HİKMETLİ SÖZLER (A - Ç)
Hâdîs âlimi, hatîb ve velî
Abbâs bin Hamza en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, hocası
Zünnûn-i Mısrî'nin şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
"İnsanlar neyi istediklerini
bilselerdi, arzu ettikleri şey için verdikleri onlara zor gelmezdi."
"Ey Allahım! Ben nasıl senin
rızân için çalışmayayım, çünkü sen beni yoktan vâr ettin ve İslâmiyetle
şereflenmemi nasîb ettin."
Abbâs bin Hamza hazretleri
buyurdular ki: "Hocam Ahmed bin Ebi'l-Havârî, hocası Ebû Süleymân Dârânî'den
nakletti: "Bir vaktin insanlarının bozulduğuna alâmet, o insanların korkudan çok
ümid içinde olmalarıdır."
"Ârif olana, devamlı olarak
Rabbinin emirlerine itâattan başka bir hâl yakışmaz."
Yine hocası Ahmed bin Ebi'l-Havârî'den
nakleder: "Dünyâyı tanıyan ondan vazgeçer, âhireti tanıyan ona sarılır, Allahü
teâlâyı tanıyan da O'nun rızâsına kavuşmak için çalışır."
Tâbiîn devrinin büyük
velîlerinden Abdullah bin Avn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine bir
defâsında; "Akıllı bir kimse bir hatâ işlediğinde ne yapalım?" diye soruldu.
Buyurdular ki: "Akıllı bir kimseyi, işlediği hatâ için azarlamak yakışmaz. Şu
zamânımızda da durum budur. Kim birini incitirse, daha şiddetli azarı bir
başkasından kendisi duyar."
Evliyânın meşhurlarından ve
Hanbelî mezhebinin büyük fıkıh âlimlerinden Abdullah-ı Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hak teâlâya yakın olmayı istememek ve
düşünmemek cinâyettir."
Yine buyurdular ki "Her
denizin kenarı, sonu, her günün gecesi vardır. Peşinden gece gelmiyecek gün,
kıyâmet günüdür. Ucu bucağı bulunmayan deniz, Allahü teâlânın rahmet
deryâsıdır."
Abdullah-ı Ensârî
hazretleri, Sehl-i Tüsterî hakkında şöyle anlattı "Kişinin sözü amelinden çok
olursa noksandır. Ameli sözünden fazla olursa kemâldir."
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Açlık zâhidlerin,
dünyaya düşkün olmayanların; zikir âriflerin gıdâsıdır."
"Ağyâra yâni yâr ve dost
olmayana iltifât etmemek, ona sırrı açıklamamak, yüzünü hakka dönmüş olmanın
alâmetlerindendir."
Mısır’da yetişen âlim ve
velîlerden Abdullah ibni Vehb (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün bir
kimsenin; "(Kâfirler) (Cehennem) ateşinin içinde birbirleriyle çekişirlerken,
zayıf olanlar, o büyüklük taslıyanlara; "Biz size uymuştuk, şimdi ateşin
birazını bizden savabilir misiniz?" derler." (Mü'min sûresi: 47) âyet-i
kerîmesini okuduğunu işitti. Titremeye başladı ve uzun müddet kendisine
gelemedi. buyurdular.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) Kapalıçarşı'dan geçerken karşılarına tanıdıkları bir
dükkancı çıktı. Adam hal hatır faslından sonra; "Efendim. Duâ edin de Allahü
teâlâ ümmet-i Muhammed'i kurtarsın." deyince, o da cevâben: "Siz bana o ümmeti
gösterin. Ben de kurtulduğunu haber vereyim. Hani nerede o ümmet!" buyurdular.
Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
hazretlerinin talebelerinden Tâhir Efendi anlatır. Abdülhakîm Efendi hazretleri
buyurdular ki: "Evliyânın huzûruna dolu giden boş, boş giden dolu döner."
Yine buyurdular ki: Riyâ
olmasın diye cemâatten kaçanlar ayrı bir riyâ içindedirler.
Büyüklerin sözü, sözlerin
büyüğüdür.
Bağdad'da yetişen İslâm
âlimlerinden ve büyük velîlerden Abdülkerîm Cîlî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin; Talebelerine buyurduğu ve eserlerinde yazdığı bâzı
kıymetli sözleri şunlardır:
"Allahü teâlânın azametini,
büyüklüğünü ilimler kavrayamaz. Celâlinin hakîkatını fehimler, düşünceler idrâk
edemez. İlim sâhibi olan, O'nu idrâkten, anlamaktan yana aczini, çâresizliğini
îtirâf etti."
"Aklın nûru îmân nûrundan
azdır. Sebebine gelince, akıl kuşu hikmet kanatları ile uçar. Hikmet ise
delillerden ibârettir. Deliller ise ancak eseri belli şeylere götürür."
"Bir kimse Allahü teâlânın
kendisini gördüğüne yakîn olarak inanırsa, âzâlarını ve kalbini günâh işlere
kaptırmaz."
"İnsanın kemâl derecesine
ulaşıp, tasavvuf makamlarında ilerlemesi, Allahü teâlâyı bilmesine bağlıdır. Bu
ise ancak seçilmişlere veya bir mürşidin, yol gösterici rehberin huzurunda
yetişenlere nasîb olur."
Âlim ve velî Abdürrahîm-i
Merzifonî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Zeynüddîn-i Hafî'nin elini öpüp
hayır duâsını alarak ayrıldıktan sonra, hocası ardından bakıp;
"Bir ateş kütüğin yakduk
Diyâr-u Rum'a atduk."
buyurdular.
