HUŞÛ’ – TEVÂZU
ÇOK
MÜTEVÂZİ İDİ
Evliyânın büyüğü, "Abdülazîz
Dîrînî",
Yayıp kuvvetlendirdi,
Allah'ın dînini.
Bin iki yüz on altı, yılında
doğan bu zât
Yetmiş dokuz yaşında,
Mısır'da etti vefât.
Güler yüz, tatlı dille,
mümtaz idi bilhassa,
Hiç kimsenin kalbini,
incitmezdi o aslâ.
O, hâlini herkese, etmezdi
fazla izhâr,
Bir gün onu dışarda, gördü
bâzı insanlar.
Gayr-i müslim bir kimse,
zannedip kendisini,
İstediler onun da îmâna
gelmesini.
Dediler ki: "Ey kişi,
kelime-i şehâdet,
Söyle ki, senin olsun, ebedî
bir saâdet."
O dahi "Peki" deyip, şehâdet
söyleyince,
Büründü oradakiler, bir
sürûr ve sevince.
"Müslüman yaptık." diye
gayr-i müslim birini,
Kâdıya götürdüler, bu İslâm
âlimini.
Dediler: "Şehâdeti, oku ki
burada da,
Müslüman olduğunu, öğrensin
bu kâdı da."
Kâdı ise bu zâtı, tanırdı
gâyet iyi,
Ayakta karşıladı, gelince bu
velîyi.
Büyük hürmet gösterip, dedi:
"Safâ geldiniz,
Hemen îfâ edelim, var ise
bir emriniz."
Sonra o insanları, sorup bu
evliyâya,
Dedi ki: "Bu insanlar, niçin
geldi buraya?"
Buyurdu: "Bilmiyorum, bunlar
beni görünce,
Kelime-i şehâdet, okuttular
ilk önce.
Sonra da beni alıp, buraya
getirdiler,
Bilmem ki onlar beni, acep
ne zannettiler?"
Onlar da hakîkati, anlayınca
nihâyet,
Onun tevâzusuna, eylediler
çok hayret.
Bu velînin sevdiği, bir
kimse vardı yine,
Sık sık onu görmeye,
gidiyordu evine.
O dahi yedirmeden,
göndermezdi onu hiç,
Bir gün de gittiğinde, ikrâm
etti bir piliç.
Abdülazîz Dîrînî, onun bu
ikrâmına,
Gâyetle memnûn olup, çok duâ
etti ona.
Bir daha geldiğinde, ona bu
zât-ı kirâm,
O yine, piliç kesip, eyledi
ona ikrâm.
Ve lâkin zevcesinin,
burkuldu biraz içi,
Ona fazla bulmuştu, kesilen
o pilici.
Onun büyüklüğünü, iyi
bilmediğinden,
O gün ister istemez, öyle
geçti kalbinden.
Dedi ki: "Bu nasıl iş,
anlamadım bunu hiç,
O kim ki, her gelişte,
kesiyor ona piliç.
Hâlbuki bana kalsa, kâfi
gelir bir çorba,
Niçin ona çok rağbet,
gösteriyor acaba?"
Ve lâkin o esnâda, Abdülazîz
Dîrînî,
Bildi onun kalbinden, böyle
geçirdiğini.
O pilici yemeyip, duâ etti
kalbinden,
O an piliç canlanıp, odadan
çıktı hemen.
Buyurdu ki: "Hanımın, dert
etmesin bunu hiç,
Bize çorba kâfidir, onun
olsun bu piliç.
Hanım dahi görünce, pilicin
geldiğini,
Anladı o velînin, büyük
kerâmetini.
Öyle düşündüğüne, pişman
oldu pek fazla,
Bu Allah adamına, tâbi oldu
ihlâsla.
Anladı ki Allah'ın, dostudur
bu velîler,
Kalpten geçenleri de, gâyet
iyi bilirler.
Peygamber efendimiz
zamânında yaşamış büyük velî Veysel Karânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine “Namazda huşû nedir?” dediklerinde; “Böğrüne iğne batırılsa,
namazda duymamaktır.” dedi. Kendisine nasılsın? dediler: “Sabahleyin kalkıp,
akşama sağ çıkacağını bilmeyenin hâli nasıl olur?” dedi. İş nasıldır? dediler.
“Ah, yolun uzaklığından azıksızlıktan, ah!” dedi.
Âlim ve evliyânın
büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
huşû sâhibi olanların kimler olduğu sorulduğu zaman: "Huşû sâhibi olanlar; arzu
ateşi sönen, kalbindeki arzu ve maksaddan tad alma dumanı sükûnet bulan, kalbi
İslâmiyete hürmet ve tâzim nurları saçan, böylece nefsin arzuları ve şehvetleri
ölen, fakat kalbi ve rûhu dirilen; bunun için de âzâları ve bedeni, huşû' ve
sükûnet içinde bulunanlardır." cevâbını verdi.
