|
HİCRET - 1
Osmanlı Devleti'nin kuruluş
devrinde, Ankara'nın Çamlıdere beldesinde yaşayan büyük velîlerden Ali
Semerkandî (rahmetullahi teâlâ aleyh) H.720 senesinde İsfehan'da doğdu.
Babasının ismi Yahyâ olup, hazret-i Ömer'e dayanır. Çok zekî ve pek akıllı idi.
Küçük yaşda Kur'ân-ı kerîmi ezberledi ve muhtelif kırâatlere göre okumasını
öğrendi. Genç yaşında; tefsîr, hadîs, fıkıh ve tasavvuf ilimlerinde pek yüksek
derecelere kavuştu. Mekke-i mükerreme, Medîne-i münevvere, Şam, Kudüs, Irak,
Semerkand, Çamlıdere gibi pekçok beldelerde İslâmiyeti öğretmek, emr-i mârûf
nehy-i münker yapmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarını bildirmek için
dolaştı.
Ali Semerkandî, tahsîlini
tamamladıktan sonra, Mekke-i mükerremeye gitti. Kâbe-i muazzamada yıllarca
imâmlık yaptı. Orada, insanları Ehl-i sünnet îtikâdına uygun bir îmân ile
yaşamaları, ibâdetlerini sünnet-i şerîfe uygun yapabilmeleri için çok çalıştı.
Mânevî bir işâret ile Medîne-i münevvereye geldi. Orada Resûlullah efendimizin
mübârek türbelerinde yedi sene kadar türbedârlık hizmetinde bulundu. Bir gün
rüyâsında, Peygamber efendimizin kerîmeleri Fâtımâ vâlidemizi gördü. Rüyâda; "Yâ
Ali! Resûlullah'ın huzûruna git. Seni mânevî evlatlığa kabûl buyuracak!" dedi.
Ali Semerkandî uyanınca, hemen Resûlullah'ın mübârek huzûruna koştu. Mübârek
kabrinin karşısına geçip, diz üzerinde edeble oturdu. Başını önüne eğerek,
murâkabe hâlinde beklemeye başladı. Bir müddet sonra Ravda-i mutahheradan
Resûlullah efendimizin; "Buyur yâ Ali! Seni mânevî evlâdım olarak kabûl ettim.
Kıyâmete kadar bu mûcizem bâkî kalsın. Yâ Ali! Öyle bir beldeye git ki,
fakirlikleri sebebiyle beni ziyâret edemeyen ümmetim, seni ziyâret etsinler. Sen
benim evlâdım olduğun için, sana yapılan ziyâreti bana yapılmış gibi kabûl
ederim." mübârek sözlerini işitti. Bu sözleri, büyük bir zevk ile dinleyen Ali
Semerkandî hazretleri, sevincinden ağladı ve cenâb-ı Hakk'ın verdiği bu nîmetten
dolayı şükür secdesi yaptı. Anadolu'ya gitmesi gerektiğini anladı ve hemen
harekete geçti.
Ali Semerkandî, bugünkü
Ankara'nın Çamlıdere havâlisine geldi. (Çamlıdere'nin eski ismi Şeyhler olup, bu
zâta izâfeten verildi.) Çamlıdere'ye bir derviş kıyâfetinde gelen Ali Semerkandî,
oradaki insanların çok fakir olduğunu görerek, işâret buyurulan yerin burası
olduğunu mânevî keşf ile anladı. Buradaki insanların irşâdı, Allahü teâlânın
emirlerini bildirmek, yasaklarından sakındırmak için yıllarca çalıştı. Pekçok
talebeleri oldu. İslâmiyeti yaymak için çalıştı.