Zeynüddîn-i Hafî hazretleri
bu beyti ile talebesinin yüksekliğini ve onun Anadolu'daki görevinin
ehemmiyetini işâret ediyordu.
Gerçekten şeyhinin "Aşk
ateşi" diye övdüğü Abdürrahîm hazretlerinin kalbi ilâhî aşkla dop doluydu. Yanık
ve içli şiirler söylerdi. Zaman zaman;
"Tövbe yâ Rabbî! Hatâ yoluna
gitdüklerüme,
Bilüp itdüklerüme, bilmeyüp
itdüklerime."
diyerek gözlerinden yaşlar
döker, kalbi Allahü teâlânın korkusundan titrerdi.
Bâzı kimseler müderrislik
görevini ve tâyin edilen ücreti kabul etmesini onun dünyâya olan rağbeti
şeklinde yorumladılar. Buna karşı Abdürrahîm hazretlerinin cevâbı:
"Çeşitli eller yerine bir el
tuttuk. Bu lokma ile nefsin ağzını kapattık." oldu.
Tasavvuf yolunda bulunanlar,
yedikleri, içtikleri şeylerin ve kullandıkları eşyânın helâl olmasına çok dikkat
ederlerdi. Pekçok kimse, helâl olduğu şüphelidir diye, sultanlardan gelen hediye
ve ihsânları kabûl etmezlerdi. Kabûl etseler de, fakir ve yoksullara
dağıtırlardı. Sultan İkinci Murâd Han, her şeyiyle âdil bir sultan olduğundan;
Abdürrahîm bin Emir Merzifoni ondan maaş almakta mahzur görmedi.
Meşhûr velîlerden Ahmed
bin Ebü'l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Akıllı kişi,
Allahü teâlâyı daha çok tanır. Daha çok tanıyan hedefine daha çabuk ulaşır."
Yine buyurdular ki: "Ağzıma
lüzumsuz bir lokma koyduğum zaman, oradan lüzumsuz bir söz çıkar."
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İnsanların
Allahü teâlâya en yakın olanı, güzel huylara en çok sâhip olanıdır."
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hikmetler
adını verdiği şiirlerinde Arslan Baba'dan bahsederken şöyle demektedir:
Âhir zaman ümmetleri dünyâ
fâni bilmezler
Gidenleri görürler de ondan
ibret almazlar
Erenlerin kıldığını görüp
rağbet etmezler
Arslan Babam sözlerini
dinleyiniz teberrük.
TAŞLANMAYINCA
Ahmed Kuddûsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh)
Velî olmaz kişi
taşlanmayınca,
Sivâ endişesi boşlanmayınca.
Kemâle iremez sâlik dirîgâ,
Bu aşkın oduna
haşlanmayınca.
Söğütte hiç biter mi tatlu
elma,
Yarılup, sarılup
aşlanmayınca.
Yiyemez körpe kuzu dürlü
otu,
Büyüyüp gün-be-gün
dişlenmeyince.
Ne denlü aklı olsa da,
kişinin,
Okumaz hocaya başlanmayınca.
Dahî başlanmağıla âlim
olmaz,
Çalışup dersine
düşlenmeyince.
Sabî, bâliğ, hemen âkil olur
mu,
Nice yıllar geçüp
yaşlanmayınca?
Amel çokluğuna yok îtibâr
hiç,
Kulundan, Hâlıkı,
hoşlanmayınca.
Bu Kuddûsîleyin sen olma
tenbel,
Vücûd bulmaz bir iş,
işlenmeyince.
Kuddûsî Divânı'ndan
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on ikincisi olan Ali Râmitenî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) ile aynı yüzyılda yaşayan büyük âlim Rükneddîn Alâüddevle Semnânî
zaman zaman Şeyh hazretlerine mektup yazar ve sorular sorardı. Bir gün yine bir
talebesi gelerek Ali Râmitenî hazretlerine, hocasının şu sorulara cevap
istediğini bildirdi.
Suâllerinden birisi şöyle
idi: "Biz, gelenlere her hizmeti yaptığımız hâlde, gelenler size gelir. Biz
mükellef sofralar, çeşit çeşit yemekler ikrâm ettiğimiz hâlde, sizde böyle bir
şey yok iken, gene de insanlar sizden râzı bizden değillerdir. Bunun sebebi
nedir?"
Cevap: Minnet karşılığı
hizmet edenler çoktur. Hizmetini minnet bilenlerse azdır. Çalışınız ki,
hizmetinizi minnet bilesiniz. O zaman şikâyetçiniz olmaz.
İkinci suâl: Duyduğumuza
göre, sizi Hızır aleyhisselâm terbiye etmiş; bu nasıl olmuştur?
Cevap: Allahü teâlânın,
zâtına âşık öyle kulları vardır ki, Hızır da onlara âşıktır.
Üçüncü suâl: İşittik ki, siz
gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?
Cevap: Biz de işittik ki,
siz, gizli zikirle meşgûl imişsiniz. Mâdemki işittik, demek sizinki de gizli
zikir değil. Gizli zikirden murâd hiçbir şeyin bilinmemesi değil midir? Ha gizli
zikirle meşgûl olmuşsunuz, ha açık zikirle. İkisi de müsâvîdir.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, talebeleri ile
birlikte, gâyet dar bir sokaktan geçiyorlardı. Hazret-i Bâyezîd, karşıdan bir
köpeğin gelmekte olduğunu gördü ve geri çekilip köpeğe yol verdi. Talebelerinden
birinin hatırına şöyle geldi: "İnsanoğlu hayvanlardan şereflidir. Hem bizim
üstâdımız, Sultân-ül-Ârifîndir. Hem de etrâfındakiler onun, her biri çok
kıymetli sâdık talebeleridir. Bütün bunlara rağmen, üstâdımız bu köpeğe yol
vermesinin hikmeti acabâ nedir?" Bunun üzerine Bâyezîd hazretleri buyurdular ki:
"Şu köpek, hâl lisânı ile bana dedi ki; "Sana Sultân-ül Ârifîn olmak hil'atini
ve bana da köpeklik postunu giydirdiler. Bunun tersi de olabilirdi." Bunun
üzerine ben ona yol verdim."
