CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HİDÂYET (E - İ)

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ebû Saîd Ebü'l-Hayr (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında müslümanlardan birinin yahûdî bir ortağı vardı. Ortağını ne kadar İslâma dâvet etti ise, müslümanlığı kabûl etmedi. Hattâ bu ortağına; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte birini sana veririm." dedi. Yahûdî yine kabûl etmedi. O müslüman başka bir gün; "Eğer müslüman olursan, malımın yarısını sana veririm." demesine rağmen yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar bir süre sonra; "Eğer müslüman olursan, malımın üçte ikisini sana veririm." dedi.Yahûdî yine kabûl etmedi. Müslüman tüccar artık ortağının müslüman olmasından ümidini kesmişti. O müslüman, bir gün Ebû Saîd Mîhenî'nin dergâhının yanından geçiyordu. Yahûdî ortağı da yanında idi. Bu sırada dergâha girdi. Ebû Saîd Mîhenî bu sırada sohbet ediyordu. Yahûdî ortağı da kendi kendine; "Ben de mescide gireyim, bir dinleyeyim, bakalım neler anlatıyor. Onun halk arasında kabûl görmesinin sebebi nedir bir göreyim? Yahûdî olduğuma dâir üzerimde her hangi bir işâret olmadığı için beni nasıl olsa tanımaz." dedi. Yahûdî, gizlenerek mescide girdi. Bir direğin arkasına oturdu. Ebû Saîd Mîhenî sohbet esnâsında bir ara yahûdînin arkasında oturduğu direğe doğru dönerek; "Ey yahûdî! Direğin arkasında ne kadar kendini gizlemeye çalışsan da gizlenemezsin." dedi. Yahûdî gayri ihtiyârî ayağa kalktı. Ebû Saîd Mîhenî'nin yanına vardı. Ebû Saîd hazretleri ona müslüman olmasını söyleyince, bu dâveti kabûl edip, müslüman oldu. Ebû Saîd hazretleri ona; "Şimdi ortağının yanına git. Sana müslümanlığı öğretsin. İşler vakti zamânı gelince olur. Ondan önce olmaz. Zamânı gelince müslüman olmak için malın üçte birine, yarısına ve üçte ikisini vermeye hâcet kalmaz." buyurdu.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin altıncısı olan Ebü'l-Hasan-ı Harkânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hayatta iken Sultan Mahmûd Gaznevî, bütün Asya'ya hâkim olduğu zamanda, Harkân şehrine yakın gelmişti. Adamlarından bir kaçını, Harkân'a Şeyh Ebü'l-Hasan-ı Harkânî hazretlerinin huzûruna göndermiş ve Şeyh hazretlerini yanına çağırmıştı. Şeyh hazretleri buna karşılık, bir özür beyân ederek gitmek istemediler. Durum, Mahmûd Gaznevî'ye bildirilince, "Haydi kalkınız! Zîrâ o, bizim sandığımız kimselerden değildir. Biz ona gidelim." dedi. Sonra kendi elbisesini Kâdı İyâd'a giydirdi ve kendisi de silâhtar olarak, Kâdı İyâd'ın yanında Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'nin evine girdi. Mahmûd Gaznevî selâm verince, Ebü'l-Hasan hazretleri selâmını aldı. Fakat ayağa kalkmadı. Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye; "Sultan için neden ayağa kalkmadınız?" diye sorunca, Ebü'l-Hasan, Sultan Mahmûd'a; "Mâdem ki seni öne geçirmişler, yanıma gel bakalım." dedi. Soruya o ânda cevap vermediler.

Sultan Mahmûd Gaznevî, Ebü'l-Hasan-ı Harkânî'ye; "Bâyezîd-i Bistâmî nasıl bir zât idi?" diye sordu. Ebü'l-Hasan-ı Harkânî: "Bâyezîd, öyle kâmil bir velî idi ki, onu görenler hidâyete kavuşurdu. Allahü teâlânın râzı olduğu kimselerden olurdu." diye cevap verdi. Sultan Mahmûd bu cevâbı beğenmedi ve; "Ebû Cehl, Ebû Leheb gibi kimseler, Fahr-i kâinâtı, Server-i âlemi nice kere gördüler. Fakat hidâyete gelmediler. Hâl böyle olunca, Bâyezîd'i görenlerin hidâyete geldiklerini nasıl söylüyorsun?" dedi. O, Resûlullah efendimizden daha yüksek mi ki, iki cihânın efendisini, üstünlerin üstünü olan Allahü teâlânın sevgili Peygamberini gören, küfürden kurtulamadı da, Bâyezîd'i görenler mi kurtulur demek istedi. Ebü'l-Hasan; "Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi ahmaklar, Allahü teâlânın sevgili Peygamberini, insanların en üstünü olan hazret-i Muhammed olarak görmediler. Ebû Tâlib'in yetimi, Abdullah'ın oğlu olarak gördüler. O gözle baktılar. Eğer, Ebû Bekr-i Sıddîk gibi bakarak, Resûlullah olarak görselerdi, eşkıyâlıktan, küfürden kurtulur, onun gibi kemâle gelirlerdi." buyurdu.