Ali Semerkandî, bir gün
kırda sığırları otlatırken, bir kurdun, bir öküzü öldürmek için hazırlandığını
gördü. Hemen yanlarına varıp, kurda; "Ey kurt! Bu öküzü öldürmek için kimden
izin aldın?" deyince, kurt dile gelip; "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu! Bu öküz
benim nasîbimdir. Allahü teâlânın izni ile bunu öldürüp yiyeceğim." dedi. O da;
"Ey kurt! Öküzün sâhibine durumu anlatayım. Haberi olsun ki, bize bir kabahat
bulup dil uzatarak âhiretini yıkmasın. Bugün müsâade et, yarın gel." buyurdu.
Kurt, peki diyerek oradan ayrıldı. Akşam durumu öküzün sâhibine anlattı. Fakat
öküzün sâhibi, Ali Semerkandî hazretlerinin büyüklüğünü idrâk edemiyenlerden
idi. Onun bu anlattıklarının olamayacağını söyleyerek, ertesi gün öküzü yine
gönderdi. O gün kurt, yine gelip öküzün başına dikildi. Hâdiseyi tâkib eden Ali
Semerkandî, kurdun yanına gelip; "Mâdem ki yiyeceksin, hiç olmazsa derisini
delik deşik etme de, sâhibinin işine yarasın!" dedi. Kurt, öküzü öldürüp,
derisine zarar vermeyecek şekilde etini yedi. Akşam, öküzün yerine derisinin
geldiğini gören öküzün sâhibi, doğruca Ali Semerkandî'nin yanına koşup, durumu
sordu. Hâdiseyi öğrenince, inanmayıp Ali Semerkandî'ye uygun olmayan sözler
söyledi ve ertesi günü kâdıya şikâyet etti. Kâdı, her iki tarafı dinledikten
sonra, Ali Semerkandî hazretlerine; "Şâhidin var mı?" diye sordu. O da; "Orada
bu hâdiseyi gören ağaçlar ve kayalar şâhidimdir." der demez, hâdisenin geçtiği
bölgeden bir gürültüdür koptu. Kayalar ve ağaçlar harekete geçmiş, kâdı
efendinin bulunduğu yere doğru geliyordu. Herkes korkudan kaçmaya başladı. Bunun
üzerine Ali Semerkandî hazretleri; "Ey kayalar ve ağaçlar! Olduğunuz yerde
durun!" buyurunca, durdular. Kâdı ile dâvacı ve inanmayan kimselerin
hayretlerinden akılları gideyazdı. Ali Semerkandî'nin büyüklüğünü kabûl edip,
onun talebelerinden oldular.
Yaz mevsiminde, kadınlar
tarlada ekin biçiyorlardı. Oralarda sığır otlatan Ali Semerkandî, namaz vakti
girdiği hâlde abdest tâzeleyecek bir su bulamadı. Âsâsını yere vurarak; "Çık, yâ
mübârek!" deyince, yerden gövde kalınlığında bir su çıktı. Sular, hızla meyilli
arâzide etrâfa yayılırken, kadınlar bağırmaya başladılar: "Su çıkarmanın da
zamânı mı? Ekinlerimiz sular altında kalacak..." Bunun yanısıra, Ali
Semerkandî'ye hakâret dolu sözler ettiler. O da suyun çıktığı yere bakarak; "Ey
mübârek su! Ne çıktığın belli olsun, ne de aktığın!" buyurdu. Bu söz üzerine
suyun çıktığı yer, kuyu ağzı gibi olup hareketsiz kaldı.