Hakîm-i Tirmizî hazretleri,
tefsîr, hadîs, fıkıh, kelâm ve tasavvuf ilimlerinde kıymetli pekçok eser telif
etmiştir. Bu hususta kendisi şöyle anlatır: "Yazdığım kitapları, bana isnâd
edilsin, bunun kitapları denilsin diye telif etmedim. Fakat haller beni
kaplayıp, kendimden geçtiğim zamanlar, telif ile teselli bulurdum." Böylece
yazdığı eserleri, Allahü teâlânın yardımı ile telif ettiğini beyân buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden,
hadîs, kelâm ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Fahr-ül-Fârisî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki "Huşû; zâhiren ve bâtınen Hakk'a boyun eğmek. Tevâzu
da; Hakk'a teslim olmak, boyun eğmek, Hakk'ın hükmüne îtirâzı terketmektir."
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; "Tevâzu nedir?"
diye sordular. Cevâbında; "Şefkat ve merhamet kanatlarını (ana kuşun yavrularını
koruyabilmek için üzerlerine germesi gibi) mahlûklar üzerine germen ve herkese
karşı yumuşak davranmandır." buyurdular.
Büyük İslâm âlimi Şeyh
Edebâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtlarına yakın
talebelerine vasiyet mâhiyetinde söylediği sözlerden bâzıları şunlardır:
"Tevâzu; zenginlere karşı kibirli, yoksullara karşı alçak gönüllü olmaktır."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Tevâzu, kim söylerse
söylesin hakkı kabûl etmektir."
Evliyânın büyüklerinden
Hâce Mevdûd Çeştî rahmetullahi teâlâ aleyh) herkese tevâzu ve hürmet
gösterirdi. Büyük küçük herkes istifâde etmek için onu ziyâret ederdi. O da
gelenlerle, büyük, küçük, hizmetçi demeden ilgilenir, dertlerini dinlerdi.
Huzûruna gelenlere önce selâm verir, ayağa kalkardı. Kendisine: "Yâ Hâce! Büyük
ve küçükten ilk defâ selâm verecek kimdir?" diye suâl edildi. Buyurdu ki:
"Büyük, küçüğe selâm verir. Allahü teâlâ da, Peygamber efendimize mîrâcda önce
selâm verdi ve "Es-selâmü aleyke eyyühennebiyyü" buyurdu. Peygamber efendimiz
de, karşılaştığı kimseye önce kendisi selâm verirdi. Peygamber efendimiz böyle
yaparken, biz, nasıl olur da O'na muhâlefet ederiz. Sonra Resûlullah'a uymak,
bize farz-ı ayndır."
Velîlerin önde gelenlerinden
Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında
bir gün Molla İvaz, ahırdaki hayvanların yanına gidip, bir buzağının ipini çözüp
kendi boynuna taktı. Orada bulunan hayvanların arasına katıldı. Bu hâli
görenler, durumu Mevlânâ Şâh Kubâd hazretlerine bildirdiler. O da; “Kendi eli
ile böyle yaptı ise ne kadar güzel; “Allahü teâlâ için tevâzu edeni, Allahü
teâlâ yükseltir.” buyurmuşlardır” dedi.
Yine bir gün Molla İvaz,
mânevî perdeler açılınca aşka gelip, kendi nefsine; “Ey kâbiliyetsiz İvaz! Senin
yerin hayvanlar ahırıdır. Hâlâ insan olmadın” dedikten sonra, ikinci defâ bir
hayvanın yularını başına geçirdi. Onun bu hâlini tekrar Mevlânâ Şâh Kubâd’a
bildirdiler. O da hemen gelip, onun boynundaki yuları çıkardı. Ona sarılıp; “Ey
Molla İvaz! Bizi yaktın, yeter artık.” dedi. O anda Molla İvaz, Allahü teâlânın
birçok lütuf ve ihsânlarına kavuştu. Sonra Mevlânâ Şâh Kubâd ona hilâfet
vererek, talebe yetiştirmesi için tekrar dergâhına gönderdi.
Şems-i Tebrîzî
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) Konya'ya gelen büyük velîlerdendir. Mevlânâ hazretleri bir gün
talebelerine, Şems-i Tebrîzî hazretlerinin üstünlüklerinden, bâzı
kerâmetlerinden ve onun üstün vasıflarından bahsetti. Bunları işiten Sultan
Veled şöyle anlatır; "Babam Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî'yi o kadar çok medhetti ki,
hemen Şems'in huzûruna koştum. Geldiğimi görünce; "Ey Behâeddîn! Baban
Mevlânâ'nın hakkımda söyledikleri doğrudur. Fakat, Mevlânâ'nın yanında bin tâne
Şems, onun yanında zerreler gibi kalır. Bunun için onu bırakıp da benim
hizmetime gelmek münâsib olmaz." buyurdu."
