HİDÂYET (E - İ)
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında
müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet
etti ise, müslümanlığı kabûl etmedi. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan,
malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman
başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine
rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müslüman
olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi.
Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman,
bir gün Ebû Saîd Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu. Yahûdî ortağı da
yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu.
Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım
neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim?
Yahûdî olduğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa
tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu.
Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe
doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan
da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı. Ebû Saîd Mîhenî'nin
yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti
kabûl edip, müslüman oldu. Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git.
Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz.
Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini
vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hayatta iken Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün
Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir
kaçını, Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve
Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür
beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi
kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi.
Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı
İyâd'ın yanında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm
verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd
Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye
sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan Mahmûd'a; "Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma
gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.
Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı
Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu.
Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd
bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı,
Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca,
Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O,
Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin
üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da,
Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü'l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb
gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan
hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu
olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak,
Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle
gelirlerdi." buyurdu.
KIR O
ŞİŞELERİ
Necâti Bey isminde, var idi
ki bir kişi,
Vaktiyle Adliye'de,
müfettişlikti işi.
İşte bu Necâti Bey,
vazîfeyle bir sene,
Bir Arefe gününde, gitti "Müks"
ilçesine,
Kendisi anlatır ki: Müks'e
vardığımda ben,
Bayram namazı için, câmiye
gittik hemen.
Kaymakam ve ilçenin, bâzı
mühim zâtları,
Baktım, namazdan sonra,
çıkardılar atları.
Tahmîn ettim, bir yere,
gidiliyordu derhâl,
"Bir yere yolculuk mu, var?"
diye ettim suâl.
Dediler: "Bayramlarda, şudur
ki âdetimiz,
Namazı müteâkip, Arvas'a
gideriz biz.
Orada Seyyid
Fehîm, diye var bir evliyâ,
Onu ziyâret edip, alırız hayır duâ."
Dedim ki: "Vaziyetim,
değilse de pek iyi,
Beni dahî götürün, göreyim o
velîyi."
"Olur" deyip bana da,
hazırladılar bir at,
Yola düştük ise de, bir hoş
oldum ben fakat.
Çünkü benim aslında, din ile
yoktu ilgim,
İslâmî husûslarda, yok idi
hiç bir bilgim.
Ayrıca da mâlesef,
mübtelâydım içkiye,
Şimdiyse gidiyorduk, bir
evliyâ kişiye.
Vaktâ ki sınırından, duhûl
ettik Arvas'ın,
Sanki başka bir âlem, zuhur
etti ansızın.
Ömrümde hiç böyle şey,
görmemiştim doğrusu,
Girince sardı bizi, sanki
"Cennet koku"su.
Alışkın olduğumdan, içkiye
ve lâkin ben,
Heybeme "iki şişe",
koymuştum ihtiyâten.
Zîrâ mübtelâ idim, içmeden
edemezdim,
İçmediğim zamanlar,
kararırdı gözlerim.
Varınca biraz sonra, Arvas
kabristanına,
Sakladım şişeleri, taşların
arasına.
Kimseye sezdirmeden,
yapmıştım ben bu işi,
Yol arkadaşlarımdan, görmedi
hiç bir kişi.
Orada "Fâtiha"lar, okuyarak
mevtâya,
Sonra gittik hepimiz, o
büyük evliyâya.
Huzûruna girip de, görür
görmez o zâtı,
Düşündüm ki "Var bunda,
sanki melek sıfatı.
Önce görmüş olduğum,
insanlardan değildir,
Bu çok büyük bir insan, bu
mürşid-i kâmildir,"
Kendisine gönülden teslîm
oldum bin aşkla,
Ellerine sarılıp, öptüm bir
iştiyâkla.
Büyük bir arzû ile, arz
ettim ki: "Efendim,
Bu tasavvuf yoluna, ben de
girmek isterim."
Gülerek buyurdu ki: "Bu,
böyle olmaz fakat,
Olur mu bir arada, şişe ile
bu hayat?
Gidip kabristandaki, kır o
iki şişeyi,
Ondan sonra gel bizden,
talep eyle bu şeyi."
"Peki efendim" deyip, birini
kırıp attım,
Her ihtimâle karşı, öbürünü
bıraktım.
Huzûruna gelince, buyurdu:
"Ey müfettiş,
Git, öbür şişeyi de, kır gel
ki, bitsin bu iş."
