|
HİLÂFET
Anadolu velîlerinden
Abdullah Mekkî Erzincânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Erzincan'ı
şereflendirince insanlar akın akın ziyâretine geldiler. Gelenler arasında, Terzi
Baba diye bilinen Muhammed Vehbî de vardı. Abdullah Mekkî, Muhammed Vehbî içeri
girince ayağa kalktı. Onu dâvet edip yanına oturttu. Muhammed Vehbî'ye karşı hiç
kimseye göstermediği iltifâtlarda bulundu. Sonra Muhammed Vehbî'nin durumunu
öğrenmek için yanındakilere; "Bu zâtın serveti var mıdır?" diye sordu.
Oradakiler; "Hayır. Yalnız köyde, Sarıgöl'de bir bağı ile, şehirde bir evi,
birkaç parça tarlası ve terzilik yaptığı bir dükkanı vardır." dediler. Bunun
üzerine Muhammed Vehbî'yi yanına çağıran Abdullah Mekkî hazretleri; "Oğlum!
Pîr-i âzâm Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî bizi buralara gönderdi. Bize ehline
verebileceğimiz bir emâneti verdi. O emânete seni lâyık gördüm. Kabûl edersen
onu sana teslim edeyim." diye teklifte bulundu. Muhammed Vehbî, Abdullah
Mekkî'ye gönül huzûru ve teslimiyet ifâde eden bir tavırla; "Siz bilirsiniz."
cevâbını verdi. Abdullah-ı Mekkî; "Vereceğim emânet, sana çok faydalar
sağlayacak." buyurunca, Muhammed Vehbî; "Şeyh efendi! Vallâhî dünyâ için Allah
demem." cevâbını verdi. Bunun üzerine Abdullah Mekkî; "Oğlum haydi git! Sen
bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet de zâten bu idi." buyurarak onun
yüksek derecesini işâret etti. Terzi Baba'ya himmetle nazar ederek emâneti tevdî
etti. Terzi Baba'nın hâli derhâl değişti. Mânevî feyzler deryâsına daldı.
Bir müddet Erzincan'da kalan
Abdullah-ı Mekkî, sohbetleriyle insanların Allahü teâlânın rızâsına kavuşmaları
için çalıştı. Bu sırada onun sohbetinden ve hizmetinden ayrılmayan Terzi Baba da
tasavvuf yolunda ilerleyip evliyâlık derecesine kavuştu. Abdullah Mekkî, Terzi
Baba'nın olgunluğa erdiğini görerek, ona hilâfet verdi.
İstanbul'un mânevî fâtihi,
büyük âlim, üstad, hekim ve velî Akşemseddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin asıl ismi Muhammed bin Hamzâ, lakabı Akşeyh'tir. Evliyânın
büyüklerinden Şihâbüddîn Sühreverdî'nin neslindendir. Soyu, hazret-i Ebû Bekr-i
Sıddîk'a ulaşır. Hacı Bayram-ı Velî'nin, ona; '"Beyaz (ak) bir insan olan
Zeyd'den, insan cinsinin karanlıklarını söküp atmakta güçlük çekmedin." demesi
sebebiyle, "Akşemseddîn" lakabı verilmiştir. Saçının, sakalının ağarması ve ak
elbiseler giymesi sebebiyle "Akşemseddîn" denildiği de rivâyet edilmiştir.
Akşemseddîn, babasının
vefâtından sonra tahsîline devâm ederek, sarf, nahiv, mantık, meânî, belâgat ilm-i
usûl-i fıkıh, akâid, hikmet okudu. Zekâ ve istîdâdının yardımıyla kısa sürede
ilimleri ikmâl eyleyip tıp ilmini dahi tahsil ettikten sonra Osmancık
medresesine müderris oldu. Burada günün belli saatlerinde ders verir artan
zamanlarda nefsinin terbiyesi ile meşgûl olurdu. Devamlı takvâ üzere hakla
birlikte bulunurdu. Yüksek ahlâk sâhibi idi. Ondaki bu hâlleri görenler ve
bilenler kendisine zamânın büyük velîsi Hacı Bayram hazretlerine gitmesini
tavsiye ettiler. Bu tavsiyelere uyan ve tasavvuf yolunda yükselmek isteyen
Akşemseddîn hazretleri müderrislik görevini bırakarak, Ankara'ya geldi.
