|
HİCRET - 2
Konya'nın Seydişehir
ilçesini kuran büyük velî Seyyid Hârun Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Horasan’da doğdu. Zamânının âlimlerinin sohbetlerinde ilim öğrendi. Amcasının
vefâtı üzerine Horasan bölgesinin emirliğine getirildi. Bu görev sırasında büyük
babası hazret-i Hârûn-ı Kerâmet'in ve amcasının kabrini sık sık ziyâret ederdi.
Bu ziyâretlerin birinde gâibden bir ses; "Yâ Hârûn, Rûm'a çık! Karaman ilinde
Küpe Dağının doğu eteklerinde bir şehir kur! O şehrin halkı sâlih ola... Şakî
olanın âkıbeti hayır olmaya." diyordu. Bu sesi daha sonra da duymaya başladı.
Bunun üzerine Hârun Velî, ileri gelenleri topladı ve onlara; "Ey yârenlerim!
Büyük dedem ile amcamın kabirlerini ziyâretim sırasında fevkalâde bir hâl oldu."
deyince, onlar ısrarla ne olduğunu anlatmasını istediler. Bunun üzerine
duyduklarını anlatarak onlardan izin istedi. Dünyâ tâc ve tahtını terk edip,
kendisni tamâmen Allah yoluna verdi.
Seyyid Hârun Velî'ye
sevenleri ve talebeleri huzûrunda toplanıp; "Ey efendimiz! Siz şimyide kadar
dünyâ sultânı iken, sizin hizmetinizdeydik, şimdi ise âhiret sultânı oldunuz. Ne
olur bizi terk etmeyiniz." diye yalvardılar. Onlara; "O halde siz de fâni
dünyâda nefsinizin arzularını terkedin. Allahü teâlâya kalbden sıdk ile
bağlanın. Dünyâ malını bırakın. Ondan sonra benim ile doğru yolda yürüyün. Bu
yolda ancak sâdık kimseler gidebilir." buyurdu. Onlardan bâzıları dünyâ ve
dünyâlıklardan vazgeçerek, Hârun Velî'nin talebelerinden oldular.
Hârun Velî Karaman ilinin
neresi olduğunu ve nasıl gideceğini düşünüyordu. Yine bir gün Allahü teâlâya
ibâdet edip yalvardığı sırda kulağına; "Yâ Hârun! Bir bulut sana kılavuzluk
edecektir. Onun indiği yer senin mekânın olacaktır." nidâsı geldi. Bunun üzerine
hazırlıklarını yapan Hârun Velî, kırk arkadaşı ile yola çıktı.
O bulut onları önce Bağdât'a
götürdü. Bağdât'ta Şeyh Alâeddîn isimli büyük bir zât vardı. Hârun Velî'nin
Bağdât'a gelmesine iki menzil kala, Allahü teâlânın izni ile Şeyh Alâeddîn'e,
onun geldiği ilhâm oldu. Bunun üzerine talebelerine; "Memleketimize zamânın
büyük âlimi geliyor. Onu karşılamaya çıkalım." dedi. Şeyh Alâeddîn talebeleri
ile berâber Hârun Velî'yi karşılamaya çıktı. Şeyh Alâeddîn büyük bir hürmet,
edep ve tevâzu ile onu karşıladı ve evine dâvet etti. Şeyh Alâeddîn'in
talebelerinden bâzıları edep ve terbiyeye aykırı olarak; "Sultânım, sen İmâm-ı
Câfer-i Sâdık neslinden büyük bir velî iken, bu zâta çok fazla değer vermenize
hayret ediyoruz." dediklerinde, talebelerine; "Susunuz. Bu zâtın kim olduğunu
biliyor musunuz? Eğer siz onun kim olduğunu bilseydiniz, böyle konuşmazdınız.
Seyyid Hârun büyük bir velîdir. Peygamber efendimizin soyundandır. Ana
tarafından soyu Veysel Karânî hazretlerine ulaşır. Bu zât ilham-ı Rabbânî ile
Horasan sultanlığını terk etti. Kutupluk makâmına yükseldi. Onun burayı teşrifi,
bizim için büyük bir saâdettir." buyurdu. Daha sonra Şeyh Alâeddîn ve Hârun Velî
birlikte kırk gün halvette kaldılar. Bu süre içinde Alahü teâlâya tâat ve
niyazda ve bilgi alış-verişinde bulundular.
Seyyid Hârun Velî daha sonra
izin isteyerek yoluna devâm etti. Hârun Velî, dâimâ tevekkül hâlinde idi. Hiç
kimesye yol sormazdı. Sonra evliyâlar otağı, ilim ve irfân yatağı Konya'ya
vardılar. Bir süre önce vefât eden bu beldenin büyük âlimi Hoca Ahmet Fakîh'e;
"Sultânım! Senin dünyâya vedâ etme zamânın yaklaştı. Ne olur, yerine birisini
bıraksan. Size halef olup, bizim rûhumuzu terbiye etse." diye yalvarmaları
üzerine; "Yakın zaman içinde Acem taraflarından bir velî gelir. Onun adı
Hârun'dur. Alâmeti, sağ elinde beyaz bir ben vardır. Beni isteyen onda bula."
buyurdu. Seyyid Hârun Konya'ya vardığında uzun süre câmide Allahü teâlâya ibâdet
etti. Bu duruma çok hayret eden Konyalılar, bu zâtı merak ettiler. Seyyid Hârun
Velî olduğunu öğrenince, Mevlânâ Ahmed Fakih'in vefât etmeden önce kendilerine
tavsiye ettiği zât olduğunu anladılar. Hemen Hârun Velî'nin yanına gidip;
"Efendim! Bizim hocamız Ahmed Fakih vefât etmeden önce; "Benden sonra yakın bir
zamanda Horasan'dan bir velî gelecek. Onun adı Hârun'dur. Sağ elinde beyaz bir
beni vardır. Beni seven onu seve, beni isteyen onda bula." buyurmuştu." dediler
ve hocalarının yerine oturmasını ısrar ettiler. Seyyid aldığı ilâhî emre uymak
için yola devâm edeceğini bildirdi ve yanındakilere; "Ey dostlarım! Yola
çıkalım, gideceğimiz yer yakınlaşmış gibi görünüyor." dedi. Yola çıktılar.
Hatunsaray köyünde kardeşi Seyyid Bedreddîn'in hastalığı şiddetlenerek vefât
etti. Oraya defnettiler. Kabrinin bulunduğu yer, "Seyyid Kabri" ismiyle
meşhurdur. Vefât eden kardeşi Seyyid Bedreddîn'in Mûsâ isminde bir oğlu vardı.
