|
HİDÂYET (M - N)
Evliyânın büyüklerinden
Mâlik bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında iki mecûsî kardeş
vardı. Ateşe taparlardı. Bir gün küçüğü büyüğüne; "Ey ağabey! Sen yetmiş üç sene
ben ise otuz beş senedir bu ateşe taparız. Gel bakalım kendisinden başkasına
tapmadığımız bu ilâhımız bizi yakacak mı? Eğer bizi yakmazsa devamlı ona tapar
gideriz. Eğer yakarsa ona tapmayı terk ederiz." dedi. Büyükçe bir ateş yaktılar.
Küçüğü büyüğüne; "İster sen önce elini ateşe koy, ister ben koyayım." dedi.
Büyük de; "Sen önce elini koy." diye karşılık verdi. Küçük elini ateşe uzatınca;
parmağı yandı ve elini geri çekti. Sonra; "Ah! Sana bu kadar sene ibâdet ederim.
Sen ise bana eziyet ediyorsun." dedi. Sonra ağabeyine; "Şimdi bizi doğru yola
ulaştıracak bir delile gidelim." dedi. İstişâre ile yola çıkıp, Mâlik bin
Dînâr'a gitmeye karar verdiler. Onu Basra'da bir yerde insanlara vâz ederken
buldular. Onu görünce büyüğü küçüğüne; "Ben müslüman olmayacağım. Zîrâ ömrümün
çoğu ateşe ibâdetle geçti gitti. Şâyet müslüman olursam, ev halkımın ve
akrabâlarımın beni ayıplamalarından korkarım. Ateşe tapmak, ayıplanmadan bana
daha sevgilidir." dedi. Küçük olan da ona; "Böyle yapma, onların ayıplamaları
bir zaman sonra unutulur gider, yok olur. Ateşe tapman ise kalır." dedi. Fakat
büyük olanı bunu dinlemedi. Geri döndü. Küçük kardeş, Mâlik bin Dînâr
hazretlerinin yanına gitti. Sonra da çoluğunu çocuğunu getirdi. Onun huzûrunda
oturdular. Küçük kardeş başından geçenleri anlattı ve kendilerine İslâmın
anlatılmasını istedi. Mâlik bin Dînâr hazretleri onlara, îmânı ve İslâmı
anlattı. Tesirli sözleriyle hep birlikte müslümanlığı kabul ettiler. Küçük
kardeş ehliyle birlikte huzûrundan ayrılmak istedi. Mâlik bin Dînâr onlara;
"Size yardım olarak müslümanlardan bir şeyler toplayıp vereyim." dedi. Onlar da
istemediklerini bildirdiler ve harâbe evlerine yöneldiler. Döndüklerinde
evlerini güzel, bakımlı buldular. İçeriye girdiler. Sabah olduğunda hanımı;
"Çarşıya git çalış. Akşam da kazandığınla süt al getir." dedi. Adamcağız gitti.
Lâkin ona kimse iş vermedi. O zaman kendi kendine; "Ben de Allah için
çalışırım." dedi. Orada harâbe bir yerde ibâdet etti. Akşam namazını kılınca eli
boş olarak evine döndü. Hanımı; "Niye bir şey getirmedin?" deyince; bugün bir
Melik için çalıştım. Lâkin bir ücret vermedi. Yarın veririm dedi, diye söyledi.
O gece aç yattılar. Sabahleyin yine çarşıya gitti. İş aradı. Lâkin yine
bulamadı. Dünkü yaptığı gibi yaptı. Akşam da yine eli boş döndü. Hanımının
sorusuna yine aynı şeyleri söyledi ve kendisi için çalıştığım Melik, Cumâ günü
ödeyecek dedi. Nihâyet Cumâ günü oldu. Çarşıya gitti. Yine iş aradı. Yine
bulamadı. İbâdet yerinde iki rekat namaz kıldı. Ellerini semâya kaldırıp; "Yâ
Rabbî! Bize İslâmı ikrâm ettin. Hidâyete yönelttin. Bu din hürmetine, bu mübârek
gün hürmetine kalbimden çoluk çocuğumun nafaka düşüncesini çıkar. Ben ehlimden
hayâ eder oldum. Onların hâlinin değişmesinden korkarım." dedi. Daha sonra öğle
namazı için câmiye gitti. Hakîkaten evlâdı açlık çekiyordu. Bu sırada yoksul
adamcağızın evine bir zât geldi ve kapılarını çaldı. Kadın çıktı. Bir de gördü
ki yüzü güzel, genç birisi elinde altından bir tabak ve üzeri bir mendil ile
örtülü bir şekilde duruyor. Kadına; "Buyurun bu sizindir. Zevcine söyle,
zevcinin iki günlük çalışmasının karşılığıdır. Eğer çalışmayı arttırırsa, biz de
arttırırız." dedi. Kadın tabağı aldı. İçinde bin dinar vardı. Birini alıp
sarrafa gitti. Sarraf hıristiyan idi. Altını tarttı. Oldukça ağır geldi. Sonra
üzerindeki süslemelere baktı. Onun dünyâ dînarlarından olmayıp, âhiret
dînarlarından olduğunu anladı. Kadına dönüp; "Bunu nereden buldun veya kimden
aldın?" deyince, kadın, olup bitenleri anlattı. O zaman hıristiyan; "Bana İslâmı
anlatıp öğretin." dedi. Kadın da îmân esaslarını öğretti. Sarraf müslüman oldu.