Büyük velîlerden Yahyâ
bin Muâz-ı Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Her kimde
bulunursa bulunsun, tevâzu güzeldir, ama zenginlerde bulunursa çok daha güzel
olur. Her kimde bulunursa bulunsun, kibir çirkindir. Ama, fakirlerde bulunursa
çok daha çirkin olur.”
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, hadîs, fıkıh ve kırâat âlimi, velî Yûsuf bin Esbât (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerine “Tevâzuun gâyesi nedir?” diye sordular. “Evinden
çıktığın zaman karşılaştığın herkesi kendinden üstün bilmendir” buyurdular.
Yine buyurdular ki: “Alçak
gönüllü olmanın alâmetleri şunlardır: Söyleyen kim olursa olsun, hak sözü kabûl
etmek. Fakir, garib kimselere de yumuşaklıkla muâmele etmek. Rütbe itibâriyle
küçük olanlara şefkatli olmak. Kendisine karşı yapılan hatâ ve kusurlara
tahammül edip, öfkelenince sabretmek, her an Allahü teâlâyı hatırlamak.
Zenginlere karşı vekarlı olmak. Cenâb-ı Hak’tan gelen her şeye rızâ
göstermektir.”
Mısır’ın büyük velîlerinden,
Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ziyâeddîn Halîl Cündî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) lüzumsuz işlerle uğraşmaz, ibâdet ve ilimden başka şeyle meşgûl olmazdı.
Yirmi sene Kâhire’de kaldı. Çok meşhûr olan Nil Nehri ve kıyısını görmek için
gittiği görülmedi. Müderrislik yaptığı sıralarda, bir gün hocası Abdullah
Menûfî’nin ziyâretine gitti. Evinde bulamadı. Evin helâsında bir ârıza olduğunu,
tâmir için işçi aramaya gittiğini söylediler. O da tereddüd etmeden; “Ona en
münâsip işçi benim.” deyip, helâyı temizlemeye başladı. Çevredeki insanlar
başına toplanıp, böyle namlı ve şanlı bir kimsenin helâ temizliği yapmasını
hayretle seyrediyorlardı. Bu sırada Abdullah Menûfî hazretleri geldi. Onu gördü.
Çevredekilere; “Bu kim?” diye sordu. Onlar da; “Halîl!” diye cevap verdiler. O
zaman, Mısır’ın en büyük beş evliyâsından beşincisi olduğu bildirilen Abdullah
Menûfî hazretleri, öyle bir duâ etti ki, Halîl Cündî, bu duânın bereketiyle bir
anda pek yüksek derecelere kavuştu. Allahü teâlâ ömrüne bereket ihsân etti ve
İslâm dînine çok hizmetleri oldu.
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün etrafına toplanmış olan
yakınlarına; "İçinizde, benim bir ayıbımı, kusûrumu görüp de söylemeyen var
mıdır? Varsa lütfen söyleyiniz." buyurdular. Oradakilerden biri; "Efendim, ben
sizde bir kusûr görüyorum." dedi. Bunu işiten Seyyid hazretleri hiç üzülmedi,
söyleyeni kınamadı ve; "Ey kardeşim! Lütfen kusûrumu söyleyiniz." buyurdu. O
kimse; "Bizim gibi, size lâyık olmayan kimseleri huzûrunuza kabul
buyurmanızdır." deyince, başta Ahmed Rıfâî olmak üzere oradakiler ağlamaya
başladılar. Bir ara Ahmed Rıfâî; "Hepinizden daha aşağı olduğumu biliyorum ve
sizlerin hizmetçinizim." buyurarak onları tesellî edip, tevâzu gösterdiler.
İbrâhim Bestî isminde bir
kimse, Ahmed Rıfâî hazretlerini hiç sevmezdi. Hakkında uygun olmayan çirkin
şeyler söylerdi. Bir gün hakâret dolu bir mektup yazıp, birisiyle gönderdi.
