip
durumu bildirdiler. Hazret-i Hâce, kalb gözleri ile ve yüksek firâseti ile,
iftirâcıların hazırladıkları çirkin tertibi görmüş ve anlamıştı. Talebeler
bundan habersiz olduklarından, çok şaşırdılar. Nihâyet içeri girmelerine izin
verildi. İftirâcılar, doğruca gece bıraktıkları öküzün yanına vardılar. Tam
maksatlarına kavuşmuş olduklarını zannediyorlardı. Bu sırada Hâce hazretlerinin
kerâmeti tecellî edip ortaya çıkıp iftirâcıların hepsi bir anda köpek oldular. O
öküz etine hücûm edip kısa zamanda bitirdiler. Böylece esas hâlleri anlaşılmış
oldu.
Yine birgün aralarında
anlaşıp, Hâce'yi hırsızlıkla ithâm etmeye karar verdiler. Bir sığırı kesip
parçaladılar ve gece gizlice Hâce'nin hânegâhının bir yerine bıraktılar.
Hazret-i Hâce'den başka hiç kimse de, bunların yaptıklarını farketmedi. Ertesi
gün bu sığırı aramak bahânesi ile, o kasaba halkından birçok kimse tekkenin
önünde toplandı. Sığırlarını aramak için içeri girmek istediklerini söylediler.
Hâce hazretleri bu ahmakların yaptıklarına çok üzüldü, bir an elini kaldırıp
dergâhın kapısını işâret etti. Arkasından:
"Girin köpekler, girin
itler!.." diye bağırdı.
Bu söz üzerine dergâha akın
eden ve içeriye adımını atan "Hav, hav, havv" diye yürüyordu. Sabranlılardan
dergâha adımını atan köpek hâline geliyor ve getirdikleri sığırın üzerine
atılıyordu. Dışarıda kalıp bu müthiş manzarayı seyredenler hayret, dehşet ve
korku içerisinde Ahmed Yesevî hazretlerinin eteklerine yapıştılar. Mahcup ve
pişman olduklarını bildirip affedilmeleri için yalvarmaya başladılar. Hâce
hazretleri merhamet edip duâ etti. Böylece tekrar eski hallerine döndüler.
İslâm âlimlerinden ve
evliyânın büyüklerinden Hasan Sezâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
ile ilgili olarak rivâyet edilir ki: Kendi zamânında, Edirne'de, kötü yola
düşmüş bir kadın vardı. Bir zaman bu kadın hâlisâne olarak tövbe edip, eski
hâlinden vazgeçti. Sâlih ameller işlemeye başladı. Fakat, uygunsuz kimseler
tarafından tedirgin ediliyor, rahat bırakılmıyordu. Bu kadın Hasan Sezâî'ye
gelerek yardım istedi. O da, kadına dergâhta kadınlara mahsus kısımda
kalabileceğini bildirince, bir oda tahsis edilip, kadın orada kalmaya, ibâdet ve
tâatla meşgûl olmaya başladı.
Bu arada boş durmayan
fitneciler, Hasan Sezâî hakkında çirkin iftirâlar yaymaya başladılar. Daha da
ileri giderek, bir gece dergâhın kapısına geyik boynuzu astılar. O ise bu
hallere sabrediyor kimseye bir şey demiyordu. Geyik boynuzunu dergâhın içine
aldırdı. Edirne vilâyeti günlerce bu dedikodularla çalkalandı. Hasan Sezâî
Efendi yine sabrediyor, hiç ses çıkarmıyordu.
Bu şâyiânın yayılmasından az
zaman sonra, Edirne'de müthiş bir uyuz hastalığı peydah oldu. Hasan Sezâî
hakkında her kim iftirâ ve dedikodu etmiş ise ve her kim bu dedikoduları
dinleyip kabûl etmiş ise, bu hastalığa yakalandı. Hastalık, bu sözlere adı
karışmış olanlara yayılıyor, diğer insanlara bir şey olmuyordu. Hastalığa
yakalananların bütün vücûtları yara bere içinde kaldı. Hiçbiri derdine çâre
bulamadı.
Affı ve merhameti pekçok
olan Hasan Sezâî hazretleri onların bu hastalık sebebiyle şiddetli acı ve
sıkıntı çekmelerine dayanamadı. Mübârek kalbi tahammül edemeyip, bir gece kılık
kıyâfetini değiştirerek çarşıya çıktı. Kahvelerden birine girdi. Hiç kimse onu
tanıyamadı. Uyuz olanlara yaklaşarak; "Sizin derdinizin ilâcı Hasan
Sezâî'dedir." deyip oradan ayrıldı. Ertesi gün dergâhın önü ana-baba gününe
döndü. Hastalığa tutulan herkes çâre bulmak ümîdiyle dergâha koşuyordu. Hasan
Sezâî Efendi, gelenlerden herbirine, onların dergâhın kapısına astıkları geyik
boynuzundan kazıyıp, toz hâlinde veriyordu. O tozu yarasına süren herkes Allahü
teâlânın izni ile şifâ buldu. Bu arada herkes hatâsını anlayıp, yaptıkları
iftirâ ve dedikodulara pişmân oldular, tövbe ettiler. Böyle bir dertten
kurtulmuş olmanın verdiği sevinçle, bir sergi açıp üzerine para attılar.