"Peki" dedim ve gidip,
kırdım öbürünü de,
Gelip tövbe eyledim, o
büyüğün önünde.
Çok memleket dolaştım, çok
âlim gördüm, fakat,
Görmedim hiç bir yerde, onun
gibi büyük zât.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tövbesinden önce,
hangi kervandan bir mal gasbetmişse, onların üzerine o kâfiledekilerin
isimlerini yazar ve mallarını saklardı. Tövbe ettikten sonra o malları
sâhiplerine götürüp helallaştı ve affını diledi.
Yalnız Ebîverd şehrinde bir
yahûdî hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir teklifi de kabûl etmiyor, Fudayl bin
İyâd'ı zor durumda bırakmak için olmayacak şartlar ileri sürüyordu. Ona; "Eğer
hakkımı helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir tepe var. O tepeyi
kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!" dedi.
Fudayl bin İyâd hakkını
helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya başladı. Hazret-i Fudayl'ın bu
gayreti sebebiyle Allahü teâlânın ihsânıyla, bir seher vakti rüzgâr çıktı ve
orayı dümdüz etti. Yahûdî bunu görünce hayretten dona kaldı. Bu sefer de;
"Benden aldığın malımı iâde etmedikçe hakkımı helal etmeyeceğim." diye yemin
etmiştim. Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl edebilmem
için oradan altınları alıp bana vermen lâzım." dedi. Yahûdî yastığın altına
çakıl taşları koymuştu. Fudayl elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın
izniyle, çakıl taşları altın olmuştu. Bir avuç altını yahûdîye verdi. Yahûdî
hayret içindeydi. "Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâmı anlat!" dedi.
Fudayl; "Bu ne haldir?" diye sorunca yahûdî şöyle anlattı: "Ben Tevrat'ta;
"Tövbesinde sâdık ve samîmî olanın elinde çakıl taşları altın olur." diye
okudum. Aslında yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihân için
öyle söylemiştim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu görünce anladım ki,
senin dînin haktır ve tövbende sâdıksın." dedi ve îmân edip, müslüman oldu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok seyâhat
ederdi. Bir gün halkı mecûsî, ateşperest olan bir yerin yakınına geldi. Bir ağaç
altında namaz kılmaya başladı. Yemek pişirmek için Fahreddîn isimli yardımcısı
ateş almak için mecûsi köyüne gitti. Köylülerden ateş yakabilmek için kor
istedi. Fakat halk, ateşe tapındıklarından, istediğini vermedi. Ateş almadan
geri dönüp, durumu arz edince, Osman Hârûnî abdestini tâzeleyip bu defa kendisi
gitti ve halkı ateşe tapar buldu. Başkanlarının yedi yaşındaki oğlu da oradaydı.
Osman Hârûnî onlara; "Allahü
teâlânın önemsiz bir mahlûku olan ve az bir su ile sönebilecek ateşe tapmaktan
maksadınız nedir? Ateş, cenâb-ı Hakk'ın âciz bir yaratığıdır. Onun ve her şeyin
sâhibi yalnız Allahü teâlâdır. Niçin O'na tapmıyorsunuz? O'na taparsanız ebedî
kurtuluşa kavuşursunuz." dedi. Mecûsîlerin başkanı; "Ateşin, bizim dînimizde
yeri büyüktür. Biz ona kıyâmet günü yakmasın diye ibâdet ediyoruz." deyince,
Osman Hârûnî ona; "Bu kadar kıymetli yıllarını kendisine tapmakla harcadığın
ateşe bir uzvunu koy da yakmasın." dedi. Başkan; "Ateşin âdeti yakmaktır. Buna
kim karşı gelebilir?" deyince, Osman Hârûnî; "Ateş de, bütün âlemin yaratıcısı
olan Allahü teâlânın emrindedir. O'nun izni olmadan bir saç teli bile yakamaz."
dedikten sonra yaşlı adamın kucağındaki çocuğu aldı. Besmele çekerek; "Ey ateş!
İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol." (Enbiyâ sûresi:69) meâlindeki âyet-i
kerîmeyi okuyarak ateşin içinde kayboldu.
Bir müddet sonra Osman
Hârûnî kucağında çocuk ile ateşin içinden çıktı. Yaşlı râhib ve etrâfındakiler
çocuğu sağ sâlim görmekten memnun oldular ve ona ateşin içinde ne gördüğünü
sordular. Çocuk; "Şeyhin sâyesinde bir bahçede oynadım." diye cevap verdi.
