|
HİDÂYET (B - C)
Anadolu velîlerinden Baba
Yûsuf Sivrihisârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Sultan
İkinci Bâyezîd Han, Bâyezîd Câmiini yaptırınca, bir Cumâ günü câminin açılışı
için geldi ve Baba Yûsuf Sivrihisârî'yi de dâvet etti. Baba Yûsuf Sivrihisârî,
namazdan sonra kürsüye çıkıp vâz etmeye başladı. Tesirli vâzıyla, Pâdişâh ve
câmide bulunan cemâat ağlamaya başladı ve bu ağlama ile câmi inledi. Câminin
açılışını seyretmek için gelip, dışarıda bekleyen üç hıristiyan, Baba Yûsuf
hazretlerinin tesirli sözlerinden ve cemâatin topluca ağlamasından çok
etkilenmişlerdi. Bu üç hıristiyan, müslüman olmaya karar verdiler. Hemen câmiye
girip, Baba Yûsuf Sivrihisârî'nin huzûrunda müslüman oldular. Bu hâdiseyi gören
Sultan İkinci Bâyezîd Han, yaptırdığı Bâyezîd Câmiinin ilk açılışında böyle bir
hâdisenin vukû bulmasından dolayı çok sevindi. Sonra bunlara pek çok para ve mal
hediye etti. Ayrıca vezîrlerinin de vermelerini söyledi. Böylece müslüman
olmakla şereflenen üç kişi, dünya ve âhiret saâdetine kavuştular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) yağmurlu bir havada Cumâ
namazına gitmek için evinden çıktı. Sağnak hâlde yağan yağmur, yolu çamur hâline
getirmişti. Yağmur bitinceye kadar bir evin ihâta duvarına dayandı. Çamurlu
ayakkabılarını duvarın taşlarına sürerek temizledi. Yağmur yavaşlayınca câmiye
doğru yürüdü. Bu sırada aklına bir mecûsînin duvarını kirlettiği geldi ve
üzülerek; "Onunla helâlleşmeden nasıl Cumâ namazı kılabilirsin? Başkasının
duvarını kirletmiş olarak nasıl Allahü teâlânın huzûrunda durursun?" diye
düşündü ve geri dönüp o mecûsînin kapısını çaldı. Kapıyı açan mecûsî; "Buyrun
bir arzunuz mu var?" diye sorunca; "Sizden özür dilemeye geldim." dedi. Mecûsî
hayretle; "Ne özrü?" diye sordu. O da; "Biraz önce duvarınızı elimde olmadan
çamurlu ayakkabılarımı temizlemek maksadıyla kirlettim. Bu doğru bir hareket
değil. Yağmurun şiddeti bu inceliği unutturdu." deyince, Mecûsî hayretle; "Peki
ama ne zararı var? Zâten duvarlarımız çamur içinde. Sizin ayağınızdan oraya
sürülen çamur bir çirkinlik veya kabalık meydana getirmez." dedi. Bâyezîd-i
Bistâmî; "Doğru ama, bu bir haktır ve sâhibinin rızâsını almak lâzımdır." dedi.
Mecûsî; "Size bu inceliği ve insan haklarına bu derece saygılı olmayı dîniniz mi
öğretti?" diye sorunca; "Evet dînimiz ve bu dînin peygamberi olan Muhammed
aleyhisselâm öğretti." dedi. Mecûsî; "O hâlde biz niçin bu dîne girmiyoruz?"
diyerek kelime-i şehâdet getirip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî
hazretlerinin, Mecûsî olan bir komşusu ve süt emme çağında bir de çocuğu vardı.
Bu mecûsî sefere çıktı. Evlerini aydınlatacak bir şeyi bulunmadığı için çocuk
ağlıyordu. Sultân-ül-Ârifîn her gün bir çıra alıp, komşusunun evine götürdü.
Mecûsî seferden dönünce durumu haber alıp, kendisinde değişiklikler hissetti.
Bâyezîd'e karşı kalbinde bir sevgi hâsıl olduğu halde; "O zâtın aydınlığı varken
bizim karanlıkta bulunmamız hiç uygun değildir." dedi ve hemen Bâyezîd-i
Bistâmî'nin huzûruna gidip müslüman oldu.
