HİDÂYET (S - Z)
Tâbiîn devrinde Kûfe'de
yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi
teâlâ aleyh) zamânında Emevî vâlilerinden Haccâc, güvendiği bir kimseyi on kişi
ile Saîd bin Cübeyr'i çağırmaya gönderdi. Bir râhibin kilisesine geldiler. Saîd
bin Cübeyr'i o râhipten sordular. Râhip onlara yol gösterdi. Saîd bin Cübeyr'i
secdede buldular. Selâm verdiler. Başını secdeden kaldırdı. Namazını bitirip
selâmlarını aldı. Haccâc seni çağırıyor dediler. Allahü teâlâya hamd ve senâ,
Resûlüne salevât getirip on kişiyle beraber Haccâc'a gitmek üzere yola çıktı.
Râhibin bulunduğu kiliseye geldiler. Râhip onlara kilisenin etrafında arslan ve
başka yırtıcı hayvanlar olduğundan yukarı çıkmalarını söyledi. Saîd bin Cübeyr
çıkmadı. Râhip, herhalde kaçmak istiyorsun? dedi. Hayır, kaçmak istemiyorum.
Yalnız müslüman olmayanların evine girmek istemem, buyurdular. Yırtıcı hayvanlar
seni parçalar dediler. Allahü teâlâ, beni onların zararından muhafaza etmeye
kâdirdir. Sabaha kadar burada kalacağım buyurdu. Râhip on kişiye: "Siz yukarı
geliniz ve yaylarınızı kurup da salih kulu muhafaza etmek için bekleyiniz" dedi.
Gece oldu. Râhip ve on kişi, canavarların gelip Saîd bin Cübeyr'e sürünüp gidip
bir yerde oturduklarını, sonra aslanların da gelip aynı hareketi yaptığını
gördüler. Râhip sabahleyin aşağı inip müslüman oldu.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında bir gün
müslüman olmayan biri yoldan geçiyordu. talebelerine onu gösterip; "Bu adamda
müslümanlık alâmeti var!" buyurdu. Aradan birkaç sene geçtikten sonra Sehl-i
Tüsterî hazretleri vefât ettiler. Talebelerinden biri hocasının mezarını ziyâret
ederken, o adam da yakından geçiyordu. Hocasının sözleri hatırına gelerek hemen
yanına vardı. Ona hocasının kendisi hakkındaki sözlerini anlattı. Bunun üzerine
o adam dedi ki: "Gel Bakalım! Mezarına varalım. Bana müslüman ol desin, ben de
müslüman olayım!" dedi. Berâberce kabre vardılar. O anda kabirden şöyle bir ses
işittiler: "Ey falan! Cehennem ehlinden, Cennet ehli daha üstündür!" Adam bu
sözü işitince, şehâdet getirip müslüman oldu.
BİR
KERÂMET
Bir gün
Sehl-i Tüsterî,
son hastalık ânında,
Kendinden geçmiş hâlde,
yatarken yatağında,
Sordu talebeleri: “Efendim
yerinize,
Sizden sonra acabâ, kim
vekil olur size?”
Gözlerini açarak, o an Sehl-i
Tüsteri
Şâdıdil adındaki, bir kâfiri
söyledi.
Etrafında olanlar, şaşıp
hayret ettiler,
“Herhâlde hocamızın, aklı
gitti” dediler.
“Bu kadar çok müslüman, âlim
varken, o yine
Ne için bir kâfiri,
geçiriyor yerine?”
Buyurdu ki: “Kalkınız,
gürültü yapmayınız,
Şâdıdil’i acele, yanıma
çağırınız!”
Çağırdılar ve geldi, Şâdıdil,
huzuruna,
Yatağından doğrulup, buyurdu
ki ona:
“Ey Şâdıdil, dinle ki, ölür
isem ben şâyet,
Mimberime çıkıp da,
insanlara sen va’z et.”