Toplanan paralarla dergâhın kapısına bir çeşme yapıldı.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Seyyid İbrâhim Desûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
birkaç talebesini alış-veriş için şehre gönderdi. Şehirde talebeler, bir
iftirâya uğrayıp, zâlim bir vâli tarafından zindana atıldılar. Hallerini
mektupla hocalarına bildirdiler. Seyyid İbrâhim Desûkî hazretleri, vâliye şu
satırları yazıp gönderdi:
Gece okları ulaşır hedefe,
Atılırsa huşû yayları ile.
Menzile kavuşmak için erler
kalkar,
Rükû ile berâber secdeyi
uzatırlar.
Ellerini açıp Allah'a,
Gönülden ederler duâ,
Ok yaydan çıkınca,
Zırh bile etmez fayda.
Mektup vâliye ulaşınca,
vâli, arkadaşlarını topladı. "Şunlara bakın hele, hocaları bana bir mektup
göndermiş." dedi ve ağır hakâretlerde bulunup, mektuptaki şiiri okumaya başladı.
Tam (Ok yaydan çıkınca) mısrasına gelince, bir ok gelip, vâlinin göğsüne
saplandı ve oracıkta öldü. Vâlinin adamları, korku içinde mazlumları alelacele
salıverdiler.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Hâce Kutbüddîn-i Bahtiyâr Kâkî (rahmetullahi teâlâ aley) Ecmir
beldesinde talebelere ilim öğreten doğru yolu gösteren hocası Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin ayrılığına tahammül edemeyip, bir zaman Ecmir'e gitmek üzere yola
çıktı. Giderken yolu Dehlî'ye uğradı. Buranın emîrî, Sultan Şemseddîn Altamış
kendisine çok alâka gösterdi. Orada kaldığı birkaç gün içinde, kendisine olan
hürmeti, muhabbet ve bağlılığı her gün bir kat daha artıyordu. Ayrılmasını hiç
istemiyordu. Fakat Hâce hazretlerinin de, hocasının ayrılığına tahammülü
kalmamıştı. O bakımdan Ecmîr'e gitti. Ecmir'den dönüşte, tekrar Dehlî'ye uğradı.
Dehlî'nin hemen yakınında bulunan ve Kelû Kherî denilen yerde yerleşti. Sultan,
her ne kadar onun Dehlî'de kalmasını arzu ettiyse de, o Dehlî'nin dışındaki bu
yere yerleşmeyi tercih etti. Sultânın, ona olan muhabbet ve bağlılığı pek
fazlaydı. Feyz ve bereketlerinden istifâde etmek maksadıyla, haftada iki defâ
hizmetine gelirdi. Sonradan Sultan, Hâce Kutbüddîn'in devamlı ve en sâdık
talebelerinden oldu. Bu makamdayken de, tekrar hocasının Dehlî'ye yerleşmesini,
orada kendisiyle birlikte kalmasını istedi. Çünkü kendisine daha çok hizmet
edebilmek ve sohbetlerinde daha çok bulunabilmek arzusu çok fazlaydı. Hem hocası
Dehlî'de bulunursa, yanına gidip gelmek için harcayacağı zamanı devlet işlerine
ayırabilirdi. Hâce Kutbüddîn, bu arzuyu şimdilik yerine getiremeyeceğini
bildirdi.
Hâce hazretleri burada
kaldığı zaman içinde, bir taraftan sohbetine koşanları yetiştiriyor, bir
taraftan da sultâna yol gösteriyor, doğru yolda yürümesini ve ahâlisine nasıl
muâmele etmesi icâb ettiğini öğretiyordu. Sultan da bu nasîhatlere uyarak,
bildirilenleri seve seve yerine getiriyordu. Bu sırada Dehlî'de Şeyhülislâm olan
Nûreddîn-i Gaznevî'nin vefâtı üzerine, Sultan, Hâce Kutbüddîn'in bu vazifeyi
almasını teklif etti ise de kabûl etmedi. Bunun üzerine, Şeyhülislâmlık makâmına
Necmeddîn-i Sugrâ isimli bir zât getirildi. Bu kimse, bu yolun büyüklerinden
Hâce Osman Hârûnî'nin talebesi olmakla berâber, bu makâma gelince, Sultânın ve
diğer insanların, Hâce Kutbüddîn hazretlerine çok alâka gösterdiklerini
çekemedi, kıskandı. Ne pahasına olursa olsun, onu Dehlî'den uzaklaştırmaya karar
verdi. Necmeddîn-i Sugrâ isimli bu kimse, insanların teveccühüne, makam
sevgisine ve benlik duygusuna kapılmakla, Allahü teâlânın bir velî kuluna karşı
olmak gibi çok büyük bir felâkete düşmüştü. Bir fırsat bulup Hâce'ye iftirâ
etmenin yollarını arıyordu.
