CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HİDÂYET (S - Z)

Tâbiîn devrinde Kûfe'de yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Emevî vâlilerinden Haccâc, güvendiği bir kimseyi on kişi ile Saîd bin Cübeyr'i çağırmaya gönderdi. Bir râhibin kilisesine geldiler. Saîd bin Cübeyr'i o râhipten sordular. Râhip onlara yol gösterdi. Saîd bin Cübeyr'i secdede buldular. Selâm verdiler. Başını secdeden kaldırdı. Namazını bitirip selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâ, Resûlüne salevât getirip on kişiyle beraber Haccâc'a gitmek üzere yola çıktı. Râhibin bulunduğu kiliseye geldiler. Râhip onlara kilisenin etrafında arslan ve başka yırtıcı hayvanlar olduğundan yukarı çıkmalarını söyledi. Saîd bin Cübeyr çıkmadı. Râhip, herhalde kaçmak istiyorsun? dedi. Hayır, kaçmak istemiyorum. Yalnız müslüman olmayanların evine girmek istemem, buyurdular. Yırtıcı hayvanlar seni parçalar dediler. Allahü teâlâ, beni onların zararından muhafaza etmeye kâdirdir. Sabaha kadar burada kalacağım buyurdu. Râhip on kişiye: "Siz yukarı geliniz ve yaylarınızı kurup da salih kulu muhafaza etmek için bekleyiniz" dedi. Gece oldu. Râhip ve on kişi, canavarların gelip Saîd bin Cübeyr'e sürünüp gidip bir yerde oturduklarını, sonra aslanların da gelip aynı hareketi yaptığını gördüler. Râhip sabahleyin aşağı inip müslüman oldu.

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün müslüman olmayan biri yoldan geçiyordu. talebelerine onu gösterip; "Bu adamda müslümanlık alâmeti var!" buyurdu. Aradan birkaç sene geçtikten sonra Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri hocasının mezarını ziyâret ederken, o adam da yakından geçiyordu. Hocasının sözleri hatırına gelerek hemen yanına vardı. Ona hocasının kendisi hakkındaki sözlerini anlattı. Bunun üzerine o adam dedi ki: "Gel Bakalım! Mezarına varalım. Bana müslüman ol desin, ben de müslüman olayım!" dedi. Berâberce kabre vardılar. O anda kabirden şöyle bir ses işittiler: "Ey falan! Cehennem ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!" Adam bu sözü işitince, şehâdet getirip müslüman oldu.

 

BİR KERÂMET

 

Bir gün Sehl-i Tüsterî, son hastalık ânında,

Kendinden geçmiş hâlde, yatarken yatağında,

 

Sordu talebeleri: “Efendim yerinize,

Sizden sonra acabâ, kim vekil olur size?”

 

Gözlerini açarak, o an Sehl-i Tüsteri

Şâdıdil adındaki, bir kâfiri söyledi.

 

Etrafında olanlar, şaşıp hayret ettiler,

“Herhâlde hocamızın, aklı gitti” dediler.

 

“Bu kadar çok müslüman, âlim varken, o yine

Ne için bir kâfiri, geçiriyor yerine?”

 

Buyurdu ki: “Kalkınız, gürültü yapmayınız,

Şâdıdil’i acele, yanıma çağırınız!”

 

Çağırdılar ve geldi, Şâdıdil, huzuruna,

Yatağından doğrulup, buyurdu ki ona:

 

“Ey Şâdıdil, dinle ki, ölür isem ben şâyet,

Mimberime çıkıp da, insanlara sen va’z et.”

 

Şâdıdil de şaşırdı, “Peki” dedi cevâben,

Sonra Sehl-i Tüsterî, göç etti bu âlemden.