Hârun Velî bu çocuğun üstüne titriyordu. Ona iyi bakılmasını isteyerek; "İnşâallah
biz bu âlemden göçünce, Mûsâ bizim yerimizi alacaktır." buyurdu.
Kâfile yoluna devâm ederek
Çumra civârında bir yerde konakladı. Burada su yoktu. Kâfiledekiler kendi
kendilerine; "Ah bir su olsaydı, ne olurdu?" diyordu. Seyyid Hârun Velî'ye bu
durum Allahü teâlânın izni ile mâlum oldu ve onlara; "Size su mu gerek!" dedi.
"Evet." dediklerinde, asâsını yere sapladı. Allahü teâlânın izni ile bir su
fışkırdı. Hârun Velî kaynağın yanına küçük bir mescid inşâ ettirdi. Bir süre
sonra kâfile yoluna devâm etti. Bulut gittikçe yere yaklaştı. Hârun Velî; "Ey
yârenlerim! İnşâallah menzilimiz yakın olsa gerek." dedi. Bu arada bir tepeyi
aştıklarında kendilerine rehberlik eden bulutun, ovanın batı kısımnda yer alan
bir dağın eteğinde durduğunu gördüler. Hârun Velî'nin emri üzerine orası konak
yeri oldu. Fakat Hârun Velî buranın Küpe Dağı olup olmadığında şüpheli idi.
Burası bugün Karaviran nâhiyesi olarak bilinen yerdi. Hârun Velî burada içindeki
şüphenin giderilmesi için kırk gün Allahü teâlâya yalvardı.
Bu arada bölge halkı onun,
velî mi, yoksa velî kılığına girmiş biri mi olduğunu anlamak için imtihân etmek
istediler. Diri birisini tabuta koyup; "Cenâzemiz var namazını kılıver." diyerek
Hârun Velî'yi dâvet ettiler. Hârun Velî toplanan halka; "Ölü niyetine mi, yoksa
diri niyetine mi kılacağız?" diye sorunca; "Dirinin namazı kılınır mı, tabiî ki
ölü niyetine kılacağız ." dediler. Hârun Velî; "Öyleyse, buyurun cenâze için
Allahü teâlâya duâ edelim. Sonra da namazını kılalım." dedi. Duâ ettikten sonra;
"Haydin cenâzenizi yıkayın da namazını kılalım." dedi. Halk alaylı bir şekilde
cenâzeyi kilimden çıkardılar. Akıllarınca; "Sen ölüyü diriyi bilmiyorsun."
diyerek, Hârun Velî ile alay edeceklerdi. Fakat kilimi açtıklarında, diri
sandıkları adamı, ölü bulunca, şaşırdılar. Böylece Hârun Velî'nin büyük bir zât
olduğunu anlatılar.
Bir süre sonra Hârun Velî;
"Yâ Hârun! O dağa, yaklaş." diye bir ses işitti. Buna sevinen büyük velî, Küpe
Dağına doğru yola çıktı. Kâfile, bulutun gösterdiği yere doğru yol alırken,
Hârun Velî Haydar Baba ile iki talebesini önden gönderdi. Kâfilenin önünü kesmek
için Bük denilen mevkide eşkiyâ pusu kurmuştu. Bunlar Haydar Baba'nın yanındaki
iki talebeyi öldürdüler. Haydar Baba olanları büyük velîye anlatınca; "Öyle ise
siz yavaş yavaş geliniz. Ben önden gidiyorum." dedi. Hârun Velî yüzünden örtüyü
hiç eksik etmezdi. Eşkiyânın pusu kurduğu yere yaklaşınca yüzünü açtı. Büyük
velînin yüzünü gören eşkiyâ dağılıp kaçtı. İki talebeyi oraya defnettiler. Bir
müddet gittikten sonra, Küpe Dağının eteğinde gökkuşağı şeklinde bir nûr
parladığını gördüler. Hârun Velî sevenlerini toplayıp; "Ey dostlarım! Şu
gördüğnüz nûr var ya, işte orası inşâallah bizim meskenimiz ve vatanımız olacak.
Allahü teâlâ bizim, sizin ve bütün dostlarımızın îmânlarını, şeytanın ve kötü
kimselerin şerrinden korusun. Âmîn!" dedikten sonra yollarına devâm ettiler.
Nûrun kapladığı tepecikte konakladılar.
Hârun Velî, etrafın
güzelliklerini seyrederken, keşif hâli tecellî etti. Şehri meydana getiren bütün
mahallelerin yerlerini şöyle gördü: "Kıble tarafında ulu kapı vardı. İçinde bir
mescid görünüyordu. Orada Peygamber efendimizin mübârek rûhâniyeti ve Eshâb-ı
güzîn oturmuştu. kuzey tarafında kapı ve mescid vardı. Burada da bütün
peygamberlerin rûhâniyetleri ve Hızır aleyhisselâm bulunuyordu. Batı tarafındaki
kapıdaki mescidde ise, dedeleri ve evliyâ-ı kirâm bulunoyurdu. Bütün bunları
gören Hârun Velî yakın dostlarını yanına çağırarark onlarla istişâre etti ve
hemen şehrin kurulmasını istedi. Dostları; "Ey efendimiz! İnşâallah allahü teâlâ
kolaylık verir. Fakat bunun için ustalar, işçiler, kireç, taş gerekli. Bunca
hizmetler nasıl görülebilir?" dediler. O da; "Kalkınız gidip, yapacağım bu yer
için lâzım olan taş ve ağaçların yerini görelim." dedi. Hârun Velî'nin geldiğini
duyan pekçok müslüman ve gayr-i müslim oraya gelmişlerdi. Onlar da beraber bu
dağın eteğine gittiler. Bir su akıyordu. Suyun kenarında inşâatta
kullanılabilecek ağaçlar, pınarın başında ise eski bir yerleşim merkezinin
taşları bulunuyordu. Hârun Velî, Allahü teâlâya; "Yâ İlâhî! Senden bu taşların
bir kısmının bizimle gelmesini umarım." diye duâ etti. Daha sonra taşlara doğru
dönerek; "Allahü teâlâın izni ile kalkın." dedi. Taşlar kalkarak Hârun Velî'nin
önünde koyun sürüsü gibi giderek, istenilen yere geldiler. Bu manzara karşısında
birçok hıristiyan, müslüman oldu. Müslümanların ise, Allahü teâlâya
teslimiyetleri fazlalaştı. Bu durumu duyan bölge halkı, akın akın ona gelmeye
başladı. Hârun Velî gelen halka; "Ey cemâat! Biliyorsunuz ki, biz bir hayır işe
başlayacağız. İnşâallah kurmakla vazîfelendirildiğimiz bu şehir, son zamanlarda
çok faydalı olacak. Bilhassa sonradan gelenlere çok menfaatli olsa gerektir.
