HİDÂYET (A)
Evlîyanın büyüklerinden
Abdullah bin Abdülazîz el-Yuneynî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Kâdı Yâkûb şöyle anlatır: Birgün Şam'da bir mescidin
kenarındaydım. Orada bir köprü vardı. Hava çok sıcaktı. Abdullah el-Yuneynî,
abdest almak için dereye indi. O sırada bir nasrânî, şarap yüklü katırı ile
köprüden geçiyordu. Katır bir ara ürktü ve yük yere yıkıldı. Çevrede başka kimse
yoktu. Abdullah el-Yuneynî, yukarı çıkıp bana; "Yükü yüklemeye yardım et!" dedi.
Nasrânîye yardım ettim ve
yükü katıra yükledik. Nasrânî, oradan uzaklaşıp gitti. Kendi kendime; "Bu zât
böyle yapmamı niye istedi?" diye düşündüm. Sonra nasrânîyi tâkib ettim. Nasrânî,
katırıyla şarap satan bir dükkânın önüne geldi. Katırdaki yükü indirip açtı.
Hepsi sirke olmuştu. Şarap satıcısı; "Yazıklar olsun sana! Senden şarap
getirmeni istedim. Bunlar sirke!" dedi.
Nasrânî hayretten dona
kalmıştı. Şaşkınlığından ağlamağa başladı ve; "Bunlar şaraptı. Fakat neden sirke
oldu sebebini anladım!" diyerek hemen katırını bir yere bağladı. Doğru Abdullah
bin Abdülazîz hazretlerinin dergâhına koştu. Huzûruna girer girmez: "Eşhedü enlâ
ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlühü." diyerek müslüman
oldu ve artık huzûrundan ayrılmayıp talebeleri arasına girdi.
Mısır Evlîyasından
Abdülkâdir Deştûtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Bir kimsenin
hidâyete kavuşması başka insanların elinde değildir. Bize düşen, doğruyu
anlatmaktır. Allahü teâlâ o kimsenin hidâyete kavuşmasını murâd etmiş ve bunda
da bizi vesîle kılmış ise, çok büyük nîmettir. Her kim; saâdet, Allahü teâlâdan
başka bir kimsenin elindedir dese, yalan söylemiş olur" buyururdu. Bununla
berâber, evliyâlık yolunda ilerlemiş olan büyükler, açık olan kalb gözleri ve
firâset nûrları ile, bâzı kimselere hidayet nasîb olacağını anlayıp, onlarla
ilgilenir, alâkadâr olurlar. Dışarıdan gören ve bu inceliği anlıyamıyanlar da,
bu hâle hayret ederler.
Evliyânın büyüklerinden,
Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin meclisi müslüman olmak için gelenlerden boşalmazdı. Müslüman olan
bir râhip şöyle anlattı: Ben Yemenliyim. İçimden müslüman olmak geldi. Bunun
için Yemen'deki İslâm âlimlerinden birine mürâcaat etmek istedim. Böyle
düşünürken, uyuya kaldım. Rüyâmda Îsâ aleyhisselâmı gördüm. Bana; "Irak'a git,
orada Abdülkâdir isminde biri var, onun huzûrunda müslüman ol. Çünkü o
zamânındaki âlimlerin en büyüğüdür." buyurdu.
Yine on üç kişilik bir
hıristiyan cemâati müslüman olmayı kararlaştırdılar. Kimin yanında müslüman
olacaklarını düşünürlerken sâhibini görmedikleri bir ses; "Bağdad'a gidin.
Abdülkâdir Geylânî ismindeki zâtın huzûrunda müslüman olun. Onun bereketiyle
kalbinizde öyle bir îmân nûru parlar ki, başkasının yanında böyle olmaz."
diyordu.
Bu hâdiseler, Abdülkâdir
Geylânî hazretlerinin büyüklüğünü, derecesinin yüksekliğini göstermektedir.