 

Üç gün sonra Şâdıdil, ikindi namazında,

Hazır bulunuyordu, cemâat arasında,

 

Zünnârını belinden, çıkarıp daha sonra,

Çıktı o gün mimbere, dedi ki insanlara:

 

 “Ey Sehl-i Tüsterî’nin, kıymetli cemâati,

O mübârek insanın işte bir kerâmeti.

 

Zîrâ o, birgün bana, demişti “Dinle beni!

Hâlâ îmân etmenin, zamanı gelmedi mi?”

 

Ey insanlar, bilin ki, şimdi geldi o zaman,

Ve ben de sizin gibi, işte oldum müslüman.”

 

Cemâat Şâdıdil’i, hayretle dinler iken,

O, şehâdet söyleyip, îmân etti gönülden.

 

Sehl-i Tüsterî hazretleri vefât edince, insanlar cenâze namazı için toplandı. O şehirde bir yahûdî vardı. Yaşı yetmişi aşmıştı. İniltileri duyunca, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cenâzeye bakınca yanındakilere; "Benim gördüğümü siz görüyor musunuz?" dedi. Ne görüyorsun dediklerinde; "Gökten inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum." dedi. Ve ardından Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.

Meşhûr hanım velîlerden Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) zamanında Mısır'da, Hıristiyan bir kadının, genç bir oğlu vardı. Bu genç, bir sefere çıktı ve yolda, esir düştü. Annesi kiliselere gidip çok araştırdı ise de, oğlundan bir haber alamadı. Bir gün kocasına, "Bu şehirde Seyyidet Nefîse isminde, duâsı makbûl bir hanım varmış, ona git. Belki çocuğumuzun bulunması için duâ eder. Eğer onun duâsı hürmetine oğlumuz bulunursa, ben de o hanımın dînini, İslâmiyeti kabûl edeceğim." dedi. Kocası gelip, Seyyidet Nefîse'yi buldu ve durumlarını anlattı. O da duâ etti. Adam eve gelip hanımına; "Oğlumuzun bulunması için duâ etti." dedi. Gece olunca evlerinin kapısı çalındı. Kadın kalkıp kapıyı açınca, oğluyla yüz yüze geldi. Kadın hem hayret etti, hem de çok sevinip, nasıl geldiğini sordu. Genç; "Nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum. Ancak, beni bağladıkları zincirin üzerinde bir el gördüm ve; "Bunu salın. Buna Seyyidet Nefîse şefâat etmiştir" diye bir ses duydum. Zincirlerim çözüldü ve birden kendimi burada buldum." diye anlattı. Gencin anlattıklarını dinliyen annesi hemen müslüman oldu.

Zâlim bir kimse, eziyet etmek için bir adamı çağırttı. O adam Seyyidet Nefîse'ye gidip, yardım istedi. Kurtulması için duâ ettikten sonra; "Gidiniz. Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözünden saklar." buyurdu. Adamcağız, zâlim kimsenin adamları ile berâber, onun huzûruna vardılar. Zâlim, "O kimse nerededir?" diye sordu. "Huzûrunuzda duruyor." dediler. "Benimle alay mı ediyorsunuz? Ben onu göremiyorum" dedi. Adamları; "Bu adam buraya gelmeden önce Seyyidet Nefîse'nin yanına gidip duâ istedi ve duâ aldı. "Gidiniz Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözlerinden saklar" buyurdu." dediler. Zâlim kimse bunları duyunca, demek ben zâlimim, dedi. Yaptığı işlere çok pişman oldu. Başını eğip tövbe ve istigfâr etti. Sonra başını kaldırdığında, o kimseyi karşısında gördü. Yanına çağırıp ona sarıldı. Kendisine kıymetli elbiseler ile başka hediyeler verip yolcu etti. Sonradan da Seyyidet Nefîse'ye yüz bin dirhem gönderip; "Bu, Allahü teâlâya tövbe etmesine vesîle olduğunuz kulun şükrân borcudur." dedi. O da bu paranın hepsini fakirlere dağıttı.