Fakat şakî ve din bilgisinden mahrum olanların âkıbeti kötüdür." buyurdu. Allahü
teâlânın yardımıyla halka büyük bir zevk ve coşkunluk geldi. Ustalar,
marangozlar, demirciler, arabacılar ve işçilerin hepsi hizmete hazır olup, Hârun
Velî'nin emir ve işâretini bekliyordu. Hârun Velî önce Ulukapı, Pazar kapısı ve
Evliyâ kapısının yapılmasını emretti. Ulu kapının yapımına Akça Baba, Pazar
kapısının yapımına Nasipli Baba, Evliyâ kapısının yapımına da Haydar Baba
nezâret ediyordu. Halk canla başla kırk gün çalıştıktan sonra, Hârun Velî bir
müddet inşâatı paydos etmelerini istedi. İnşâata birkaç gün ara verildi. Hârun
Velî yapılan kalenin etrâfını gezdi. Daha sonra inşâata tekrar başlanıldı. Kale
burçları bir hayli yükseldiği sırada kaldırılamayan taşlar için Hârun Velî'den
yardım istiyorlardı. O da; "Ey taş kalk!" deyince taş kalkıp istenilen yere
konardı. Çalışanlardan herhangi birinin bir yeri taş ve kireçten yara olsa veya
incindiğinde Hârun Velî orayı sıvazlayınca, Allahü teâlânın izni ile iyi olurdu.
Beyşehir bölgesinde
Eşrefoğlu hüküm sürüyordu. Ona gidip; "Efendim! Velvelid şehri harâbelerinin
güneyinde Horasan'dan gelmiş birisi şehir kuruyor. Taşlar koyun gibi o zâtın
istediği yere yükselip konuyormuş." dediklerinde, öfkelenen Eşrefoğlu hemen iki
adam gönderip, onu buraya getirin diye emir verdi. O adamlar gelip bütün
olanları görünce zevke gelip âşık oldular. Geri dönmeyi akıllarına bile
getirmeden canla başla çalışmaya başladılar. Onların geri dönmemesine kızan
Eşrefoğlu, bu sefer on kişi gönderdi. Onlar da Hârun Velî'nin yanına gelip
durumu görünce, içten bir bağlılıkla bağlanıp geriye dönmediler. Eşrefoğlu yedi
kere adamlar gönderip, bir netice alamayınca, asker toplanması için emir verdi
ve; "Gidelim onun yaptığı işlerin hepsini yıkalım." dedi. Bunun üzerine çok
îtimâd ettiği vezîri; "Ey sultânım! Bu kişi ya Kutb-ül-aktâb mertebesinde bir
velîdir, veya tam bir sihirbazdır. Bu ikisinden başka bir şey olamaz. Bunlardan
hangisi olursa olsun sana zarârı dokunabilir. Benim kanâtim şudur ki: Bu zât her
halde Kutb-ül-aktâbdır. Çünkü bu kadar kerâmetler görünen ve gittiği yerlerde
câmi, mescid ve medrese yapan bir kişinin âdî bir sihirbaz olması imkânsızdır.
Beni gönderin, inşâallah her şeyi öğrenir, gelirim." dedi. Eşrefoğlu bunun
üzerine izin verdi. Vezir yanına birkaç adam aldı. Birer tulum katran ve bise
yükleyip yola çıktılar. Güyâ buları hediye olarak götürüyorlardı. Hârun Velî'nin
bulunduğu yere gelince, önce Beyşehir'den gelen hemşerileri ile karşılaştılar.
Getirdikleri hediyeyi onlara söyleyince; "Sakın bunları o zâta vermeyin. Böyle
hediye mi olur? O sizin zannettiğiniz gibi değildir. Büyük bir velîdir. Onun ne
dünyâya ne de sultanlığa rağbeti vardır. Zâten sultanlığı terk edip gelmiştir.
Hediye diye getirdiğiniz bu şeyleri dökün, onları götürmeyin." dediler.
Vezir huzûruna
çıkarıldığında Hârun Velî ona; "Hani getirdiğin hediyeler nerede? Onları buraya
getir." dedi. Vezir bu duruma çok şaşırdı. Getirdiği hediyeden hemşerilerinden
başka hiç kimseye bahsetmemişti. Hemen hediyeleri o büyük zâtın huzûruna
getirdi. Hârun Velî, her birinin içine biraz su atınca, biri saf bal, diğeri de
yağ oldu. Bu duruma hayret eden vezir, kendini toparlayıp; "Biz çok hatâlı bir
yolda imişiz." diyerek vezirlikten vazgeçip Hârun Velî'ye talebe oldu. Hârun
Velî; "Ey vezir! beyine git benden selâm söyle, yerinde sağ olsun. Bizim için
keder çekmesin. Onun düşündüğü işlerle ilgimiz yok. Biz bütün hizmetimizi Allah
rızâsı için sarf ediyoruz. Geçici şeylere iltifât edecek vaktimiz yok." dedi.
Vezir özür beyân edip geri dönmeyeceğini arzetti. O büyük zât bu isteği kabûl
edince, vezir adamlarını tulumlarla birlikte geri gönderdi. Adamların yanında
veziri görmeyen Eşrefoğlu'nun canı sıkıldı. Hem de gönderdiği hediyeler geri
gelmişti. Eşrefoğlu gelenlere olanlar hakkında suâller sordu. Onlar da;
"Efendim! Veziriniz orada kalıp, hizmetkârlık yapmayı vezirliğe tercih etti.
Seyyid Hârun bu tulumların içine su atıp bizimle geri gönderdi. Eşrefoğlu gazaba
gelip; "Getirin şu tulumları bir görelim." dedi. Tulumlar getirliip açılınca,
herkes hayretler içinde kaldılar. Zîrâ birini bal, diğerini yağ olmuş gördüler.
Yine de buna büyü dediler.
Gayrete gelen Eşrefoğlu,
askerlerini hazırladı. Hârun Velî'nin yaptıklarını yıkmak için yola çıktı.
Eşrefoğlu adamlarını toplayıp meşveret etti. Sonunda; "Önce eski veziri
çağıralım o ne derse ona göre hareket edelim." diye bir karâra vardılar.