Meczûb, hak âşığı, çok
tanınmış evliyâdan Behlül-i Dânâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün
Bağdât sokaklarından birinde giderken, oynayan çocuklar gördü. Çocuklardan biri
ise bir köşeye çekilmiş onlara bakıyor ve ağlıyordu. Behlül-i Dânâ o çocuğun
yanına gitti ve; "Ey çocuk niçin ağlıyorsun? Gel sana bir şeyler alayım da sen
de arkadaşlarınla oyna." dedi ve çocuğun başını okşadı. Çocuk bakışlarını
Behlül'e çevirdi ve; "Ey aklı az adam! Biz oyun için yaratılmadık." dedi. Behlül
bu söze şaştı ve çocuğa; "Ey oğlum! Peki niçin yaratıldık." diye sordu. Çocuk; "Allahü
teâlâyı bilmek ve O'na ibâdet etmek için." dedi. Behlül hazretleri; "Peki bunun
öyle olduğunu nereden biliyorsun?" diye sordu. Çocuk, Mü'minûn sûresinin 115.
âyet-i kerîmesini okuyuverdi. Meâlen; "Sizi ancak boşuna yarattığımı ve
gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?" Hazret-i Behlül tekrar; "Ey
çocuk. Sen hakîmâne konuştun. Bana biraz daha nasîhat et." dedi ve ağlamaya
başladı. Kendinden geçmişti. Kendine geldiğinde çocuğa; "Ey oğlum! Senin günâhın
yok. Sen bir çocuksun. Nasıl oluyor da böyle düşünebiliyorsun?" diye sordu.
Çocuk da; "Ey Behlül! Babamı ateş yakarken gördüm. İri odunları küçük çırpılarla
tutuşturuyordu. Ben de Cehennem'in yanan küçük odunlarından olacağımdan
korkuyorum." dedi. Bu sözler üzerine Behlül-i Dânâ hazretleri tekrar ağladı.
Kendinden geçti. Kendine geldiğinde çocuğu yanında göremedi. Oradakilere bu
çocuğun kim olduğunu sordu. Onlar; "Tanımadın mı?" dediler. Behlül; "Hayır."
deyince, onlar; "Bu, hazret-i Hüseyin evlâdından seyyid bir çocuktur." dediler.
Behlül de; "Ancak böyle bir ağacın meyvesi bu kadar olgun olabilirdi." deyip
oradan ayrıldı.
Bir gün Behlül-i Dânâ
hazretlerini kabristanda gördüler. Ayaklarını kabir taşları arasına sokmuş
toprakla oynuyordu. Kendisine; "Ey Behlül ne yapıyorsun?" diye sordular. Onlara
gâyet sâkin olarak; "Bana eziyet etmeyen, gıybetimi yapmayan insanlarla oturup
sohbet ediyorum. Bunlar sağ olanlardan daha emin." diye cevap verdi.
Bir gün devrin halîfesi
Hârûn Reşîd ile karşılaştı. Halîfe; "Seni gördüğüme çok sevindim. Çünkü uzun
zamandır seninle konuşmayı arzu ediyordum." dedi. Hazret-i Behlül güldü ve;
"Benim böyle bir arzum yoktu." cevâbını verdi. Buna rağmen Hârûn Reşîd
kendisinden nasîhat istedi. "Ne nasîhatı istiyorsun? Şu sarayına bak, bir de
kabirlere bak! Bunlardan ibret almayan, nasîhat almayan nelerden alır! Hâlin ne
olacak, ey müminlerin emîri! Yarın Cenâb-ı Hakk'ın huzûruna çıkacaksın. Büyük
küçük yaptığın her şeyden suâl olunacaksın. Bunlara nasıl cevap vereceksin iyi
düşün! Bu hesap zamânında aç ve susuz olacaksın, çıplak bulunacaksın. Orada
bulunanlar sana bakıp gülecekler. Perişan hâlin orada meydana çıkacak, başka
nasîhatı ne yapacaksın?" dedi. Adâleti ile meşhûr olan Hârûn Reşîd onun
nasîhatlarından çok istifâde ettiğini bildirdi.
Bir zaman Bağdât'ta fiyatlar
çok yükselmişti. Hayat pahalılığı çekilmez bir hâl aldı. Muhammed bin İsmâil bin
Ebî Fudayl gelerek; "Ey Behlül! Müslümanların ve bütün insanların hattâ
hayvanların rahatlaması için Allahü teâlâya duâ etmez misin?" dedi. O şöyle
cevap verdi: "Allahü teâlâya yemin ederim ki, ben bu işe karışmam. Eğer bir
buğday tânesi bir dinar olsa, bize emrettiği gibi Allahü teâlâya ibâdet etsek, O
bize vâdettiği gibi rızkımızı verir." Sonra ellerini birbirine vurarak; "Ey
dünyâyı ve süslerini toplayan, gözleri uykudan lezzet almayan kimse, nefsinle
uğraşıp âhirete bir tedârik yapmadın, kıyâmet gününde Allahü teâlâya ne cevap
vereceksin?" dedi.
Abdullah bin Mihran
anlatıyor: Hârûn Reşîd hacca gitti. Dönüşünde bir müddet Kûfe'de istirahat etti.