Seyyidet Nefîse hazretlerinin yahudî bir kadın komşusunun, bir kötürüm kızı vardı. Annesi hamama gitmek istedi. Kızı da onunla gitmek arzu edince annesi; "Olmaz, sen evde yalnız otur." dedi. Çocuk; "Bâri sen gelinceye kadar komşumuzun yanında kalayım." dedi. Kadın, Seyyidet Nefîse'ye gelip çocuğunun arzusunu bildirince o da izin verdi. Kadın çocuğunu getirip gösterilen bir odaya bıraktı ve kendisi de hamama gitti. Kötürüm kız otururken Seyyidet Nefîse diğer tarafta abdest alıyordu ve abdest suyu kötürüm kızın yanından akıyordu. Allahü teâlânın hikmeti, o kızın aklına, yanından akıp giden abdest suyundan biraz alıp ayaklarına sürmek geldi ve düşündüğünü yaptı.

Hemen sıhhate kavuştu. Sanki hiç hasta değilmiş gibi ayağa kalkıp yürümeye başladı. Seyyidet Nefîse olanlardan habersiz, öbür tarafta namaz kılıyordu. Kız, dışardan gelen seslerden, annesinin hamamdan geldiğini anlayınca, hemen evlerinin kapısına gidip kapıyı çaldı. Annesi kapıya gelip kim olduğunu sorunca; "Senin kızınım." dedi. Hemen kapıyı açıp, kızını sapa-sağlam karşısında görünce; "Nasıl oldu da iyileştin? Anlat!" dedi. Kız olanları anlatınca, kadın hüngür hüngür ağlayıp; "Vallahi bizim dînimiz bâtıldır. Onun dîni haktır." dedi. Hemen gidip, Seyyidet Nefîse'nin elini öptü. Ayaklarına kapandı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Seyyidet Nefîse de bu hâle sevinip, bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya hamd ve şükretti. Sonra kadın evine gitti. Kızın babasının ismi Eyyûb olup, kavminin ileri gelenlerinden idi. Akşam eve gelip kızının sağlam hâlini görünce, sevincinden aklı gidecek gibi oldu. Hanımı hâdiseyi ve müslüman olduğunu anlatınca, kendisinden geçer gibi oldu ve; "Yâ Rabbî! Sen dilediğine hidâyet verirsin. Vallahi, İslâm dîni haktır. Bizim şimdiye kadar bulunduğumuz din bâtıldır." dedi. Sonra Seyyidet Nefîse'nin hânesine gelip, yüzünü gözünü kapının eşiğine sürdü ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Kızın iyileşmesi ve annesinin, babasının müslüman olmaları hâdisesi, kısa zamanda her tarafa yayıldı ve komşu yahudilerden birçoğu îmân etti.

 

ALTMIŞ ABDEST ALMIŞTI

 

Bir gün Süfyân-ı Sevrî, âniden hastalandı,

Bir doktor getirdiler, lâkin hıristiyandı,

 

Bu hıristiyan doktor, duymuştu önce onu,

Bilirdi evliyâdan, bir kimse olduğunu.

 

Süfyân’ın hânesine, o doktor geldiğinde,

Sohbet etti onunla, tıp ilmi üzerinde.

 

Lâkin öyle bilgiler, verdi ki ona Süfyân,

Ağzı açık dinledi, Süfyân’ı hıristiyan.

 

Zîrâ hiç duymadığı, bilgilerdi onlar hep,

Çok hayretler içinde, kalmıştı bundan sebep.

 

Merak etti, bunları, nasıl biliyor diye,

Başladı daha sonra, onu muâyeneye.

 

Vücûdunu dinleyip, dedi: “Aman efendim!

Nasıl yaşıyorsunuz, buna çok hayret ettim.

 

Korkudan parça parça, olmuş ciğerleriniz,

İmkânsız bu durumda, sizin ömür sürmeniz.

 

Ben ki bunca senedir, tabîblik yapıyorum,

Böyle bir hâdiseye, ilk defâ rastlıyorum.