Sonra kadına bin dirhem verdi. Bunları nafaka yap. Bittiğinde bana haber ver."
dedi. Kadın onları aldı. Eve giderken alınacak gerekli şeyleri aldı. Yemek
pişirdi. Kocasını beklemeye başladı. O sırada mescidde ibâdetini bitirmişti.
Evine dönmek istedi. Mendilini yayıp iki rekat daha namaz kıldı. Sonra mendile
birkaç avuç toprak doldurdu. Sonra da kendi kendine; "Eğer hanım benden bir şey
sorarsa işte un. Al bununla bir şeyler pişir derim." düşüncesiyle evine geldi.
İçeri girdiğinde her tarafı dayalı döşeli buldu. Yemekler buram buram kokuyordu.
Mendilini kapı eşiğine koydu. Hanımının onu görmesini istemedi. Sonra gördüğü
şeylerden sordu. Kadın her şeyi olduğu gibi bir bir anlattı. Adam o zaman şükür
secdesine vardı. Kadın da ona mendille getirdiği şeyden sordu. Adam ona;
"Getirdiğim şeyden bana sorma?" dedi. Sonra mendili koyduğu yere gitti.
Getirdiği toprağı dökmek istedi. İçini açtığında, toprak, Allahü teâlânın
izniyle un hâline dönmüştü. Allahü teâlânın ikrâmından dolayı ikinci defâ
secdeye vardı. Vefâtına kadar Rabbine ibâdetle sâdık bir kul olarak yaşadı.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sofiyye-i aliyyenin de büyüklerindendir.
H.200 de Bağdat'ta vefât etti. Kabri başında yapılan duâ makbul ve müstecabdır.
İranlı hıristiyan bir anne
ve babanın çocuğu iken, hıristiyanlığı öğrenmesi için bir râhibe gönderildi.
Kardeşi Îsâ onun İslâma gelişini şöyle anlatmaktadır: "Ben ve kardeşim Ma'rûf
okula gidiyorduk. Hıristiyan idik. Hıristiyan râhip, çocuklara (Hâşâ) Allahü
teâlâ üçtür: Baba, Oğul, Ruh'ül kudûs derdi. Kardeşim Ma'rûf, Allah birdir
birdir diye bağırırdı. Râhib onu her tarafı yara bere içerisinde bırakacak
şekilde döverdi. Bu hal uzun zaman devâm etti. Nihâyet bir gün her tarafını
parçalar şekilde dövünce kaçtı. Ve bir daha dönmedi. Bunun üzerine annem ona
olan sevgisinden her gün gözyaşı dökerdi. "Eğer Allahü teâlâ oğlumu geri
gönderirse, o hangi dinde ise ben de o dîne gireceğim." derdi. Annesi böyle
ağlayıp gözleri yolları beklerken, evden kaçan Ma'rûf-ı Kerhî kendi hâlini şöyle
anlatmaktadır: "Ayaklarım şişmiş, elbiselerim parçalanmış bir halde Kûfe'ye
geldim. Âdetim mescidlerde kalmaktı. Bir mescide gittim. Orada mübârek, yüzü nur
saçan bir zâtın etrâfında bir kısım insanlar halka olmuş, onun anlattıklarını
dinliyorlardı. Cemâat o zâtı öyle dinliyorlardı ki, sanki başlarının üzerinde
kuş vardı da kaçmasın diye hareketsiz duruyorlardı. O zâta yaklaştım ve
dinledim. Şöyle diyordu: "Kim Allahü teâlâdan tamâmen yüz çevirirse, Allahü
teâlâ da ondan tamâmen yüz çevirir. Kim kalbiyle Allahü teâlâya kavuşmayı arzu
eder ve O'na koşarsa, Allahü teâlâ onu rahmetiyle karşılar. Bütün herkesin
kalbinde O'nun muhabbeti hâsıl olur, O'na gelirler. Derdlere ve belâlara sabır
eden kimseye de rahmetini ihsân eder." Bu zât Muhammed ibni Semmâk idi. Onun bu
sözleri kalbime çok tesir etti ve beni yaratan Allahü teâlâya yöneldim. Benim
gizli ve açık her şeyimi bilen, Rabbime kavuşmağı istedim. Allahü teâlâ da duâmı
kabûl buyurdu. Bu sırada İbn-i Semmâk âniden sustu. Sonra insana çok tesir eden
bir sesle "Bağdâtlı genç nerede?" diye sordu. Oradaki cemâat bana baktı. Çünkü
orada benden başka yabancı yoktu. Beni Şeyh İbn-i Semmâk'a götürdüler. İbn-i
Semmak başımı okşadı ve; "Merhabâ ey Rabbin'i arayan kişi! Merhabâ ey Allah'ın
sevgisine ve muhabbetine kavuşan kişi!" dedi. Bu sözleri işitince, babama beni
kötüleyen râhibi hatırladım ve ağlamaya başladım. Bunun üzerine "Sen ağlıyor
musun?" dedi: "Evet efendim" dedim ve râhibin sözünü hatırladım. Çünkü o râhip
hep hakâret ederek beni babama kötülerdi. Tam bu sırada; "Râhibin sözü mü?.."
diye sordu. Ben buna çok hayret ettim. Bunu nasıl biliyordu. "Evet." dedim.