Bâyezîd-i Bistâmî
kırk beş kere hacca gitmişti. Bir gün Arafat Tepesinde oturuyordu. Nefsi ona; "Bâyezîd!
Senin bir benzerin var mıdır? Kırk beş defâ haccettin ve binlerce defâ hatmetme
bahtiyarlığına eriştin." diye fısıldadı. Bu ses onu üzdü. Derhâl toparlandı ve
oradaki mahşerî kalabalığa; "Kim benim kırk beş defâ yapmış olduğum haccı bir
ekmeğe satın alır?" diye sordu. Bir adam başını kaldırıp; "Ben alırım." dedi ve
ekmeği uzattı. Bâyezîd-i Bistâmî aldığı ekmeği orada bulunan bir köpeğin önüne
attı. Sonra işini bitirip, yol hazırlığı yaparak, Rum diyârına doğru yola çıktı.
Günlerce gittikten sonra bir râhip ile karşılaştı. Râhib, Bâyezîd-i Bistâmî'nin
elini tutup, evine misâfir götürdü. Evinde ona bir oda verdi. Bâyezîd-i Bistâmî
kendisine ayrılan bu odada ibâdete başladı ve kalbini Allahü teâlâya çevirdi.
Râhip her gün onun yiyeceğini sabah akşam getirip önüne koyardı. Bu hal bir ay
devâm etti. Bâyezîd-i Bistâmî daha sonra nefsine dönerek;
"Ey nefis! Seni kırmak
istiyorum, fakat Sen o kadar kötüsün ki kırılmıyorsun." dediği sırada râhip
içeri girdi ve; "İsmin nedir?" diye sordu. O da; "Bâyezîd!" cevâbını verdi.
Râhip; "Ne güzel adamsın. Keşke Mesîh'in kulu olmuş olsaydın!" deyince, bu
sözler Bâyezîd-i Bistâmî'ye ağır geldi ve evi terketmek isterken râhip;
"Bizim burada kırk günü
tamamla, öyle git. Çünkü bizim büyük bir bayramımız var, onu görmeni çok arzu
ediyorum. Aynı zamanda çok değerli bir vâizimiz, sâdece bu günlerde bir defâ
konuşur. Onu dinlemeni istiyorum." deyince, bu teklifi kabûl ederek, kırk gün
kalmaya râzı oldu. Kırkıncı gün geldiğinde râhib odaya girerek; "Buyurun dışarı
çıkalım, bayram günümüz geldi." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî dışarı çıkmak için
hazırlandı. Fakat râhib ona; "Siz bu kıyâfetle nasıl bin kadar râhibin arasına
gireceksiniz? Bu yüzden üzerindeki elbiseyi çıkarıp, şu râhip elbiselerini giy
ve boynuna İncil'i as!" dedi. Bu teklif ona çok ağır gelmesine rağmen, bunda da
bir hikmet vardır diyerek râhibin getirdiği giysileri giydi. Râhiplerin arasına
katıldı. Hiç kimsenin dikkatini çekmedi. Biraz ilerledikten sonra râhiplerin en
büyüğü geldi. Fakat konuşmuyordu. Niçin konuşmadığı sorulduğunda; "Nasıl
konuşabilirim, aranızda bir Muhammedî var!" diye cevap verdi. Halk ve râhipler
galeyâna gelerek; "Onu göster parçalayalım." diye bağrıştılar. Başrâhip; "Hayır,
yemin ederim ki söylemem, ancak ona dokunmayacağınıza söz verirseniz, onu size
tanıtabilirim." dedi. Bunun üzerine râhipler ve halk, Muhammedî olan zâta
dokunmayacaklarına dâir yemin ettiler. Başrâhip;
"Allah için ey Muhammedî!
Ayağa kalk ve kendini göster." diye seslenince, Bâyezîd-i Bistâmî ayağa kalktı.