Ahmed Rıfâî gelen kimseye, mektubu sesli olarak okumasını söyledi. O kimse, her
türlü iftirânın bulunduğu bu mektubu okuyunca, Seyyid hazretleri, sükûnetle
dinlediler ve; "Doğru söylemiş. Eğer Allahü teâlânın indinde şüpheli bir durumum
yoksa, insanların bana ettiği iftirâlara hiç aldırış etmem." buyurdular ve
mektubuna cevap olarak şunları yazdırdılar: "Muhterem İbrâhim Bestî hazretleri,
Allahü teâlâ beni dilediği gibi ve istediği yerde yarattı. Sizin doğruluğunuza
güveniyorum. Hayır duâlarınızdan beni mahrum bırakmamanızı ve haklarınızı helâl
etmenizi yüksek zâtınızdan istirhâm ediyorum." Bu tevâzu dolu mektubu alan
İbrâhim Bestî çok şaşırdı. Yüzünü yerlere sürüp dışarı çıktı gitti. Nereye
gittiği ve nerede olduğu bilinemedi.
Bir kimse Ahmed Rıfâî
hazretlerini çekemez, onu hep kötüler, aleyhinde konuşurdu. Onun yüksek
hallerini inkâr eder, hiçbirini kabûl etmezdi. Ahmed Rıfâî hazretlerinin
talebelerinden kimi görse, önceden hazırladığı mektubu eline verip, hocasına
götürmesini tenbih ederdi. Ahmed Rıfâî hazretleri de mektubu açınca, "Ey Mülhid,
ey bid'atçı, ey zındık... gibi çok çirkin şeylerin yazılı olduğunu görürdü.
Mektubu getiren talebesine bir mikdâr para verip, o kimseye götürmesini söyler
ve; "Sen benim sevap kazanmama vesîle oluyorsun, cenâb-ı Hak sana hayırlar ihsân
etsin, diye söylediğimi bildiriniz." derdi. Bu kimse, uzun müddet bu şekilde
kötü hakâretlerine ve iftirâlarına devâm etti. Sonunda âciz kaldı. Ahmed
Rıfâî'nin verdiği bu cevaplardan utanmaya başladı. Yaptığı hareketlerden pişman
olup, tövbe etti. Özrünü beyân etmek üzere, af dilemek için, Ahmed Rıfâî'nin
huzûruna doğru hareket etti. Bulunduğu şehre yaklaşınca başını açtı, üzerinden
örtüsünü çıkardı, boynuna da bir yular taktı. Bir kimseye de bu yuları tutup,
çeke çeke Seyyid hazretlerinin huzûruna götürmesini rica etti. Ahmed Rıfâî onu
bu hâlde görünce, "Ey kardeşim! Seni bu hâle getiren nedir?" diye sorunca;
"Yaptıklarım." dedi. Seyyid Ahmed; "Ey kardeşim! Yaptığınız sâdece birer
hayırdır." buyurdular. O kimse yaptıklarına pişmân olduğunu bildirerek özür
diledi. Özrü kabûl edilince, Ahmed Rıfâî'nin sâdık talebelerinden oldu.
Büyük velîlerden Ebû
Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) öyle mübârek bir zâttı ki, rastladığı
iyi veya kötü davranışlar karşısında takındığı tavırla muhâtap olduğu kimselere
faydalı olur, onların kurtulmasını düşünürdü. Bir gün onu iyi tanımamış ve
kabullenememiş olanlardan biri onu yemeğe dâvet etti. Dâveti kabûl ederek gitti.
Adam kapıdan ona; "Ey obur! Yiyecek bir şey yok, geri dön!" dedi. Ebû Osman geri
dönüp giderken tekrar çağırdı ve; "Bir şeyler yiyebilmek için ne kadar ciddî
davranıyorsun. Yiyecek hiçbir şey yok." dedi. O yine geri döndü. Fakat adam
tekrar çağırdı ve; "Köpek var yersen ye, yoksa hemen git."dedi. Bu hal defâlarca
tekrarlanmasına rağmen Ebû Osman hiç incinmedi, hiç kırılmadı. En sonunda adam
onun olgunluğunu, tevâzuunu, kibirden ve kızmaktan uzak olduğunu gördü. Bu halin
ancak evliyâda bulunacağı kanâatına vardı. Özür dileyip talebesi oldu. "Sen
nasıl bir kişisin ki, sana defâlarca hakâret ettim ve kovdum. Ama sende hiç
kırılma ve incinme belirtisi görülmedi." diye sordu. O da cevap olarak; "Kırk
yıldan beri, Allahü teâlâ beni hangi hal içinde bulundurursa bulundursun, hiç
hoşnudsuzluk duymadım." dedi.
Ebû Osman Hîrî hazretleri
buyurdular ki: "Tevâzuun kaynağı şunlardır: İnsan cehâletini hatırında tutmak,
işlediği günahı unutmamak ve Allahü teâlâya devamlı muhtâc olduğunu hiç aklından
çıkarmamak."