O târihlerde Osmanlı
pâyitahtı olan Bursa'da bir çekirge âfeti oldu. Her tarafı çekirge kaplamış,
mahsûlleri ve çiçekleri harâb etmiş idi. Bu âfetten kurtulmak için, zamânın
zirâatçılarından çâre soruldu. Yapılan bütün araştırmalardan bir netice
alınamayınca, âlimlere ve velîlere haber gönderildi. Bu çekirge âfetinden
kurtulma çâresinin ne olduğu soruldu. Bu haber, Çamlıdere'de yaşayan Ali
Semerkandî'ye de ulaştı. Ali Semerkandî hazretleri, dağda asâsıyla çıkardığı
sudan bir mikdâr Bursa'ya gönderdi. Bu suyu, zarar veren haşerâtın bulunduğu
bölgeye dökmelerini tenbih etti. Suyu Bursa'ya götürdüler. Çekirge âfetinin
bulunduğu bölgelere azar azar döktüler, çok kısa bir zaman içinde çekirgeler
kayboldu. Mahsûller, bitkiler, çiçekler çekirgelerin istilâsından böylece
kurtuldu. Bir rivâyete göre bu su, bir kap içinde yüksek bir yere asıldı. Allahü
teâlânın izni ile suyun götürüldüğü yerde sığırcık kuşları toplanıp, bir anda
çekirge sürülerini mahvettiler.
Pâdişâh, Bursa'nın
çekirgelerden kurtulmasına vesîle olan Ali Semerkandî'yi Bursa'ya dâvet etti.
Ali Semerkandî Bursa'ya geldiğinde, Pâdişâh ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu.
Pek fazla iltifât edip, Bursa'da kalmasını arzu etti. Fakat Ali Semerkandî,
nâzik bir ifâdeyle Bursa'da kalamıyacağını, bu ümmetin fakir olup, Resûlullah
efendimizi ziyârete gidemeyen insanların bulunduğu bölgede kalmak istediğini
bildirdi. Bunun üzerine Pâdişâh, bir istekte bulunmasını arzu etti. Ali
Semerkandî de; "Çamlıdere havâlisindeki tebanız çok fakirdir. Onları, askerlik
ve toprak kirâsı mükellefiyetinden muaf tutmanızı arzu ediyorum." buyurdu.
Pâdişâh derhâl bir ferman yazdırarak, bundan sonra Çamlıdere havâlisinde bulunan
kimselerin askerlik yapmayacağını ve toprak kirâsının alınmayacağını bildirdi. O
günden, İstiklâl Harbi sıralarına kadar Çamlıdere bölgesinden vergi alınmadı ve
askere giden olmadı. Bütün pâdişâhlar, o fermana riâyet ettiler. Ayrıca,
"Çekirge Suyu" ismi ile meşhûr olan sudan zaman zaman alınarak, çekirgelerin
zarar yaptığı bölgelere götürüldü. Bu su; hâlen Çamlıdere'nin kuzeyinde,
Gerede'nin doğusunda, Eskipazar'ın güneyinde bulunmaktadır.
Çamlıdere'de Ali
Semerkandî'nin külliyâtında bulunan bu fermânın bâzı maddeleri şöyledir: 1)
Çamlıdere'de bulunan müslümanlar, Şeyh Ali Semerkandî hazretlerinin mânevî
evlâdlarıdır. 2) Yine bu bölgenin halkına askerlik mükellefiyeti yoktur. 3)
Toprak kirâsından muaf tutulacaklardır. 4) Çekirgeleri yok eden Sığırcık suyu,
Şeyh Ali Semerkandî ve onun mânevî evlâdlarına âittir... Bu fermân, zaman zaman
yenilenmiştir.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah Hadramî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında Hadramut tarafları
bâzı kimseler tarafından işgâl edilmeye başlanınca, âlim bir zât olan Şeyh Ebü'l-Gays
bin Cemîl, Ebû Abdullah Hadramî hazretleri'ne mektup yazarak, istilâcıların
fitnesinden kurtulmak arzusuyla, Yemen illerinden birlikte hicret edelim diye
arz etti. Muhammed bin İsmâil Hadramî, yazdığı cevâbî mektupta ona; "Benim
çoluk-çocuğum var. Âilem kalabalıktır. Onları bırakıp göç etmem mümkün olmadığı
gibi, onlarla berâber göç etmem de mümkün değildir. Bana iki cihetimi de korumak
düşer, siz de cihetinizi himâye ediniz." buyurdu. Vatanından ayrılmadı. Daha
sonra bu tehlike ortadan kalktı.