Velvelid iline geldiklerinde eski vezire adam göndererek; "Bugün biz Seyyid
Hârun'u ziyârete geldik. Gel bizim rehberimiz ol." dediler. Vezir bu isteklerine
herhangi bir cevap vermeden Hârun Velî'ye; "Efendim! Eşrefoğlu Mehmed Bey sizi
ziyârete gelmiş, bendenize adam göndermiş, gelsin ziyâretimize kılavuz olsun
demiş, ne buyurursunuz." diye sordu. Hârun Velî de izin verdi. Vezir,
Eşrefoğlu'nun muazzam bir kalabalık ile geldiğini görünce; "Ey sultan! Bu nasıl
harekettir? Bir Hak dostuna bu kadar askerle niçin geldin? Yoksa niyetin başka
mıdır?" diye sordu. Eşrefoğlu; "Evet bizim yola çıkışımızda ilk niyetimiz öyle
idi. Fakat yolda bir fikir bize mâni oldu. Şimdi niyetimiz dostluk ziyâretinden
başka bir şey değildir. Ne yol gösterirsen ona göre gidelim, hattâ askerimin
atlarını bile vermek niyetindeyim." dedi. Vezir; "Ey Sultan! Bu velîye gâibden
bir ses gelip; "Yâ Hârun! rum'a git, Küpe Dağının doğu tarafına bir şehir kur. O
şehir halkı sâlih ola. Şakî olanların sonu hayr olmaya." demiş. Bu ilâhi ilham
ile buraya gelmiş. Ne olur sultânım. Allah dostuna alçak gönüllülük lâzımdır."
dedi. Eşrefoğlu; "Ne şekil bir alçak gönüllülük yapalım." diye sorunca vezir;
"Efendim kendiniz arkanıza bir büyük taş alın. Cümle asker de size uyarak, her
birisi arkalarına birer taş alsınlar. O velînin yaptığı kalenin etrafına
koysunlar. Sen de o zâta; "Mübârek olsun kolay gelsin." diyesin." dedi.
Eşrefoğlu bunu makul karşılayıp, askerlerine; "Hepiniz arkanıza birer taş alın."
diyerek kendisi de büyük bir taş alıp Hârun Velî'nin inşâ ettiği kalenin
etrâfına geldiler. Bunu görenler hemen gidip Hârun Velî'ye; "Beyşehir beyi
Eşrefoğlu, bütün maiyeti ile arkalarında taş getirmişler, ne buyurursunuz?"
dediler. Hârun Velî; "O taşları koyun, lâkin bu hiç iyi bir şey olmadı. Zîrâ,
zorla güç ile getirdiler. Bu kale tez harâb olsa gerek. Gerçi dünyâ fânîdir.
Harab olmak revâdır." dedi. Eşrefoğlu, Hârun Velî'nin huzûruna gelip büyük bir
edeble elini öptü ve sohbetini dinledi. Eşrefoğlu'nun yanında değerli âlimler de
vardı. Hârun Velî cemâate gözlerinizi yumun dedi. Hepsi gözlerini yumdular ve
Allahü teâlânın izni ile Cennet'i gördüler. Bu esnâda Hârun Velî; "Ey
müslümanlar! Görün ibret alın. Böyle ebedî ve sonsuz Cennet nîmetlerini, fâni
dünyânın geçici nîmetlerine değişmeyin. Evliyâ, âhiret nîmetlerine de rağbet
etmez. Onların dünyâda ve âhirette arzuladıkları tek şey, Allahü teâlânın
rızâsıdır. O zât-ı sübhâniyyenin mübârek cemâlidir. Sizi de bu yola teşvik
ediyorum. Size, dünyâdan el etek çekip miskin miskin durun demiyorum. Ben,
âhiret sevgisinin yerini kaplayan, dünyâ sevgisini kalpten çıkarın diyorum. Ey
Eşrefoğlu! Biz bu dünyânın beyliğini, ebedî âlemde onun lütfuna mazhar olmak
için terkettik. Bu şehrin kurulmasına kasdımız, kendimizden değildir. Belki
Hakk'ın emridir." dedi. Eşrefoğlu bu sözleri dinledikten sonra ağlayarak;
"Sultânım! Ben sizin hizmetçiniz olup, sizi hâlis bir sevgi ile seviyorum.
Kurduğunuz bu şehirde benim ne hakkım var." deyince, Hârun Velî; "Şehir beylere
layıktır. Bize gerekmez." buyurdu. Orada bulunan âlimler; "Ey Eşrefoğlu! Bir
kimse harap bir yeri ihyâ etse, orası onun mülkü olur. Bu kâideye göre burası
Seyyid Hârun Velî'nin olur. Fakat kendisi kabûl etmediğine göre, sen al. Sonra
burasını Hârun Velî'ye vakfet." dediler. Bunun üzerine Eşrefoğlu; "Peki aldım ve
yine Hârun Velî'ye vakfettim. Benim şehrim olan Beyşehir'de kendime âit bir köşk
ile has ve güzel bir bahçem var. Onları da vakf-ı sahîh ile vakfediyorum. Siz
şâhid olun." dedi. Sonra hürmetle Hârun Velî'nin elini öpüp, edeple oradan
ayrıldı. Askerleri ile Beyşehir'e geri döndü. Oradan, mükemmel bir vakfiye yazıp
Seyyid Hârun'a gönderdi.
İnşâat büyük hızla devâm
ediyordu. Mescidin kapıları, İran'dan Hârun Velî'yi sevenler tarafından
getirilmişti. Bu sırada Hârun Velî husûsî ibâdethânesinde Allahü teâlâya
münâcaat ediyordu. Zaman zaman inşâatı gezer, gerekli emirleri verirdi. Bu arada
mescidin önünde bir medrese yapılmasını istedi. Zamanla oraya yerleşmek için
gelenlerin sayısı gitgide arttı.