Yoksa, İslâmiyette, müslüman olmak için, müftüye, imâma gitmek ve formaliteye
ihtiyâç yoktur. Bir kimse kelime-i şehâdeti söyleyip mânâsına inanınca müslüman
olur.
HIRSIZIN HİDÂYETİ
Abdülkâdir Geylânî,
küçükken yaşı bir gün,
Tarlaya, çift sürmeye,
gitmiş idi gündüzün.
Öküzün kuyruğundan, tutunmuş
gider iken,
Hayvan dile gelerek, konuştu
ona birden.
Dedi: "Ey Abdülkâdir, şunu
bil ki şüphesiz,
Seni, bu işler için,
yaratmadı Rabbimiz."
Korktu ve eve geldi, dedi
ki: "Anneciğim,
Bana izin verirsen, Bağdat'a
gideceğim.
İlim tahsîl etmektir,
gitmekte asıl gâyem,
Ayrıca evliyâyı, ziyâret
ederim hem."
Annesi memnun olup, dedi ki:
"Ey evlâdım,
İlim öğrenmen idi, benim
dahi murâdım."
Koltuğunun altına, dikerek
kırk altını,
Dedi ki: "Doğruluktan,
ayırma lisânını.
Git, yolun açık olsun,
emânet ol Allah'a,
Belki de görüşmemiz, nasîb
olmaz bir daha."
Abdülkâdir böylece,
annesinden ayrılıp,
Bağdat'a yola çıktı, bir
kervana katılıp.
Bir müddet yol gidip de,
geçince Hemedan'ı,
Âniden eşkıyâlar, bastılar
bu kervanı.
Kervanda mal ve eşya, var
ise her ne kadar,
Teker teker sorarak,
gasbeyleyip aldılar.
Abdülkâdir'e dahi, sordu bir
eşkıyâ;
"Ey çocuk, üzerinde, neyin
var, mal ve eşyâ?"
.
Dedi: "Benim sâdece, kırk
altınım var ki hem,
Onları koltuğumun, altına
dikti annem."
İnanmadı eşkıyâ, onun bu
sözlerine,
Gitti ve ikincisi, geldi
onun yerine
O da alay ederek, sordu: "Ey
fakir çocuk,
Yanında mal ve para, neyin
var, söyle çabuk."
Ona dahi dedi ki: "Kırk
altın var yanımda,
Onlar da dikilidir,
koltuğumun altında."
İnanmadı ise de, o dahi buna
yine,
Gidince haber verdi, bunu
reislerine.
Reisleri çağırtıp, sordu ki
o da tekrar:
"Ey çocuk doğru mudur,
yanında altın mı var?"
Dedi: "Evet efendim, kırk
altınım var ki hem.
Koltuğumun altına, dikmişti
tek tek annem."
Söylediği o yeri, sökerek
eşkıyâlar,
Altınları görünce, şaşıp
dona kaldılar.
Reisleri dedi ki: "Pekâlâ ey
evlâdım,
Ne için doğrusunu, söyledin
anlamadım.
Eğer söylemeseydin,
bulamazdık biz bunu,
Niçin sen bile bile,
söyledin doğrusunu."
Dedi ki: "Ben anneme,
sözverdim ki efendim,
Her ne olursa olsun, yalan
söylemeyeyim.
Doğrudan sapmamaya, söz
vermiştim anneme,
Değer mi altın için, bu
ahdimden dönmeme."
Reis bunu duyunca, başladı
ağlamaya,
Dedi: "Eyvâh benim de ahdim
vardı Allah'a.
Lâkin bunca senedir, yaparım
eşkıyâlık,
Şu andan îtibâren, tövbe
ettim ben artık."
Diğer eşkıyâlar da, bakarak
bu reise,
Dediler: "Bizler dahi,
vazgeçtik öyle ise."
Hâlisen tövbe edip, o gün
bunca eşkıyâ,
Aldıkları ne kadar, var ise,
mal ve eşyâ,
Tekar sâhiplerine, vererek
teker, teker,
O günden îtibâren, o işi
terk ettiler.