Baş râhip; "Adın ne?" diye sordu. "Bâyezîd!" cevâbını verdi. "Tahsil gördün mü?"
diye sorunca; "Rabbim öğrettiği kadar bir şeyler biliyorum." dedi. Bunun üzerine
râhip; "O hâlde bana şu hususları cevaplandır: İkincisi olmayan biri, üçüncüsü
olmayan ikiyi, dördüncüsü olmayan üçü, beşincisi olmayan dördü, altıncısı
olmayan beşi, yedincisi olmayan altıyı, sekizincisi olmayan yediyi, dokuzuncusu
olmayan sekizi, onuncusu olmayan dokuzu, on birincisi olmayan onu, on ikincisi
olmayan on biri, on üçüncüsü olmayan on ikiyi söyle bunlar nelerdir?"
Bâyezîd-i Bistâmî baş
râhibe; "Beni iyi dinle! İkincisi olmayan bir, eşi-ortağı, dengi ve benzeri
olmayan Allahü teâlâdır. Üçüncüsü olmayan iki, gece ve gündüzdür. Dördüncüsü
olmayan üç, üç talâktır (boşamadır). Beşincisi olmayan dört; Tevrat, Zebûr,
İncîl ve Kur'ân-ı kerîmdir. Altıncısı olmayan beş, beş vakit namazdır. Yedincisi
olmayan altı göklerin ve yerin yaratıldığı altı gündür. Sekizincisi olmayan
yedi, yedi kat göktür. Dokuzuncusu olmayan sekiz, kıyâmet günü Arş'ı taşıyacak
sekiz melektir. Onuncusu olmayan dokuz, kadının dokuz ay hâmilelik müddetidir.
On birincisi olmayan on, Mûsâ aleyhisselâmın Şuâyb peygambere on yıl çobanlık
etmesidir. On ikincisi olmayan on bir, Yûsuf peygamberin on bir kardeşidir. On
üçüncüsü olmayan on iki, on iki aydır." dedi. Râhip tebessüm ederek; "Doğru
söyledin. Şimdi de bana, havadan ne yaratıldı, havada ne muhâfaza olundu ve kim
hava ile helâk edildi? bunlardan haber ver." dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Îsâ peygamber havadan
yaratıldı, havada muhâfaza edildi. Âd kavmi hava ile helâk edildi." diye cevap
verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Ağaçtan kim yaratıldı, ağaçta kim korundu ve ağaç
ile kim helak oldu?" diye sorunca; "Mûsâ aleyhisselâmın asâsı ağaçtan yaratıldı,
Nûh aleyhisselâm ağaç içinde (gemide) korundu, Zekeriyyâ aleyhisselâm ise ağaç
içinde testere ile biçilip helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip tekrar; "Doğru
söyledin. Kim ateşten yaratıldı, kim ateşten korundu ve kim ateş ile helâk
oldu?" diye sordu. O da;
"İblîs ateşten yaratıldı.
İbrâhim aleyhisselâm ateşten korundu. Ebû Cehil ateş ile helâk oldu." dedi.
Râhip tekrâr; "Taştan kim yaratıldı, taş içinde kim korundu ve taş ile kim helâk
oldu?" dedi. Bâyezîd-i Bistâmî;
"Sâlih peygamberin devesi
taştan yaratıldı. Eshâb-ı Kehf taş içinde korundu ve Ebrehe ve ordusu taş ile
helâk edildi." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin. Âlimler, Cennet'te dört
nehir vardır, biri baldan, biri sütten, biri sudan, biri de şaraptandır. Ayrı
ayrı olan bu dört nehir aynı kaynaktan akıyormuş, diyorlar. Bunun dünyâda bir
örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. İnsanın
başından dört nehir akar. Kulak yağı acıdır. Göz yağı tuzludur. Burun suyu ayrı
bir tad taşır. Ağızdan gelen su tatlıdır." cevâbını verdi. Râhip yine; "Doğru
söyledin. Cennet ehli yer içer fakat abdest bozmaz, su dökmez. Bunun dünyâda bir
benzeri var mıdır?" diye sorunca;
"Evet vardır. Ana rahmindeki
cenin yer içer fakat dışkısı yoktur." cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin.
Cennet'te Tûbâ ağacı vardır. Cennet'te hiç bir saray, hiç bir köşk yoktur ki, bu
ağacın dalına dokunmasın. Bunun dünyâda bir örneği var mıdır?" diye sordu.