Rastladığı bir kimseye Hacı Bayram-ı Velî'yi nerede bulabileceğini sordu. O da
karşı sokakta yanında iki talebesiyle gezen bir zâtı göstererek;
"İşte şu gördüğün, dükkan
dükkan gezerek para toplayan kişi Hacı Bayram'dır." dedi.
Akşemseddîn hazretlerinin
yüzü buruştu kalbi sıkıntıyla doldu. Demek meşhur velî Hacı Bayram dükkan dükkan
para topluyor, buralara kadar kendimi boşuna yormuşum diyerek oradan uzaklaştı
ve meşhur velî Şeyh Zeynüddîn-i Hâfî hazretlerine talebe olmak gâyesiyle Haleb'e
doğru yola çıktı. Günlerce yol alan Akşemseddîn Haleb'e bir konak mesâfeye
geldiğinde bir hana indi. Sabah, elleri yüzünde korku, şaşkınlık ve dehşet
içerisinde uyandı. Hâlâ gördüğü rüyânın etkisi altındaydı. Sabah namazını edâ
eden Akşemseddîn izi üzerine, Haleb yerine tekrar geri Ankara istikâmetine
döndü. Oysa Haleb'e bir saat kalmıştı. Onu geri döndüren, Akşemseddîn hazretleri
ile ilgili bir rüyâ idi ve hep bu düşün tesiri ile yürüyordu.
Rüyâsında boynuna takılan
bir zincir Hacı Bayram'ın elindeydi. Akşemseddîn, Haleb'e gitmek istedikçe Hacı
Bayram zinciri çekiyordu. Tam boğulmak üzere iken uyanmıştı. Rüyâ tâbiri
gerektirmeyecek kadar açıktı. Akşemseddîn hızla Hacı Bayram'a gelirken; "Ne
yaptım ben" diyerek kendi kendine söyleniyordu. Ankara'ya gelip, Hacı Bayram-ı
Velî'nin dergâhına ulaşınca, onun talebeleriyle tarlada çalıştığını öğrendi.
Hemen oraya koştu, fakat Hâcı Bayram hiç iltifat etmedi. Akşemseddîn, diğer
talebeler gibi tarlada çalıştı. Yemek vakti gelince, Akşemseddîn'in yüzüne
bakmadı. Hacı Bayram, hazırlanan yemeği talebelerine taksim etti, artığını da
köpeklerin çanağına döktürdü. Akşemseddîn, bir onlara bir de kendine bakarak,
nefsine; "Sen buna lâyıksın!" diyerek, köpeklerin önüne konan yemekten yemeye
başladı. Hacı Bayram-ı Velî, onun bu tevâzusuna dayanamayarak; "Köse, kalbimize
girdin, gel yanıma!" diyerek gönlünü alıp sofrasına oturttu. Sonra;
"Zincirle zorla gelen
misâfiri böyle ağırlarlar." dedi. Akşemseddîn buna çok sevindi ve kendini onun
irfan meclisine verdi.
Hacı Bayram-ı Velî
hazretleri Akşemseddîn'i diğer talebelerinden daha zor imtihanlara tâbi tuttu.
Nefsini terbiye ve ıslah etmekte büyük sıkıntılar çektirdi. Bir defâsında yedi
günde bir kaşık sirkeden başka bir şey yedirmedi. Ancak Akşemseddîn bütün
bunlardan memnun ve hattâ kendisi daha fazlasına tâlipti. Nitekim nefsinin
istediği şeyleri yapmamakta şeyhinin kendisine buyurduğu tâlim ve terbiyedeki
şiddet derecesini kendi isteğiyle artırdığı zaman Hacı Bayram hazretleri ona:
"Yâ Köse nice riyâzet
eylersin, nefsin isteklerinden sakınırsın, âkıbet nûr olursun. Vefât ettikten
sonra seni kabrinde bulamazlar!" dedi.