Mecûsilerin hepsi bu duruma hayran kalarak, müslüman oldu. Başkanın ismini
Abdullah, oğlununkini İbrâhim koyan Osman Hârûnî bir süre orada kalarak, onlara
İslâmiyeti öğretti. Söz konusu ateş mâbedinin yerine bugün de mevcûd olan çok
güzel bir câmi inşâ edildi.
Tâbiînin ve bu
devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması
için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir
hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz
düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i
tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:
"Ey Şem'ûn! Şu kadar
müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa
çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak
ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır.
Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah"
deyip, O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk'ın dergâhına
vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî bâzı bahâneler ileri
sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "Senin dediğin
hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine
girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu
kişilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ
olanlara günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama
kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardır.
Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp, hakîkati göstermek için
peygamberlerin vârisleri olarak onları kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe
tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi
çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri
yakmayacak." buyurdu.
Hasan-ı Basrî orada yanan
bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem'ûn! Ateş dünyâ ve âhiret
mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi,
suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti.
Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü
yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların
güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra
affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet'e girip
hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri;
"Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir ahitnâme yazıp bana kefil
olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı
vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Şem'ûn Hakk'ın
affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte
mezârına koyup defnettiler.
Hasan-ı Basrî hazretleri
evine döndüğünde kendi kendine yaptığına pişman oldu ve; "Ey Şeyh Hasan! Sen
gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu
düşünceyle uykuya vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş, nûrlar ve
ışıklara boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline
altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'ûn
Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış. Kullarına lütfu
büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine
gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin günahları ve hatâları iyiliğe
çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda
ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin
uykudan uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.
Çeştiyye yolunun
büyüklerinden Hâce Hübeyret-ül-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası
Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri ile bir beldeye gittiklerinde, başlarından geçen
hâdiseyi şöyle anlatır: Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri, kendisini karşılamak
için toplanan halkı görünce, Allah korkusundan ağlamaya başladı. Yanına biri
gelip; "Ey üstâd! Niçin bu kadar ağlayıp sızlayıp, sıkıntı çekmektesin? Yoksa
Allahü teâlânın, Rahîm, Kerîm, Gafûr olduğunu bilmiyor musun?" dedi. Huzeyfe
hazretleri de; "Allahü teâlâ, bir fırka Cennet'te, bir fırka Cehennem'dedir
buyuruyor. Ben acabâ, bunların hangisindeyim. Bunu bilmediğim için ağlıyorum."
buyurdu. Soran kimse; "Senin kendinin ne olduğundan haberin yok, nasıl
başkalarına yol gösterirsin?" dedi. Huzeyfetü'l-Mer'âşî, bu söz üzerine
kendinden geçip bayıldı. Kendine geldiği zaman orada bulunan herkesin duyduğu,
gâibten bir ses geldi: Ses; "Ey Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kıyâmet günü
seni Cennetlikler arasına koyacağız." diyordu. Bu müjdeyle orada bulunan üç yüz
kadar kâfir müslüman olup, Huzeyfe hazretlerine talebe oldular.
Evliyânın büyüklerinden
İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Bağdât'ta sâlihlerden
bir kaç kişiyle birlikte, bir yerde oturuyordu. O esnâda yanlarına bir genç
geldi. İbrâhim-i Havvâs hazretleri arkadaşlarına buyurdu ki: "Bu gencin yahûdî
olduğunu zannediyorum." Arkadaşları, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip
oradakilere sordu: "Bu zât benim için neler söyledi?" Onlar da; "Senin yahûdî
olduğunu söyledi." dediler. Genç, hemen İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin ellerine
sarılıp, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. İbrâhim-i Havvâs hazretleri
müslüman olmasının sebebini sordu. Genç; "Efendim, biz kitabımızda şöyle okuduk
ki: Sıddîk, yâni hakîkî bir müslümanın firâsetinde yanlışlık olmaz. Kendi
kendime müslümanları imtihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasında
sıddîk olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; "Biz Allahü teâlâdan başka her şeyi
kalbimizden çıkarırız." diyorlar. İşte bu düşünce ile sizin yanınıza geldiğimde,
benim yahûdî olduğumu hemen anladınız. Buradan sizin sıddîk olduğunuzu anladım.
Bunun için müslüman oldum." dedi. |