 

KIR O ŞİŞELERİ

 

Necâti Bey isminde, var idi ki bir kişi,

Vaktiyle Adliye'de, müfettişlikti işi.

 

İşte bu Necâti Bey, vazîfeyle bir sene,

Bir Arefe gününde, gitti "Müks" ilçesine,

 

Kendisi anlatır ki: Müks'e vardığımda ben,

Bayram namazı için, câmiye gittik hemen.

 

Kaymakam ve ilçenin, bâzı mühim zâtları,

Baktım, namazdan sonra, çıkardılar atları.

 

Tahmîn ettim, bir yere, gidiliyordu derhâl,

"Bir yere yolculuk mu, var?" diye ettim suâl.

 

Dediler: "Bayramlarda, şudur ki âdetimiz,

Namazı müteâkip, Arvas'a gideriz biz.

 

Orada Seyyid Fehîm, diye var bir evliyâ,

Onu ziyâret edip, alırız hayır duâ."

 

Dedim ki: "Vaziyetim, değilse de pek iyi,

Beni dahî götürün, göreyim o velîyi."

 

"Olur" deyip bana da, hazırladılar bir at,

Yola düştük ise de, bir hoş oldum ben fakat.

 

Çünkü benim aslında, din ile yoktu ilgim,

İslâmî husûslarda, yok idi hiç bir bilgim.

 

Ayrıca da mâlesef, mübtelâydım içkiye,

Şimdiyse gidiyorduk, bir evliyâ kişiye.

 

Vaktâ ki sınırından, duhûl ettik Arvas'ın,

Sanki başka bir âlem, zuhur etti ansızın.

 

Ömrümde hiç böyle şey, görmemiştim doğrusu,

Girince sardı bizi, sanki "Cennet koku"su.

 

Alışkın olduğumdan, içkiye ve lâkin ben,

Heybeme "iki şişe", koymuştum ihtiyâten.

 

Zîrâ mübtelâ idim, içmeden edemezdim,

İçmediğim zamanlar, kararırdı gözlerim.

 

Varınca biraz sonra, Arvas kabristanına,

Sakladım şişeleri, taşların arasına.

 

Kimseye sezdirmeden, yapmıştım ben bu işi,

Yol arkadaşlarımdan, görmedi hiç bir kişi.

 

Orada "Fâtiha"lar, okuyarak mevtâya,

Sonra gittik hepimiz, o büyük evliyâya.

 

Huzûruna girip de, görür görmez o zâtı,

Düşündüm ki "Var bunda, sanki melek sıfatı.

 

Önce görmüş olduğum, insanlardan değildir,

Bu çok büyük bir insan, bu mürşid-i kâmildir,"

 

Kendisine gönülden teslîm oldum bin aşkla,

Ellerine sarılıp, öptüm bir iştiyâkla.

 

Büyük bir arzû ile, arz ettim ki: "Efendim,

Bu tasavvuf yoluna, ben de girmek isterim."

 

Gülerek buyurdu ki: "Bu, böyle olmaz fakat,

Olur mu bir arada, şişe ile bu hayat?

 

Gidip kabristandaki, kır o iki şişeyi,

Ondan sonra gel bizden, talep eyle bu şeyi."

 

"Peki efendim" deyip, birini kırıp attım,

Her ihtimâle karşı, öbürünü bıraktım.

 

Huzûruna gelince, buyurdu: "Ey müfettiş,

Git, öbür şişeyi de, kır gel ki, bitsin bu iş."

 

"Peki" dedim ve gidip, kırdım öbürünü de,

Gelip tövbe eyledim, o büyüğün önünde.