Böylece Akşemseddîn
hazretleri kısa zamanda tasavvuf yolunun bütün inceliklerini öğrendi ve Hacı
Bayram hazretlerinden icâzetini, diplomasını aldı.
Onun kısa sürede icâzet
alması bâzılarına zor geldi. Hacı Bayram-ı Velî'ye;
"Diğer dervişlere kırk
yıldır hilâfet vermedin, az müddet içinde Akşeyh'e hilâfet verdin. Hikmeti
nedir?" diye sordular. Hacı Bayram-ı Velî de;
"Bu zeyrek, uyanık ve akıllı
bir kösedir. Her ne görüp duydu ise hemen inandı. Sonra hikmetini yine kendisi
anladı. Fakat yanımda kırk yıldan beri hizmet eden bu talebeler, hemen
gördüklerinin ve duyduklarının aslını ve hikmetini sorarlar. Ona hilâfet
verilişinin sebebi budur." cevâbını verdi.
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin vefâtı yaklaştığı sırada, en sevdiği talebesi Mevlânâ
Zeynüddîn Ali, hocasının yerine mânevî bir halef tâyin edilmesi zarûretini
hissederek, hocasına şu şekilde arz etti: "Efendim! Talebeleriniz arasında
kıymetliler vardır. Onlardan birini mânevî halîfeniz olarak tâyin ederseniz, bu
yolun eski âdet ve gelenekleri, şimdiye kadar olduğu gibi, devâm etmiş olur." Bu
teklif üzerine Nasîruddîn Mahmûd, Mevlânâ Zeynüddîn'den bu vazîfe için uygun
bulduğu talebelerin listesini kendisine getirmesini söyledi. Mevlânâ Zeynüddîn
Ali, talebeleri birinci, ikinci ve üçüncü derece olarak üç sınıf hâlinde seçerek
hazırladığı listeyi hocasına arzetti. Bu isimleri gözden geçirdikten sonra,
Nasîrüddîn Mahmûd; "Şüphesiz bunlar, dînini sevenlerdir. Fakat korkarım ki, hiç
birisi diğerinin yükünü omuzlarında taşıyamazlar." buyurdu. Bu açıkca, verilen
listeye hayır mânâsında bir cevaptı. Gerçekten öyle oldu. Hocasından kendisine
geçen bu yolun emânetlerini kimseye vermedi ve kendisinde götürdü.
HİLÂFETİ
ALDINIZ
Yavuz Sultan Selîm Han,
Muhammed
Bedahşî’yi,
O zaman iki defa, ziyâret,
eylemişti.
Ve ilk ziyâretinde, hiç
konuşma olmadan,
Edep ile oturup ayrıldı
huzurundan.
Bedahşî hazretleri, bir şey
söylemeyince,
O da, önüne bakıp, sükût
etti öylece.
Zîrâ onun bir velî, olduğunu
bilirdi,
Huzûrunda konuşmak, edebe
mugâyirdi.
Sultan, ikinci defa,
ziyârete gidince,
Bedahşî hazretleri, buyurdu
ki şöylece;
Sultânım, ikimiz de, şu anda
Rabbimizin,
Seçilmiş kullarından,
sayılırız ve lâkin,
Hepimizin boynunda, bir
kulluk bağı var ki,
Allah'ın huzûrunda,
sorumluyuz inan ki.
Buyurulduğu gibi, Kur’ânda,
bir âyette;
Emâneti, yer ve gök
alamadığı hâlde,
Onu yüklenmiş olduk, bizler
insan olarak,
Zordur bu ağır yükü, hakkı
ile taşımak.
Saltanat işini de, alıp siz
üstünüze,
Bir yük daha kattınız, bu
ağır yükünüze.
Saltanat üzerine, hilâfet de
aldınız,
Bu çok ağır sıkleti, daha da
arttırdınız.
Bu yükü, ne yer, ne gök ve
ne de dağlar çeker.
Ve lâkin Hak teâlâ, size çok
yardım eder.