Bana; "Allahü teâlâya duâ et. Senin duân müstecâbtır (kabûl olur)." buyurdu ve
ben de Allahü teâlâya duâ ettim. Daha sonra râhibin müslüman ve sâlih olup
sâlihler arasına karıştığını öğrendim. Sonra İbn-i Semmâk beni İmâm-ı Ali
Rızâ'ya götürdü. Durumu ona anlattı ve onun elinde müslüman oldum."
Müslüman olan ve ilim tahsil
eden Ma'rûf-ı Kerhî, uzun seneler sonra memleketine döndü. Büyük bir sabırla onu
bekleyen annesi bağrına bastıktan sonra hangi din üzeresin diye sordu. Ma'rûf,
İslâm dîni üzereyim deyince annesi; "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh." diyerek îmân ile şereflendi. Bunun üzerine bütün
âile müslüman oldu.
Ma'rûf-ı Kerhî dînin
emirlerini gözetmekte, ibâdette, haram ve şüphelilerden kaçmada çok meşhûr idi.
İmâm-ı Ali Rızâ'nın hizmetinde bulunmuş, O'nun çocuklarıyla beraber yaşamış ve
ehl-i beytten bilinmiştir. İmâm-ı Ali Rızâ; "Ma'rûf, huy ve muhabbet bakımından
ehl-i beyttendir. Fakat ırk ve neseb bakımından değil. Muhakkak o kerem ve izzet
bakımından, Selmân-ı Fârisî'nin ceddimize ilhak edilip ehl-i beytten sayıldığı
gibi, o da bize dâhil edilmiştir." buyurmuştur.
Âmir bin Abdullah el-Kerhî
hazretleri anlatır: Benim hıristiyan bir komşum vardı. Bir gün bana geldi ve "Ey
Ebâ Âmir, benim senin üzerinde komşuluk hakkım vardır. Senden bir ricâm var.
Beni bir evlat verip duâ etmesi için Allahü teâlânın sevgili bir kuluna
götürmedin" dedi. Bunun üzerine komşumu Ma'rûf-ı Kerhî hazretlerine götürdüm.
Onun durumunu ve ricâsını anlattım. Ma'rûf-i Kerhî de onu İslâm'a dâvet etti.
Müslüman olmasını istedi. Komşum; "Yâ Ma'rûf, benim hidâyetim senin elinde
değildir. Ancak Allahü teâlâ hidâyet eder, bir kimseyi doğru yola kavuşturur.
Ben senden duâ istemeğe geldim. Müslüman olmağa gelmedim." dedi. Bunun üzerine
Ma'rûf-ı Kerhî ellerini kaldırdı; "Allah'ım senden bu kimseye anne ve babasına
itâatkâr bir evlât vermeni istiyorum. Anne ve babası da onun elinde müslüman
olsun." diye duâ etti. Allahü teâlâ duâsını kabûl etti ve bu kimsenin bir oğlu
oldu. Bu çocuk zamanındaki çocuklardan ve akranlarından çok akıllı ve çok zekî
oldu. Büyüdüğü zaman babası onu bir râhibe götürdü. Ona hıristiyanlığı ve
İncil'i öğretmesini istedi. Râhip onu önüne oturttu. Kendisine bir yazı tahtası
verdi ve benim okuduğumu, söylediğim şeyleri söyle dedi. Bu çocuk; "Hayır
söylemem, dilim teslisi söylemeye (Allah üçtür demeye) kapalıdır. Kalbim ise,
Allahü teâlânın sevgisiyle meşgûldür." dedi. Râhip; "Ey oğlum ben sana bunu
sormadım." dedi. Çocuk; "Peki neyi sordun?" dedi. Râhip; "Ben sana, benden sorup
öğrenmek ve anlamak istediğin şeyi sordum." dedi. Bunun üzerine çocuk; "Aklımın
kabûl edeceği, zihnimin ve kalbimin idrak edeceği şeyi bana öğret." dedi. Râhip;
"Ey oğlum, ELİF de." diyerek alfabenin ilk harfini söyledi. Çocuk şiirle şöyle
dedi: "(Lafza-i celâlın başındaki) vasıl elifi her kalbi, ezelî ve ebedî
sıfatlar sâhibi olan sevgiliye (Allahü teâlâya) vasletti, kavuşturdu. Râhip;
"Oğlum BE de." diye söyledi. Çocuk yine şiirle! "BE, Allahü teâlânın BEKÂ (sonu
olmamak) sıfatının harfidir" dedi. Râhip, SE, CİM, HA ve bütün harfleri söyledi.
Çocuk da hepsine manzum ve o harflerle ilgili Allahü teâlânın sıfatlarını
anlatan şiirlerle cevap verdi. Bu cevapları duyunca râhip şaşırıp kaldı.