Abdülhay Efendi
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin sevdiklerinden birine yazdığı mektupta buyurdular ki: Kemâl
derecesine ulaşan insanların, yükseldikçe tevâzûu ve sûreten kendinden aşağı
olanlara karşı davranışlarındaki güzellik artar. Zannolunmasın ki, onun bu
tevâzûu kadrini ve kıymetini azaltır. Hayır belki daha fazla yükseltir. "Allah
için tevâzû edeni Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfi bunu ifâde etmektedir.
Dünyevî ve uhrevî, maddî ve mânevî mertebelere yükselen kimseler aslâ kendi
kulluklarını unutmaz, Allah için, alçak gönüllü olur, Allahü teâlânın
yarattıklarına sertlikten ve şiddetten kaçınırsa, her iki cihanda Allahü teâlâ
onun derecesini yüceltir. Kibirli olmayı âdet edinenler ve asıl meyvesini
unutanların ise, cenâb-ı Hak tarafından gönderilen hâdiselerle burnu kırılır.
Bunlar terbiye ve imtihan kamçılarıyla zelîl olurlar. Hülâsa, benlik, kibir ve
büyüklük taslamak insana yaraşmaz. Şeytan bu kadar ibâdeti ile kibir ve benliği
yüzünden kovuldu ve lânetlendi. Âdem aleyhisselâm ise zelîl olan topraktan
yaratıldığını unutmayarak; "Ey Rabbimiz! Biz nefsimize zulmettik. Eğer sen bizi
bağışlamaz ve rahmet etmezsen hüsrana uğrayanlardan oluruz." diyerek, rahmet-i
Hakk'a ilticâ etti. Bu sebepten yeryüzünde emânet-i ilâhiyyeyi yüklendi ve bütün
yaratılmışlar üzerine mükerrem kılındı, derecesi yükseltildi. Binâenaleyh bütün
kibirliler şeytanın oğullarıdır...
Hindistan evliyâsından ve
Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Peygamber efendimizi son derece severdi.
O'nun şerefli ismini duyduğunda, kendinden geçecek gibi olurdu. Bir kere
hizmetçisi ona; "Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem manzûru yâni nazar
buyurdukları bir zâtsın." demişti. Bu sözden duyduğu mânevî hazla birden
yüzlerinin rengi değişti ve hizmetçinin alnından öpüp; "Ben kim oluyorum ki,
Resûlullah efendimizin manzûru olayım." deyip tevâzu gösterdiler.
İran'da yetişen evliyânın
büyüklerinden ve fıkıh âlimi Ahmed Gazâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok
tevâzu sâhibiydi. Sık sık; "Vâz ve nasîhat husûsunda kendimi ehil görmüyorum.
Vâz âlimlerin, ilim nisâbının zekâtıdır. Nisâbı olmayan nasıl ve nereden zekât
verir? Eğri ağacın gölgesi hiç düzgün olur mu?" buyururdu.
Hindistan evliyâsından
Ahmed Şeybânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden birisi edeb ve
hürmetle duyacağı şekilde ismini söylese hemen gözleri yaşarır ve kendisini
aşağılayarak; "Ahmed kim oluyor, o zarardadır." derdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ali bin Bendâr Sayrafî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hadîs ilminde sika,
güvenilirdi. O evliyâya ve evliyâyı görenlere karşı saygılı ve tevâzu ile
davranırdı. Kendisinin görmediği bir velîyi gören biri ile karşılaşsa, hemen
yanına yaklaşarak elini öper, ona karşı hürmetkâr davranır, onun önünden
gitmezdi. Sebebini soranlara da;
"Onlar birçok velîyi görüp
ilim ve feyz aldı, ben ise çokları ile görüşmedim." derdi.
Şöyle anlatılır: Birgün Ali
bin Bendâr, Şeyh Ebû Abdullah Hafîf ile bir köprüye geldiler. İki kişi yanyana
bu köprüden geçemezdi. Şeyh Ebû Abdullah ona; "Sen önden yürü!" deyince, Ali bin
Bendâr;
"Ne sebeble önden
yürüyeyim?" dedi. Şeyh; "Sen Cüneyd-i Bağdâdî'yi görmüşsün, ben ise görmedim."
dedi.
Hadîs âlimi ve büyük velî
Amr bin Kays el-Mülâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetleri esnâsında
sevenlerine ve talebelerine; "Tevâzûnun ba-şı üç şeydir. Karşılaştığınız kimseye
önce selâm vermeniz, mecliste yüksek olmayan yere oturmaya râzı olmanız ve
Allahü teâlâya ibâdet olarak yapılan işlerle medh edilmeyi ve gösterişi
sevmemenizdir." buyururdu.
Büyük velîlerden ve tâbiînin
meşhurlarından Avn bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Allahü teâlânın beğendiği işleri yaparken mütevâzî ve alçak gönüllü olunuz.