 

Tıp bilgisine göre, böyle olan ciğerle,

Değil ki yıllar yılı, yaşanmaz bir gün bile.”

 

Buyurdu ki: “Tıp ilmi, doğru söyler muhakkak,

Ve lâkin her şeye de, kadirdir cenâb-ı Hak.”

 

.

O hıristiyan doktor, düşündü, durdu biraz,

Süfyân’ın bu sözüne, etmedi hiç îtiraz.

 

Dedi ki: “Parça parça, olmuş böyle ciğerle,

Mâdem ki yaşadınız, sıhhatle, senelerle,

 

Öyleyse inandım ki, bu sizin dîniniz hak,

Ve elbette her şeye kadirdir cenâb-ı Hak.”

 

Kelime-i şehâdet, getirerek o zaman,

Süfyân’ın huzûrunda, hemen oldu müslüman.

 

Zamânın hükümdarı, işitince bu hâli,

Hem sevindi ve hem de, hayret etti bir hayli.

 

Dedi: “Doktor gitmişti, bir hastanın yanına,

Meğerse hasta gitmiş, doktorun ayağına.”

 

Ölüm hastalığında, çok karnı ağrıyordu,

Bu sebepten abdesti, sık sık bozuluyordu.

 

Fakat tekrar alırdı, her abdest bozuluşta,

En ufak bir gevşeklik, etmedi bu hususta.

 

Abdestliyken ölmeyi, arzû ediyordu hep,

Çok abdest almasına, bu idi esas sebep.

 

Bu yüzden altmış defâ, abdest aldı o gece,

Ve nihâyet vefâtı, çok yaklaştı böylece.

 

Buyurdu: “Vakit tamam, indirin yere beni.”

Derhâl îfâ ettiler, Süfyân’ın bu emrini.

 

Bu hâli dostlarına, söylemek maksadiyle,

Çıkınca, gördüler ki, cümle halk gelmiş bile.

 

Girdiler içeriye, o ara, gelen zevât,

Süfyân “Allah” diyerek, o anda etti vefât.

 

O arada gâibden, duyuldu bir ses yine:

“Takvâ sâhibi Süfyân, vâsıl oldu Rabbine.”

 

Birisi, rüyâsında, uçarken gördü onu,

Sordu bu dereceye, nasıl kavuştuğunu.

 

Buyurdu ki: “Allah'ın, her emir yasağına,

Uydum hassâsiyetle, büyük ve ufağına.”

 

Evliyânın büyüklerinden Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde gençlerin reisi idi. Bir gün arkadaşlarıyla birlikte, mecûsilerin taptıkları ateşin bulunduğu tapınağa geldiler. Arkadaşlarına, “Haydi içeri girelim. Mecûsiler ne yapıyorlar, ateşe nasıl tapıyorlar, bakalım.” dedi. İçeride güzel yüzlü bir gencin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî o gence, müslüman olmasını teklif etti. O genç, Şakîk-i Belhî’nin yanına gelip ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip, dışarı çıktılar. Şakîk-i Belhî; “Kendi kusurlarım sebebiyle bu mecûsi müslüman olmadı. Sözüm tesir etmedi.” diyerek, tövbe ve istigfâr eyledi. Hattâ, kusur ve günahlarının affı için ağladı, çok gözyaşı döktü. Uzun yıllar ilim öğrendi. Büyük âlimler arasına girdi. Allahü teâlânın katında sevilen kimselerden oldu. Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün talebeleriyle yine o mecûsilerin tapındığı yere geldiler. Talebelerine; “Geliniz mecûsileri görelim de, onlar gibi olmadığımız için Allahü teâlâya şükredelim.” buyurdu. İçeri girdiklerinde, ihtiyar bir mecûsinin ateşe tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî ona; “Niçin müslüman olmuyorsun? Güzel simâlı bir ihtiyarsın.” deyince, ihtiyar; “Bana İslâmı anlat.” dedi. Şakîk-i Belhî ona İslâmiyeti anlattı, o da müslüman oldu. Berâberce dışarı çıktılar. Giderken, Şakîk-i Belhî, yeni müslüman olan ihtiyara; “Filan târihte, mecûsilerin bu tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne hâldedir?” diye sordu. İhtiyar; “İşte ben o gencim.” dedi. Şakîk-i Belhî çok hayret etti ve; “Sana o zaman müslümanlığı anlattım, müslüman olmanı teklif ettim, kabûl etmedin. Şimdi anlattım, hemen müslüman oldun. Hikmeti nedir?” diye sordu. İhtiyar bunu şöyle cevaplandırdı: “O zaman senin sözün bana tesir etmedi. Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki, benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu arttırsın.” dedi. Oradakiler “Âmin” dediler.