Kalbinde bir ürperti duydu ve kendisini bir titreme aldı. İslâm dîninin
dışındaki bütün dinlerin bâtıl olduğunu anladı. Râhipteki bu değişikliği görünce
genç:
Ağlatan, güldüren, öldüren,
dirilten bir Allah'a yemîn ederim ki,
O'nun kapısından başka bir
kapıya giden, mutlak zarar etmiştir.
Allahın rızâsından başka bir
şeyi maksûd edinenler yolunu şaşırmıştır.
Hakîki
maksad, Allahü teâlânın rızâsıdır. O'ndan başkasına gidenlere yazıklar olsun.
Af ve ihsân eden Allahü
teâlâ, O'ndan başkasından ne zarar gelir ne fayda.
Hâlık-ı âlem Allahım ne
âlâdır, ne âlâ kul isyân eder de, yine örter o aliyy-ül-âlâ.
Âlemde kendisinden başka rab
olmayan Allah, her noksanlıktan münezzehtir.
Sever kendisinin emirlerine,
nehiylerine uyanları ol münezzeh.
beyitlerini söyledi. Râhip
işittiği sözler karşısında aklı başından gitti. Bu çocuğun kendinden
konuşmadığını ve bu hikmetli sözleri söyletenin Allahü teâlâ olduğunu anladı.
İşte tam bu sırada içinden gelerek; "Eşhedü enlâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne
Muhammeden abdühû ve resûlüh." diyerek îmân etti. Sonra çocuğun elinden tutarak
babasına getirdi. Babası oğlunun râhiple beraber geldiğini görünce, ona doğru
yöneldiler. Râhibe bakınca yüzünde bir nur parladığını gördü. Râhibe; "Oğlumun
zekâsını nasıl buldun?" diye sordu. Râhip; "Onun sözlerine kulak ver." dedi.
Sonra söylediklerini babasına anlattı. Babası; "Muhtaçlara yardım eden Allahü
teâlâya yemîn ederim ki, bunlar ondan değildir. Bunlar Ma'rûf-ı Kerhî'nin duâsı
bereketiyledir. Onun kerâmetidir." dedi. Sonra; "Ey oğlum, senin vâsıtanla bizi
Cehennem'den kurtaran Allahü teâlâya hamdederim. Muhakkak ki biz çok kötü bir
halde idik, îmânsız idik" dedi ve Kelime-i şehâdet getirip, îmân etti. Sonra
bütün âilesi de müslüman oldu. Evlerindeki haçları kırdılar. Allahü teâlâ,
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri vasıtasıyla bunlara hidâyet nasîb etti ve Cehennem
ateşinden kurtardı.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen âlim ve velîlerin yirmi dokuzuncusu olan
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün yolda yürürken
bir hıristiyana nazar ve iltifât etti. Hıristiyan, feryâd edip cezbeye kapıldı
ve ağlayarak Mevlânâ'nın arkasından yürüdü. Hânekâha girdi. Müslüman oldu.
Saâdete kavuşanlara katıldı.
Evliyânın büyüklerinden
Midyen bin Ahmed el-Eşmûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
dergâhına yakın bir yerde, yahûdî bir doktor vardı. Bu doktor, zaman zaman
dergâha gelip, orada bulunanları ücretsiz olarak muâyene ederdi. Etraftan bâzı
kimseler de “Bu yahûdî doktoru dergâhına niye sokuyor?” diye Midyen Eşmûnî’yi
ayıplarlardı. Hattâ bir gün, bu düşüncelerini ona söylediler. O da bunlara; “Siz
o doktoru yahûdî zannedersiniz. Fakat birkaç gün daha sabredin, bakalım ne
göreceksiniz?” dedi. Bu hâdiseden az bir zaman geçmişti ki, o yahûdî doktor
müslüman oldu. Böylece Eşmûnî’nin, bu doktora niçin iltifât ettiği anlaşılmış
oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Hânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin zamânında Bağdât
vâlisi Mehmed Reşîd Paşa, Şam'a beşinci ordu komutanı olarak gelmişti. Mehmed
Reşîd Paşa, Fransız terbiyesi ile yetişmiş, İslâmiyetin yüksekliğini ve kemâlini
anlayamamış biriydi. Şam'a gelince, bir arefe günü, askerin et ihtiyâcı için
kurban pazarına gitmişti. Kurban pazarı, Muhammed Hânî'nin bulunduğu mescide
yakındı. Mehmed Reşîd Paşa, pazarda ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra,
kurbanların semiz olup olmadığına bakarken, elleri kirlendiğinden, abdest alınan
yerde ellerini yıkamak için mescide geldi. Bu sırada Muhammed Hânî abdest
alıyordu. Muhammed Hânî'nin üzerinde görülen vakar ve olgunluk alâmetleri,
Mehmed Reşîd Paşanın dikkatini çektiğinden, içinden elini öpmek geçti. Ancak
kendi kendine; "Böyle bir müslümanın elini nasıl öperim. Çünkü bunlar benim en
kızdığım kimseler." dedi. Bir müddet bu düşünceler içerisinde tereddüt
gösterdikten sonra karar verdi ve Muhammed Hânî hazretlerinin yanına gidip elini
öptü. Muhammed Hânî ona sâdece elini uzattı. O öptükten sonra elini çekti ve
abdestine devâm etti. Mehmed Reşîd Paşa da oradan ayrıldı. Fakat kalbi elini
öptüğü zâtla meşgûldü. Bir süre sonra Müşîr Mehmed Nâmık Paşa ile karşılaştı.