Hâce Kutbüddîn hazretleri,
yanında Sultan Şemseddîn Altamid ile berâber bir gün öğle üzeri geziyorlardı.
Sultânın mâiyeti de kendilerini tâkib ediyordu. Âniden ağlayan, feryâd eden bir
kadın ortaya çıktı. Bu kadın Sultâna yaklaşarak, çok zor durumda bulunduğunu,
kendisine yardımcı olmasını, nikâhlarını kıymasını, istiyordu. Sultan, perişan
vaziyetteki bu kadına kiminle nikâhlanmak istediğini sorunca, kadın; (Hâce
hazretlerini göstererek) "Yanınızda yürüyen bu kimse ile bizi nikâhlamanızı
istiyorum. Zîrâ gayr-i meşrû bir şekilde ondan hâmile kaldım." dedi. Orada
bulunanların hepsi, Hâce Kutbüddîn'in böyle bir fiili işlemiş olabileceğine
ihtimâl vermiyorlardı. Bunun için, Hâce Kutbüddîn hazretleri dâhil, orada
bulunan herkes hayretler içerisinde kaldılar. Hâce Kutbüddîn, hayâtında ilk defâ
karşılaştığı böyle bir hâl karşısında ne yapacağını şaşırdı. Yönünü, hocasının
bulunduğu Ecmîr beldesine çevirerek, karşılaştığı bu çirkin iftirâ ve çok zor
durum karşısında kendisine yardımcı olması için bütün kalbi ile hocası Muînüddîn-i
Çeştî hazretlerinden yardım istedi. Bulundukları belde ile hocasının bulunduğu
Ecmîr beldesinin arasındaki mesafe 258 km idi. O anda, orada bulunan herkes Hâce
Muînüddîn'in kendilerine doğru gelmekte olduğunu gördüler. Zâten şaşırmış
vaziyette bulunan Sultan ve berâberindekilerin şaşkınlıkları, Muînüddîn
hazretlerini görünce daha çok arttı. Hemen koşup karşıladılar. Muînüddîn-i Çeştî,
orada bulunanlarla müsâfeha ettikten sonra, Hâce Kutbüddîn'e dönerek; "Bizden
niçin yardım istemiştin?" buyurdu. O ise, bu hâdisenin tesiri ile bir şey
konuşamıyor, sâdece gözlerinden yaşlar akıyordu. Kalb gözü ile bu hâdiseyi zâten
bilmekte olan Muînüddîn hazretleri, orada bulunan iftirâcı, ahlâksız kadına
döndü. "Ey bu kadının rahminde saklı bulunan çocuk! Annen olacak bu kadın, senin
babanın bu Kutbüddîn olduğunu iddiâ ediyor. Şimdi sen konuş ve doğruyu söyle!"
buyurdu. Allahü teâlânın izniyle, o fâhişe kadının rahminde bulunan çocuk orada
bulunanların hepsinin duyabileceği bir ses ile konuşmaya başladı ve dedi ki:
"Annem olacak bu kadının sözleri, kahredici bir yalandır, iftirâdır. Bu kadın
edebsizin, fâhişenin biridir. Hâce Kutbüddîn'e düşman olanlar, onu kıskananlar,
kendisini halkın gözünden aşağılamak için bu iftirâyı hazırladılar. Zâten fâhişe
olan ve falan kimseden hâmile kalan bu kadını kullandılar." Ana rahmindeki
çocuğun bu sözlerini orada bulunanların hepsi duydular ve çok hayret ettiler.
Kadın bu hâl karşısında, Sultânın ve orada bulunan diğer zâtların huzûrunda
suçunu îtirâf etmek mecburiyetinde kaldı. Hakîkat de anlaşıldı.
Büyük velîlerden Süveyd
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Abdullah bin Ahmed
şöyle anlatır: Sultan Sincar’a Şeyh Süveyd hazretlerini gammazlayıp,
aleyhinde konuştular. Bunun üzerine Sultan Sincar onun huzûruna getirilmesini
emretti. Süveyd hazretlerinin talebeleri bunu duyunca çok korktular. Sultanın
ona bir zarar vermesinden çekindiler. Süveyd hazretleri talebelerine; “Korkmayn.
O bize zarar veremez.” buyurdu. Doğruca hazırlığını yapıp Sultanın kapısına
vardı. O sırada Sultan şiddetli bir kulunca tutuldu. Sultanın bu rahatsızlıktan
aklı başından gidecek şekildeydi. Benzi solmuştu. Onun bu hâlini görenler; “Bu
belâ değildir. Ancak Süveyd hazretlerinin bedduâsı olsa gerektir.” dediler.
Hemen oradakiler Süveyd hazretlerini karşılayıp durumu bildirdiler ve; “Sultanın
şifâ bulması için duâ temennî ettiler. Süveyd hazretleri de Allahü teâlâya duâ
etti. Ellerini yüzüne sürdüğünde Sultanın, kuluncu bıçak gibi kesilip, ağrıları
yok oldu. Sultan Sencer durumu anlayınca, Süveyd hazretleri hakkındaki kötü
zandan vazgeçip kendisinden af diledi ve sevenlerinden oldu. |
|