Irak'ta yetişen büyük
velîlerden ve Şâfîî mezhebi fıkıh âlimi Abdülkâhir Sühreverdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhına bir gün üç hıristiyan ile üç yahûdî
gelmişti. Onlara îmânı ve İslâmı anlattı. Kabûl etmediler. Bunun üzerine
Abdülkâhir Sühreverdî, herbirinin ağzına bir yudum süt verdi. Sonra herbiri
kelime-i şehadet getirerek müslüman oldular ve; "O sütü içince kalbimizdeki (hıristiyanlık
ve yahûdîliğin) bütün küfür pisliklerinin dışarı çıktığını hissettik." dediler.
Abdülkâhir Sühreverdî hazretleri ise; "Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizin
önce müslüman olmayışınızın sebebi, şeytanlarınızın mâni olması idi. Burada önce
onlar yenildi. Size Allahü teâlânın hidâyet vermesi için biz de duâ ettik."
dedi. Sonra Sühreverdî hazretleri mübârek ellerini onların gözlerine sürdü.
Kerâmet olarak onlar uzak yerlerdeki tanıdıklarını gördüler ve onlara müslüman
olduklarını bildirip İslâm dînine dâvet ettiler.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr
hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şöyle anlatır: Bir defâsında deniz yolculuğuna çıkmıştık.
Bindiğimiz gemi fırtınaya tutuldu. Sonunda dalgalar bizi bir adaya sürükledi.
İnip dolaşmaya başladık. Puta tapan bir adama rastladım. "Neden bu puta
tapıyorsun. Bu ne fayda ne de zarar verir!" dedim.
"Siz kime taparsınız?" diye
sorunca; "Her şeyi yaratan, her şeye kâdir olan Allahü teâlâya ibâdet ederiz."
dedim.
"Bunu size kim bildirdi?"
"Allahü teâlâ bize kerîm bir
peygamber gönderdi, o bildirdi."
"O peygamber nerededir?"
"Bize Allahü teâlânın
gönderdiği dîni bildirip, tebliğ vazîfesini tamamladıktan sonra vefât etti.
Allahü teâlâya kavuştu."
"Ondan hiçbir alâmet kaldı
mı?"
"Evet O, Allahü teâlâdan bir
kitap getirdi. Bizim yanımızdadır."
Aramızda geçen bu konuşmadan
sonra: "O kitâbı bana gösterin." deyince Kur'ân-ı kerîmi ona gösterdim.
"Ben bunu okumasını
bilmiyorum." dedi. Sonra açıp bir sûre okudum. Ben okudukça o ağladı. Sûreyi
bitirince; "Lâyık olan şudur ki, kimse bu kelâmın sâhibine âsi olmasın!" diyerek
hemen müslüman oldu. Ona Kur'ân-ı kerîmden birkaç sûreyi ve kendisine yetecek
kadar din bilgisi öğrettik.
O gece yatsı namazını
kıldık. Yatma zamânı gelince O yatmadı ve sabaha kadar ibâdet etti.
Talebelerime; "Bu yeni müslüman oldu. Aramızda biraz para toplayıp verelim de
sıkıntı çekmesin." dedim. Parayı toplayıp götürdüğümüzde; "Bu nedir?" dedi.
"Bunu al, kendine nafaka alırsın, sıkıntı çekmezsin." dedim.
"La ilâhe illallah. Ben daha
önce bu adada iken, puta tapardım. Allahü teâlâyı bilmezdim, fakat O beni zayi
etmedi, korudu. Şimdi ise O'nu tanıyorum. Beni hiç zâyi eder mi?" dedi.
Üç gün sonra onun hastalanıp
yatağa düştüğünü haber aldım. Hemen yanına koştum. "Bir isteğin var mıdır?"
dedim. Benim ihtiyâcımı, her ihtiyacı gideren Allahü teâlâ karşıladı." dedi.