"Evet vardır. Güneş
sabahleyin doğunca böyle değil midir?" cevâbını verdi. Râhip; "Doğru söyledin.
Şimdi şunları cevaplandır: Bir ağaç vardır, on iki dalı bulunmakta, her dalında
otuz yaprak ve her yaprakta beş çiçek yer almakta, bunlardan ikisi güneşe, üçü
karanlığa bakmaktadır. Bu ağaç nedir?" deyince:
"Ağaç bir yılı temsil eder.
On iki dalı, on iki ay, her daldaki otuz yaprak, günleri, her yapraktaki beş
çiçek de, beş vakit namazı temsil eder." cevâbını verdi. Son olarak râhip şöyle
sordu: "Bana şu kimseden haber ver. Hacca gitmiş, tavâf yapmış ve o makâmlarda
bulunmuştur. Fakat onun ne rûhu vardır ne de hac kendisine vâcibdir?" Bâyezîd-i
Bistâmî;
"Nûh peygamberin gemisidir."
dedikten sonra, râhibe; "Ey râhip! Birçok sorular sordun. Biz onları
cevaplandırmaya çalıştık. Müsâde ederseniz benim de sorularım var. Fakat ben bir
sorudan başka sormayacağım. O da şudur:
Cennet'in anahtarı
nerededir? Cennet kapılarının üzerinde ne yazılıdır?" Râhip sustu ve cevap
vermekten kaçındı. Diğer râhipler bu duruma bozuldular ve; "Ey büyüğümüz mağlup
mu oluyorsun?" dediler. O da; "Hayır mağlûb olmak istemiyorum." deyince; "Peki
öyleyse niçin cevap vermiyorsun." dediklerinde; "Şâyet cevap verirsem benim
cevabıma katılır mısınız?" dedi. Bunun üzerine hepsi birden söz verdiler. Râhip;
"Dinleyin, şimdi cevap veriyorum. Cennet'in anahtarı ve kapılarının üzerinde
yazılı olan ibâre; Lâ İlâhe İllallah Muhammedün Resûlullahdır." deyip müslüman
oldu. Diğer râhipler de hep bir ağızdan Kelime-i şehâdeti getirip müslüman
oldular. Bâyezîd-i Bistâmî de onların yanında bir süre kalıp İslâmiyeti öğretti.
Böylece onun buraya gitmesinin hikmeti anlaşıldı.
Irak'ta yetişen evliyâdan
Bekâ bin Batû (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir gün deniz sâhilinde
oturuyordu. Bulunduğu yere yakın, sâhilden bir gemi geçiyordu. İçinde askerler
ve halktan bir grup, bir yere gidiyordu. Gemide bulunan bâzı kimseler içki içip
eğleniyorlar ve yolcuları rahatsız ediyorlardı. Bekâ hazretleri karada idi.
Fakat, keşf hâli ile onların yaptıklarını anlayıp üzülüyor, rahatsız oluyordu.
Denizin kenarından geminin kaptanına seslendi. "Allah'tan kork!" buyurdu ve bâzı
nasîhatlerde bulundu. O azgın kimseler, buna iltifât etmediler. Buna daha çok
üzülen Bekâ hazretleri, derhal suya emredip; "Ey üzerindeki gemiyi taşıyan
deniz! O günâhkârları içine al!" buyurdu. Derhal denizin suları yükseldi.
Dalgalar çoğaldı. Gemi batmaya başladı. Gemidekiler feryâd ediyorlardı. Bekâ
hazretleri, Allahü teâlânın izni ile su üzerinde yürüyerek, batmakta olan
geminin yanına geldi. Gemidekiler, yaptıklarına pişman olduklarını, tövbe
ettiklerini açıkladılar. Bekâ hazretleri su üzerinde namaz kılıp, sonra Allahü
teâlâya duâ etti. Daha duâsını bitirmeden su sâkinleşti, dalgalar durdu ve
gemidekiler kurtuldu. Bu kimseler, bu hâdise ile Bekâ hazretlerinin büyüklüğünü
anladılar. Kendisini sık sık ziyâret edip, sohbetlerinde bulundular.