 

Çok memleket dolaştım, çok âlim gördüm, fakat,

Görmedim hiç bir yerde, onun gibi büyük zât.

 

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tövbesinden önce, hangi kervandan bir mal gasbetmişse, onların üzerine o kâfiledekilerin isimlerini yazar ve mallarını saklardı. Tövbe ettikten sonra o malları sâhiplerine götürüp helallaştı ve affını diledi.

Yalnız Ebîverd şehrinde bir yahûdî hakkını helâl etmiyordu. Hiçbir teklifi de kabûl etmiyor, Fudayl bin İyâd'ı zor durumda bırakmak için olmayacak şartlar ileri sürüyordu. Ona; "Eğer hakkımı helâl etmemi istiyorsan, filân yerde kayalık bir tepe var. O tepeyi kazarak oradan kaldır. Oralar dümdüz olsun!" dedi.

Fudayl bin İyâd hakkını helâl ettirmek için buna râzı oldu ve kazmaya başladı. Hazret-i Fudayl'ın bu gayreti sebebiyle Allahü teâlânın ihsânıyla, bir seher vakti rüzgâr çıktı ve orayı dümdüz etti. Yahûdî bunu görünce hayretten dona kaldı. Bu sefer de; "Benden aldığın malımı iâde etmedikçe hakkımı helal etmeyeceğim." diye yemin etmiştim. Benim yastığımın altında altınlar var. Sana hakkımı helâl edebilmem için oradan altınları alıp bana vermen lâzım." dedi. Yahûdî yastığın altına çakıl taşları koymuştu. Fudayl elini yastığın altına soktu. Allahü teâlânın izniyle, çakıl taşları altın olmuştu. Bir avuç altını yahûdîye verdi. Yahûdî hayret içindeydi. "Sana hakkımı helâl etmeden önce bana İslâmı anlat!" dedi. Fudayl; "Bu ne haldir?" diye sorunca yahûdî şöyle anlattı: "Ben Tevrat'ta; "Tövbesinde sâdık ve samîmî olanın elinde çakıl taşları altın olur." diye okudum. Aslında yastığın altında çakıl taşları vardı ve ben seni imtihân için öyle söylemiştim. Elinde, çakıl taşlarının altın olduğunu görünce anladım ki, senin dînin haktır ve tövbende sâdıksın." dedi ve îmân edip, müslüman oldu.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Hâce Osman Hârûnî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok seyâhat ederdi. Bir gün halkı mecûsî, ateşperest olan bir yerin yakınına geldi. Bir ağaç altında namaz kılmaya başladı. Yemek pişirmek için Fahreddîn isimli yardımcısı ateş almak için mecûsi köyüne gitti. Köylülerden ateş yakabilmek için kor istedi. Fakat halk, ateşe tapındıklarından, istediğini vermedi. Ateş almadan geri dönüp, durumu arz edince, Osman Hârûnî abdestini tâzeleyip bu defa kendisi gitti ve halkı ateşe tapar buldu. Başkanlarının yedi yaşındaki oğlu da oradaydı.

Osman Hârûnî onlara; "Allahü teâlânın önemsiz bir mahlûku olan ve az bir su ile sönebilecek ateşe tapmaktan maksadınız nedir? Ateş, cenâb-ı Hakk'ın âciz bir yaratığıdır. Onun ve her şeyin sâhibi yalnız Allahü teâlâdır. Niçin O'na tapmıyorsunuz? O'na taparsanız ebedî kurtuluşa kavuşursunuz." dedi. Mecûsîlerin başkanı; "Ateşin, bizim dînimizde yeri büyüktür. Biz ona kıyâmet günü yakmasın diye ibâdet ediyoruz." deyince, Osman Hârûnî ona; "Bu kadar kıymetli yıllarını kendisine tapmakla harcadığın ateşe bir uzvunu koy da yakmasın." dedi. Başkan; "Ateşin âdeti yakmaktır. Buna kim karşı gelebilir?" deyince, Osman Hârûnî; "Ateş de, bütün âlemin yaratıcısı olan Allahü teâlânın emrindedir. O'nun izni olmadan bir saç teli bile yakamaz." dedikten sonra yaşlı adamın kucağındaki çocuğu aldı. Besmele çekerek; "Ey ateş! İbrâhim'in üzerine serin ve selâmet ol." (Enbiyâ sûresi:69) meâlindeki âyet-i kerîmeyi okuyarak ateşin içinde kayboldu.