Bu görüşmemizden bir gün
sonra da vefât etti. O gece onu rüyâmda bir bahçe içinde gördüm. Bahçenin
üzerinde yüksek bir kubbe, kubbenin altında bir taht üzerine oturmuştu. Yanında
da bir hûri vardı. Meâlen; "...Melekler de her kapıdan yanlarına vararak şöyle
diyeceklerdir: Sabrettiğiniz için, size selâm olsun! Âhiret saâdeti ne
güzeldir!" (Ra'd sûresi: 23-24) buyrulan âyet-i kerîmeyi okuyordu.
Bir gün Habeşistanlı bir
gayri müslim, Mısır'a gelmişti. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'nin (rahmetullahi
teâlâ aleyh) nâmını duyduğu için, onunla görüşmek istiyordu. İmâm-ı Şa'rânî onu
kabûl etti. Habeşistan ile ilgili konuşmaya başladılar. Abdülvehhâb-ı Şa'rânî,
Habeşistan'ı öyle anlatıyordu ki, en ince ayrıntılarına kadar îzâh ediyordu. O
gayri müslim dinledikçe, yaşadığım yeri benden daha iyi biliyor diye hayret
ediyordu. Dayanamayıp Abdülvehhâb-ı Şa'rânî'ye; "Siz Habeşistanlı mısınız?" diye
sordu. O da; "Dünyâda nereyi görmek arzu etsem, Allahü teâlâ bana orayı
gösterir. Bu, cenâb-ı Hakk'ın bana bir ihsânıdır." buyurdu. Bunu işiten gayri
müslim, Kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Adiyy bin Müsâfir (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak,
Şeyh Lâhık şöyle anlatır: Bir gün Adiyy bin Müsâfir'in huzurunda idik. Bize bir
şeyler anlatıyordu. Bir ara batı tarafına yönelip; "Bize gel, bize gel!" dedi ve
konuşmasına devâm etti. Bir müddet sonra ikinci defâ; "Bize gel, bize gel!"
dedi. Bu sırada talebelerinden birisi; "Efendim! Bize gel, bize gel, buyurdunuz
bunun mânâsı nedir?" diye sordu. "Şu anda Kostantiniyye'de (İstanbul'da)
birisine Allahü teâlânın hidâyeti yetişti ve müslüman olmak istiyor. Oradan,
kendisine İslâm'ın emirlerini öğretecek birini aramak için yola çıktı.
Oradakiler yolundan çevirmek için uğraştılarsa da muvaffak olamadılar. İşte
bunun için onu yanıma çağırıyorum. Allahü teâlâdan, onun talebelerimden olmasını
istedim. Allahü teâlâdan onun hemen buraya ulaşmasını diliyorum." buyurdu.
Bu sebeple iki gün Adiyy bin
Müsâfir'in yanında kaldık. Üçüncü gün ikindi namazı vaktinde Şeyh bize döndü;
"Kalkınız Konstantiniyye'de Allahü teâlânın hidâyet buyurduğu kardeşinizi
karşılayınız." buyurdu. Zâviyeden dışarı çıktığımızda o zâtın dağdan aşağı doğru
inmekte olduğunu gördük. Üzerinde papaz elbisesi vardı. Adiyy bin Müsâfir'in
huzuruna girip müslüman oldu. Adiyy bin Müsâfir ona; "İsmin nedir?" diye sordu.