Anadolu'da yetişen ve
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velîlerden Burhâneddîn bin Muhammed Eğridirî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Kınalızâde Ali Çelebi
şöyle anlatmıştır: Bursa'dan İstanbul'a gitmeye niyetlenmiştim. Gitmeden önce
bir gece akrabâ ve bâzı arkadaşlarımla, müderris ve medrese mensupları ile
sohbet ettik. Söz şeyhlerden açıldı. Bu arada hayatta olanlardan Şeyh
Burhâneddîn Efendiden de söz edildi. Ben onun hakkında bâzı uygunsuz
sözler söyledim. Ertesi gün Mudanya'dan gemiye binip yola çıktım. Rüzgâr ters
yönden esiyordu. Bozburun denilen yere geldiğimizde bindiğimiz gemi batma
derecesine geldi. Artık gemide bulunan herkes geminin batmakta olduğuna kanâat
getirdi. Ben de geminin kaptan odasında oturup, hayâtımdan ümidimi kesmiş ve
şaşkın bir halde ölümü bekliyordum. O sırada birdenbire deniz üzerinde Şeyh
Burhâneddîn hazretleri göründü. Batmak üzere olan geminin sereninden kucaklayıp
doğrulttu. Gemi batmaktan kurtuldu. Bu hâdiseyi görünce biraz kendime gelip
ayağa kalktım. Şeyh hazretlerine doğru yürüdüm. Yanına yaklaşınca gözden
kayboldu. Gemideki yolcuların hepsini deniz tuttuğundan, âdetâ baygın gibi
yatıyorlardı. Geminin serendibine yakın bir yerde bir gayr-i müslim yolcu da
vardı. O müslüman olmayan yolcuya yaklaşıp; "Az önce bir zât serendibinde
gözüktü! Sen de gördün mü?" diye sordum. "Evet gördüm! Gelip batmak üzere olan
gemimizi doğrulttu. Sonra da deniz üzerinde yürüyüp sâhile doğru gitti!" dedi.
Daha sonra bu gayr-i müslim kimse gördüğü bu hâdise üzerine müslüman oldu.
Allahü teâlânın izni ile gemimiz batmadan İstanbul'a ulaştık. İstanbul'a
varınca, bir de öğrendim ki Şeyh Burhâneddîn hazretleri İstanbul'a gelmiş. Ona
çok minnetdâr idik. Mübârek elini öpmek için ziyâretine gittim. Huzûruna varınca
ayaklarına kapanıp; "Sultanım! Bizim kurtulmamıza sebep oldunuz. Denizde batmak
üzere iken yardımlarınız yetişti. Sizi deniz ortasında bize yardım ederken
gözümle gördüm!" dedim. Ben böyle deyince; "Hey Ali Çelebi! O gördüğün senin
hayâlindir. Bizim gibilerden hiç böyle bir kerâmet görülür mü?" diyerek,
Bursa'da onun hakkında konuştuğum uygunsuz sözlerimize işâret etti. O sırada
öyle mahcûb oldum ki anlatılamaz. Hemen mübârek elini öpüp suçumdan dolayı özür
dileyip, affetmesini istedim."
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
hocasının emri üzerine ilim tahsîli için Şam'a giderken, Nusaybin'de hıristiyan
papazlarının toplantısına rastladı. Papazlar sihir yapıp âdet dışı bâzı şeyler
gösteriyorlardı. Mevlânâ'yı görünce, bir oğlanı havaya uçuruverdiler. Mevlânâ bu
işe ilgi göstermeyip murâkabeye, Allahü teâlâyı düşünüp kalbini uyanık
bulundurarak, gâfil olmama hâlini muhâfazaya vardı. Oğlan, havada olduğu yerde
kaldı. "Beni kurtarın, yoksa düşüp öleceğim." dedi. Papazlar ne yaptılarsa bir
çâre bulamadılar. Nihâyet oğlan; "O yanınızdaki zâtın murâkabesi yüzünden ben bu
hâle düştüm. Onun yardımı olmazsa, muhakkak helâk olurum." dedi. Papazlar ister
istemez Mevlânâ'ya yalvardılar. Mevlânâ; "Onu bir şey kurtaramaz, ancak Kelime-i
şehâdet kurtarır." buyurdu. Oğlan bunu duyunca, hemen Kelime-i şehâdet getirdi
ve kolayca yere indi. Mevlânâ'nın ellerini öptü. Bu hâli gören papazların hepsi
müslüman olmakla şereflendi.