Sonra yola çıkacağı zaman herkes kendisini yolcu etmek için sokağa döküldü.
Behlül de çıkmıştı. Çocuklar onunla oynayıp eğleniyorlardı. Tam o sırada
Hârûn'un develer üzerinde muhteşem kâfilesi gözüktü. Çocuklar da Behlül'ü
bırakıp onun seyrine koyuldular. Tam Hârûn'un geldiği sırada Behlül yüksek
sesle: "Ey Hârûn!" diye seslendi. Hârûn, perdeyi kaldırarak: "Buyur Behlül, ne
istiyorsun?" dedi. Behlül: "Ey Müminlerin Emîri! Eymen bin Nâil, Kudame bin
Abdülâmir'den bize şöyle haber verdi ve dedi ki: "Ben Resûl-i ekremi Arafat'tan
dönüşte görmüştüm. Kızıl bir deveye binmişti. Yanında kimse dövülmediği gibi,
kimse de kovulmazdı. "Yol verin, yol verin!" diyen münâdileri de yoktu. Sen de
bu usûle riâyet eyle. Bilmiş ol ki; tevâzu ile yolculuk etmen, kibir ile
seyâhatinden hayırlıdır."
Behlül Dânâ yine; "Bağdât ve
etrafını nûrlandırıp aydınlatacak hediyeler götürüyor musun?" dedi. Halîfe; "Bu
hediyeler nasıl olur?" deyince, Behlül hazretleri; "İnsanlara Allahü teâlânın
sevgisini, O'ndan korkmayı, onlara örnek olacak şekilde hâl ve hareketler, onlar
hakkında temiz ve güzel düşüncelere sâhib olmak en güzel hediyedir." dedi. Bunu
dinleyen Hârûn Reşîd ağlayarak; Ey Behlül, biraz daha anlat!" dedi. Behlül:
"Memleketinin bir köşesinde bir mazlum zulme uğrasa, sen memleketin diğer
köşesinde bile olsan, Allahü teâlâ bunun hesâbını senden soracak. Allahü teâlâ
Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Şüphesiz ki iyiler Naîm Cenneti'ndedir. Kötüler ise
Cehennem'dedir." buyurdu (İnfitar sûresi: 13-14). Âhirette, Cennet veya Cehennem
dışında gidilecek üçüncü bir yer yoktur. O hâlde hazırlığını buna göre yap."
dedi. Halîfe; "Amellerimiz hakkında ne dersiniz?" diye sordu. Behlül hazretleri;
"Allahü teâlâdan korkarak ve emrettiğine uygun olarak yapılan amel makbuldür."
buyurdu. Halîfe; "Peygamber efendimizle, akrabâlık olarak yakınlığımız hakkında
ne dersiniz?" diye sordu. Behlül; "Peygamber efendimize akrabâlıktan ziyâde,
bildirdiği hükümlere bağlılıkta yakın olmak daha mühimdir." dedi. Halîfe;
"Peygamber efendimizin şefâatine kavuşabilecek miyiz?" deyince de, Behlül; "Onu
Allahü teâlâ bilir." buyurdu. Halîfe; Nasıl yaşayalım?" diye sordu. Behlül;
"Allah'tan kork. Her hâlinde Muhammed aleyhisselâmın sünnetine tâbi ol. Bu
durumda en kârlı yolu seçmiş olursun." dedi. Halîfe; "Çok güzel söylüyorsun, şu
hediyemi kabûl et." dedi. Behlül hazretleri de; "Onu kimden aldınsa ona ver.
Dünyâdaki sâhipleri yakana yapışmadan önce, verenin yoluna harca. Bunu burada
yap. Âhirete kalırsa onlara bir şey bulup veremezsin, râzı edemezsin." diye
cevap verdi. Parayı almayınca, Hârûn Reşîd; "Para borcun varsa onu ödeyelim."
dedi.
Behlül: "Kûfe'de birçok ilim
sâhipleri vardır. Borç ile borcun ödenmeyeceğinde ittifak etmişlerdir." dedi.
Hârûn Reşîd: "Bâri
ihtiyâcını temin edelim." deyince, Behlül hazretleri; "Allahü teâlâ senin Rabbin
olduğu gibi, benim de Rabbim'dir. Seni hatırlayıp beni unutması muhâldir."
buyurdu. Hârûn Reşîd, bu sözleri işitince ağladı.
Bir gün halka doğru yolu
göstermek için söylediği sözlerden rahatsız olanlar, Hârûn Reşîd'e gidip;
"Sultanım, bizim yaptıklarımızın ona ne zararı var? Bizi kendi hâlimize
bıraksın. Sonra her koyun kendi bacağından asılır." gibi sözlerle şikâyet
ettiler. Bunun üzerine Hârûn Reşîd, Behlül Dânâ'yı çağırtıp, halkın isteğini
bildirdi. Behlül Dânâ hiç sesini çıkarmadan sarayı terk etti. Birkaç koyun alıp
kesti, bacaklarından mahallenin köşe başlarına astı. Bunu gören halk gülerek;
"Deliden başka ne beklenir, yaptığı işler hep böyle zâten." diyorlardı. Aradan
günler geçtikçe, asılan hayvanlar kokuyor, bundan da bütün mahalle zarar
görüyordu. Kokudan durulmaz hâle gelince, aynı kişiler Hârûn Reşîd'e gidip,
durumu anlattılar. Behlül Dânâ'yı çağırtıp, sorduğunda: "Bir kötünün herkese
zararı olduğunu herhalde anladılar. Ben bir şey yapmadım, her koyunun kendi
bacağından asıldığını onlara gösterdim." diye cevap verdi.