Hindistan'da yetişen büyük
velîlerden Behâeddîn Zekeriyyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevâzu sâhibi,
gâyet alçak gönüllü idi. Hiç kızmazdı. Haddini bilmiyenlerden kendisini üzenler,
rahatsız edip sıkıntı verenler, hattâ daha da aşırı giderek bağırıp çağıranlar,
hakâret edenler olurdu. Bunların hepsine sabreder, hepsini affeder, hepsini
hoşgörü ile karşılardı. Kendisine kötülük edenlere ve sıkıntı verenlere iyilik
ile karşılık vermeye çalışırdı. Melek sıfatlı olup, çok yüksek bir velî idi.
"Dervişliği seçenler, Allahü teâlâya götüren yolda denenirler, imtihan
edilirler. Başkalarından gelen sıkıntılara karşı sâkin ve sabırlı olmak yetmez.
Aynı zamanda onlara gül demeti sunabilmelidir." buyururdu.
Tâbiîn tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hac
farîzasını yerine getirmek için Mekke'ye gitti. Arafat'ta vakfeye durduğu sırada
kendi kendine; "Bunlar arasında ben olmasaydım, Allahü teâlânın hepsini
bağışlayacağını ümid ederdim." dedi.
Yaşlı bir zât görünce, bu
benden daha hayırlı, daha iyidir. Çünkü o, yaşça benden büyüktür. Bu sebeple,
daha fazla ibâdet yapmıştır. Bir genci gördüğü zaman, ben ondan daha fazla günâh
işledim. O ise, yaşı küçük olması sebebiyle, daha az günâh işlemiştir, derdi.
Bekr bin Abdullah el-Müzenî
hazretleri buyurdular ki: "Kişi, müslüman kardeşlerine tevazû etmesiyle, onların
hürmet ve saygısını kazanır."
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde “Neden câmide vâz
vermiyorsun?” diye sorduklarında; "Câmide vâz vermek için câmi hüviyetli olmak,
o işin ehli olmak lâzımdır." buyurarak tevâzuda bulundular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Yükselen ancak
tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur: "Gönlünde
tevâzûun, alçak gönüllülüğün bulunmasını isteyen bir kimsenin, sâlihlerin
sohbetinde bulunması ve onlara hizmetten ayrılmaması lâzım gelir."
"İşlenen kusur ve
kabahatlardan ötürü her zaman gönlü kırık olmak lâzımdır."
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Nasr Pârisâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri görülmemiş bir tevâzua
sâhipti. İlmini ve tasavvuftaki üstün hallerini hep gizlerdi. Kendisine bir suâl
sorulduğu zaman, kitâba bakalım der, kitaplara bakar sonra cevap verirdi. Kitabı
eline alıp açar açmaz, sorulan suâlin cevâbı bulunan yer çıkardı. Bâzan da bir
iki sayfa yakını çıkardı.
Şam'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara
şefkat, merhâmet ve tevâzu ile davranırdı. Bu hususta da; "Bütün insanlar beni,
olduğumdan daha aşağılamak, hakâret etmek isteseler, bunu yapamazlar. Çünkü,
herkesin, hakâret derecelerinin en aşağısı olarak düşünebileceklerinden daha
aşağı olduğumu biliyorum." buyururdu.
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Üstünlük taslamak için yükselmek isteyenleri Allahü teâlâ
alçaltır. Tevâzu gösterenleri ise yükseltir."
"Bâzı kimseler yükselmek
istediler. Fakat Allahü teâlâ onları alçalttı. Bâzı kimseler de aşağıda bulunmak
istediler, fakat Allahü teâlâ onları yükseltti. Bir gün Süfyân-ı Sevrî
rahmetullahi aleyh Remle'ye gelmişti. İbrâhim bin Edhem rahmetullahi aleyh ona
haber göndererek gelip kendileriyle konuşmasını istedi. İbrâhim bin Edhem'e;
"Sen Süfyân gibi bir zâta gelmesini ve konuşmasını nasıl emredersin?" dediler. O
da onlara; "Onun ne kadar tevâzu sâhibi olduğunu size göstermek istedim."
buyurdu ve sonra Süfyân geldi ve onlara hadîs-i şerîfler nakletti."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) tevâzunun önemi hakkında şöyle
anlattı: "Allahü teâlâ dağlara; "İçinizden birisi üzerinde bir peygamberimle
mükâleme edeceğim, konuşacağım." diye vahyetti. Bunun üzerine bütün dağlar
başlarını kaldırıp yükselttiler. Sâdece Tûr-ı Sinâ boyun eğdi, tevâzu gösterdi.
Gösterdiği tevâzu sebebiyle Allahü teâlâ, peygamberi Mûsâ aleyhisselâm ile bu
dağ üzerinde konuştu."
