|
HIZIR ALEYHİSSELÂM
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden, fıkıh, hadîs âlimi ve velîlerden Süfyân bin Uyeyne (rahmetullahi
teâlâ aleyh) bir defâsında Hızır aleyhisselâmın Mûsâ aleyhisselâmla olan
kıssalarını anlatan şu hadîs-i şerîfi nakletti. Peygamber efendimiz sallallahü
aleyhi ve sellem buyurdular ki:
"Mûsâ (aleyhisselâm), Benî
İsrâil'in arasında hutbe okumak için ayağa kalktığında, kendisine insanların
hangisi en âlimdir diye soruldu. Mûsâ (aleyhisselâm); "En âlim benim" dedi.
Allahü teâlâ ona; "İki denizin kavuştuğu yerde benim kullarımdan bir kul var, o
senden daha âlimdir." diye vahy indirdi. Mûsâ (aleyhisselâm); "Ey Rabbim! Benim
için onunla buluşmanın yolu nedir?" diye sordu. Kendisine; "Azık olarak bir
zenbilin içine tuzlu bir balık koyarak sırtına al. Bu balığı nerede kaybedersen,
o zât oradadır." denildi. Mûsâ (aleyhisselâm) yola revân oldu. Onunla birlikte
hizmetçisi de yola çıktı. Bu zât Yûşâ bin Nûn idi. Mûsâ (aleyhiselâm) bir
zenbilde bir balık taşıyordu. Hizmetçisi ile birlikte yürüyerek gittiler.
Nihâyet bir kayaya vardılar. Orada gerek Mûsâ (aleyhisselâm), gerekse hizmetçisi
bir miktar istirahat ettiler. Derken zenbildeki balık harekete gelerek zenbilden
çıktı ve denize düştü. Allahü teâlâ o anda suyun akıntısını kesti. Hattâ (su)
kemer gibi oldu. Balık için bir kanal meydana gelmişti. Mûsâ (aleyhisselâm) ile
hizmetçisi için şaşacak bir şey olmuştu. Mûsâ (aleyhisselâm) uyumuş olduğu için
bu hâli görmedi. Mûsâ'nın (aleyhisselâm) hizmetçisi bu hâli gördü ama ona
söylemeyi unuttu (unutturuldu). Günlerinin kalan kısmı ile o geceyi de
yürüdüler. Mûsâ (aleyhisselâm) sabahleyin hizmetçisine; "Sabah kahvaltımızı
getir. Gerçekten bu yolculuğumuzda müşkilâtla karşılaştık" dedi. Hizmetçi;
"Gördün mü, kayaya geldiğimizde gerçekten ben balığı unuttum. Ama onu
hatırlamayı bana ancak şeytan unutturdu ve balık denizde şaşılacak bir şekilde
yolunu tuttu." dedi. Mûsâ (aleyhisselâm); "İşte bizim istediğimiz buydu." dedi.
Hemen izlerini takib ederek geriye döndüler. Kendi izlerini takip ediyorlardı.
Nihâyet kayaya geldiler. Orada örtünmüş bir adam gördüler. Üzerinde bir elbise
vardı. Mûsâ (aleyhisselâm) ona selâm verdi. Hızır (aleyhisselâm) ona; "Ve
aleykümselâm sen kimsin?" dedi. "Ben Mûsâ'yım!" deyince, Hızır (aleyhisselâm);
"Benî İsrâil'in Mûsâ'sı mı?" diye sordu. Mûsâ (aleyhisselâm); "Evet." dedi.
Hızır (aleyhisselâm); "Sen Allahü teâlânın ilminden bir ilmi bilmektesin ki
Allah onu sana öğretmiştir. Onu ben bilmem. Ben de Allah'ın ilminden bir ilim
üzereyim ki, onu bana öğretmiştir. Sen bilemezsin." dedi. Mûsâ (aleyhisselâm)
ona; "Sana öğretilenden, hakkı bana öğretmek şartıyla sana tâbi olabilir miyim?"
diye sordu. Hızır (aleyhisselâm); "Sen benimle berâber sabıra takat
getiremezsin, iyice bilmediğin bir şeye nasıl sabredebilirsin ki? Bir şey yok
ki, ben onu yapmaya memur olurum. Sen onu görürsen sabredemezsin." dedi. Mûsâ (aleyhisselâm);
"Beni inşâallah sabırlı bulacaksın. Sana hiçbir hususta karşı gelmem." dedi.