Bu sırada Ilgın'da ikâmet
eden Dediği Sultan isimli Horasan'dan gelmiş velî bir zât vardı. Talebeleri ona;
"Efendimiz! Velvelid iline büyük bir velî gelmiş. Çok kerâmetleri görülmüş, onun
fazîlet ve şerefi halk arasında dillere destan olmuş. Herkes ondan bahsediyor."
dediler. Dediği Sultan da; "Öyle ise o mübârek zâtı ziyâret etmek bize borç
oldu. Hemen onun ziyâretine gitmeli." buyurarak yanına iki talebesini alıp yola
çıktı. Çiğil Dağına geldiklerinde, önlerine bir ayı çıktı. Kendisine itâate
geldiğini anlayan Dediği Sultan, hemen ayıya bindi. Çivril Dağlarına
geldiklerinde, Allahü teâlânın izni ile bu ziyâret Hârun Velî'ye mâlûm oldu ve
talebelerine; "Dediği Sultan bir ayıya binmiş bize ziyârete geliyor. Gelin biz
de o mübârek zâtı karşılayalım." dedi. Hârun Velî'nin talebeleri; "Efendimiz! O
zâtın bir ayıya binerek gelmesi bir kerâmetidir. Bu kerâmeti sâyesinde,
içimizdeki îmânsızların îmâna gelmelerini kuvvetle ihtimâl etmekteyiz. Bunun
üzerine Hârun Velî işâretle bir taşı gösterdikten sonra; "Yâ Allah!" deyip taşın
üstüne bindi. Taş, Allahü teâlânın izni ile yürümeye başladı. Bu halde
giderlerken, Ilıca köyünün doğu tarafından Dediği Sultan'ın ayı üzerinde
geldiğini gördüler. İki velî karşılaştıkları zaman, birisi ayıdan, biri de
taştan indi. Bu durumu gören kâfirlerin çoğu müslüman oldu. Bu karşılaşma tam
öğle vaktinde idi. Hârun Velî; "Cemâatle öğle namazını kılalım. Herkes abdestini
alsın." dedi. Fakat abdest almak için orada su bulamadılar. Hârun Velî asâsını
toprağa batırdı. Allahü teâlânın izni ile bir pınar çıktı. Herkes, günümüzde
dediği Sultan Pınarı ismiyle bilinen o pınardan abdest aldı. Hârun Velî, Dediği
Sultan'a imâm olmasını söyledi. Dediği Sultan; "Siz varken ben imâm olamam. Ricâ
etsek de siz kıldırıverseniz." dedi. Öğle namazını Hârun Velî'nin arkasında edâ
ettikten sonra, yürüyerek şehre girdiler. Şehri dolaştıktan sonra Hârun Velî'nin
husûsî ibâdethânesinde üç gün sohbet ettiler. Dediği Sultan bir müddet kaldıktan
sonra Ilgın'a döndü.
İnşâatın büyük bir kısmı
tamamlandıktan sonra, Hârun Velî mescidin köşelerine çilehâneler yapılmasını
istedi. Çilehâneler bitirilince, Hârun Velî, Cumâ Câmiinin içindeki bir
çilehâneye girdi ve kalan ömrünü orada geçirdi. Vefât edeceğine yakın
çilehâneden çıkarak eski ibâdethânesine geldi. Burada mescide açılan küçük bir
penceresi vardı, imâma buradan uyardı. Bir gün bütün âile halkını yanına çağırdı
ve; "Gelsinler göreyim. Dünyâ fâni, âhiret bâkidir. Oraya nakil kılmak bize
yakın oldu. İnşâallahü teâlâ onlara bâzı nasihatlarda bulunalım." dedi. Bunun
üzerine kızı; "Ey babacığım! Bizi bu ellerde bırakıp da nereye gideceksiniz? Biz
garip mi olacağız?" deyince, Hârun Velî; "Evlâdım! Allahü teâlânın murâdı ne ise
o olur. Seni Hakk'a ısmarladım. Cümlenin elinden tutan O'dur. Başka kimse
yoktur. Sana vasiyetim şudur ki: "Kardeşimin oğlu Mûsâ'ya güzel bakasın. Hoşça
tutasın. Fakirlerin hizmetini cânu gönülden yapasın." buyurdu. Hanımına da;
"Sana da aynı vasiyeti ediyorum. Sen de hizmet kuşağını sıkı bağlanasın.
Fakirlere yardım edesin. Mûsâ'yı da yetim bilesin." dedikten sonra odalarına
gönderdi.
Hârun Velî sonra
talebelerini çağırdı. Onun çok zayıflamış olduğunu gören talebeleri; "Efendimiz!
Hâliniz nasıldır!" diye sorunca, "Çok şükür iyiyim. Allahü teâlâya hamdolsun.
Yalnız bir zayıflığım var. Sizin ile âhir ömrümde son bir defâ istişâre etmek
üzere çağırdım. Benim hâlimi biliyorsunuz. Bu âlemde fazla kalmayıp, yüce
Mevlâya kavuşsam gerek. Sizin her birinizi bir memlekete göndereceğim.
Gittiğiniz yerlerdeki kâfirler, Allahü teâlânın izni ile îmâna gelsin." dedi.
Bunları konuşurken talebeleri arasında Seyyid Mahmûd'u aradı. Göremeyince; "Seyyid
Mahmûd nerededir?" diye sordu. Seyyid Mahmûd ise sonradan geldiğinden; "Buyur
efendim!" diye cevap verince, Hârun Velî; "Oğlum! Sen Alâiyye'ye (Alanya) git.
Meskenin orası olsun." buyurdu. Seyyid Mahmûd; "Sultânım! Siz bu durumda iken
ben sizi nasıl bırakıp gidebilirim?" dedi. Hârun Velî; "İşte asâmı atıyorum. Bu
asâ nerede karar kılar ise, sen de orada mesken tutasın." diye emredince, Seyyid
Mahmûd hemen yola çıktı.
Hârun Velî daha sonra;
"Oğlum Zekeriyyâ! Seni de Manavgat'a gönderiyorum. Hemen oraya git." emrini
verdi. Zekeriyyâ Baba da hocasından ayrılmasının üzüntüsü içinde hemen yola
çıktı. Ali Baba, Gök Seyyid Kilimpuş ve Siyah Derviş'e dönerek; "Evlatlarım! Siz
de Antalya'ya gideceksiniz. Sâhil olup, güzel yerdir." dedi. Onlar da üzüntü
içinde yola çıktılar. Akça Baba'yı Germiyan iline, Nasipli Baba'yı Aydın iline
uğurladı.
Seyyid Hârun Velî'nin
hastalığı günden güne ziyâdeleşince, talebelerine; "Ey yârenlerim! Artık biz
âhirete gidiyoruz. Öldüğümüz zaman beni ibâdet yerim olan buraya defnediniz.
Üzerime bir türbe yapınız. Hepiniz haklarınızı helâl ediniz." deyince, herkes
gözyaşı dökmeye başladı. Hârun Velî onları îkâz etmek için; "Siz bana niçin
ağlıyorsunuz. Ben hayâtım boyunca, sevdiğim ve rızâsını almaya uğraştığım
mukaddes dostuma gidiyorum. Sizleri de O'na emânet ediyorum." dedikten sonra
Kelime-i şehâdet getirerek H.720 senesinde rûhunu teslim etti.