Mevlânâ hazretleri, müslim
veya gayr-i müslim herkese karşı yaptığı iyi muâmele ve güler yüz ile her
tarafta meşhûr oldu. O zamanlar İstanbul'da bulunan meşhûr bir hıristiyan papaz,
merâk edip Mevlânâ'yı görmek istedi. Yollara düşüp Konya'ya geldi. Konya'da
yaşayan hıristiyanlar onu karşıladılar. Yolda giderken Mevlânâ'yı gördüler.
Papaz süratle yetişip, Mevlânâ'ya çok tâzim ve hürmet gösterdi. Mevlânâ da onu
iyi karşıladı. Papaza, papazın yaptığından daha fazla iltifatta bulundu. Papaz
ve orada bulunan diğer hıristiyanlar, Mevlânâ'nın bu iltifât ve güzel ahlâkı ve
bu olgunluğu karşısında dayanamayıp, Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
HEPSİ ÎMÂN
ETTİLER
Mevlânâ,
tahsil için, Konya'dan bir gün yine,
Şam'a gidiyordu ki, uğradı
Nusaybin'e.
Hıristiyan papazlar, bir
yere gelmişlerdi,
Acâyip istidraçlar, halka
gösterirlerdi.
Gösteriş yapmak için,
hazret-i Mevlânâ'ya,
Bir oğlan çocuğunu,
uçurdular havaya.
Celâleddîn-i Rûmî, bir
duâ etti o an,
Havada kala kalıp, düşmedi
yere oğlan.
Feryâd ediyordu ki,
korkusundan o çocuk;
"Düşüp de öleceğim, indirin
beni çabuk!
Çok uğraştılarsa da,
papazların birçoğu,
Hiç indiremediler, havadan o
çocuğu.
Oğlan bağırdı ki: "Sizin
yanınızdaki,
O zâtın duâsıyla, işbu hâl
oldu vâki.
Ancak onun duâsı, kurtarır
beni bundan,
Yoksa helâk olurum, yere
düşüp buradan."
Papazlar bil-mecbûri, ona
gelip bu kere,
Dediler: "Duâ et de, o çocuk
düşsün yere."
Buyurdu ki: "Hiçbir şey
kurtarmaz o çocuğu,
Kelime-i şehâdet, kurtarır
yalnız onu."
Oğlan bunu duyunca, sevinip
bu habere,
Kelime-i şehâdet, söyleyip
indi yere.
Papazlar bunu görüp,
hayrette kaldı hepsi
Ve insâfa gelerek, îmân etti
cümlesi.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin gözlerinde bir
zaman ağrı meydana geldi. Tabib çağırdılar, gelen tabib, hıristiyan idi. Muâyene
edip; "Gözlerinize su değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî; "Su
değdirmesem nasıl abdest alırım?" deyince, tabib; "Gözleriniz size lâzım ise su
değdirmeyeceksiniz." dedi. Cüneyd-i Bağdâdî abdest alıp namaz kıldı ve namazdan
sonra bir mikdâr uyudu. Uyandığında gözlerinde hiç ağrı kalmamıştı. O anda
duyduğu ses; "Yâ Cüneyd! Sen bizim için gözlerini fedâ ettiğin için, biz de
senden o ağrıyı aldık." diyordu. Bir zaman sonra hıristiyan tabib tekrar geldi.
Baktı ki gözleri tamâmen iyi olmuş. Hayret edip; "Nasıl yaptın da iyi oldu?"
dedi. Cüneyd-i Bağdâdî olanları anlatınca, Cüneyd-i Bağdâdî'nin elini öpüp îmân
etti ve; "Esas ağrıyan göz sizinki değil benim gözlerim imiş. Hakikatleri
göremiyen ben imişim" dedi. |
|