Mısır'da yetişen evliyâ ve
şâirlerden Emîr Hayâlî Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayatta iken,
Şah İsmâil ve çevresinde toplanan çapulcular, Akkoyunlu Devletinin merkezi olan
Tebrîz'i işgâl etmeden önce, İbrâhim Gülşenî hazretleri bir rüyâ gördü.
Rüyâsında gözlerini kan bürümüş, işi-gücü insanlara zulmetmek olan Şâh İsmâil ve
çapulcularının, Tebrîz'i işgâl ederek, her evi talan edip, yakıp-yıktıklarını
gördü. Bu rüyâdan sonra yakınlarına durumu anlattı. "Bu belâ gelmeden buradan
gidelim." dedi. Talebeleri ve yakınları ile yola çıktılar. Bu sırada oğlu Emîr
Ahmed Hayâlî küçük bir çocuktu. Babası; "Evlâdım, korkuyor musun?" dedi. Ahmed
Hayâlî; "Mâdem ki sizinle berâberim; hiçbir şeyden korku ve endişe etmem." dedi.
İbrâhim Gülşenî hazretleri; "Bizden ayrı olduğun zamanda da Allahü teâlâ seni
korkudan muhâfaza etsin. Arkana bakma, İhlâs sûresini okumaya devâm et." dedi.
Bundan sonrasını Emîr Ahmed Hayâlî şöyle anlatır: "Ondan sonra kalbim rahatladı.
Artık hiç korku ve endişem kalmadı. İhlâs sûresini her okuyuşumda, kalbimde yeni
bir nûr meydana gelirdi. Böyle hep berâber giderken, açık bir arâziye geldik.
Ben, babamın atının terkisinde idim. Babam benimle meşgûl olurken çok
yoruluyordu. Ona bir hayli sıkıntı vermiştim. Kalbimden; "Keşke babamın yanında
olmasaydım da rahat etseydi." diye geçirdim. Ben bu düşüncede iken, babam bana
dönüp; "Ahmed, istersen birkaç gün bizden ayrıl. Sakın ha namazlarını terk
etmeyesin. Su bulamazsan, yoldan biraz içeri git, su ve yiyecek bulursun.
Düşmandan kurtulur, sonra bana ulaşırsın." deyip, beni attan indirdi. Kendisi
atını koşturup gitti. Gece karanlığında, büyük bir sahrânın ortasında tek başıma
kalakaldım. Kâh ayrılık üzüntüsü, kâh ne tarafa gideceğimi bilememenin
şaşkınlığı içinde bocaladım. Bir müddet gittikten sonra, bir ateş gördüm. Ateşin
yanına yaklaşınca, bir köyün en son evinin ateşi olduğunu farkettim. Ev sâhibine
seslendim. Dışarı çıkıp beni içeri aldı. Kim olduğumu sordular. Kendimi
tanıttım. Orada bulunanlar, babamı tanıdıklarını söylediler. Bana çok hürmet ve
iltifâtta bulundular. Sonradan onları ben de hatırladım. Onlar Tebrîz'e babamı
ziyârete gelmişler; süt, kaymak gibi hediyeler getirmişlerdi. Babam da onlara
hediyeler vermiş; "Siz garîbsiniz, ama oğlum Ahmed de sizin garîbinizdir."
demişti. O zaman kimse bu sözden bir şey anlamamıştı. Bu hâlin babamın bir
kerâmeti olduğunu söyleyip, benim için ne yapacaklarını şaşırdılar. Ben de,
annemin Tebriz'den ayrılmadan önce, kuşağımın içine koyduğu, altın ve
mücevherlerden birini çıkarıp ev sâhibine verdim. Diğerleri bunu görünce,
aralarında fısıldaşmaya, bana ters ters bakmaya başladılar. Hepsini para hırsı
kapladı. Beni tutup elbisemi soydular. Eski bir elbise giydirdiler. Kuşağımdan
çıkan otuz kadar altın ve mücevherimin hepsini aldılar. Bana zarar
verebileceklerinden korktum. Akşam olunca evden çıktım. Babamın gittiği tarafa
doğru koşarak gittim. Onlar da peşimden çıktılar. Adımı söyleyip çağırdılar.