Hârun Velî'nin vefâtını
kimse fark edemedi. Görenler ölmemiş zannediyordu. Yüzünde hiç vefât nişânesi
yoktu. Sanki tatlı bir tebessümle etrâfını seyir ve temâşâ ediyordu. Kimse ne
olduğunu anlayamadı. Sonra Haydar Baba ile Gök Tîmûr Baba gelip, Hârun Velî'nin
mübârek nâşı yanında gece sabaha kadar beklediler. Öldüğüne kanâat getirdiler.
Sabah gasil işleri tamamlandı ve kalabalık bir cemâat tarafından kılınan
namazdan sonra husûsî ibâdethânesine defnedildi. Üzerine kısa zamanda bir türbe
yaptırıldı. Yerine kızı Halîfe Sultan geçti. Halîfe Sultan'ın vefâtından sonra
ise, Hârun Velî'nin yetişmesine ve terbiyesine çok önem verdiği kardeşinin oğlu
Şeyh Mûsâ geçti.
Büyük velîlerden Mevlânâ
hazretlerinin babası Sultân-ül-Ulemâ Behâeddîn Veled (rahmetullahi teâlâ
aleyh) Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'nin babası olup, hazret-i Ebû Bekr-i Sıddîk'in
soyundandır. Belh şehrinde Hatîboğulları sülâlesindendir. Babası Hüseyin Hatîbî,
dedesinin ismi de Ahmed Hatîbî'dir. H.545 de doğdu. 625 veya 628 de Konya'da
vefât etti. Annesi, Harezmşah sultanlarından Alâüddîn Muhammed Harezmşah'ın kızı
Emetullah Hâtundur. Muhammed Behâeddîn iki yaşında iken, babası Hüseyin Hatîbî
otuz üç yaşlarında olduğu hâlde vefât etti. Emetullah Hâtun, oğlu Behâeddîn'in
büyümesi ve iyi bir tahsîl ile yetişmesi için büyük bir titizlik ve îtinâ
gösterdi. Efendisi Hüseyin Hatîbî'den kalan kitapların bulunduğu odaya oğlunu
sık sık götürür; "Evlâdım, Behâeddîn'im! Bu kitaplar, rahmetlik babandan kaldı.
Muhterem baban bu kitapları dâimâ okur, hiç elinden bırakmazdı. Bu kitaplara çok
değer verir, her şeyden üstün tutardı. Onun vefâtından sonra pekçok âlim bu
kitapları almak için bize geldiler. Fakat hiçbirine vermedim, bunları senin için
muhâfaza ediyorum. Sen de ilim öğrenerek babanın kitaplarını anlamaya muvaffak
ol ve babanın yerini tut!" derdi. Bu sözler Behâeddîn'e çok tesir eder,
büyüyünce okuyup âlim olacağını söylerdi. Emetullah Hâtun, oğlunu, okuma çağına
gelince ilim tahsîline verdi. Behâeddîn, derslerine çok çalışır, devamlı
kitapları ile meşgûl olurdu. Keskin zekâsı, hâdiselere karşı sürat-i intikâlinin
çok fazla olması ve Allahü teâlânın yardımıyla kısa zamanda hocalarının
takdîrini kazandı. Pekçok zâhirî ilimleri öğrendi. Dolayısıyla, halk arasında da
tanındı, onların muhabbetlerini kazandı. Büyük Velî Necmeddîn-i Kübrâ'dan
tasavvufu öğrenerek, onun dertlere devâ olan feyz ve bereketlerine kavuştu.
Bâtınî ilimlerde ilerleyerek, Necmeddîn-i Kübrâ hazretlerinin en önde gelen
talebeleri arasına girdi. Muhammed Behâeddîn, hocasının teveccühleri ile iyice
olgunlaşarak, zamânının en büyük âlimlerinden ve velîlerinden oldu.
Muhammed Behâeddîn evlenme
çağına gelince annesi, Harezm Sultânı Rükneddîn'in kerîmesi olan Mümine Hâtun
ile evlendirdi. Onların bu evliliklerinden de Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
hazretleri doğdu.
Muhammed Behâeddîn
hazretleri, zâhirî ve bâtınî ilimlerde öyle yüksek derecelere vâsıl oldu ki, iki
cihânın güneşi, hürmetine yaratıldığımız Server-i âlem Sevgili Peygamberimiz ona
rüyâsında "Sultân-ül-ulemâ= Âlimlerin sultânı" lakabını verdi. Rivâyete göre, bu
hâdise şöyle anlatılır: Zamânının büyük âlimlerinden üç yüz kadar müftî ve
müderris, bir gece Peygamber efendimizi rüyâlarında gördüler. Resûlullah
efendimiz büyük bir kürsî üzerine oturmuşlardı. Etraflarında da binlerce velî ve
âlim bulunuyor, Resûlullah efendimizi huşû içinde dinliyorlardı. Orada Muhammed
Behâeddîn, güzel elbiseler giyinmiş bir hâlde, Peygamber efendimizin hemen
yanıbaşlarında ve sağ taraflarında oturmuştu. Peygamberimiz, orada bulunanlara
Muhammed Behâeddîn Veled'i göstererek; "Ey insanlar! Bugünden sonra Muhammed
Behâeddîn'e "Sultân-ül-ulemâ" denilecek ve imzasına "Sultân-ül-ulemâ"
yazılacaktır." buyurdu. Sabah olunca rüyâlarını anlatmaya gelenlere, daha onlar
bu müjdeyi vermeden o; "Ey kardeşlerim! Bu gece Sevgili Peygamberimizin bize
ihsân buyurduğu lakabı bana müjde için geldiniz değil mi?" diyerek, onların
rüyâlarını keşfettiğini belirtince, cümlesi hayran kalarak; "Allahü teâlâ ve
Resûlü şâhiddir ve biz de şâhidiz ki, sen Sultân-ül-ulemâ'sın. Bundan böyle bu
isimle tanınacaksın." dediler. Muhammed Behâeddîn'e karşı muhabbetleri ziyâde
olup, ona talebe olmak istediklerini bildirdiler. O da, gelen bu âlimleri
talebeliğe kabûl etti. İmzâ olarak da Sultân-ül-ulemâ lakabını kullanmaya
başladı.
Âlimler, rüyâlarını
yakınlarına söyleyince, hâdise herkes tarafından işitildi. Her taraftan
ziyâretçiler gelmeye başladı. Şânı her yerde duyuldu. Halkın yanında îtibârı pek
ziyâde yükseldi. Herkes huzûruna koşar, hizmetiyle şereflenmek için çalışır ve
hasta kalblere şifâ olan mübârek sözlerini dinlemek için can atardı. O civarda
olanlar, Sultân-ül-ulemâ'ya sabırsızlıkla koşarak, talebesi olmakla şereflenmek
istediler ve murâdlarına kavuştular. Birçok müşkili olanlar Belh'e kadar gelip,
aldıkları cevaplarla dertlerine derman buldular.