Bir müddet sonra Osman Hârûnî kucağında çocuk ile ateşin içinden çıktı. Yaşlı râhib ve etrâfındakiler çocuğu sağ sâlim görmekten memnun oldular ve ona ateşin içinde ne gördüğünü sordular. Çocuk; "Şeyhin sâyesinde bir bahçede oynadım." diye cevap verdi. Mecûsilerin hepsi bu duruma hayran kalarak, müslüman oldu. Başkanın ismini Abdullah, oğlununkini İbrâhim koyan Osman Hârûnî bir süre orada kalarak, onlara İslâmiyeti öğretti. Söz konusu ateş mâbedinin yerine bugün de mevcûd olan çok güzel bir câmi inşâ edildi.

          Tâbiînin ve bu devirdeki evliyânın en büyüklerinden Hasan-ı Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Şem'ûn adlı mecûsî bir komşusu vardı. Onun müslüman olması için Allahü teâlâya geceleri niyâz ederek ağlayıp yalvarırdı. Komşusu bir hastalığa tutuldu. Tutulduğu hastalıktan kurtulamayan mecûsî son derece halsiz düştü. Hasan-ı Basrî onu ateşten korumak için yanına gitti. Sonra ona Kelime-i tevhîdi telkîn etti. Allahü teâlânın sıfatlarını açıkladı ve buyurdu ki:

"Ey Şem'ûn! Şu kadar müddetten beri ömür sürüp, rızkın için çalışıp didindin. Ama bu gayretlerin boşa çıkacaktır. Zîrâ sen uzun yıllar ateşe taptın, gece ve gündüz yaratıcı sanarak ona secde eyledin ve küfründe ısrâr ettin. Bu sebeple yerin ateş olacaktır. Ancak şimdiden sonra tövbe ederek "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" deyip, O'nu zikredip verdiği nîmetlere şükredici olmalısın ki, Hakk'ın dergâhına vardığında kendine Cennet'i mekân bulasın." buyurdu. Mecûsî bâzı bahâneler ileri sürerek îmân etmek istemedi. Hasan-ı Basrî hazretleri buyurdu ki: "Senin dediğin hususlar teferruattır. Asıl olan îmândır. Îmânla şereflenenler Cehennem ateşine girseler bile elîm azâba uğramazlar. Hattâ Cehennem ateşi bile îmânı kuvvetli bu kişilere pek tesir etmez. Cehennem müminlere hitâb ederek; "Günâha müptelâ olanlara günâhları kadar azâb olursa da sonra çok sevaplara kavuşurlar. Ama kâfirler ebedî, sonsuz azâb içinde nice bin türlü eziyete düçar olacaklardır. Hak teâlâ müminleri dünyâda da kerâmet ehli kılıp, hakîkati göstermek için peygamberlerin vârisleri olarak onları kuvvetlendirmiştir. Eğer diğer ateşe tapanlar gibi acıklı bir azâba uğramak istemiyorsan, gel ikimiz elbiselerimizi çıkarıp yanan fırına girelim. Bakalım hangimizin bedenini ateşin alevleri yakmayacak." buyurdu.

Hasan-ı Basrî orada yanan bir ateşin içine kollarını sıvayıp soktu ve; "Ey Şem'ûn! Ateş dünyâ ve âhiret mahlûkudur ve Hakk'ın emriyle yakar. Allah'ın emriyle ateşin mizâcı su gibi, suyun mizâcı ateş gibi olur." buyurarak kor hâlindeki ateşten kollarını çekti. Fakat ellerinde en ufak bir yanma alâmeti görülmedi. Bu hal karşısında gönlü yumuşayan mecûsî, İslâma meyletti ve; "Ey Hasan! Bütün sözlerin ve davranışların güzel. Fakat bu kadar telef edilmiş ömürden ve işlediğim kötülüklerden sonra affa ve merhâmete lâyık olur muyum? O Kelîme-i tevhîdi söylemekle Cennet'e girip hûrilere ve gılmâna nâil olabilir miyim?" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri; "Evet." buyurdu. Mecûsî; "Ey Hasan! Eğer bana bir ahitnâme yazıp bana kefil olursan, îmâna gelirim. Yoksa korkarım." dedi. Hasan-ı Basrî gereken teminâtı vererek onun Kelîme-i tevhîd ile îmân etmesine vesîle oldu. Şem'ûn Hakk'ın affına kavuştu. Sonra da vefât etti. İsteği üzerine ahidnâme ile birlikte mezârına koyup defnettiler.