Hangi tarafa gittiğimi bilemeyip geri döndüler. Bu sırada önüme beyaz bir kuzu
çıktı. Onun peşine düştüm. Kuzuyu göremediğim zaman, hemen meleyerek yerini
haber verirdi. Kalbim çok rahattı. Sabaha kadar böyle gittim. Bir çeşmeye
vardım. Abdest alıp namazımı kıldım. Kuzu beni bekledi. Ona su verdim. Yine
önüme düştü. Bir sahrâdan geçtik. Öğleye doğru bir ormanlığa vardım. Su bulup
namazımı kıldım. Kuzu ile berâber ben de ot yedim. İkindi vaktine kadar yine
yola devâm ettik. İkindi namazını da kılıp tekrar yola koyulduk. Yolda giderken,
iki tâze ekmekle, bir peksimet buldum. Fakat sâhibini bilmediğim için almak
istemedim. Kuzu yanıma geldi. Peksimeti verdim, yemedi. Ekmeği uzattım yedi. Ben
de peksimeti yedim. Sâhibi gelirse ücret olarak külâhımı veririm diye düşündüm.
Akşam namazını kılıp, yoluma devâm ettim. Birara kuzu yanıma geldi. Acâib sesler
çıkararak bana sürtündü. Ben de onu okşadım, yüzünden gözünden öptüm. Tüyü çok
yumuşak idi. Yatsı vakti oldu. Kuzu yolun bir kenarında durdu. Başı ile işâret
edip gitti. Bunun Allahü teâlânın bir lütfu, ihsânı olduğunu anladım. Gözümden
kayboldu. İşâret ettiği yöne gittim. Fakat kalbime aslâ korku gelmedi. Gece
yarısı üç kimse önden gidiyordu. Onları görünce şüphelendim. Arkalarından yavaş
yavaş gidip dinledim. Biri benim hocam Muslihuddîn Efendi idi. Yanlarına varıp
selâm verdim. Sesimden tanıdılar. Fakat elbiselerim değişik olunca şaşırdılar.
Hâlimi sordular. Kuzudan başkasını anlattım. Yatsı namazı kılacaktık, su
bulamadık. Babamın sözü aklıma geldi. Dağın arkasına dönersek su buluruz dedim.
Bir müddet gittik. Bir çeşmeye rastladık. Orada ateş yanıyordu. Abdest aldık.
Ateşte biraz ısındık. Ekmek parçaları bulduk. Yedik. Cemâatle namazı kıldık.
Biraz uyuduk, yine yola çıktık. Biraz gittikten sonra, otuz kadar süvâri
yolumuzu kesti. İçlerinden birisi ileri gelip hâlimizi sordu. Hocam Muslihuddîn;
"Yolcuyuz. Kara Ahmed'e gidiyoruz. Kâfilemiz önden gitti; onlara yetişmek için
acele gitmemiz lâzım." dedi. O kimse hocamı sesinden tanıdı. "İbrâhim
Gülşenî'nin oğlunu gördünüz mü? Çünkü, onu bana emânet etmişti." dedi. Hocam da
onu tanıdı. Beni gösterip; "İşte budur." dedi. Atından inip benimle müsâfeha
etti. Bana atını verdi. Kendisi başka ata bindi. Hocam yaya yürüyordu. Ben;
"Hocam yaya yürürken ata binmem." dedim. Bir at da hocama verdiler. Bana bir
mikdâr harçlık ve bir de mendil verdi. "Eğer yolda size taarruz eden olursa, bu
mendili gösterin, bu mendili bize Mirza Hasan verdi deyin, kimse size bir şey
yapamaz." dedi. Yolumuza devâm ettik. Babamın kâfilesine yetiştik. Babamın
kâfilesini yolda râfızî eşkıyâları çevirmişler. Babamı sormuşlar, fakat
görememişler. Onlar yollarına devâm ederken, biz de yetiştik. Berâberce Diyâr-ı
Bekr'e ulaştık."