Şâdıdil de şaşırdı, “Peki”
dedi cevâben,
Sonra Sehl-i Tüsterî, göç
etti bu âlemden.
Üç gün sonra Şâdıdil, ikindi
namazında,
Hazır bulunuyordu, cemâat
arasında,
Zünnârını belinden, çıkarıp
daha sonra,
Çıktı o gün mimbere, dedi ki
insanlara:
“Ey Sehl-i Tüsterî’nin,
kıymetli cemâati,
O mübârek insanın işte bir
kerâmeti.
Zîrâ o, birgün bana, demişti
“Dinle beni!
Hâlâ îmân etmenin, zamanı
gelmedi mi?”
Ey insanlar, bilin ki, şimdi
geldi o zaman,
Ve ben de sizin gibi, işte
oldum müslüman.”
Cemâat Şâdıdil’i, hayretle
dinler iken,
O, şehâdet söyleyip, îmân
etti gönülden.
Sehl-i Tüsterî hazretleri
vefât edince, insanlar cenâze namazı için toplandı. O şehirde bir yahûdî vardı.
Yaşı yetmişi aşmıştı. İniltileri duyunca, ne oluyor diye dışarı çıktı. Cenâzeye
bakınca yanındakilere; "Benim gördüğümü siz görüyor musunuz?" dedi. Ne
görüyorsun dediklerinde; "Gökten inip, cenâze ile giden kimseler görüyorum."
dedi. Ve ardından Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Meşhûr hanım velîlerden
Seyyidet Nefîse (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) zamanında Mısır'da, Hıristiyan
bir kadının, genç bir oğlu vardı. Bu genç, bir sefere çıktı ve yolda, esir
düştü. Annesi kiliselere gidip çok araştırdı ise de, oğlundan bir haber alamadı.
Bir gün kocasına, "Bu şehirde Seyyidet Nefîse isminde, duâsı makbûl bir hanım
varmış, ona git. Belki çocuğumuzun bulunması için duâ eder. Eğer onun duâsı
hürmetine oğlumuz bulunursa, ben de o hanımın dînini, İslâmiyeti kabûl
edeceğim." dedi. Kocası gelip, Seyyidet Nefîse'yi buldu ve durumlarını anlattı.
O da duâ etti. Adam eve gelip hanımına; "Oğlumuzun bulunması için duâ etti."
dedi. Gece olunca evlerinin kapısı çalındı. Kadın kalkıp kapıyı açınca, oğluyla
yüz yüze geldi. Kadın hem hayret etti, hem de çok sevinip, nasıl geldiğini
sordu. Genç; "Nasıl geldiğimi ben de bilmiyorum. Ancak, beni bağladıkları
zincirin üzerinde bir el gördüm ve; "Bunu salın. Buna Seyyidet Nefîse şefâat
etmiştir" diye bir ses duydum. Zincirlerim çözüldü ve birden kendimi burada
buldum." diye anlattı. Gencin anlattıklarını dinliyen annesi hemen müslüman
oldu.
Zâlim bir kimse, eziyet
etmek için bir adamı çağırttı. O adam Seyyidet Nefîse'ye gidip, yardım istedi.
Kurtulması için duâ ettikten sonra; "Gidiniz. Allahü teâlâ seni zâlimlerin
gözünden saklar." buyurdu. Adamcağız, zâlim kimsenin adamları ile berâber, onun
huzûruna vardılar. Zâlim, "O kimse nerededir?" diye sordu. "Huzûrunuzda
duruyor." dediler. "Benimle alay mı ediyorsunuz? Ben onu göremiyorum" dedi.