Hızır (aleyhisselâm) ona; "O halde bana tâbi olursan, bana hiçbir şey sorma. Tâ
ki kendim sana ondan bir şey anlatıncaya kadar!" dedi. Mûsâ (aleyhisselâm);
"Pekâlâ!" cevâbını verdi. Sonra Hızır'la Mûsâ aleyhimesselâm; deniz sâhilinden
yürüyerek yola devâm ettiler. Derken yanlarına bir gemi uğradı. Bunlar
kendilerini gemiye almaları husûsunda gemicilerle konuştular. Gemiciler Hızır'ı
derhal tanıdılar. İkisini de ücretsiz olarak gemiye bindirdiler. O sırada bir
serçe gelerek geminin kenarına konup denizden bir yudum su aldı. Hızır (aleyhisselâm);
"Yâ Mûsâ! Benim ilmim ile senin ilmin Allahü teâlânın ilmi yanında serçenin
denizden azalttığı su kadar bile değildir." dedi. Sonra Hızır (aleyhisselâm)
geminin tahtalarından birine vurarak onu çıkardı. Bunun üzerine Mûsa (aleyhisselâm)
ona; "Bir cemâat bizi parasız gemilerine bindirdiler. Sen onların gemisine
kastederek içindekileri batırmak için mi deliyorsun? Gerçekten çok büyük bir iş
yaptın." dedi. Hızır (aleyhisselâm); "Ben sana, benimle berâber sabıra güç
getiremezsin demedim mi?" dedi. Mûsâ (aleyhisselâm); "Unuttuğumdan dolayı beni
kınama. Bu işte benim başıma güçlük de çıkarma." dedi. Bundan sonra gemiden
çıktılar. Sâhilde yürürlerken bir de baktılar ki, bir çocuk diğer çocuklarla
oynuyor. Hızır (aleyhisselâm) hemen onun kafasından tutarak eliyle başını
kopardı ve çocuğu öldürdü. Bunun üzerine Mûsâ (aleyhisselâm); "Mâsum birisini,
kısas hakkın olmaksızın öldürdün! Gerçekten yadırganacak bir şey yaptın." dedi.
Hızır (aleyhisselâm); "Ben, sana benimle berâber sabıra güç getiremezsin demedim
mi?" dedi. Mûsâ (aleyhisselâm); "Bundan sonra bir şey sorarsam, bir daha benimle
arkadaşlık etme. Benim tarafımdan özür derecesine vardın" dedi. Yine yürüdüler,
nihâyet bir köye vararak köylülerden yiyecek istediler. Onlar, kendilerini
misâfir kabûl etmekten çekindiler. Bu sefer o köyde yıkılmak üzere olan bir
duvar buldular. Hızır (aleyhisselâm) onu doğrulttu. Mûsâ (aleyhisselâm) ona;
"Bir kavim ki kendilerine geldik de bizi ne misâfir aldılar, ne de doyurdular.
Dilesen bunun için ücret alabilirdin." dedi. Hızır (aleyhisselâm); "Artık bu,
seninle benim aramızın ayrılmasıdır. Sabredemediğin şeyin tevilini sana haber
vereceğim." dedi. "Birincisi; gemi denizde çalışan bir takım fakirlerindi. Onun
için ben gemiyi kusurlu yapmak istedim ki, arkalarında her sağlam gemiyi zorla
almakta olan bir hükümdâr vardı. Onu zaptedecek hükümdâr geldiği vakit, gemiyi
delinmiş bulacak ve bırakıp gidecek. Fakirler de onu tahta ile tâmir
edeceklerdi. İkincisi; oğlan büyüseydi kendisi kâfir olacağı gibi, anne ve
babasını da küfre sevkedecekti. Bu sebeple biz onun yerine annesiyle babasına,
Allahü teâlâdan ondan daha faydalı ve daha merhametli bir evlât vermesini
diledik. Üçüncüsü; bu duvar, şehirde iki yetim çocuğa âitti. Altında onlara âit
bir define vardı. Babaları da sâlih bir kimseydi. Allahü teâlâ diledi ki, ikisi
de rüştlerine ersinler (âkıl bâliğ olsunlar, evlenecek çağa gelene kadar
büyüsünler) defînelerini çıkarsınlar. Bu Allahü teâlânın bir merhâmetidir. Ben
bunları kendi isteğimle yapmadım. İşte senin, üzerinde sabredemediğin şeylerin
iç yüzü budur."