Şâh İsmâil'in adamları
Diyâr-ı Bekr'de de rahat vermeyince, İbrâhim Gülşenî ve oğlu Ahmed Hayâlî
Mısır'a gittiler. Mısır Memlûklu sultânı ve halkından çok hürmet ve iltifât
gördüler. Sultan Kansugavri, İbrâhim Gülşenî hazretleri için bir medrese
yaptırdı. Senelerce orada insanlar, o mübârek zâtın ilim ve irfânından istifâde
edip, feyzleriyle hayat buldular. Yavuz Sultan Selîm Han Mısır'a gelince,
İbrâhim Gülşenî ile görüştü. Birbirlerine çok iltifât ettiler.
İbrâhim Gülşenî hazretleri
1533 târihinde tâundan vefât etti. Kırk icâzetli talebesi ile dört halîfesi
vardı. Bunlardan biri de oğlu Ahmed Hayâlî'dir. Diğer meşhur halîfeleri; Hasan
Zarîfî, Anadolu Hisarında Durmuş Dede Tekkesinde medfûndur. Sâdık Ali Efendi,
Diyarbakır'da Rûm Kapısının yakınında medfûndur. Âşık Mûsâ Efendi ise, Edirne'de
medfûndur.
Son devir Türkistan
velîlerinden Halîfe Kızılayak (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
Afganistan halkını bir hicretin beklediğini ve bunda önce davrananların
kurtulacağını, sona kalanların ise çok telef olacağını söylerdi. Rusya ile çok
sıkı irtibât kurulacağına hattâ iki yurdun bir olacağına işâret ederdi. "İslâmı
yaşamak avuç içinde köz (ateş) tutmaktan daha zor olacaktır." buyururdu.
Büyük İslâm âlimi ve meşhûr
velî Muhammed Kutub (rahmetullahi teâlâ aleyh) Seyyiddir. Kutub, Velî,
Kutb-i Arvâsî, lakapları vardır. Doğum târihi ve yaşadığı asır ihtilâflıdır.
Kabri Arvas'tadır. Arvas seyyidlerinin ilk ceddi bu zâttır. Arvas'ta şarkın
müstesnâ âlimlerinin ve büyük velîlerinin yetişmesine vesîle olmuştur.
Baba ve dedeleri Hülâgû'nun
Bağdât'ı istilâsı sırasında, Musul'a oradan da Anadolu'ya hicret etmiştir.
Pekçok âlim ve velî yetiştirmişlerdir. Muhammed Kutup da babası Kâsım
Bağdâdî'den icâzet ve hilâfet aldı. Babasının izniyle Hakkârî tarafına gitti.
Feraşîn Dağlarında yedi sene daha riyâzetle meşgûl oldu. Bu zaman içinde devamlı
Hızır aleyhisselâm ile görüştü. Onun mânevî terbiyesinden de çok istifâde etti.
Çok yüksek hallere ve kerâmetlere sâhib oldu. Yedi sene sonra bir kış günü
Şabata'nın bir köyünde misâfir olmuştu. O gece rüyâsında Peygamber efendimizi
gördü. Peygamber efendimiz; "Evlâdım, Hakkâri Emîri İbrâhim Han Abbâsî hastadır.
Bu meyveleri götür yesin. Allahü teâlâ şifâ ihsân eder." buyurdu. Uyanınca baş
ucunda mevsim kış olmasına rağmen içinde yaz meyveleri bulunan bir sepet gördü.