Ona olup bitenleri anlattı. Mehmed Nâmık Paşa; "O karşılaştığın zât, evliyâdan
Muhammed Hânî hazretleridir. Hattâ onu ziyâret ettiğim için sen beni
ayıplıyordun." deyince, Mehmed Reşîd Paşa; "Bu gibi zâtlar müslümanların iftihar
ettiği kimselerdir. Hamdolsun ben şu anda onun bereketi ve vesîlesi ile İslâm
dîninin yüceliğini, kemâlini ve hak bir din olduğunu anladım. Artık müslümanları
seviyorum. Allahü teâlâ onun vâsıtası ile bana hidâyet nasib eyledi." dedi.
Ondan sonra Mehmed Reşîd Paşa, Muhammed Hânî'yi ziyâret etmeye başladı. Hidâyete
kavuşmasına vesîle olduğu için Muhammed Hânî'ye hep teşekkür ediyordu.
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri şöyle
anlatır: "Bir defâsında deniz yolu ile uzak memleketlere seyahate çıkmıştım.
Gemimiz bir şehirde mola verdi. Vakit öğle üzeriydi. Namaz kılmak için harâb
olmuş bir mescide gittim. Oraya gayr-i müslim bir kimse de gelmiş etrâfı
seyrediyordu. Onunla biraz konuştuk. Peygamberlerden meydana gelen mûcizelerle,
evliyâdan hâsıl olan kerâmetlere inanmıyordu. Biz konuşurken, mescide birkaç
seyyah geldi. Namaza durdular. İçlerinden biri, yerdeki seccâdeyi alıp, havaya
doğru kaldırıp yere paralel durdurdu. Sonra üzerine çıkıp namazını kıldı.
Dikkatlice baktığımda, onun Hızır aleyhisselâm olduğunu anladım. Namazdan sonra
bana dönerek; "Bunu, şu münkir kimse için yaptım" dedi. Mûcize ve kerâmete
inanmıyan o gayr-i müslim, bu sözleri işitince insâf edip müslüman oldu."
YAKMAYAN
ATEŞ
Muhyiddîn-i Arabî,
zamânında bir kişi,
Felsefeyle îzâha, çalışırdı
her işi.
Açık mûcizeleri, ederdi o
hep inkâr,
Derdi ki: “Bu şeylere,
câhiller inanırlar.”
Geldi bir gün bu kişi,
Muhyiddîn-i Arabî’ye,
Kapıdan izin alıp ve girdi
içeriye,
Soğuk bir kış günüydü,
mangal vardı odada,
Şöyle söze başladı, bu
filozof orada.
“Bâzı câhil insanlar, şuna
inanırlarmış,
Nemrud Halîlullah'ı, bir gün
ateşe atmış.
Ve lâkin Halîlullah,
yanmamış o ateşte,
Bu işi akıl mantık, kabûl
etmiyor işte.
Ateşin özelliği, yakıcıdır
muhakkak
Böyle hurâfelere, câhil
inanır ancak.”
Üzüldü o velî zât onun bu
sözlerinden
Ona cevap olarak, kalktı
hemen yerinden,
Ateş dolu mangalı, alarak
ellerine,
Boşalttı tamamını, kilimin
üzerine.
Karıştırdı eliyle, hem de o
ateşleri,
Sonra da avuç avuç, mangala
döktü geri.
Bunu gören filozof, şaşırdı
hayretinden,
Dedi ki: “Bu gördüğüm,
gerçek mi hakîkaten.”
Peşinden buyurdu ki,
Muhyiddîn-i Arabî:
“Sok sen de şu ateşe, elini,
benim gibi.”
O dahî bir elini, uzatınca
ateşe
Ateşin şiddetinden, geri
çekti acele.
Çok hayret etmiş idi, o kişi
olanlardan,
Muhyiddîn-i Arabî, buyurdu
ki o zaman:
“Ateşin özelliği, yakıcıdır
ve fakat,
İbrahîm peygamberi, yakmadı,
bu hakîkat,
Bıçak da kesicidir, mantığa
bakar isek,
Ve fakat İsmâil’i, kesmedi,
bu da gerçek.
Sen yanlış biliyorsun,
hakîkat işte budur,
Her şey Hak teâlânın,
dilemesiyle olur.”
Pişman oldu o kişi, önceki
sözlerine,
Şehâdeti söyleyip, girdi
İslâm dînine.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) havuz başında
iken, bir şahıs; "Ey muhterem zât! Bu oturduğumuz yer Mîr Seyyîd Hüseyin'in
makâmıdır. Zamânında bu diyâr, onun emrinde idi" dedi. Muînüddîn-i Çeştî bunu
öğrenince; "Allahü teâlâya hamd olsun ki kardeşimin mülkünde bulunuyorum! Ecmîr
şehrinde putperestlere âit pek çok puthâne vardır. İnşâallah Peygamberimiz
Muhammed aleyhisselâmın işâret ve yardımı ile bunları yıkacağım." buyurdular.