Hasan bin Sehl anlatır: Bir
gün çocuklar, hazret-i Behlül'e taş atmağa başladılar. Taşın birisi vücûdunu
kanatınca, "Ey çocuklar! Ben, Allahü teâlâya tevekkül ettim. O elbette bana
kâfidir. O ne güzel vekildir. Ancak Allahü teâlâya yaklaşmak insana rahatlık
verir. İnsanlara ezâ ve cefâ yapanlar hiç merhametli olur mu?" dedi. Ben
dayanamadım. "Ey Behlül, çocuklar sana taşla vuruyorlar, sen onlara merhamet
ediyorsun. Bu nasıl iştir?" dedim. O da, "Sus!.. Allahü teâlâ, benim üzüntü ve
acımı, onların da sevincinin çokluğunu elbet biliyor. Bâzımızı, bâzımıza
bağışlaması umulur." buyurdular.
Adamın birisi namaz kılmaz,
diğer ibâdetleri yapmaz ama her gece yatarken; "Yâ Rabbî! Bana Cennet'ini ver!"
diye duâ ederdi. Bir gece aynı şekilde yattı. Geç vakitte, damdan bir tıkırtı
geldiğini hissederek uyandı. Hemen çıkıp; "Kimsin, orada ne arıyorsun?" dedi.
Damda bulunan Behlül Dânâ idi ve; "Devem kayboldu da onu arıyorum." dedi. Ev
sâhibi, "Kaybolan deve damda olması mümkün mü? Bu akılsızlık değil midir?"
deyince, Behlül-i Dânâ; "Senin, hiç ibâdet etmemen ve sonra da Allahü teâlâdan
Cennet'i istemen daha akılsızlık değil midir?" buyurdu. Ev sâhibi O zaman,
Behlül-i Dânâ'nın kendisine nasihat vermek için böyle yaptığını anladı. Hatâsını
anlayıp, tövbe etti ve ibâdetlerini aksatmadan yapmaya başladı.
Bir gün Behlül-i Dânâ'nın
evine hırsız girmiş, evde ne bulduysa götürmüştü. Doğruca kalkıp kabristânlığa
gitti ve kapısına oturdu. Bunun farkına varanlar başına toplanıp; "Niçin
hırsızın peşinden gitmedin de buraya geldin?" dediler. Onlara; "Yolunu şaşırmış
o adamcağızı burada bekliyorum." diye cevap verdi. Bu söze oradakiler kahkaha
ile güldüler ve; "Hay Allah iyiliğini versin, o adamın burada işi ne?" dediler.
Bunun üzerine Behlül hazretleri; "Siz hiç merak etmeyin o mutlakâ bu kapıya
gelecek. Ecel onu buraya getirecektir." buyurdular. Bu sözler üzerine herkes
derin düşüncelere daldı.
Behlül bir gün Hârûn
Reşîd'in taht odasını boş buldu ve çıkıp tahta oturuverdi. Bunu gören askerler
onu kamçı ile dövmeye başladılar. Askerler vurdukça o; "Vah Hârûn Reşîd. Vah
Hârûn Reşîd!" diyordu. O esnâda halîfe geldi ve manzara karşısında donup kaldı.
Askerleri uzaklaştırdıktan sonra; "Ey Behlül! Bu ne hâl?" diye sordu. Behlül;
"Senin için ağlıyorum. Burada tahtı boş bulup bir an oturdum. Bu kadar kırbaç
yedim. Sen ise senelerdir bu tahtın üzerinde oturuyorsun. Hâlin ne olur diye
düşündüm." Hârûn Reşîd; "Peki ne yapmam lâzım?" dedi. Behlül; "Mâdem ki bu yükün
altına girdin. Zulme meyletme. Adâlet üzere ol. Böylece tahtında otur."
buyurdular.
Behlül Dânâ hazretlerinin
halîfe Hârûn Reşîd'e bir nasîhati de şöyle oldu. Bir gün halîfeye; "Ey Hârûn
Reşîd! Yer içinde, yer üzerinde ve göklerde çok olan nedir?" diye sordu. Hârûn
Reşîd; "Bunu bilmeyecek ne var? Yer içinde ölüler, yer üzerinde hayvanlar ve
bitkiler, gökte ise meleklerdir." dedi. Behlül; "Değil." buyurdu. Halîfe;
"Nedir?" deyince, Behlül-i Dânâ; "Ey Halîfe! Yer içinde çok olan ölülerin
pişmanlıkları, yer üzerinde insanların hırs ve tamahı, gökte ise âdil
hükümdarların sevaplarıdır." buyurdular. Bu sözler üzerine Hârûn Reşîd ağlamaya
başladı.
Bir gün Hârûn Reşîd, Behlül
ile görüşmek, hikmetli sözlerini duymak istedi. Bu şekilde adamlarını gönderip
Behlül'ü getirmelerini söyledi. Gidenler Behlül'ü boş bir mezar içinde uyur
buldular. Uyandırdıklarında; "Siz ne yaptınız. Beni pâdişâhlık makâmından
indirdiniz. Şimdi ben ne yapacağım." dedi. Görevliler gidip bu sözleri halîfeye
bildirdiler. Hârûn Reşîd onun bu hâline bir mânâ veremedi, huzûruna geldiğinde;
"Ey Behlül! Bu ne iş. Sen hangi pâdişâhlıktan indirildin?" dedi. O, bu soru
üzerine; "Ey Halîfe! Rüyâmda kendimi hükümdâr olmuş gördüm. Tahtımda
oturuyordum. Hizmetçilerim vardı. Saltanat ve ihtişam içinde idim. Lâkin senin
adamların beni uyandırdı ve tahtımdan oldum." Bu sözlere Hârûn Reşîd güldü ve;
"Ey Behlül! Rüyâdaki pâdişâhlığa îtibâr olur mu?" dedi. Bunun üzerine Behlül
hazretleri; "Ey müminlerin emîri! Benim hükümdarlığım ile seninki arasında ne
fark var. Ben gözlerimi açınca hayat buldum. Sen gözlerini kapayacak olsan
ebediyyen emirlikten düşecek saltanatından olacaksın ve nedâmet, pişmanlık günün
başlayacak. O halde hangimizin hükümdârlığına îtibâr yoktur siz söyleyin." dedi.