Şakîk-i Belhî hazretlerine bir gün yolda bir gayr-i müslim dedi ki: “Bir kimse, kendisine rızık verdiği için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin bu yaptığı yalancılıktır.” Şakîk-i Belhî bunu duyunca yanındakilere; “Bu kimsenin söylediği sözü bir yere yazınız." buyurdu. O gayr-i müslim dedi ki: "Nasıl olur, senin gibi yüksek bir zât, benim gibi birinin söylediği sözü kaydeder mi?” Şakîk-i Belhî buyurdu ki: “Evet biz, kim olursa olsun doğruyu söyleyen kimsenin sözünü alır, kabûl ederiz. Peygamber efendimiz; “Hikmet, müminin gayb ettiği malıdır. Nerede bulursa alsın.” buyurdu. Bu sözler karşısında hayrette kalan gayr-i müslim; “Bana İslâmiyeti anlat. Ben de müslüman olacağım. Senin dînin hak dindir. Tevâzu ve hakkı kabûl etmeyi emretmektedir.” dedi ve müslüman oldu.

Meşhûr velîlerden Şeyh Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ali Dede isminde bir zât şöyle anlatmıştır: "Bir gün, meşhûr velîlerden Hasan Efendi ile birlikte bir yere gidiyorduk. Yol üzerinde gayr-i müslim bir kimseye rastladık. Merkebine yük yüklemiş gidiyordu. Hasan Efendi; "Ali Dede merkebin yükü nedir bir sor bakalım." dedi. Sorduğumda merkebin şarap yüklü olduğunu öğrendim ve; "Sultanım, şarapmış." dedim. "Söyle bir tas doldurup versin. dedi. Gidip gayr-i müslimden bir tas şarap aldım. Getirince; "Ali Dede iç!" dedi. Önce tereddüd etdim. Üçüncü defâ iç deyince, hatırıma şeyhin kerâmetinin zuhûr edebileceği geldi. İçmeye başladım. Fakat tastaki şarap bal şerbeti olmuştu. Bu durumu görünce hemen Hasan Efendinin elini öptüm. Şimdi tasta kalanı o şarap taşıyan gayr-i müslime ver." dedi. Götürüp verdim. Aldı içti. Hasan Efendinin kerâmetiyle şarabın bal şerbeti olduğunu gördü ve müslüman olmakla şereflendi."

Tâbiînin meşhûrlarından velî Ubeyde bin Muhâcir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdullah bin Yûsuf'dan şöyle nakledilmiştir: "Ebû Abdürrab Ubeyde bin Muhâcir köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim, nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine müslüman olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabûl etmedi. Ona çok iyilik ve ihsânlarda bulundu. Nihâyet bir Cumâ günü ikindi namazından sonra, annesinin müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı.

İstanbul’da yetişen büyük velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Apostol isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda, daha oraya varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol, müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.

Avrupa’da Kara Pehlivan ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiç kimsenin kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi İslâmiyetin şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti. Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı. O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.