Behâeddîn Veled
hazretlerinin zâhirî ve bâtınî mertebeleri yükselince, başta annesi, talebeleri
ve akrabâları kendisine; "Başımıza pâdişâh ol. Seni korumak, emirlerini yerine
getirmek için hazırız" dedilerse de, onlara; "Peygamber efendimiz; "Ben
fakirlikle iftihâr ederim" buyurdu. Zâhirî saltanat tâcını giymek bize yakışmaz.
Bizim yolumuz, Peygamberimize tâbi olmak ve sünnet-i şerîflerine uymaktır."
buyurdu.
Behâeddîn Veled, bundan
sonra riyâzet ve mücâhede, nefsin isteklerini yapmamak, istemediklerini yapmak
ile uğraştı. Bu şekilde mânevî bakımdan pek yüksek derecelere kavuştu. Ne zaman
vâz ü nasîhat etmeye başlasa, etrâfında binlerce insan toplanır, feyiz ve
bereketlerinden istifâde ederlerdi.
Behâeddîn Veled, sabah
namazından sonra ikindi vaktine kadar talebelerine ilim öğretir, ikindiden sonra
medresesine gelenlere mârifetullahtan, Allahü teâlâyı tanımakdan bahsederek
insanları aydınlatırdı. Nasîhatlerinde Ehl-i sünnet îtikâdını anlatır, bozuk
fırkaların inanışlarını îzâh ederdi. İnsanların, dalâlet ve sapıklık yollarına
düşmemeleri, Cehennem'de yanmamaları için çok gayret sarfederdi.
Bid'at fırkasına mensup bâzı
âlimler, aralarında ittifak ederek, Behâeddîn Veled'i, sultâna şikâyet ettiler.
Sonra; "Sultânımız! Muhammed Behâeddîn Veled, size zâlimdir, âlimlerinize de
câhildir diyor. Halkın büyük bir kısmı onun etrâfında toplandı. Vakitlerinin
çoğunu onunla geçiriyorlar. Bir gün sizi tamâmiyle bırakıp, ona tâbi olacakları
muhakkaktır. Eğer böyle bir şey olursa, sizin saltanatınıza ziyân gelir. Bu
bizim için yüz karasıdır. Biz, size gördüğümüzü söylüyoruz. Vazifemiz sizi
uyarmaktır, gerisini siz bilirsiniz." dediler. Bunları işiten sultan çok üzüldü.
Çünkü Sultân-ül-ulemâ'ya ziyâdesiyle muhabbeti vardı. Fakat bu âlimlerin
söyedikleri de yabana atılır şeyler değildi. Bu işin tahkîki için yakınlarından
bir kimseyi Sultân-ül-ulemâ'ya göndererek; "Bütün beldelerde olan hâdiseler
sizce keşfolunmakta, bütün memleketlerdekiler de tasarruflarınız altındadır.
Ülkemizde bir pâdişâh var iken, ikincisinin de hükümet kurması uygun değildir.
Neticede, bendenizi bir memlekete tâyin buyurursanız memnun oluruz" gibi sitemli
ve uygun olmayan sözler sarfetti. Bunları Sultân-ül-ulemâ'ya söylediklerinde,
buyurdu ki: "Hasedcilerin zulümlerinden hicret etmek dedelerimizin
sünnetleridir. İş böyle olunca, biz de sefer eder, başka ülkelere gideriz.
Buradan ayrılınca, bu memleketin başına felâketler gelir, bu ülkeyi dinsiz
Tatarlar (Hülâgü'nün ordusu) istilâ ederler." buyurdu. Akrabâ ve talebelerine
sefer hazırlıklarına başlamalarını söyledikten sonra, sultânın adamlarına
dönerek; "Sultâna gidip bizden selâm söyleyiniz. Ona; "Biz fânî dünyânın
şöhretlerine tâlip değiliz. Dünyâ sultanlığında, tâcında da gözümüz yoktur. O,
bu dünyâdaki saltanatına devâm etsin." deyiniz." buyurdu.
Haber etrâfa çabucak
yayıldı. Behâeddîn Veled hazretlerinin hicretini işiten herkes, malını mülkünü
toplayıp, bu memleketten ayrılmaya, Behâeddîn Veled ile berâber gitmeye karar
verdi. Bütün olup bitenleri yakından takib eden sultan, çok üzüldü. Sultân-ül-ulemâ'ya
şefâatçılar göndererek af diledi. Kararından vazgeçmesini istirhâm etti. Sultân-ül-ulemâ
hazretleri, pâdişâhın teklifini reddetti. Fitne çıkarmadan, halkı galeyâna
getirmeden şehirden ayrılmak istiyordu. Bunun için de, Cuma günü Belhlilerin bir
câmide toplanmalarını arzu etti. Herkes o gün câmide toplanıp, mahşerî bir
kalabalık hâlini aldı. Behâeddîn Veled, onlara nasîhat etti, tesellide bulundu
ve onlarla vedâlaştı, helâlleşti. Orada bulunanlar çok ağladılar. Sultân-ül-ulemâ,
oradan yakın akrabâları ve talebeleriyle birlikte ayrıldı.
Nişâbûr'a geldiklerinde
onları Ferîdüddîn-i Attâr hazretleri karşıladı. İzzet ve ikrâmlarda bulundu. O
sırada beş yaşlarında bulunan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Nişâbûr'da bir rüyâ
gördü. Rüyâsında nur yüzlü bir ihtiyâr, kendisine, altı dallı bir gül verdi.
Rüyâsını babasına anlattığında, Sultân-ül-ulemâ şöyle tâbir etti: "Altı tâne
dalı olan gül, senin altı cildlik bir kitap yazacağına işârettir." Orada bulunan
Ferîdüddîn-i Attâr da; "Altı dallı güle kavuşuncaya kadar bu kitap ile meşgûl
olursunuz." diyerek, Mantık-ut-Tayr isimli kitabı Mevlânâ'ya hediye etti. Meğer
rüyâda görülen ve kendisine gül veren kimse Ferîdüddîn hazretleri imiş.