Bunun üzerine Hârûn Reşîd söyleyecek söz bulamadı.
Behlül-i Danâ hazretleri bir
gün Bağdât sokaklarından birinde giderken, iki kişinin kıyasıya kavga
ettiklerini gördü. Biri diğerine ağza alınmayacak şeyler söylüyordu. Behlül-i
Dânâ onun yanına yaklaşıp; "Sen bize gel ne söylersen söyle lâkin bizden bir tek
kelime karşılık alamazsın." dedi. Öfkeden deliye dönmüş adam birden durdu ve;
"Ey Behlül; Beni o mağlûb edemedi. Lâkin sen mağlûb ettin." dedi. Böylece
kavgacılar dövüşü bırakarak hatâlarını anladılar.
Bir gün halîfe Hârûn Reşîd
Behlül-i Dânâ'ya kıymetli bir hırka hediye etmek istedi: "Ey Behlül! Şu paha
biçilmez hırkayı giy. Benim sana hediyemdir." dedi. Behlül-i Dânâ hazretleri
geri çekilip; "Ben ancak pamuklu hırka giyebilirim. Pederimin bana nasîhat ve
vasiyeti şu idi: "Oğlum! Toprak üstünde yat. Lâkin bir döşek kazanmak için
kimsenin önünde eğilip, el etek öpme, pamuk hırka ile de yetin."
Birisi Behlül-i Dânâ'ya
gidip; "Ey Behlül! Oğlum vefât etti. Kabir taşına ne yazayım." dedi. Behlül
hazretleri buna gülüp; "Dün altımda olan çimenler bugün üstümde yeşerdi. Ey
yolcu, bil ki şu toprak, günahlardan başka her şeyi örtmektedir, yaz." dedi.
Halîfe Hârûn Reşîd bir gün
Behlül-i Dânâ hazretleri ile sohbet ederken; "Ey Behlül! Sana sarayımda bir oda
ve hizmetçiler vereyim. Yeter ki bu eski elbiselerden kurtul. Yenilerini giy.
İnsanlar arasına karış." dedi.
Bunun üzerine hazret-i
Behlül; "Müsâde ederseniz bir danışayım." dedi. Halîfe; "Kime danışacaksın,
kimsen yok ki?" diye cevap verdi. Behlül de; "Ben danışacağım yeri biliyorum."
dedi ve oradan ayrıldı. Hârûn Reşîd arkasından adamlar salıp danışacağı yeri
öğrenmek istedi. Behlül gide gide şehir dışında bir mezbeleliğe gitti. Başını
eğip bir şeyler dinlermiş gibi yaptı. Bir şeyler söylendi. Daha sonra oradan
ayrıldı. Saraya yöneldi. Sultanın adamları ondan önce saraya dönüp hâdiseyi
halîfeye bildirmişlerdi. Behlül huzûra girince, halîfe Hârûn Reşîd ona; "Ey
Behlül! Söyle bakalım vereceğin cevâbı." dedi.
Behlül; "Danıştım efendim.
Lâkin insanlar arasına karışmam mümkün değil." dedi. Halîfe heybetle; "Ey Behlül!
Sen gidip çöplere danışmışsın, haberim oldu." dedi. Behlül de; "Doğru
söylüyorsun ben de onlara danıştım. Onlar bana cevap verdiler ve; Ey Behlül! Biz
de vaktiyle en güzel ve nefis yiyecekler idik. Bütün güzellikler bizde idi.
Sevgi ve itibarımız çoktu. Ne zaman ki insanlar arasına karıştık. İşte bu hâle
geldik. Çöpe atıldık. Sen de sakın insanların arasına karışma." dediler. Bu
sözlerdeki ince mânâları anlayan Hârûn Reşîd: "Haklısın." deyip düşüncelere
daldı.
Tâbiîn tanınmışlarından
büyük velî Bekr bin Abdullah Müzenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilminin
çokluğundan dolayı kâdılık, hâkimlik makâmına getirilmek istendi. O zaman şöyle
buyurdu: "Ben size bir şey söyleyeyim. Kendisinden başka ilâh olmayan Allahü
teâlâya yemin ederim ki, ben kazâ (hâkimlik) işini yapamam. Eğer, bu sözüm doğru
ise, sizin beni bu iş için görevlendirmeniz, uygun değildir. Eğer sözüm yalan
ise, yalancı birisini bu vazîfeye tâyin etmeniz doğru olmaz."
Bekr bin Abdullah el-Müzenî
hazretleri buyurdular ki: "Bir kimsenin tamâhı, dünyâ lezzetlerini haram
yollardan araması ve gazâbı öfkesi iyice azalmadıkça müttakî, Allahü teâlâdan
korkan olamaz."
"Bir kimsenin cimrilik huyu
ile öfke duygusu körelmedikçe, müttakî sınıfına geçemez."