Siz öyle mânevî bir; kuvvete
sahipsiniz,
Ondan yeteri kadar,
fâidelenirsiniz.”
Yavuz Sultan Selim Han,
dinledi edeb ile,
Karşılık söylemedi, bir tek
kelime bile.
Sonra izin isteyip, ayrıldı
huzûrundan,
Onun bu edebine, hayret edip
vüzerân,
Dediler ki: “Sultanım, siz
yalnız dinlediniz,
Hikmeti ne idi ki, bir şey
söylemediniz?”
Dedi ki: “Biz dünyânın
sultanıyız ve lâkin.
Muhtâcız himmetine böyle
yüksek zâtların.
Büyükler konuşurken, söze
karışılır mı?
Küçüğün konuşması, edebe
yakışır mı?
Bulunduğumuz makam, edeb
makamı idi,
Orada bize yalnız, sükût
etmek düşerdi.”
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Harezmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hanımı ile sohbet
ederken hanımı ona; "Sizden sonra yerinize kimi bırakacaksınız?" diye sordu. O
da; "Ey hâtun! Mâdemki bunu bilmek istersin. Bak şimdi oğullarımız uykuda.
Herkes yatağında. Ben önce oğullarımı isimleriyle çağıracağım. Hangisi sesimi
işitip gelirse, bu ona nasîptir." buyurdu. Sonra isimlerini yüksek sesle
çağırdı. Lâkin hiçbirinden cevap gelmedi. Sonra talebelerinden birini çağırdı. O
üç fersah uzaklıkta idi. Hemen gelip emre hazır olduğunu bildirdi. Harezmî
hazretleri o zaman hanımına; "Ey hanım! Bu iş bu talebemizin nasîbidir."
buyurdu.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
Hüsrev Paşanın kethüdâsı iken, Hüsrev Paşa, onu Kuşadalı İbrâhim Halvetî'ye
götürdü. Kuşadalı İbrâhim Halvetî; "Siz sâlih bir kişiye benziyorsunuz" deyince,
Tevfik Efendi başından geçenleri anlattı. Anlatırken bir ara kendisinde
halîfelik bulunduğunu ağzından kaçırdı. Kuşadalı İbrâhim Halvetî; "Demek ki
sizde halîfelik de var." deyince, Muhammed Tevfîk Efendi; "Evet var." dedi.
Kuşadalı İbrâhim Efendi; "Peki sırr-ı hilâfet nedir?" diye sorunca, Tevfîk
Efendi; "İnsanın dâimâ tarîkat hırkası ile bulunmasıdır." dedi. Kuşadalı İbrâhim
Efendi; "Dâimâ hırka ile bulunmanın hikmeti nedir?" diye sordu. Tevfîk Efendi;
"Talebelerin keşfi açılınca çıplak görünmesinler." diye cevap verdi ve o anda
ağlamaya başladı. Kuşadalı İbrâhim Efendiye kendisini talebeliğe kabûl etmesini
ricâ etti. Kuşadalı İbrâhim Efendi; "Bu âna kadar çektikleriniz boşa gidecek."
diyerek onu talebeliğe kabûl etti. Talebesi Tevfîk Efendinin başka bir hocaya
bağlandığını duyan Etyemez dergâhı şeyhi, Tevfîk Efendinin geri dönmesi için
Allahü teâlâya yalvardı. Bir süre sonra hastalanan Etyemez Dergâhı şeyhine
hizmet etmesi için, Kuşadalı İbrâhim Efendi, Tevfîk Efendiyi İstanbul'a
gönderdi. Giderken Tevfîk Efendiye; "Git, hocana hizmet et. O seni sever. Onun
sende emeği ve hakkı vardır." buyurdu. Tevfîk Bosnevî İstanbul'a gidip, vefât
edinceye kadar hocasına hizmet etti. Hocası vefât edince, yerine geçerek
ölünceye kadar insanlara doğru yolu göstermeye çalıştı.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri; Kâdı Muhyiddîn, mânevî terbiyesini tamamladıktan sonra
ona, şu yazılı emirle birlikte hilâfet verdi: "Dünyâyı terk edeceksin ve ona
meyletmeyeceksin. Sultandan herhangi bir köyün gelirini veya maaş kabûl
etmeyeceksin. Sana bir misâfir gelip de, ona ikrâm edeceğin bir şey
bulunmayabilir. Bu durumu Allahü teâlânın bir teveccühü olarak kabûl edeceksin.