Muînüddîn-i Çeştî geldiği bu
yerde oturuyordu. Hizmetçileri arada bir, inek satın alıp kesiyor ve birlikte
yiyorlardı. Bu durum ineğe tapanlar ve putperestler tarafından öğrenilince,
şiddetli bir kızgınlık ve düşmanlıkla kıvranmaya başladılar. Toplanıp, Muînüddîn-i
Çeştî ve talebelerini oradan çıkarmayı kararlaştırdılar. Nihâyet büyük bir
kalabalık hâlinde, ellerinde taş, sopa ve silâhlar olduğu hâlde üzerlerine
saldırdılar. Putperestler yanlarına geldikleri sırada, Muînüddîn-i Çeştî namaz
kılıyordu. Namazda iken, kocaman bir değirmen taşını üzerine yuvarladılar. Taş
üzerine gelmek üzere iken talebeleri haber verdiler. Bunun üzerine Muînüddîn-i
Çeştî selâm verip namazdan çıktı. Ayağa kalktı ve yerden bir avuç toprak aldı.
Âyet-el-kürsî'yi okuyup avucundaki toprağı gelen putperestlere doğru attı.
Atılan toprağın isâbet ettiği her putperest, olduğu yerde kaskatı kesilip,
hareket edemez hâle geldi. Ne yapacaklarını şaşırıp perişân oldular.
Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin kerâmetleri karşısında tutunamayan putperestler, savaşmaktan
vazgeçtiler. Puthânelerine dönüp gittiler ve âciz kaldıklarını belirterek
râhiplerinden yardım istediler. Râhib bir müddet susup, sonra; "Ey dostlarım!
Sizin o karşılaştığınız zât, kendi dîninde kemâlâta ulaşmış bir kimsedir. Onu
ancak sihir ve efsun yaparak yenerim." dedi. Bildiği bütün sihirleri yeniden
tâlim edip okudu. Sonra putperestlerin önüne düştü. Muînüddîn-i Çeştî'nin
bulunduğu yere doğru yürüdüler. Muînüddîn-i Çeştî'ye durum bildirilince; "Onun
sihri bâtıl bir iştir, hiç tesiri olmaz. İnşâallah onların râhibi doğru yola
girecek" buyurdu. Sonra namaza durdu. Yanlarına geldiklerinde, namaz kıldığını
gördüler. Hiç birinin yürümeye tâkatı kalmadı. Oldukları yerde donup kaldılar,
yaklaşamadılar. Muînüddîn-i Çeştî, namazını bitirince dönüp onlara baktı.
Önlerine düşüp gelen râhipleri, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin mübârek yüzünü
görünce, söğüt yaprağı gibi titremeye başladı. Bu hâlden kurtulmak için, her ne
kadar putlarının ismini söylemek, râm, râm demek istediyse de, ağzından hep
Rahîm, Rahîm, sesi çıkıyor, Allahü teâlânın ismini söylüyordu. Muînüddîn-i Çeştî
hazretleri, yanındakilerden birine bir bardak su verip, râhibe vermesini
söyledi. Râhip, verilen suyu alıp şevkle içti. İçer içmez gönlü temizlenip
müslüman oldu. Muînüddîn-i Çeştî, râhibin ismini Şâdî koydu.
Raca, bu hâdiseden sonra,
Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine karşı, Hindistan'ın en meşhûr sihirbâzı olan
Ecipâl'ı, Ecmir'e çağırdı. Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'ye doğru giderken yapmak
istediği sihri düşünüp hazırlamak istiyor, fakat aklına gelen sihiri hemen
unutuyordu. Bir türlü zihnini toplayıp, sihir yapma gücünü kendinde bulamadı.
Ecipâl, Muînüddîn-i Çeştî'nin yanına gelince, Muînüddîn hazretleri Şâdî'yi
yanına çağırdı ve bir bardak vererek; "Ey Şâdî! Şu bardağı al ve şu havuzdan
doldur. Doldururken, "Yâ Bedûh, de!" buyurdu. Şâdî "Yâ Bedûh!" diyerek bardağı
havuzun içine daldırdı. Bardak doldu, havuzda hiç su kalmadı. Bu kerâmet
karşısında putperestler, hayretler içinde kalıp, şaşkınlıklarından ne
yapacaklarını bilemediler.
Muînüddîn-i Çeştî'nin
kerâmeti karşısında âciz ve çâresiz kalındığını gören sihirbaz Ecipâl, geri
dönüp Raca'ya; "Bütün sihirbâzlar âciz kaldılar. Bu iş benim işimdir. Ancak ben
bu işi tek başıma başarırım." dedi. Fakat o da âciz kaldı. Sonunda, Muînüddîn-i
Çeştî hazretlerinin verdiği bir bardak suyu içince, hemen değişti, gönlü
aydınlanıp küfür ve sapıklıktan kurtuldu. Kelime-i şehâdet söyleyerek müslüman
oldu. Muînüddîn-i Çeştî'nin teveccühü ile yüksek makâmlara ve üstün derecelere
kavuştu.