İstanbul’da yetişen büyük
velîlerden Yahyâ Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında,
Kânûnî, bir gün kayıkla Boğaz’da gezmeye çıkmıştı. Ortaköy hizâsına gelince
kıyıya yanaşıp, bir adam göndererek Yahyâ Efendiyi çağırttı. O da yanında bir
ahbâbı ile gelip kayığa bindiler. Birlikte giderlerken, Yahyâ Efendinin ahbâbı,
devamlı olarak Kânûnî’nin parmağında bulunan çok kıymetli bir yüzüğe bakıyor ve
bu bakış dikkati çekiyordu. Kânûnî bu hâli farkedince, parmağındaki o kıymetli
yüzüğü çıkarıp; “Buyurun, daha yakından iyice bakıp inceleyebilirsiniz.” dedi. O
zât yüzüğü aldı. Evirip çevirdikten sonra, denize atıverdi. Yahyâ Efendi hâriç,
kayıkta bulunanlar çok hayret ettiler. Bir müddet gittikten sonra, o zât inmek
istediğini bildirince, kayık kıyıya yanaştı. O zât, ineceği sırada denizden bir
avuç su alıp Sultana uzattı. Avucunda biraz önce denize attığı yüzük vardı.
Yahyâ Efendi hâriç, kayıkta bulunan herkes, yine çok hayret ettiler. Kânûnî,
elini uzatıp yüzüğü alınca, o zât birdenbire gözden kayboluverdi. Kânûnî, Yahyâ
Efendiye dönüp; “Ağabey, neler oluyor?” dedi. O da; “O gördüğünüz Hızır
aleyhisselâm idi.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî; “O hâlde bizi niye
tanıştırmadınız?” deyince, Yahyâ Efendi; “O kendini tanıttı. Ama siz tanımakta
geç kaldınız.” buyurdu.
Hindistan’da yetişen meşhûr
velîlerden Abdülvehhâb Müttekî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
şöyle anlattı: Bir gün, Hızır aleyhisselâm hakkında konuşuluyordu. Küçüktüm,
Mendev'de çıkan bâzı hâdiseler sebebiyle babamla sahraya çıktık. Fakat yolumuzu
kaybettik. Yiyecek ve içecek hiçbir şeyimiz yoktu. Çok acıktım. Ağlamaya
başladım. Babam beni teskîn ediyor ve; "Sabret ileride yiyecek vardır." diyordu.
Ama bu sözler beni rahatlatmıyordu. Bu hâlde iken akşam oldu. Arslan ve kurt
korkusundan bir ağaca çıkıp, geceyi orada geçirdik. Sabahleyin gördük ki, o
ağaca yakın bir yerde tatlı su pınarı var. Sular şırıl şırıl akıyor. Yanında nûr
yüzlü bir ihtiyar oturuyor. Bizi görünce, koltuğunun altından sıcak ekmek
çıkarıp babama verdi. Oraya yakın bir köyün yolunu bize gösterdi. Ekmekleri
yedik. O sudan kana kana içtik ve köyün yolunu tuttuk. O köye gidip, rahat
ettik. Sonra o zâtı ve pınarı görmeyi arzuladık. Tekrâr ağacın altına geldik.
Orada ne o pınar, ne de o zât vardı. Şaşıp kaldık. Herhâlde o ihtiyar Hızır'dı
ve bize yardım için görünmüştü.
Anadolu evliyâsından
Abdürrahîm Tırsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeliğinde Hızır aleyhisselâm
ile görüşme ve sohbetiyle müşerref olmayı çok istiyordu. Bir gün hocası
Eşrefoğlu Rûmî onu pazara elma almaya gönderdi. Pazardan dönerken yolda bir zat
ile karşılaştı. O zât; "Sepetini aç, neyin olduğunu göreyim." dedi. Abdürrahîm
Tırsî, sepeti açınca o zât içinden bir elma alıp yoluna devâm etti. Abdürrahîm
Tırsî de hocasının huzûruna gidip sepeti önüne koydu. Eşrefoğlu Rûmî, sepete
bakınca; "Abdürrahîm, bu elmaların birisi eksik." dedi. O da; "Bir zât aldı."
dedi. Hocası; "O zâtın eteğine niçin yapışmadın?" diye sordu. O da; "O zâtın kim
olduğunu bilmiyordum." deyince, hocası; "Ya Abdürrahîm! Hızır'ı görsem deyip
dururdun, fakat bilsem demezdin. O zât Hızır idi. Gördün, fakat bilemedin."
dedi. Bunun üzerine Abdürrahîm Tırsî; "Ah görsem ve bilsem." diye Eşrefoğlu
Rûmî'den ricâda bulundu. Hocası; "Ey Abdurrahîm! Bu gece Yaylak denen yere git."
buyurdu. Abdürrahîm Tırsî gece olup Yaylak'a gittiğinde, gündüz sepetinden elma
alan zâtın orada olduğunu gördü. Hak teâlâya çok hamd ve senâdan sonra Hızır
aleyhisselâmdan duâ istedi. Hızır aleyhisselâm da; "Yâ Abdürrahîm! Hizmetinde
olduğun zâtın kadrini ve kıymetini bil. Ondan hayır duâ iste." buyurup gözden
kayboldu. Bundan sonra hocasının hizmetlerine daha çok gayret ve şevkle koştu ve
îtina gösterdi.