"Abdulmesîh." dedi. Ona Abdullah ismini verdi. Adiyy bin Müsâfir'in yanında
kaldı. Adiyy bin Müsâfir hazretleri ona namazın şartlarını ve İslâm'ın diğer
emirlerini öğretti. Kur'ân-ı kerîmden bir mikdâr ezberletti. Nihâyet sâlih bir
müslüman oldu. Sonra onu İrşâd etmesi, insanlara doğru yolu göstermesi, terbiye
etmesi, onlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretmesi için Acem
taraflarına gönderdi. Orada hocası Adiyy bin Müsâfir'in ismini koyduğu bir
zâviye yaptı. Pekçok talebe yetiştirdi.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Harb (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Behram adlı
ateşperest bir komşusu vardı. Bu komşu bir defâsında ticâret için bir yere mal
gönderdi. Yolda hırsızlar mallarını alıp kaçtılar. Ahmed bin Harb durumu haber
alınca, yanındakilere; "Haydi komşumuza gidelim. Başına gelen bu hâl için
üzülmemesini söyleyip onu teselli edelim. Her ne kadar ateşe tapıyorsa da
komşumuzdur." dedi. Behram'ın evine gelince, kendilerini hürmetle karşıladı ve
çok saygı gösterip ikramlarda bulundu. O günlerde çok kıtlık olduğundan bir
şeyler yemek için gelmiş olabileceklerini de düşünerek ayrıca yemek hazırlamak
istedi. Bunu gören Ahmed bin Harb hazretleri; "Zahmet etmeyiniz. Malınızın
çalındığını duyduk. Üzülebileceğinizi düşünerek, halinizi, hatırınızı soralım
diye geldik." buyurdular. Behram; "Evet öyledir, ama bunda üç şeye şükretmem
lâzım oluyor: Birincisi, başkaları benden çaldılar, ben başkalarından çalmadım.
İkincisi, malımın yarısını aldılar, diğer yarısı bende kaldı. Ya hepsini
alsalardı. Üçüncüsü, din bende kaldı, dünyâyı aldılar." dedi.
Bu sözler Ahmed bin Harb'in
pek hoşuna gitti ve yanındakilere; "Bu sözleri yazın. Bundan îmân kokusu
geliyor." dedi. Sonra Behram'a; "Niçin ateşe tapıyorsun?" diye sordu. Behram:
"Ona tapıyorum ki yarın beni
yakmasın, kendisine yakmak için odun verdim ki beni Allahü teâlâya ulaştırsın."
cevâbını verdi.
Ahmed bin Harb: "Çok
yanılıyorsun. Ateş zayıftır. Ona tapmakla hesaptan kurtulmak mümkün değildir.
Bir çocuk, bir avuç su atsa ateşi söndürür. Bu kadar zayıf bir şey başkasına
nasıl kuvvet verebilir? Bir parça toprağı bile kendinden atamaz. Seni Allah'a
nasıl kavuşturur? Ateş câhildir. Bir şey bilmez, yakarken misk ile necaseti
ayıramaz. Hepsini aynı anda yakar ve hangisinin daha iyi olduğunu bilmez. Sen
ki, yetmiş senedir ona tapıyorsun. Ben de ömrümde bir kere ona tapmadım. Gel
ikimiz de elimizi ateşe sokalım. Seni koruyup korumadığını gör." buyurdu.
Behram ateş getirdi. Ahmed
bin Harb hazretleri elini ateşe sokup bir saat kadar bekledi. Eli hiç yanmadı ve
acımadı. Bu hâli gören Behram çok şaşırdı, kalbinde bir değişme hissederek:
"Size dört şey soracağım.
Cevaplarını verirseniz îmân edeceğim." dedi. Ahmed bin Harb "Sor." buyurdu.
Behram dedi ki:
"Allahü teâlâ, insanları
niçin yarattı? Mâdem ki yarattı niçin rızık verdi? Mâdem ki rızık verdi. Niçin
öldürdü? Mâdem ki öldürdü. Niçin diriltecek?"
Ahmed bin Harb şöyle cevap
verdi:
"Allahü teâlâ kendini
tanımaları için insanları yarattı. Razzâk, ziyâdesiyle rızık verici olduğunu
bilsinler diye onlara rızık verdi. Kahhâr olduğunu anlamaları için onları
öldürür. Kudretini tanımaları için onları tekrar diriltir."
Behram bunları duyunca; "Eşhedü
en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resûlühü." diyerek
müslüman oldu. |