Bütün bu hâdiseler, Ecmir
racası ve Hindistan'ın diğer racaları tarafından hayret ve şaşkınlıkla tâkib
edildi. Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin karşısında âciz ve çâresiz kaldılar.
Müslüman olup, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerine uymakla şereflenen Şâdî ve Ecipâl,
hocalarına; "Efendim, Ecmîr şehrinin ortasında bir yere yerleşmenizi, böylece
bütün halkın sizden istifâde etmesini arzu ediyoruz" dediler. Bu teklifleri
kabûl edildi. Muînüddîn-i Çeştî, Muhammed adında bir talebesine; "Git, şehrin
ortasında bizim için münâsib bir yer hazırla, oraya yerleşeceğiz." buyurunca,
emri yerine getirildi. Muînüddîn-i Çeştî, hazırlanan bu yerde dergâhını kurup,
talebeleriyle birlikte oraya yerleşti. Sonra, talebelerinden bir kaç kişiyi
Raca'ya gönderdi. Ona; "Ey katı kalbli kimse! Putperestliği bırak! Allahü
teâlâya îmân edip, müslüman ol! Yoksa hakîr, zelîl ve çok pişmân olur, âh
edersin" demelerini tenbîh etti. Talebeleri emir üzerine, Raca ile görüştüler.
Söylenilen sözleri aynen bildirdiler. Fakat Raca'nın kalbindeki zulmet kilidi
açılmadı ve aslâ îmân etmedi, müslüman olmaktan mahrum kaldı. Gelenleri geri
çevirdi.
Raca'yı İslâma dâvet etmek
için giden talebeler, Raca'nın kabûl etmemesi üzerine gelip, durumu Muînüddîn-i
Çeştî'ye bildirdiler. Bunun üzerine gözlerini yumup, bir müddet murâkabeye
daldı. Sonra gözlerini açıp; "Eğer bu bedbaht kimse, Allahü teâlâya îmân
etmezse, onu İslâm ordusunun askerlerine teslim ederim." buyurdu. Aradan kısa
bir müddet geçti. Gerçekten İslâm ordusu Ecmîr'e geldi.
Sultan Muizzüddîn (Şihâbüddîn)
Gûrî, Horasan'da bulunduğu sırada, rüyâsında Muînüddîn-i Çeştî hazretlerini
gördü. Onun huzûrunda edeble ayakta duruyordu. Muînüddîn-i Çeştî ona; "Şihâbüddîn!
Allahü teâlâ sana Hindistan sultânlığını ihsân etmiştir. Hemen bu tarafa doğru
harekete geç! Bedbaht Raca'yı tutup, cezâsını ver." buyurdu. Uyanınca hayrete
düşen Sultan Şihâbüddîn, rüyâsını fazîlet sâhibi âlimlere anlatıp, tâbirini
sordu. Âlimler; "Sana müjdeler olsun ey Sultan Şihâbüddîn, oraları
fethedeceksin! Endişelenme, gönlünü hoş tut. Muînüddîn-i Çeştî hazretleri sana
himmet edecek" dediler. Bunun üzerine Sultan Şihâbüddîn, ordusunu alıp,
Hindistan'a hareket etti. Hindistan'da Ecmîr racasının ordusuyla karşılaştı.
Şiddetli savaşlar yapıldı. Netîcede, Sultan Şihâbüddîn gâlip geldi ve Raca
yakalanıp esîr edildi. Sultan Şihâbüddîn ve ordusu, Muînüddîn-i Çeştî
hazretlerinin himmetiyle zaferden zafere koştu. Ecmîr'den Dehli üzerine yürüyen
İslâm ordusu, Dehli racası Pethûra'nın ordusunu mağlûb edip, kendisini esir
aldılar. Sultan Şihâbüddîn, Dehli'de saltanat tahtına oturdu. Dört-beş sene
kadar Hindistan'da kaldıktan sonra Gazne'ye döndü. Muînüddîn-iÇeştî
hazretlerinin himmet ve tasarruflarıyla, İslâmiyet, Hindistan'da her tarafa
yayıldı. Pekçok insan küfür hastalığından kurtulup, müslüman olmakla şereflendi.
Muînüddîn-i Çeştî'nin talebeleri ve bunların da talebeleri, Hindistan'da
asırlarca İslâma hizmet ettiler.
ATEŞ SİZİ
YAKACAK
Muînüddîn-i Çeştî,
kendi evinde her gün,
Yemek yedirir idi, fukaraya
her öğün.
Var idi bu iş için, hizmet
eden bir kişi,
Her gün yemek pişirip,
dağıtmaktı tek işi.
Para lâzım oldukça, bu işte
hizmetçiye,
Gelirdi çekinmeden,
Muînüddîn Çeştî’ye.
Namaz kıldığı yerde, bir
çekmece dururdu,
Onu çeker, içinde, hazîneler
bulurdu.
Alırdı kâfi miktar, günlük
ihtiyâcını,
Onunla erzak alır, yakardı
ocağını.