Evliyânın büyüklerinden ve
fıkıh âlimi Bekrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin, bir şiirinin
tercümesi şöyledir:
"Darıldığın bir şeyden
dolayı canın sıkıldığı zaman feryâd etme. İşini Allahü teâlâya teslim et. Bu
niçin böyle oldu diye Hakk'a îtirâz etme. Çünkü Hakk'a îtirâz eden pişmân olur.
Allahü teâlânın kazâ ve kaderine râzı olan kimse, pek yüksek ve şerefli
derecelere kavuşur. Matlûbu ve maksûdu peşînen verilir. Sıkıntıları ondan gider.
Evliyânın sözlerini yerine getirip, onlara sâdık kaldıklarından ve kendilerini
Allahü teâlâya teslim, işlerini de havâle etmelerinden dolayı başkalarından
üstün olur. Bir sıkıntın olduğu zaman ümîdini kesme. Duâlara icâbet eden Allahü
teâlânın fazlından ve lütfundan ümitli ol. Nice sıkıntı ve darlığın peşinden
Allahü teâlânın yardımı yetişmiştir.
Ey kalbim! Eğer benim kalbim
isen, benlikten uzaklaş. Ey kalbim! Eğer kalbim isen, Allahü teâlânın kazâ ve
kaderinden râzı ol. Gizlide ve açıkta Allahü teâlâyı murâkabe et. Ey kalbim!
Eğer benim kalbim isen, Allahü teâlâdan başkasına meyletme. Rabbimin hükmüne
sabret. Sonunda hayır bulursun. Allahü teâlâya karşı sâdık ve samîmî ol. Kuşlar
gibi, bilmediğin yerden rızka kavuşursun."
Bir gün birisi Muhammed
Bekrî'den bahsederek; "Bilmiyorum, Muhammed Bekrî, bu kadar bol yiyecek ve
giyeceği nasıl buluyor?" dedi. Bu sırada Muhammed Bekrî, oraya gelerek; "Oğlum!
Dünyâ bizim kalbimizde değil elimizdedir." dedi.
Mısır velîlerinden Bennân
el-Hammâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mekke'de bir yerde oturuyordu. Yanında
bir genç vardı. Biri gelip o gencin önüne bir kese altın koydu. Genç; "Benim
ihtiyâcım yoktur." dedi. O zaman o kişi; "Fakirlere ve zavallılara dağıt." dedi.
Genç bütün paraları dağıttı. Kendisine hiç bırakmadı. Akşam olunca o gencin bir
yerde dilencilik yaptığını gördü. "Ey Genç! Dağıttığın bir kese akçeden
birkaçını kendine ayırsaydın." deyince, genç; "O zaman, şu âna kadar
yaşayacağımı bilmiyordum." dedi.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri muhtelif sohbetlerinde
buyurdukları şunlardır: "El-Evzâî şöyle buyurdu. Bir zaman gelecek ki, ünsiyet
sâhibi kardeş, helâl bir lokma ve sünnete uygun bir amel o zaman çok az olacak."
"Kim Allahü teâlâya
yaklaşırsa, insanlardan uzak kalır."
"İnsanların sırlarını ortaya
çıkaracak sorular sorma."
"Nefsim için en güvendiğim
amelim, Peygamber efendimizin Eshâbına sevgi ve hürmetimdir."
"Böbürlenmen, kendi
ibâdetini çok, başkasınınkini az görmendir."
"Malınız varken aç
sabahlamanızı, malınız yokken tok sabahlamanıza yeğ tutarız."
"Âdemoğlunu dünyâda tâkib
eden musîbetlerin başında, sevdiklerinden ayrılması gelir."
"Bir kimse bize, hadîs anlat
dediği zaman, anla ki, bize kolaylık göster, demek istiyor."
"Kötülüklerini gizlediğin
gibi iyiliklerini de gizle."
"Melekler, kendisine hayran
kaldığı kulun amelini yükseğe çıkarır ve Allahü teâlânın huzûruna götürür."
"Kişinin ameli az olursa,
düşünce ve sıkıntıya mübtelâ olur."
Büyük velîlerden Bişr
bin Mansûr es-Süleymî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insan yaptığı ibâdetlere
değil, Allahü teâlânın lütfuna güvenmelidir." buyurdular.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Câfer-i Huldî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İntikam alıp da
sonunda pişman olmaktansa, affedip de pişman olmak benim için daha sevimlidir."
Ehl-i beytten ve meşhûr
velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
buyurdular ki: "Din âlimleri fakihler, sultanların, devlet adamlarının kapısına
gidip, onlara yaltaklanmadıkça peygamberlerin vekilleridir."
"Namaz, her takvâ sâhibi
için yakınlıktır. Hac, her güçsüzün cihâdıdır.
Bedenin zekâtı oruçtur.
Amel, ibâdet ve hayırlı iş yapmadan karşılık bekleyen; Yaysız ok atana benzer."
"Ana-babasını üzen, onlara
isyân etmiş olur. Musîbet zamânında dizini döven, sevâbından mahrûm olur. Allahü
teâlâ sabrı, musîbet mikdârınca indirir."
"Takvâdan, Allahü teâlâdan
korkup haramlardan sakınmaktan daha üstün azık yoktur. Susmaktan güzel şey
yoktur. Bilgisizlikten zararlı düşman yoktur. Yalandan büyük hastalık yoktur."
"Uzun emel sâhibi olmak ve
her şeyi sonraya bırakmak, perişanlık ve düşüncesizliktir."
"Allahü teâlânın yarattığı
işlere karışmak, felâketine sebeb olur. Meselâ, Allah bana mal verseydi, hacca
giderdim. Sıhhat verseydi ibâdet ederdim... gibi sözler söylemek, kişinin
helâkidir."