Adamları; "Bu adam buraya gelmeden önce Seyyidet Nefîse'nin yanına gidip duâ
istedi ve duâ aldı. "Gidiniz Allahü teâlâ seni zâlimlerin gözlerinden saklar"
buyurdu." dediler. Zâlim kimse bunları duyunca, demek ben zâlimim, dedi. Yaptığı
işlere çok pişman oldu. Başını eğip tövbe ve istigfâr etti. Sonra başını
kaldırdığında, o kimseyi karşısında gördü. Yanına çağırıp ona sarıldı. Kendisine
kıymetli elbiseler ile başka hediyeler verip yolcu etti. Sonradan da Seyyidet
Nefîse'ye yüz bin dirhem gönderip; "Bu, Allahü teâlâya tövbe etmesine vesîle
olduğunuz kulun şükrân borcudur." dedi. O da bu paranın hepsini fakirlere
dağıttı.
Seyyidet Nefîse
hazretlerinin yahudî bir kadın komşusunun, bir kötürüm kızı vardı. Annesi hamama
gitmek istedi. Kızı da onunla gitmek arzu edince annesi; "Olmaz, sen evde yalnız
otur." dedi. Çocuk; "Bâri sen gelinceye kadar komşumuzun yanında kalayım." dedi.
Kadın, Seyyidet Nefîse'ye gelip çocuğunun arzusunu bildirince o da izin verdi.
Kadın çocuğunu getirip gösterilen bir odaya bıraktı ve kendisi de hamama gitti.
Kötürüm kız otururken Seyyidet Nefîse diğer tarafta abdest alıyordu ve abdest
suyu kötürüm kızın yanından akıyordu. Allahü teâlânın hikmeti, o kızın aklına,
yanından akıp giden abdest suyundan biraz alıp ayaklarına sürmek geldi ve
düşündüğünü yaptı.
Hemen sıhhate kavuştu. Sanki
hiç hasta değilmiş gibi ayağa kalkıp yürümeye başladı. Seyyidet Nefîse
olanlardan habersiz, öbür tarafta namaz kılıyordu. Kız, dışardan gelen
seslerden, annesinin hamamdan geldiğini anlayınca, hemen evlerinin kapısına
gidip kapıyı çaldı. Annesi kapıya gelip kim olduğunu sorunca; "Senin kızınım."
dedi. Hemen kapıyı açıp, kızını sapa-sağlam karşısında görünce; "Nasıl oldu da
iyileştin? Anlat!" dedi. Kız olanları anlatınca, kadın hüngür hüngür ağlayıp;
"Vallahi bizim dînimiz bâtıldır. Onun dîni haktır." dedi. Hemen gidip, Seyyidet
Nefîse'nin elini öptü. Ayaklarına kapandı. Kelime-i şehâdet getirip müslüman
oldu. Seyyidet Nefîse de bu hâle sevinip, bu ihsânından dolayı Allahü teâlâya
hamd ve şükretti. Sonra kadın evine gitti. Kızın babasının ismi Eyyûb olup,
kavminin ileri gelenlerinden idi. Akşam eve gelip kızının sağlam hâlini görünce,
sevincinden aklı gidecek gibi oldu. Hanımı hâdiseyi ve müslüman olduğunu
anlatınca, kendisinden geçer gibi oldu ve; "Yâ Rabbî! Sen dilediğine hidâyet
verirsin. Vallahi, İslâm dîni haktır. Bizim şimdiye kadar bulunduğumuz din
bâtıldır." dedi. Sonra Seyyidet Nefîse'nin hânesine gelip, yüzünü gözünü kapının
eşiğine sürdü ve Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu. Kızın iyileşmesi ve
annesinin, babasının müslüman olmaları hâdisesi, kısa zamanda her tarafa yayıldı
ve komşu yahudilerden birçoğu îmân etti.
ALTMIŞ ABDEST ALMIŞTI
Bir gün
Süfyân-ı Sevrî,
âniden hastalandı,
Bir doktor getirdiler, lâkin
hıristiyandı,
Bu hıristiyan doktor,
duymuştu önce onu,
Bilirdi evliyâdan, bir kimse
olduğunu.
Süfyân’ın hânesine, o doktor
geldiğinde,
Sohbet etti onunla, tıp ilmi
üzerinde.
Lâkin öyle bilgiler, verdi
ki ona Süfyân,
Ağzı açık dinledi, Süfyân’ı
hıristiyan.