Uymanı istediğim bu emirlere riâyet ettiğin takdirde benim halîfemsin."
Hocasının yanından ayrıldıktan sonra, Kâdı Muhyiddîn Kâşânî çok sıkıntılı günler
geçirmek zorunda kaldı. Kendisi ve çocukları günlerce aç kaldı. Bu kötü durumu,
birisi Sultân Alâeddîn'e haber verdi. Sultân, bir köyün geliri ile birlikte,
başhâkimliği teklif eden bir ferman gönderdi. Kâdı Muhyiddîn, bu fermânı alınca
hemen hocasının huzûruna gelip, durumu bildirdi. Nizâmeddîn Evliyâ bu duruma
üzüldü ve; "Önce senin aklına bu geldi ki, sultân böyle bir ferman gönderdi."
dedi ve bundan sonra teveccühünü Kâdı Muhyiddîn'den çekti. Bir yıl süreyle bu
hâl üzere yaşıyan Kâdı Muhyiddîn, daha sonra hocası tarafından affedilerek
teveccühe mazhar oldu.
Nizâmeddîn Evliyâ,
talebelerinden Kutbeddîn Münevver ve Nasîreddîn Mahmûd Çirağ'a aynı gün hilâfet
verdi. Birincisine hilâfetnâme'yi verdikten sonra, câmide iki rekat şükür namazı
kılmasını istedi. O namaz kılarken, Nizâmeddîn Evliyâ, halîfesi olarak tâyin
ettiğini gösteren bir hırkayı Nasîreddîn Mahmûd'a giydirdi. Sonra Kutbeddîn
Münevver'i çağırttı ve Nasîreddîn Mahmûd'un hırkasını tebrik etmesini istedi.
Daha sonra da, Nasîreddîn Mahmûd'dan, Kutbeddîn Münevver'in hilâfetnâmesini
terik etmesini istedi. İki mümtaz halîfesinin karşılıklı tebrikleşmesinden
sonra, Nizâmeddîn Evliyâ her ikisinin birbirlerini kucaklamalarını istedi. Onlar
kucaklaşırken; "Her ikiniz kardeşsiniz. Halîfeliğimin size ihsân edilmesinde
aslâ bir fark düşünmeyin." buyurdu. Bu sebepten her ikisi, bütün hayatları
boyunca aralarında kurdukları samîmî münâsebeti devâm ettirdiler.
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî
hazretlerinin hocası Çerkeşli Mustafa Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
talebeleriyle sohbet ettiği sırada Sâfî Efendiye dikkatle bakar ve; "İşte bu zât
benden sonra yolumuzu (tarîkatımızı) o dereceye ulaştırır ki kimsenin inkâra
mecâli, gücü kuvveti kalmaz. Hakîkat ilmiyle âlemi doldurur." buyururdu. Üç sene
müddetle sohbetlerine devâm edip, tasavvufta yetişti. Hilâfet vereceği sıralarda
hocasından izin alıp memleketini ziyârete gitti. Hocasının izin vermesi üzerine
Diyarbekir'e gittiği sırada hocası Çerkeşli Mustafa Efendi vefât etti. Vefât
edeceğinde Mustafa Sâfî Efendinin tasavvufta kemâle erdiğini belirtip, onu
kendine halîfe tâyin ettiğini vasiyet etti. Diyârbekir'den dönünce, kendisinin
hocası tarafından halîfe tâyin edildiği önce gizlenip söylenmedi. O ise dergâhta
hocasının yerine geçen Şeyh Hacı Halil Efendinin sohbetlerine devâm etmeye
başladı. Üç sene daha tasavvuf yolunda azimle çalıştı. Bir gün Şeyh Hacı Halil
Efendinin sohbet ve zikir meclisine Mustafa Sâfî Efendinin talebeleri de dâhil
olmuştu. Bu sırada Abdülkâdir Geylânî hazretlerinin rûhâniyeti gözüküp Geredeli
Hacı Halil Efendiye, Mustafa Sâfî Efendinin üç sene öncesinden Çerkeşli Aziz'den
yolunu tamamladığını söyledi. Böylece onun halîfe tâyin edildiğini gizlemekten
vazgeçmelerini belirtti. Bu işâret üzerine Hacı Halil Efendi büyük bir telaş ile
başındaki hilâfet tâcını çıkarıp hilâfet duâsı yaparak Mustafa Sâfî Efendinin
başına koydu ve özür diledi.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ölüm döşeğinde yatarken bir zât;
"Efendim, senden sonra mimbere kim çıksın?" diye sorunca, Sehl-i Tüsterî
hazretleri gözlerini açıp, Şâdıdil adındaki bir kâfirin adını söyledi.