Var idi o zamanlar,
Bağdat’ta yedi kimse
Ateşe tapıyordu, onların
yedisi de,
Çekerlerdi hem dahi, her gün
sıkı riyâzet
Yâni nefislerine, ederlerdi
eziyyet.
Öyle yapmış idi ki, bu
riyâzet onları,
Altı ayda bir lokma, ekmekti
gıdâları.
Böyle açlık, susuzluk,
çekerek gün ve gece,
Bir hayli istidrâca,
kavuştular böylece.
Çok insanlar görerek,
onların bu hâlini,
Büyük zât bilirlerdi,
mâlesef herbirini.
Muînüddîn Çeştî’yi, işitip
bu kâfirler,
Onun ile tanışıp, görüşmek
istediler.
Geldiler bu maksatla,
bulunduğu ülkeye,
Sordular insanlara: “Hânesi
nerde?” diye.
Girdiler, oturdular,
karşısında bir yere,
Dehşete kapıldılar ve lâkin
birden bire.
Zîrâ henüz onlara, gelmişti
bir nazarı,
O an büyük bir korku,
kaplamıştı onları.
Peşinden bir titreme, aldı
bedenlerini,
Hemen kalkıp öptüler,
mübârek ellerini.
Buyurdu: “Siz Allah'tan, hiç
utanmaz mısınız?
Hak teâlâ dururken, ateşe
taparsınız?”
Dediler: “Biz ateşe,
tapıyoruz elbette,
Ki yakmasın bizleri, dünya
ve âhirette.”
Buyurdu: “Ey ahmaklar, ateş
mâbûd olur mu?
Hiç ateşe tapanlar,
yanmaktan kurtulur mu?
Zîrâ tek Allah vardır,
ibâdete müstehak,
Böyle îmân etmeyen,
yanacaktır muhakkak.
Siz eğer ki Allah'a,
koşarsanız böyle eş,
Dünyâ ve âhirette, yakar
sizi bu ateş.
Ben ise tek Allah'a,
inanırım şu anda,
Bu yüzden ateş beni, yakmaz
iki cihanda.”
Onlar hayret ederek,
dediler: “Öyle ise,
Bunun doğruluğunu, isbât et
şimdi bize.”
Onlar merak içinde, mübâreğe
bakarken,
O içerden getirdi, bir yığın
kor, yanarken,
Allah'a duâ edip, avuçladı
közleri,
Açık kaldı dehşetten,
kâfirlerin gözleri.
Hem de onun elinde, söndü
yanan ateşler,
Hayretle şâhid oldu, buna
ateşperestler.
Ve onlar görür görmez, bu
müthiş kerâmeti,
Nakşoldu kalblerine, İslâmın
muhabbeti.
Ve duydular gâibden, şöyle
söylendiğini:
“Ateşin gücü var mı, yaksın
senin elini.”
Onlar bütün bunları,
işiterek, görerek,
Hepsi îmân ettiler, şehâdet
getirerek.
Oldular yedisi de, makbûl
bir talebesi,
Hattâ kısa zamanda, evliyâ
oldu hepsi.
Nice kâfir kimseler, bir
bakmakla yüzüne,
O anda îmân edip, inanırdı
sözüne.
Kendisinin Bağdat’ta,
bulunduğu yıllarda,
Gayr-i müslim bir kişi,
kalmadı o diyârda.
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin Bedâyun'da çocukluktaki arkadaşı Hâce Hasan Sencerî
idi. 73 yaşında iken, Nizâmeddîn Evliyâ tarafından bu yola çekilmiştir. Bu durum
şöyle anlatılır: "Bir gün Nizâmeddîn Evliyâ, bâzı talebeleriyle berâber Hâce
Kutbeddîn Bahtiyâr Kâkî'nin türbesini ziyâretten dönüyorlardı. Yolda bâzı
türbelerin yanında Fâtiha okumak üzere durdular. O sırada çocukluk arkadaşı
Hasan Sencerî'yi çok neşeli bir hâlde gördü. Sencerî, Nizâmeddîn Evliyâ'yı ve
yanındakileri görünce, şu Fârisî şiir tercümesini alaylı bir şekilde okudu:
"Yıllarca berâber bulunduk, fakat senin sohbetinin bir faydası olmadı. Senin
acıman benim günahkâr hayâtımı düzeltmedi. O hâlde, benim günahkâr hayâtım,
senin acımandan daha kuvvetlidir." Nizâmed dîn Evliyâ gülerek; "Hasan, insanın
sohbetinin ve arkadaşlığının netice vermesi de zaman ister. Sohbetin etkisi,
insandan insana değişir" dedi. Bu sâde ve doğru sözler, Hasan Sencerî'nin
kalbine ok gibi işledi. O neşeli ve alaycı hâli birden kayboldu ve çocuk gibi
ağlamaya başladı. Büyük velînin önüne çöktü, geçmiş kötü hayâtı için tövbe etti
ve onun sâdık bir talebesi oldu. 1301 senesinden 1319 senesine kadar hocasından
duyduklarını kaydederek bir kitap yazdı ve bu kitaba Fevâid-ül-Fevâd ismini
verdi." |
|