Zîrâ hiç duymadığı,
bilgilerdi onlar hep,
Çok hayretler içinde,
kalmıştı bundan sebep.
Merak etti, bunları, nasıl
biliyor diye,
Başladı daha sonra, onu
muâyeneye.
Vücûdunu dinleyip, dedi:
“Aman efendim!
Nasıl yaşıyorsunuz, buna çok
hayret ettim.
Korkudan parça parça, olmuş
ciğerleriniz,
İmkânsız bu durumda, sizin
ömür sürmeniz.
Ben ki bunca senedir,
tabîblik yapıyorum,
Böyle bir hâdiseye, ilk defâ
rastlıyorum.
Tıp bilgisine göre, böyle
olan ciğerle,
Değil ki yıllar yılı,
yaşanmaz bir gün bile.”
Buyurdu ki: “Tıp ilmi, doğru
söyler muhakkak,
Ve lâkin her şeye de,
kadirdir cenâb-ı Hak.”
.
O hıristiyan doktor,
düşündü, durdu biraz,
Süfyân’ın bu sözüne, etmedi
hiç îtiraz.
Dedi ki: “Parça parça, olmuş
böyle ciğerle,
Mâdem ki yaşadınız,
sıhhatle, senelerle,
Öyleyse inandım ki, bu sizin
dîniniz hak,
Ve elbette her şeye kadirdir
cenâb-ı Hak.”
Kelime-i şehâdet, getirerek
o zaman,
Süfyân’ın huzûrunda, hemen
oldu müslüman.
Zamânın hükümdarı, işitince
bu hâli,
Hem sevindi ve hem de,
hayret etti bir hayli.
Dedi: “Doktor gitmişti, bir
hastanın yanına,
Meğerse hasta gitmiş,
doktorun ayağına.”
Ölüm hastalığında, çok karnı
ağrıyordu,
Bu sebepten abdesti, sık sık
bozuluyordu.
Fakat tekrar alırdı, her
abdest bozuluşta,
En ufak bir gevşeklik,
etmedi bu hususta.
Abdestliyken ölmeyi, arzû
ediyordu hep,
Çok abdest almasına, bu idi
esas sebep.
Bu yüzden altmış defâ,
abdest aldı o gece,
Ve nihâyet vefâtı, çok
yaklaştı böylece.
Buyurdu: “Vakit tamam,
indirin yere beni.”
Derhâl îfâ ettiler,
Süfyân’ın bu emrini.
Bu hâli dostlarına, söylemek
maksadiyle,
Çıkınca, gördüler ki, cümle
halk gelmiş bile.
Girdiler içeriye, o ara,
gelen zevât,
Süfyân “Allah” diyerek, o
anda etti vefât.
O arada gâibden, duyuldu bir
ses yine:
“Takvâ sâhibi Süfyân, vâsıl
oldu Rabbine.”
Birisi, rüyâsında, uçarken
gördü onu,
Sordu bu dereceye, nasıl
kavuştuğunu.
Buyurdu ki: “Allah'ın, her
emir yasağına,
Uydum hassâsiyetle, büyük ve
ufağına.”
Evliyânın büyüklerinden
Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençliğinde gençlerin reisi idi.
Bir gün arkadaşlarıyla birlikte, mecûsilerin taptıkları ateşin bulunduğu
tapınağa geldiler. Arkadaşlarına, “Haydi içeri girelim. Mecûsiler ne yapıyorlar,
ateşe nasıl tapıyorlar, bakalım.” dedi. İçeride güzel yüzlü bir gencin ateşe
tapınmakta olduğunu gördüler. Şakîk-i Belhî o gence, müslüman olmasını teklif
etti. O genç, Şakîk-i Belhî’nin yanına gelip ona bir tokat vurdu. Şakîk-i Belhî
ve arkadaşları buna bir mânâ veremeyip, dışarı çıktılar. Şakîk-i Belhî; “Kendi
kusurlarım sebebiyle bu mecûsi müslüman olmadı. Sözüm tesir etmedi.” diyerek,
tövbe ve istigfâr eyledi. Hattâ, kusur ve günahlarının affı için ağladı, çok
gözyaşı döktü. Uzun yıllar ilim öğrendi. Büyük âlimler arasına girdi. Allahü
teâlânın katında sevilen kimselerden oldu. Aradan uzun yıllar geçmişti. Bir gün
talebeleriyle yine o mecûsilerin tapındığı yere geldiler. Talebelerine; “Geliniz
mecûsileri görelim de, onlar gibi olmadığımız için Allahü teâlâya şükredelim.”