Hindistan velîlerinden ve
büyük İslâm âlimi Hâfız Sa'dullah (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden Nüvvâb Han Fîrûz-cenk bir gün hocasına gelerek;
"Zamânın âlim ve velîlerinden Seyyid Hasan Resûl-nümâ ismindeki zât,
talebelerinden dilediğini, bir defâ Resûlullah efendimizi ziyâret ile
şereflendiriyor." diye arz etti. Bunu dinleyen büyük velî Sa'dullah tebessüm
ederek buyurdu ki: "Öyle mi? Mâşâallah. Biz de Allahü teâlânın izni ile
dilediğimizi iki defâ bu ziyâret ile şereflendiririz. Bu gece Fâtiha-i şerîf
okuyunuz. Resûlullah efendimizin mübârek rûhâniyetine teveccüh ediniz, hep O'nu
düşünerek öylece uykuya varınız." Nüvvâb Hân, o gece, bildirilen şekilde yaparak
uyudu. Allahü teâlânın bir ihsânı ve hocasının bir kerâmeti olarak rüyâsında iki
defâ, Resûlullah efendimizi ayrı ayrı ziyâretle şereflendi. Bundan sonra
hocasına olan muhabbet ve bağlılığı daha da arttı.
Mazhar-ı Cân-ı Cânân
hazretleri buyururdu ki: "Hocam Hâfız Sa'dullah hazretlerinde, tevâzu, alçak
gönüllülük ve hilm, yumuşak huyluluk sıfatları gâlipti. Kendisini pek aşağı ve
hiç olarak görürdü. Talebelerinden birisi bir kimseyi incitecek olsa, kabahati
bizzât kendisinde görür, bizzât incinen kimseye gidip; "Bu bizim kusurumuzdur.
Affediniz." diyerek özür dilerdi. Bu husûsa çok ehemmiyet verir, incinmiş
kimseye âdetâ yalvararak helâllık dilerdi."
Tâbiînin ve bu devirdeki
evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) verâ
ve tevâzu sâhibiydi. Tevâzu alâmeti olarak sûf (yün) giyerdi. Buyurdular ki:
"Bedir Harbine katılmış yetmiş kadar Sahâbiye yetiştim. Bunların sûftan başka
bir şey giydiklerini görmedim. Sûf elbise giyen tevâzu için giyerse, Allahü
teâlâ onun basîret nûrunu artırır. Riyâ ve büyüklenmek maksadıyla giyerse,
mancınıkla Cehennem'e atar."
Hindistan'da yetişen
evliyânın büyüklerinden Hüsâmeddîn Mültânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
gün, omuzunda seccâdesi ile bir yerden geçiyordu. Bir ara seccâdesi omuzundan
düştü. Fakat o bunu farkedemedi. Bunu gören birisi, ikâz etmek maksadıyla,
"Şeyh! Şeyh!" diye seslendi. O ise, kendisinde şeyhlik sıfatı görmediği için, bu
sesin kendisine hitâb ettiğini dahî düşünmemişti. Nihâyet o kimse, koşarak
arkasından yetişti. "Kaç defâdır size sesleniyorum, duymadınız mı?" dedi. Buna
cevâben: "Sesinizi duydum. Fakat kendimde şeyhlik sıfatı görmediğim için cevap
vermedim. Kusûra bakmayın. Alâkanız, îkâzınız için teşekkür ederim." dedi.
Tâbiînin büyüklerinden,
Medîne-i münevveredeki yedi büyük âlimden biri Kâsım bin Muhammed (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri çok mütevâzi, alçak gönüllüydü. Bir gün köylünün birisi
ona gelip; "Sen mi daha çok biliyorsun, Sâlim bin Abdullah mı?" diye sordu. Ona
cevap olarak: "Burası Sâlim'in evidir." deyip başka hiçbir şey konuşmadı.
Muhammed bin İshak bunun hakkında: "O benden daha iyi bilir deyip, yalan
söylemeyi veyahut ben ondan daha iyi bilirim diyerek kendisini üstün göstermeyi
istemedi." derdi. Halbuki Kâsım bin Muhammed, her ikisinden daha çok âlimdi.
Medîne-i münevverede yaşayan
âlim ve velîlerden İmâm-ı Mâlik bin Enes (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri; "Allah için tevâzû edeni, Allahü teâlâ yükseltir." hadîs-i şerîfini
rivâyet etti. Hârûnü'r-Reşîd oturduğu yüksek yerden indi. Hadîs-i şerîf dinleyen
talebe ile berâber oturdu, sonra kitabı okudu. Sonra Hârûnü'r-Reşîd İmâm'a bir
katır, bir deve, bir merkeb ve beş yüz altın gönderdi. İmâm altınları alıp,
hayvanları geri gönderdi. Resûlullah efendimizin toprak altında bulunduğu bir
yerde hayvan üzerinde nasıl gezebilirim." buyurdu. Hakîkaten Mâlik bin Enes
hazretlerinin Medîne-i münevverede hayvana bindiği görülmemiştir.