Evliyânın meşhûrlarıdan
Ahmed Kuseyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin evinin kapısı bir
gün dilenci kılığında birisi tarafından çalınır. Kim olduğu sorulunca, Ahmed
Kuseyrî'yi görmek istediğini söyler. Evde olmadığı bildirilince; "Size bir
emânetim var." diyerek bir dağarcık, bir torba ve küçük bir çıkını bırakıp
almalarını söyleyerek ayrılıp gider. Giderken de; "Sonra uğrarım." der. Ahmed
Kuseyrî hazretleri geç vakit eve gelir. Hanımı da kapıya gelen ziyâretçiden ve
bıraktıklarından bahsetmeyi unutur. Gece yarısı mutfaktan sesler işiterek gidip
bakarlar. Bırakılan küçük kaptan kazanlar dolduracak kadar bal taşıyor.
Torbadaki bir avuç darı çuvallar dolduracak kadar artıyor. Çıkından ise çil çil
altınlar taşıp yerlere dökülüyor. Ahmed Kuseyrî; "Nedir bu hâller?" diye sorunca
hanımı şaşkın ve hayretler içinde; "Bilmiyorum." der; "Bugün bize gelen oldu
mu?" diye sorar. Hanımı hatırlayıp; "Evet bir ihtiyar geldi. Sizi sordu. Sonra
uğrarım diyerek bunları bıraktı. Bereketlenip taşan bu şeyler ona âittir." dedi.
Ahmed Kuseyrî hazretleri bir an düşünüp; "Bu gelen Hızır aleyhisselâm mıydı
yoksa?" deyince, bırakılan kaplardaki artmalar ve taşmalar durdu. Böylece Hızır
aleyhisselâmın bereketine kavuştular.
Evliyânın büyüklerinden
Ali Nebtîtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hızır aleyhisselâm ile görüşürdü.
Buyurdular ki: "Hızır
aleyhisselâm, kendisinde üç haslet bulunan kimse ile görüşür. Eğer bu üç haslet
yok ise, meleklerin ibâdetini yapsa bile onunla görüşmez. Üç haslet şunlardır:
Birincisi; kişinin her haliyle sünnet-i seniyyeye uyması. İkincisi; kalbinde
müslümanlara karşı kin, düşmanlık, hased ve diğer kötülükleri beslememesi.
Üçüncüsü; dünyâya düşkün olmamasıdır."
Kayseri velîlerinden
Bostancı Baba hazretleri, Hacı Bektâş-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile
görüşmüş ve ondan feyz almıştır. Bu konudaki hâdise ise şöyle anlatılır: "Hacı
Bektâş-ı Velî, sık sık Hızır aleyhisselâm ile buluşurdu. Bir gün Kayseri'nin
yukarı tarafındaki Saklan kalesinin batısında Hacı Bektâş-ı Velî, Hızır
aleyhisselâm ile buluştu. Orada bir kişinin kavun ve karpuz ektiğini gördüler.
Hızır aleyhisselâm ile Hacı
Bektâş-ı Velî, o bostanın kıyısında bir taşın dibine oturdular. Hacı Bektâş-ı
Velî, ismi Behâeddîn Çelebi olan bostan sâhibine; "Kardeş!" diye hitâb etti.
Bostan sâhibi de ona; "Ne buyurursunuz?" dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de;
"Bostanından bir kavun koparıp getir, yiyelim." dedi. Bostan sâhibi Behâeddîn
Çelebi; "Başüstüne. İnşâallah olunca getiririm." deyince, Hacı Bektâş-ı Velî;
"Diktiğin yeri bir kontrol et. Belki olmuştur." dedi. Bostan sâhibi yine; "İnşâallah!"
diyerek önceki cevâbı verdi. Bunun üzerine Hızır aleyhisselâm; "Bir kere dolaş
gör." buyurdu. Behâeddîn Çelebi, kendi kendine; "Bir kere dolaşayım." dedi ve
bostana girdi. Birden burnuna kavun kokusu geldiğini farketti. Bir kökende, üç
tâne iri kavunun büyüyerek olgunlaşmış olduğunu gördü. Bunların ikisini koparıp,
birisini Hızır aleyhisselâm, diğerini Hacı Bektâş-ı Velî'ye verdi ve; "Ey
erenler! O birisini de çoluk çocuğumuza götürelim." dedi. Hacı Bektâş-ı Velî de
bu durumu kabûl etti. Onlar kavunlarını alıp Kayseri'ye döndüler.