Nişâbûr'dan ayrılıp Bağdât'a
doğru yola çıktılar. Bağdât'a giderken, yol üzerindeki bütün şehirlerin
sâkinleri onları çok iyi karşılayıp, evlerine götürerek çok ikrâm ve tâzimde
bulundular. Bağdat'a yaklaştıkları zaman, kendilerine rastlayan bir cemâat;
"Sizler kimlersiniz? Nereden gelip, nereye gidiyorsunuz?" diye suâl edince,
Behâeddîn Veled; "Allah'dan geliyoruz, Allah'a gidiyoruz, Lâ havle velâ kuvvete
illâ billah." cevâbını verdi. O cemâat, bu cevâbın muhabbeti ile hayretler
içinde kaldılar. Bu haber, Şeyh Şihâbeddîn Sühreverdî hazretlerine bildirildi. O
da; "Böyle bir zât, Behâeddîn Veled'den başkası olamaz." buyurdu. Bunun üzerine
Sühreverdî hazretleri de, talebeleri ile birlikte onu karşılamaya çıktılar.
Buluştukları zaman, Sühreverdî atından inip, Behâeddîn Veled'in ellerini öptü ve
onları kendi hânesine dâvet etti. Behâeddîn Veled, maiyetinin kalabalık olduğunu
söyleyerek, özür diledi ve Müstensıriyye Medresesine yerleşti.
Bağdât'tan kâfilesiyle
ayrılan Sultân-ül-ulemâ, Kûfe yoluyla Kâbe-i muazzamaya geldi. Zilhicce ayının
ortalarına kadar orada ibâdet ile meşgûl oldu. Haccını îfâ ettikten sonra,
Medîne-i münevvereye gelip, hasretiyle yandığı Sevgili Peygamberimize misâfir
oldu. Orada günlerce gözyaşları içinde ibâdet eyleyip, Resûlullah efendimizin
feyiz ve bereketleriyle şereflendi. Bir müddet orada Cennet hayâtı yaşadıktan
sonra, mânevî bir işâret üzerine Peygamber efendimize vedâ edip, gözlerinden
yaşlar dökerek Medîne-i münevvereden ayrıldı. Günlerce yol aldıktan sonra, Şam'a
geldi. Oradaki âlimler Şam'da kalması için çok ısrâr ettilerse de, onlara nâzik
bir cevâb ile Rum diyârına gitmek istediğini bildirdi. Sonra Konya'nın bugünkü
Karaman ilçesinin yerinde bulunan Lârende kasabasına geldi.
Konya'da bulunan Sultan
Alâüddîn, Emîr Mûsâ'yı Lârende'ye bey tâyin etmişti. Emîr Mûsâ, Muhammed
Behâeddîn Veled hazretlerine çok saygı gösterdi. Onun talebesi olmakla
şereflendi. Hocası Sultân-ül-ulemâ'ya bir medrese yaptırarak, yedi sene
hizmetiyle şereflendi. Behâeddîn Veled, oğlu Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi,
Seyyid Şerâfeddîn Semerkandî hazretlerinin kerîmesi Gevher Hanımla evlendirdi.
Vefât eden hanımı Mü'mine Hâtun ile oğlu Alâüddîn'i Lârende'ye defnetti.
Emîr Mûsâ'yı çekemeyenler,
Konya Sultânı Alâeddîn-i Keykûbâd'a; "Lârende Beyi Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ'yı
çok sevip, onun talebesi oldu. Ona olan aşırı muhabbetinden sizi unuttu.
İsminizi bile ağzına almaz oldu." gibi iftirâlarda bulundular. Alâeddîn Keykûbâd,
Emîr Mûsâ'ya mektup yazarak huzuruna çağırdı. Emîr Mûsâ durumu hocasına
bildirdiğinde, Sultân-ül-ulemâ; "Sultan Alâeddîn'e gidiniz, selâmımı söyleyiniz.
Sorduklarına doğru cevab veriniz." buyurdu. Emîr Mûsâ derhal yola çıkıp,
Konya'da Alâeddîn Keykûbâd'ın huzuruna çıktı. Sultânın; "Ey Mûsâ! İşittiğime
göre Sultân-ül-ulemâ'nın emrinden dışarı çıkmaz imişsin. Bizi ziyârete hiç
gelmiyorsun. Yoksa bizi unuttun mu?" diye sitem edince, Emîr Mûsâ, Sultân-ül-ulemâ
Muhammed Behâeddîn Veled hazretlerinin üstünlüğünü, keşif ve kerâmetlerini,
ilimdeki yüksekliğini uzun uzun anlattı. Âlimlere karşı aşırı sevgisi ve hürmeti
olan Alâeddîn Keykûbâd bu sözleri hayranlıkla dinledi ve; "Ey Mûsâ! Sultân-ül-ulemâ
böyle büyük bir âlim ve velî bir zât idi de, bize daha önce niçin bildirmedin?
Onu Konya'ya dâvet ediyorum. Bizler de feyiz ve bereketlerine kavuşup, mübârek
elini öpmekle şereflenelim. Lütfen gidiniz, bana vekâleten kusûrumuzun affını
isteyip, muhabbetimizin çokluğunu kendilerine arzediniz. Lütfedip Konya'yı da
şereflendirmelerini istirhâm ettiğimi zât-ı alîlerine bildiriniz" emrini verdi.
Emîr Mûsâ Lârende'ye gelip, hocasına durumu bildirdi. Sultân-ül-ulemâ; "Müslümanın
dâvetine icâbet lâzımdır." emri gereğince, bu dâveti kabûl edip hazırlandı.
Konya'ya doğru yola çıktı. Sultan Alâeddîn de, yanında vezîrleri, kâdıları,
âlimleri ve ileri gelen devlet erkânıyla, Behâeddîn Veled'i karşılamaya
çıktılar. Behâeddîn Veled hazretlerine yaklaştıklarında, atlarından inip yaya
olarak huzûrlarına vardılar. Büyük bir sevgiyle onu karşıladılar. El öpüp,
hürmetle hâl hatır sordular. Büyük bir tevâzu ile Behâeddîn Veled'den af
dilediler. Hep birlikte Konya'ya dönmeye başladılar. Bugünkü Mevlânâ
hazretlerinin türbesinin olduğu yere geldiklerinde, Sultân-ül-ulemâ; "Buradan
nesebimizin güzel kokuları geliyor." buyurarak, oradaki bir bahçeyi işâret etti.
Bunu işiten Alâeddîn Keykûbâd, Sultân-ül-ulemâ'ya o bahçeyi hediye etti.
Behâeddîn Veled, Konya'da bir medreseye yerleşti. Orada vâz ve nasîhat ederek,
insanların kurtulması, iki cihân saâdetine kavuşması için çok çalıştı. |
|