Hasan-ı Basrî hazretleri evine döndüğünde kendi kendine yaptığına pişman oldu ve; "Ey Şeyh Hasan! Sen gayba hükmederek, küstahlıkta bulundun, acâip sözler söyledin." dedi. Bu düşünceyle uykuya vardığında, rüyâsında Şem'ûn'un yeni müslüman olmuş, nûrlar ve ışıklara boyanmış başına kıymetli Cennet taşlarıyla süslenmiş bir tâc, beline altın bir kemer kuşanmış bir halde Cennet'e doğru gittiğini gördü. Şem'ûn Hasan-ı Basrî'ye yönelerek; "Allahü teâlâ bir zengin pâdişâhmış. Kullarına lütfu büyük ve merhâmetinden bir damla içmekle benim gibi binlerce âsîler rahmetine gark olurmuş. Allah'ın yardımıyla bu âsînin günahları ve hatâları iyiliğe çevrilip Cennet-i âlâ bize nasip kılınmıştır." dedi ve; "Senin yazdığın o kâğıda ihtiyaç kalmadı. İşte kâğıdın." deyip Hasan-ı Basrî'nin eline verdi. Sabahleyin uykudan uyanan Hasan-ı Basrî hazretleri o kâğıdı elinde buldu.

Çeştiyye yolunun büyüklerinden Hâce Hübeyret-ül-Basrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hocası Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri  ile bir beldeye gittiklerinde, başlarından geçen hâdiseyi şöyle anlatır: Huzeyfetü'l-Mer'âşî hazretleri, kendisini karşılamak için toplanan halkı görünce, Allah korkusundan ağlamaya başladı. Yanına biri gelip; "Ey üstâd! Niçin bu kadar ağlayıp sızlayıp, sıkıntı çekmektesin? Yoksa Allahü teâlânın, Rahîm, Kerîm, Gafûr olduğunu bilmiyor musun?" dedi. Huzeyfe hazretleri de; "Allahü teâlâ, bir fırka Cennet'te, bir fırka Cehennem'dedir buyuruyor. Ben acabâ, bunların hangisindeyim. Bunu bilmediğim için ağlıyorum." buyurdu. Soran kimse; "Senin kendinin ne olduğundan haberin yok, nasıl başkalarına yol gösterirsin?" dedi. Huzeyfetü'l-Mer'âşî, bu söz üzerine kendinden geçip bayıldı. Kendine geldiği zaman orada bulunan herkesin duyduğu, gâibten bir ses geldi: Ses; "Ey Huzeyfe! Biz seni dost edindik, kıyâmet günü seni Cennetlikler arasına koyacağız." diyordu. Bu müjdeyle orada bulunan üç yüz kadar kâfir müslüman olup, Huzeyfe hazretlerine talebe oldular.

Evliyânın büyüklerinden İbrâhim-i Havvâs (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Bağdât'ta sâlihlerden bir kaç kişiyle birlikte, bir yerde oturuyordu. O esnâda yanlarına bir genç geldi. İbrâhim-i Havvâs hazretleri arkadaşlarına buyurdu ki: "Bu gencin yahûdî olduğunu zannediyorum." Arkadaşları, bu söze pek kulak vermediler. Genç gelip oradakilere sordu: "Bu zât benim için neler söyledi?" Onlar da; "Senin yahûdî olduğunu söyledi." dediler. Genç, hemen İbrâhim-i Havvâs hazretlerinin ellerine sarılıp, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. İbrâhim-i Havvâs hazretleri müslüman olmasının sebebini sordu. Genç; "Efendim, biz kitabımızda şöyle okuduk ki: Sıddîk, yâni hakîkî bir müslümanın firâsetinde yanlışlık olmaz. Kendi kendime müslümanları imtihân etmek istedim ve dedim ki: Müslümanlar arasında sıddîk olanlar bulunabilir. Çünkü onlar; "Biz Allahü teâlâdan başka her şeyi kalbimizden çıkarırız." diyorlar. İşte bu düşünce ile sizin yanınıza geldiğimde, benim yahûdî olduğumu hemen anladınız. Buradan sizin sıddîk olduğunuzu anladım. Bunun için müslüman oldum." dedi.