Kara Pehlivan, bu zâtta gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip, talebeleri arasına katıldı.

Belbân isminde gayr-i müslim bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân (ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı. Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm edilmesini istedi.

Yahyâ Efendi hazretlerinin elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını elbet görürüz. Hak nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi için bir elbise verdi. O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı. Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun üzerine Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne çıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı. Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin. Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi. Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.” buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri, sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.

Tebe-i tâbiînin âlim ve velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Sâlih bin Mehdî şöyle anlatır: Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî) ile beraber Yahûdiyye beldesine gidiyorduk. Yolda bir hıristiyanla karşılaştık. O, hıristiyanın selâmını çok güzel bir şekilde aldı. Ona çok hürmet etti. “Nasıl olur da bir İslâm âlimi ve velî, bir kâfire böylesine hürmet eder?” diye düşündüm. Hıristiyan yanımızdan ayrılınca bunun sebebini sordum. “Bu nasrânî gözüken kimse, gizlice îmân etmiştir. Müderris olan kardeşim, dokuz talebesiyle birlikte bunun köyüne geldi. Bu adam da hizmetçisini gönderip köyde misâfir olup olmadığını araştırdı. Durumu anlayınca, bizzat kendisi gidip onları evine dâvet etti. Onlara izzet ve ikrâmda bulundu. Ayrıca içinde yüz bin dirhem bulunan bir keseyi yol harçlığı vermek istedi. Ama onlar; “Bizim ihtiyâcımız yoktur.” diyerek kabûl etmediler.” buyurdu.

Büyük velîlerden Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yaz aylarında bâzan Beykoz’daki Yûşâ Tepesi adı verilen mevkiye çadır kurarak, talebeleriyle sohbet ederlerdi. Birçok kerâmeti görüldü.

Beykoz’da kaldıkları günlerden bir gün huzûruna bir hıristiyan geldi ve ona; “Efendim! Gözlerim sizin gibisini görmedi. Ne zaman sizi görsem kalbim rahat eder, huzur bulurum. Başka yerde bu zevki tadamıyorum. Bu ne haldir, bu ne sırdır. Aklım bir türlü almıyor.” dedi ve sonra da o hıristiyan hidâyet nûruna kavuşup müslüman oldu.

Ziyâeddîn Gümüşhânevî hazretleri bir gün çayırlık bir yerde talebeleri ile sohbet ediyordu. O sırada oraya erkekli kadınlı bir grup yahûdî geldi. Berâberlerinde getirdikleri hasta bir kadını Ziyâeddîn hazretlerinin huzûruna koydular. Sonra da bir kenarda şarkı söylemeye başladılar. Bunun üzerine Ziyâeddîn hazretleri ayağa kalkıp oradan uzaklaşmak istedi. Yahûdî topluluğu onun uzaklaşmak istediğini görünce telaşlanıp; “Bu zât acabâ kime incindi. Biz onun için şarkılar söylüyoruz. Yanında olmakla bereketlenmek istiyoruz. Ne olur gitmesin, dursun ricâmız budur. Getirdiğimiz şu hastamıza bir duâ ediversin. Biz kendimizce ona hürmet etmek istemiştik. Onu bu hareketimizle üzeceğimizi bilmiyorduk. Ne olur bize merhamet edip duâ etse de hastamız iyi olsa.” dediler. Talebeler bu arzularını gidip Ziyâeddîn hazretlerine haber verdiler. Ziyâeddîn hazretleri merhamet edip onların bu arzularını kabûl etti. Sonra yahûdîler teker teker yanına yaklaştılar ve Ziyâeddîn hazretlerinin ellerinden öptüler. Hasta da yalvarmaya başladı. Herkesi bir heybet kapladı, ağlayıp titremeye başladılar. Yahûdîler bu hal karşısında Kelime-i şehâdet getirip îmân etmekle şereflendiler. Hastaları da şifâ buldu.