buyurdu. İçeri girdiklerinde, ihtiyar bir mecûsinin ateşe tapınmakta olduğunu
gördüler. Şakîk-i Belhî ona; “Niçin müslüman olmuyorsun? Güzel simâlı bir
ihtiyarsın.” deyince, ihtiyar; “Bana İslâmı anlat.” dedi. Şakîk-i Belhî ona
İslâmiyeti anlattı, o da müslüman oldu. Berâberce dışarı çıktılar. Giderken,
Şakîk-i Belhî, yeni müslüman olan ihtiyara; “Filan târihte, mecûsilerin bu
tapınağında bir genç vardı. Şimdi ne hâldedir?” diye sordu. İhtiyar; “İşte ben o
gencim.” dedi. Şakîk-i Belhî çok hayret etti ve; “Sana o zaman müslümanlığı
anlattım, müslüman olmanı teklif ettim, kabûl etmedin. Şimdi anlattım, hemen
müslüman oldun. Hikmeti nedir?” diye sordu. İhtiyar bunu şöyle cevaplandırdı: “O
zaman senin sözün bana tesir etmedi. Şimdi ise o kadar temiz ve nurlusun ki,
benim pislik ve zulmetimi giderip temizledin. Allahü teâlâ da senin nûrunu
arttırsın.” dedi. Oradakiler “Âmin” dediler.
Şakîk-i Belhî hazretlerine
bir gün yolda bir gayr-i müslim dedi ki: “Bir kimse, kendisine rızık verdiği
için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin bu yaptığı yalancılıktır.”
Şakîk-i Belhî bunu duyunca yanındakilere; “Bu kimsenin söylediği sözü bir yere
yazınız." buyurdu. O gayr-i müslim dedi ki: "Nasıl olur, senin gibi yüksek bir
zât, benim gibi birinin söylediği sözü kaydeder mi?” Şakîk-i Belhî buyurdu ki:
“Evet biz, kim olursa olsun doğruyu söyleyen kimsenin sözünü alır, kabûl ederiz.
Peygamber efendimiz; “Hikmet, müminin gayb ettiği malıdır. Nerede bulursa
alsın.” buyurdu. Bu sözler karşısında hayrette kalan gayr-i müslim; “Bana
İslâmiyeti anlat. Ben de müslüman olacağım. Senin dînin hak dindir. Tevâzu ve
hakkı kabûl etmeyi emretmektedir.” dedi ve müslüman oldu.
Meşhûr velîlerden Şeyh
Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ali Dede isminde bir zât
şöyle anlatmıştır: "Bir gün, meşhûr velîlerden Hasan Efendi ile birlikte bir
yere gidiyorduk. Yol üzerinde gayr-i müslim bir kimseye rastladık. Merkebine yük
yüklemiş gidiyordu. Hasan Efendi; "Ali Dede merkebin yükü nedir bir sor
bakalım." dedi. Sorduğumda merkebin şarap yüklü olduğunu öğrendim ve; "Sultanım,
şarapmış." dedim. "Söyle bir tas doldurup versin. dedi. Gidip gayr-i müslimden
bir tas şarap aldım. Getirince; "Ali Dede iç!" dedi. Önce tereddüd etdim. Üçüncü
defâ iç deyince, hatırıma şeyhin kerâmetinin zuhûr edebileceği geldi. İçmeye
başladım. Fakat tastaki şarap bal şerbeti olmuştu. Bu durumu görünce hemen Hasan
Efendinin elini öptüm. Şimdi tasta kalanı o şarap taşıyan gayr-i müslime ver."
dedi. Götürüp verdim. Aldı içti. Hasan Efendinin kerâmetiyle şarabın bal şerbeti
olduğunu gördü ve müslüman olmakla şereflendi."