"Dört şey vardır ki, onların
azı da çoktur: 1. Ateş, 2. Düşmanlık, 3. Fakirlik, 4. Hastalık."
Bir gün devrin meşhûr âlim
ve zâhidlerinden Dâvûd-i Tâî, Câfer-i Sâdık hazretleri'nin yanına
gelmişti. Ona dedi ki:
"Ey Peygamber efendimizin
torunu! Bana bir nasîhat ver. Çünkü kalbim karardı. O da buyurdu ki: "Ey Dâvûd!
Sen, zamanımızın en zâhidi, Allah'tan en çok korkanısın. Benim nasîhatıma ne
ihtiyâcın var?"
"Ey Resûlullah'ın torunu.
Sizin bütün yaratılmışlara üstünlüğünüz var. O büyük Peygamberin kanı
damarlarınızda dolaşmaktadır. Onun için herkese nasîhat vermeniz, üzerinize
vâciptir, borçtur."
"Ey Dâvûd! Ben kıyâmet günü
gelince, ceddim Muhammed aleyhisselâmın elimden yakalayıp; "Niçin bana hakkıyla
uymadın?" demesinden korkuyorum. Bu işler, nesep, soy işi değil, ibâdet ve amel
işidir. Dâvûd-i Tâî bu sözleri duyunca ağlamaya başladı ve dedi ki: "Yâ Rabbî!
Onun varlığı Peygamberlik soyundan meydana gelmiştir. Sözleri yaşayışı herkese
senettir, delildir. Dedesi Resûl aleyhisselâm, annesi Betûl (Hazret-i Fâtıma)
olduğu halde, böyle düşünürse, Dâvûd da kim oluyor ki, yaptıklarının bir kıymeti
olsun!"
Evliyânın büyüklerinden
Câfer bin Süleymân Dâbiî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ebû İmrân el-Cûnî'den
naklederek buyurdular ki: "Dünyâda Allahü teâlânın sevdikleriyle berâber
bulunmak ve cemâatle namaz kılmaktan daha lezzetli bir şey kalmadı."
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir
zaman Selçuklu vezîri Muînüddîn Pervâne ziyârete geldi. Fakat Mevlânâ hazretleri
onu karşılamaya çıkmadı. Vezir büyük bir sıkıntıyla Mevlânâ'nın kapısında
beklemeye başladı. Sultan Veled babası adına vezîre mâzeretler beyân edip özür
diledi ve; "Efendim! Babam dedi ki, çok defâ benim Allahü teâlâ ile işim ve
hâllerim olur. Vezirler ve dostlar beni her zaman göremezler. Onlar kendi
hâlleri ve işleri ile meşgul olsunlar. Biz gider kendilerini buluruz." Buyurdu.
dedi. Vezir bu sözler üzerine başını iki eli arasına alıp düşüncelere daldı. Bu
esnâda Mevlânâ hazretleri çıkageldi. Vezir hemen ayağa kalkıp; "Efendim niçin
bize geç görünüyorsunuz?" dedi. Mevlânâ hazretleri buna hiç ses çıkarmadı.
Vezir; "Ben şöyle bir şey düşündüm. Sanki bana; "Ey Pervâne! Muhtaç bir kimsenin
beklemesi büyük zahmettir. Bunu öğren ve hiç kimseyi kapıda bekletme." demek
istediniz öyle değil mi?" dedi. Mevlânâ hazretleri tebessüm edip; "Güzel
düşünmüşsün. Ama öteden beri âdettir. Birinin kapısına çirkin bir dilenci gelse,
onun karanlık benzini görmemek ve sesini işitmemek için eline bir şey
tutuşturulup yolcu edilir. Ne var ki, güzel huylu, hoş biri geldiğinde; "Ekmek
pişinceye kadar biraz sabret ve bekle." derler. Bizim de geç gelmemizin sebebi
sizin muhabbet ve sevginizin bize hoş gelmesi ve bunları daha çok işitmek
içindir. Vezir sevildiğini anlayıp gözyaşlarını tutamadı. Sevinçli olarak oradan
ayrıldı.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Rabbim beni
serbest bıraksa bir dilekte bulunmam. Kulun dilemesi olmaz. O'nun dilediğini
yapardım."
"Her kim gördüğünden ibret
almazsa, onun görmemezliği görmesinden üstündür."
"İnsanı Allahü teâlâya
kavuşturan yol, Peygamber efendimizin izinde bulunanların gittiği yoldur. Bu
yola bütün kötü yollar kapalıdır."
"Bir kimse, Allahü teâlâya
kavuşmak yolunda, milyonlarca sene sıdk ve ihlâs ile yürüse ve bir an geri
dönse, kaybı kazancından fazladır."
"İlim, kendi haddini bilmek;
tasavvuf, kalbi temizlemektir."
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağı Dehli (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir gün lezzetli yemeklerle bir ziyâfet veriyordu. Bu ziyâfet
sırasında şu hikâyeyi anlattı: "Derviş'in biri, Şeyh Ebû Saîd hazretlerini
görmeye gitmişti. Şeyhin debdebeli çadırını, ipekten iplerini, altından
kazıklarını gören derviş şaşkına döndü. Şeyh Ebû Saîd gibi büyük bir velînin, bu
lüksünü anlayamadı. Ebû Saîd hazretleri, dervişin aklından geçenleri anlayıp,
durumu şöyle açıkladı: "Ey derviş, çadırımızın bu altın çubuklarını kalbimize
çakmadık, onları yere çaktık. Bu dünyâ, senin gölgene benzer, yüzünü güneşe
dönersen, gölgen arkada kalır. Eğer sırtını güneşe dönersen, güneş arkada
kalır." |