Etrâfındakiler; "Sehl'in aklı gitmiş, bu kadar müslüman âlim varken yerine bir
kâfiri geçirdi." diye söylerlerken, Sehl-i Tüsterî hazretleri; "Başımda kavga
gürültü etmeyiniz. Vaktim azdır. Gidin bana Şâdıdil'i çağırın, gelsin." dedi.
Şâdıdil gelince; "Ey Şâdıdil, iyi dinle, üç gün sonra mimbere çık ve
müslümanlara vâz et. Bu sana vasiyetimdir!" dedi. Sehl-i Tüsterî'nin vefâtından
üç gün sonra, ikindi namazından sonra, başında kâfir nişânesi, belinde zünnar
olmak üzere, Şâdıdil mimbere çıktı. Ey müslümanlar, ey Sehl-i Tüsterî'nin
talebeleri! Bana, bir vakit hocanız; "Ey Şâdıdil, zünnârı çıkarıp atma zamanı
gelmedi mi? demişti. İşte bugün emrini yerine getiriyorum." dedi. Sonra sorgucu
ve zünnârı çıkarıp attı. Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Cemâat bunu
görünce ve o sözleri duyunca ağladılar.
Konya'da yetişen velîlerin
büyüklerinden Sultan Veled hazretlerinin, babası Mevlânâ
Celâleddîn Muhammed Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) vefât ettikten bir hafta
sonra, onun halîfesi, vekîli olan Hüsâmeddîn Çelebi hazretleri, talebeleriyle
birlikte Sultan Veled'e gelerek; "Artık bizleri irşâd etmeye, ilim öğretmeye
başlamanızı istirhâm etmeye geldik. Zîrâ, mübârek hocamız Mevlânâ'ya lâyık
halîfe olacak ancak siz varsınız. Bizler, gece ve gündüz cân-u gönülden çalışıp,
size hizmet etmekle şereflenelim." dedi. Bu şekilde hocasına ve oğluna
sadâkatını ve muhabbetini arzeyledi. Babasının halîfesinden bu gözyaşartıcı
sözleri işiten Sultan Veled hazretleri; "Cânım efendim! Siz, muhterem babamın
sağlığında onun halîfesi idiniz. Vefâtından önce sorulduğunda, sizi, kendisine
halîfe bıraktığını buyurmuştu. Bu sebeple siz, bizim hocamızsınız. Bu vazife
size verilmiştir. Başta kendim ve oğlum Ârif Çelebi size tâbiyiz, ne
emrederseniz yapmaya hazırız" dedi.
Hüsâmeddîn Çelebi, 1284
senesine kadar talebeleri irşâd eyledi. Onlara doğru yolu gösterdi. Ehl-i sünnet
îtikâdını her tarafa yaydı. H.683 senesinde vefât edince, yerine Sultan Veled
halîfe, vekîl olup, bu vazifeyi üstlendi. Hayâtının sonuna kadar sünnet-i şerîfi
yayıp, bid'atleri ortadan kaldırmaya çalıştı. |
|