Tâbiînin meşhûrlarından velî
Ubeyde bin Muhâcir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak, Abdullah bin Yûsuf'dan şöyle nakledilmiştir: "Ebû Abdürrab Ubeyde bin
Muhâcir köleleri satın alır, sonra serbest bırakırdı. Bir gün Rum asıllı ihtiyar
bir köle kadını satın aldı, serbest bıraktı. İhtiyar kadın, nereye gideceğim,
nerede barınayım bilmiyorum dedi. Bunun üzerine o ihtiyar kadını kendi evinde
kalması için evine gönderdi. Akşam evine gidince, o ihtiyar kadınla birlikte
akşam yemeğini yediler. Sonra da kim olduğunu, nereden getirildiğini sormaya
başladı. Kadın Rumca konuşuyordu. Sonunda o kadın annesi çıktı. Buna çok sevinip
oralara çeşitli vesilelerle getirilen ve kendisine kavuşan annesine müslüman
olmasını söyledi. Fakat kadın ilk anda kabûl etmedi. Ona çok iyilik ve
ihsânlarda bulundu. Nihâyet bir Cumâ günü ikindi namazından sonra, annesinin
müslüman olduğunu müjdelediler. Buna o kadar sevindi ki, şükür secdesine
kapanıp, güneş batıncaya kadar secdede kaldı.
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Apostol
isminde hıristiyan bir komşusu vardı. Bir gün bu Apostol, denizde fırtınaya
tutuldu. Kendisi hıristiyan olduğu hâlde, Yahyâ Efendinin hürmetine duâ ederek
kurtuldu. Evine gelince, Yahyâ Efendiye hediye götürmek istedi. Kendi
âdetlerince, mühim ve kıymetli hediye sayılan yıllanmış şarap alarak Yahyâ
Efendinin dergâhına gitmek için yola çıktı. Getirdiği şarap, dergâhın yokuşunda,
daha oraya varmadan nar suyu hâline döndü. Bu apaçık kerâmetleri gören Apostol,
müslüman olmakla şereflenip, Ali ismini aldı. Arsasını Yahyâ Efendiye hediye
etti ve kendisi de onun talebeleri arasına katıldı. Bu zât, Yahyâ Efendi ile
aynı türbede, onun kabrinin ayak ucunda yatmaktadır.
Avrupa’da Kara Pehlivan
ismiyle meşhûr ve bütün güreşçileri yenen gayr-i müslim bir güreşçi vardı. Bu
güreşçi bir ara İstanbul’a geldi. Bütün güreşçilere meydan okuyor, hiç kimsenin
kendisiyle güreşmeye cesâret edemeyeceğini söylüyordu. Yahyâ Efendi İslâmiyetin
şerefini, vekarını korumak için, güreşmek üzere o meşhûr pehlivanın karşısına
çıktı. Kendisi daha önce hiç güreşmezdi. Herkes bu duruma çok hayret etti.
Pehlivanlar meydana çıktığında, binlerce insan merak dolu bakışlarla ve endişe
ile netîceyi bekliyorlardı. Nihâyet Yahyâ Efendi, Kara Pehlivan ile karşılaştı.
O meşhûr, mağrûr ve kendini beğenen Kara Pehlivan’ı bir elense ile yeniverdi.
Kara Pehlivan, bu zâtta
gördüğü kuvvetin normal bir şey olmadığını, bu hâlin o büyük zâtın bir kerâmeti
olduğunu anladı. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Gönlü âdetâ Yahyâ
Efendiye bağlanıp kaldı. Nihâyet onun huzûrunda müslüman olmakla şereflenip,
talebeleri arasına katıldı.