İçinde incir, nar ve hıyar vardı. Hakkâri emiri İbrâhim Han da kalb gözü açık
hal sâhibi bir zât idi. Muhammed Kutup, yanına gelmek üzere yola çıktığı sırada;
"Şu anda Ehl-i Beyt-i Nebeviden bir zâtın kokusunu aldım. Karşılamak isterim
ancak hastayım karşılamaya çıkamıyorum. Gidip onu karşılayınız teşrif
buyursunlar. Ziyâreti ile şerefleneyim." dedi. Adamları karşılamak üzere çevreye
çıktılar. Karşılarına derviş hâlinde bir mübârek zât çıktı. Beklenen zât
olduğunu anlayıp; "İbrâhim Han teşrifinizi bekliyor" dediler ve yanına
götürdüler.
Muhammed Kutup, İbrâhim Han
yanına girince selâm verdi. Sonra getirdiği meyveleri verdi. Yeryemez
hastalıktan kurtulup sıhhate kavuştu.
İbrâhim Han; "Derviş sen
kimsin, kimin oğlusun, nereden geliyorsun, bu kış mevsiminde bu yaz meyveleri ne
oluyor?" diye sorunca, Seyyid Muhammed; "Adım Muhammed'dir. Babam şu anda Pay
köyünde bulunan Seyyid Kâsım Bağdâdî'dir. Bu meyveleri Ferâşin Dağlarından
getirdim." dedi. Bu cevap üzerine Hakkâri beyi, sıradan bir dervişle karşı
karşıya olmadığını anladı. Çünkü bu mevsim Ferâşin Dağlarında, bırakın bu
meyveleri bulmayı, vahşî hayvanların dahi aç dolaştığı bir zamandı. Oradan tâze
yaz meyveleri getirmek, ancak büyük bir kerâmet olabilirdi. Gerçekten de
öyleydi. Hakkâri Beyi, Seyyid Muhammed Kutub'a çok hürmet etti ve itibar
gösterdi. Kadıyı çağırıp kızı Fâtıma'yı Seyyid Muhammed'e nikâhladı. Bahar
mevsimine kadar orada kaldı. Bu müstesnâ evlilikten kıymetli Seyyid âilesi
çoğaldı. Herbiri birer cevher olan kıymetli seyyidler asırlar boyunca
yetişegeldi.
Seyyid Muhammed
hazretlerinin arzusu üzerine ilim öğretmek için ve insanları irşâd ile meşgûl
olacak münâsib bir yer aramaya çıktılar. Etrâfı dolaştılar. Bunlar arasında,
şimdi Van vilâyetine bağlı Bahçesaray (Müküs) kazâsının güneybatısında bulunan
Arvas Dağının vâdisini beğendiler. Hemen İbrâhim Han ile birlikte Arvas köyünün
ve külliyesinin temelini attılar. Bir ev, bir dergâh ve bir de medrese yaptılar.
İkisi de sırtında taş taşıyıp, hâlen mevcûd olan iki katlı câmiyi inşâ ettiler.
İbrâhim Bey, ayrılmadan Arvas ve çevresini, irşâd için vakfetti. Sonra duâ
isteyip Hakkâri'ye gitti.
Seyyid Muhammed Velî, burada
vakit geçirmeden tedris ve irşâda başladı. Câmiden başka, gerekli kitaplar için
bir kütüphâne yaptırdı ve sonra, meşhûr olan Arvas kitaplığını kurdu. Birinci
Cihan Harbinde, Rusların işgâli zamânında, ermeniler tarafından bu kitaplık
yakılmıştır. İçinde üç bin el yazması eser bulunan bu kitaplığın zâyi olması,
ilim nâmına büyük bir kayıp olmuştur.