İmâm-ı Mâlik hazretleri
insanlara hadîs-i şerîf okuttuğu sırada bir hadîs-i şerîfi rivâyet edeceği zaman
abdest alır, sarığını ve elbisesini giyer, sakalını tarar, iki rekat namaz
kılar, güzel kokular sürünür, her hâliyle bedenini süsler, sonra meclisin baş
tarafına vakarlı bir şekilde otururdu. Başını önüne eğerdi ve hadîs-i şerîfi
okurdu. Ona böyle yapmasının sebebi sorulunca; "Resûlullah'ın hadîs-i şerîfine
saygı göstermek için böyle yapıyorum. Eğer âlimler ilme karşı böyle saygı
gösterirlerse, Allahü teâlâ da insanlar yanında onların derecesini yükseltir ve
devlet adamlarının kalbinde heybetli ve vakarlı kılar. Ey ilim taleb etmek
isteyen kimse! Sen de ilme saygı göster. Kim ilme tevâzû gösterirse, Allahü
teâlâ onu yükseltir. Çünkü kim Allahü teâlâ için tevâzû ederse, Allahü teâlâ
onun derecesini yükseltir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden,
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok tevâzu gösterir
ve inkisar, kırıklık içinde hâllerini hep kusurlu görürdü. Bu hâl kendisini o
kadar kaplamıştı ki, eğer talebesinden biri bir kusur etse ve bunu işitse;
"Bunlar bizim fenâ sıfatlarımızın akisleridir. Biz fenâ olunca onlara da akseder
onlar ne yapabilirler, ellerinden ne gelir?" buyurarak yüksek bir tevâzu
gösterirdi.
Tâbiînin
büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin
Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine misâfir geldi. O bir şey
yazıyordu. Misâfiri de yanında oturuyordu. Lâmbasının yağı azaldı. Sönecek gibi
oldu. Misâfir; “Yâ Emir-el-müminîn! Kalkıp lambaya yağ koyayım mı?” deyince;
“Misâfirine iş gördürmek, insanın mürüvvetine yakışmaz.” buyurdu. “O halde
hizmetçiyi kaldırayım mı?” “O da olmaz; daha akşamın ilk uykusundadır.” Ömer bin
Abdülazîz hazretleri kalkıp, lambaya yağ doldurdu. Misâfir bu hâli görünce
hayretle: “Ama, bu işi kendin yaptın, neden.” deyince; “Bu işi yapmaya giderken,
Ömer’dim. Yaptım, bitirdim; yine Ömer’im. İnsanların Allah katında hayırlısı
tevâzu sâhibi olanlarıdır.” buyurdu.
Konya'nın büyük velîlerden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bir gün büyük bir
ilim meclisi kurulmuş ve Konya'nın büyükleri orada toplanmışlardı. Sadreddîn-i
Konevî hazretleri de orada bir seccâde zerinde oturuyordu. Mevlânâ
içeri girince seccâdeye oturmasını teklif etti. Bunun üzerine Mevlânâ; "Sizin
seccâdenize oturursam, kıyâmette bunun hesâbını nasıl verebilirim?" dedi.
Sadreddîn-i Konevî hazretleri de; "Senin oturmada fayda görmediğin seccâde bize
de yaramaz." deyip, seccâdeyi oradan kaldırdı. Mevlânâ, Sadreddîn-iKonevî
hazretlerinden önce vefât etti. Vasiyeti üzerine, cenâze namazını Sadreddîn-i
Konevî hazretleri kıldırdı.
Hindistan âlim ve
velîlerinden Ziyâüddîn Nahşebî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Cihânı, karıncanın gözünden daha küçük gören Muhammed Vâsi buyurdu: “Eğer
günâhın kokusu olsaydı, hiç kimse benim yanımda oturamazdı.”
Tâbiîn devrinin meşhûr âlim
ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, “Eğer,
yaşın bir hayli ilerleyip, ömrünün sonlarında olsaydın, Medîne-i münevvereye
yerleşir, Mescid-i Nebevî’ye gider, orada direklerden birinin yanında oturur,
insanlara bir şeyler anlatır ve öğretirdin değil mi?” dediler. Bunun üzerine
Zührî; "Oraya gidenin, gerçekten, dünyâya ehemmiyet vermeyip, hareketlerine çok
dikkat etmesi gerekir.” deyip, tevâzu göstermiştir. |