Belbân isminde gayr-i müslim
bir çobanın sürüsünden, iki koyun kaybolmuştu. Kaybolan koyunlar, Yahyâ
Efendinin dergâhının bahçesine gelmişlerdi. Çoban, koyunlarını bütün
aramalara rağmen bulamadı. Nihâyet orada bulunduklarını öğrenip, doğruca dergâha
geldi. Yahyâ Efendinin, müslümanların büyük bir âlimi ve velîsi olduğunu
işitmişti. “Acabâ bana nasıl alâka gösterir, benimle ilgilenir mi, ilgilenmez
mi? Eğer benimle ilgilenir, aç ve yorgun olduğumu anlayıp; tâze ekmek, tereyağı
ve bal ikrâm ederse, onun hakîkaten büyük bir zât olduğunu anlarım.” gibi
düşünceler ile Yahyâ Efendinin huzûruna girdi. Yahyâ Efendi onu görünce, o daha
hiçbir şey söylemeden; “Bu kişi, koyunlarını ararken, dağ taş demeden dolanıp
çok yorulmuş ve acıkmıştır. Buna tâze ekmek, tereyağı ve bal getirin.” diye
hizmetçiye emretti. Emredilen yiyecekler, derhâl hazırlanıp getirildi. Ortaya
konunca, Yahyâ Efendi Belbân’a; “İşte sana tereyağı, mumlu bal ve tâze nân
(ekmek), Dilersen yağa ban, dilersen bala ban.” dedi ve tebessüm ederek, yemesi
için işâret etti. Belbân da o yiyeceklerden yedi. Gönlü ve kalbi yumuşadı.
Evliyânın lokması kalp hastalığına şifâ olmuştu. Bunun üzerine Belbân îmân
etmekle şereflenip müslüman oldu. Bu nîmetin şükrânesi olarak, Allah rızâsı
için, kendisinin olan o iki koyunun kesilmesini ve orada bulunanlara ikrâm
edilmesini istedi.
Yahyâ Efendi hazretlerinin
elbiselerini bir Rum terzi dikerdi. İsmi Kusta Usta idi. Yahyâ Efendi ona zaman
zaman; “Ey Kusta Usta! Küfür hâlinde olman uygun değil. Îmâna gelsen de seninle
bir kardeş olsak. Âhiret yolunda da yoldaş olsak, daha iyi değil mi?” derdi. O
da; “Sözleriniz doğrudur. Bir gün gelir başımızın yazısını elbet görürüz. Hak
nasîb ederse oluruz.” diye cevap verirdi. Yahyâ Efendi bir zaman terziye dikmesi
için bir elbise verdi. O da kısa zamanda biçip dikti ve Yahyâ Efendi
hazretlerine getirdi. Yahyâ Efendi onu eline alınca, ceplerini aramaya başladı.
Terzi Kusta Usta; “Bir noksanı mı var?” diye sordu. Yahyâ Efendi de; “Onun bir
noksanı yoktur. Acabâ bunun ceplerini dikmediniz mi?” diye sordu. Bunun üzerine
Kusta Usta; “Efendim! Cebini dikmiştim. Cep ağızları dikişlidir. Verin bana
ağızlarını açayım.” dedi. O zaman Yahyâ Efendi, ona; “Ellerini ceplerine sok ne
çıkar, ne bulursan senin olsun.” buyurdu. Terzi Kusta bu söze bir mânâ veremeyip
şaşırdı ve ellerini, ipliklerini söktüğü ceplere soktu. Bir avuç altın çıkardı.
Kusta Usta’nın aklı başından gitti ve kendisini bir titreme aldı. Sonra Yahyâ
Efendinin ellerine sarıldı ve; “Ey Allah’ın sevgili kulu! Bana yardım edin.