Değişik îtikâdların, bozuk
inançların çok bulunduğu bu bölgeyi seçmesi ve ölünceye kadar ilim öğretmekle ve
irşâd ile ahâliyi Ehl-i sünnet ve cemâatin ana caddesinde toplamaya çalışması ve
bunda büyük muvaffakiyet elde etmesi, din, millet, devlet ve insanlık sevgisinin
en büyük işâretidir. Cenâb-ı Hak iyi niyeti sebebiyle, ona kendisi gibi İslâma,
millete hizmet eden büyük vârisler vermiş, Arvas, şarkın din nâmına müstesnâ
âlimleri ve velîlerini yetiştirmiştir. Bunun için Molla Muhammed Velî (Kutub)
ünvânı ile meşhûr olmuştur. Arvas seyyidlerinin ilk ceddi budur. İrşâdı geniş
bir sahaya yayılmıştır. Hattâ Türkistan'a kadar duyulmuş, Buhârâ'dan nâmını
duyan Şemseddîn Buhârî, oradaki tâliblerini bırakıp, Arvas'a gelmiş, Seyyid
Muhammed Velî hazretlerinin talebesi olmayı, şeref bilmiş ve bir daha
memleketine dönmeyip, orada vefât etmiştir. Kabri, mürşidinin kabrine 20 m kadar
mesâfede dere tarafında, asırlık bâdem ağaçları arasındadır.
Muhammed Kutup hazretlerinin
oğlu Seyyid Kemâleddîn'dir. Onun oğlu Seyyid Cemâleddîn olup, "Âlim-i Rabbânî",
"Âlimüddîn" isimleri ile meşhûr olmuştur. Seyyid Cemâleddîn küçüklüğünde babası
tarafından iyi yetiştirilmekle berâber, babası vefât edince, daha çok ilme
sarılmış, hârikulâde mânevî yardımlar görmüştür. Bütün ulûm-i İslâmiyeyi hayrete
şâyân bir biçimde öğrenmiştir. Bu hârika gelişme karşısında hayrete düşen
çevresi ona "Âlim-i Rabbânî" ismini vermişlerdir. Böylece tam bir dirâyetle
şerîat ve tasavvuf bilgilerinde babasının halefi olmuştur.
Bunun oğlu Seyyid İbrâhim,
onun oğlu Seyyid Muhammed Şehâbeddîn'dir. Onun oğlu Seyyid Muhammed olup, "Velî"
ünvânı ile de tanınır. Onun oğlu Seyyid Abdullah Arvâsî'dir. Bunların hepsi de,
baba ve dedeleri gibi, ilim, irfân ve velâyet sâhibi olup, kimi vaktinin kutbu,
kimi asrının gavsı olmuşlardır. Hepsi de, din ve dünyâ ilimlerinde, tasavvuf ve
velâyette kemâl mertebesinde olup, asırlarca bölge halkına ışık vermişlerdir.
Hepsinin kabirleri, mezkûr Arvas köyü kabristanındadır.
Şâfiî mezhebinde olup, diğer
üç mezhebi de bilirler, okurlar, okuturlar ve öğretirlerdi. Hâkim olan tarîkat,
babadan oğula intikâl eden Kâdirî ve belli bir yerden îtibâren ilâveten Çeştî ve
daha sonraları Nakşibendî idi. Takvâ, verâ, zühd, ilimle amel, doğruluk, ihlâs,
muhabbet ve benzeri güzel haller ora halkının yemek, içmek gibi günlük hayâtının
icâbı idi. Bu bakımdan orada zararlı değişiklikler, bid'atler, dînî bakımdan
zayıflıklar olmazdı.
Seyyid Abdullah
hazretlerinin, Seyyid Abdurrahîm ve Seyyid Abdurrahmân adlarında iki oğlu vardı.
Seyyid Abdurrahîm'den Doğu Bâyezîd Arvâsî Seyyidleri kolu, Seyyid
Abdurrahmân'dan, Hakkâri, Müküs ve Hizan Arvâsî seyyidleri gelmektedir. |
|