Mümin olma zamânım geldi. Îmân etmek istiyorum. Bana îmânı öğretiniz.” dedi.
Yahyâ Efendi onun başına kendi tülbendini sardı ve; “Artık ismin Ali Usta oldu.”
buyurdu. Ali Efendi Kelime-i şehâdeti söyleyip Yahyâ Efendinin talebeleri,
sevdikleri arasına girdi ve dergâhta ömür boyu hizmet etti.
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak, Sâlih bin Mehdî şöyle anlatır: Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî)
ile beraber Yahûdiyye beldesine gidiyorduk. Yolda bir hıristiyanla
karşılaştık. O, hıristiyanın selâmını çok güzel bir şekilde aldı. Ona çok hürmet
etti. “Nasıl olur da bir İslâm âlimi ve velî, bir kâfire böylesine hürmet eder?”
diye düşündüm. Hıristiyan yanımızdan ayrılınca bunun sebebini sordum. “Bu
nasrânî gözüken kimse, gizlice îmân etmiştir. Müderris olan kardeşim, dokuz
talebesiyle birlikte bunun köyüne geldi. Bu adam da hizmetçisini gönderip köyde
misâfir olup olmadığını araştırdı. Durumu anlayınca, bizzat kendisi gidip onları
evine dâvet etti. Onlara izzet ve ikrâmda bulundu. Ayrıca içinde yüz bin dirhem
bulunan bir keseyi yol harçlığı vermek istedi. Ama onlar; “Bizim ihtiyâcımız
yoktur.” diyerek kabûl etmediler.” buyurdu.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri yaz aylarında
bâzan Beykoz’daki Yûşâ Tepesi adı verilen mevkiye çadır kurarak, talebeleriyle
sohbet ederlerdi. Birçok kerâmeti görüldü.
Beykoz’da kaldıkları
günlerden bir gün huzûruna bir hıristiyan geldi ve ona; “Efendim! Gözlerim sizin
gibisini görmedi. Ne zaman sizi görsem kalbim rahat eder, huzur bulurum. Başka
yerde bu zevki tadamıyorum. Bu ne haldir, bu ne sırdır. Aklım bir türlü
almıyor.” dedi ve sonra da o hıristiyan hidâyet nûruna kavuşup müslüman oldu.
Ziyâeddîn Gümüşhânevî
hazretleri bir gün çayırlık bir yerde talebeleri ile sohbet ediyordu. O sırada
oraya erkekli kadınlı bir grup yahûdî geldi. Berâberlerinde getirdikleri hasta
bir kadını Ziyâeddîn hazretlerinin huzûruna koydular. Sonra da bir kenarda şarkı
söylemeye başladılar. Bunun üzerine Ziyâeddîn hazretleri ayağa kalkıp oradan
uzaklaşmak istedi. Yahûdî topluluğu onun uzaklaşmak istediğini görünce
telaşlanıp; “Bu zât acabâ kime incindi. Biz onun için şarkılar söylüyoruz.
Yanında olmakla bereketlenmek istiyoruz. Ne olur gitmesin, dursun ricâmız budur.
Getirdiğimiz şu hastamıza bir duâ ediversin. Biz kendimizce ona hürmet etmek
istemiştik. Onu bu hareketimizle üzeceğimizi bilmiyorduk. Ne olur bize merhamet
edip duâ etse de hastamız iyi olsa.” dediler. Talebeler bu arzularını gidip
Ziyâeddîn hazretlerine haber verdiler. Ziyâeddîn hazretleri merhamet edip
onların bu arzularını kabûl etti. Sonra yahûdîler teker teker yanına yaklaştılar
ve Ziyâeddîn hazretlerinin ellerinden öptüler. Hasta da yalvarmaya başladı.
Herkesi bir heybet kapladı, ağlayıp titremeye başladılar. Yahûdîler bu hal
karşısında Kelime-i şehâdet getirip îmân etmekle şereflendiler. Hastaları da
şifâ buldu. |