Behâeddîn Çelebi hazretleri,
bostan işiyle meşgul olurken, birden aklına; bostan daha ekilirken kavun
bittiğini cihanda kim gördü? O azizler kerâmet sâhibi zâtlardanmış. Bu iş
onların kerâmetiyle zâhir oldu. Bana yazıklar olsun. Eyvâh mübârek ellerini
öpmedim!" dedi ve bir hayli üzüldü. Bostan ekmekten vazgeçip bir süre onları
aradı. Kendi kendine; "Son pişmanlık fayda vermez." deyip kalan o bir kavunu
koparıp evine gitti. Evinin kapısından içeri girince, Hızır aleyhisselâm ile
Hacı Bektâş-ı Velî'nin misâfir odasında oturduklarını gördü. Selâm vererek odaya
girdi. Elindeki o kavunu getirip ortaya koydu. Hemen onların mübârek ellerini
öptü. Hacı Bektâş-ı Velî, bostan sâhibine; "Kavunları kes de yiyelim." dedi.
Onlara vermiş olduğu iki kavun da duruyordu. Behâeddîn Çelebi hemen kavunları
kesti, bir kısmını âilesine gönderdi, kalanını misâfirleriyle birlikte yediler
ve Allahü teâlâya şükrettiler. Ellerini yıkadıktan sonra, Behâeddîn Çelebi
misâfirlerine; "Size kim derler? Bu fakire himmet edin!"dedi. Hacı Bektâş-ı
Velî;
"Bana Bektâş-ı Velî derler.
Bu azize ise Hızır aleyhisselâm derler." dedi. Daha sonra Hacı Bektâş-ı Velî,
Behâeddîn Çelebi'yi yanına çağırdı onun gözlerini sığayıp, sırtını sıvazladı.
Ona hayır duâ etti. Sonra Hızır aleyhisselâm ile Hacı Bektâş-ı Velî, Behâeddîn
Çelebi'ye vedâ edip evden çıktılar. Kapının önünde ikisi de kayboluverdi.
"Velîlerin bir nazarı kimyâdır, karataş, nazar ile yâkut olur." O saatte
Behâeddîn Çelebi, yüksek merhaleler kat edip, velîlik mertebesine ayak bastı.
Kalp gözü açıldı. Bir anda şarktan garba olan yerleri seyreyledi. Türbesi,
Kayseri'de İncesu yakınlarında olup ziyâret edilir."
Evliyânın büyüklerinden ve
Şafiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri şöyle anlatır: "Bir gece Hızır aleyhisselâm bana geldi ve; "Kalk yâ
Ebâ Bekr!" dedi. Kalkıp onu tâkib ettim. Hızır aleyhisselâm, beni Resûlullah
efendimizin huzûruna götürdü. Resûl-i ekremin huzûrunda; hazret-i Ebû Bekr,
hazret-i Ömer, hazret-i Osman ve hazret-i Ali de vardı. Selâm verdim. Onlar
selâmıma cevap verdiler. Sonra Resûlullah efendimiz; "Ey Ebû Bekr bin Kavvâm!"
buyurunca; ben de; "Emret yâ Resûlallah!" dedim. Buyurdular ki: "Allahü teâlâ
seni, velî, dost kullarından eyledi. Kendi nefsin için neyi istiyorsan onu seç."
Allahü teâlâ, o anda beni cevap vermeye muvaffak kıldı ve; "Yâ Resûlallah!
Sizin, kendiniz için seçtiğiniz şeyi seçiyorum." dedim. O anda şöyle diyen bir
ses işittim: "Öyleyse sana dünyâda yiyeceğin gıdâdan âhiretin sâhibinin elinden
(yâni Resûlullah'tan) gelenden başka bir şey vermeyeceğiz." Resûlullah efendimiz
bana; "Ey Ebû Bekr bin Kavvâm! Bize namaz kıldır." buyurdu. Resûlullah'ın,
Eshâbının ve birçok velînin hazır bulunduğu bir mecliste öne geçmeye korktum.
Kendi kendime; "İçinde Resûlullah'ın bulunduğu bir cemâatin önüne nasıl
geçerim." diye düşündüm. Resûl-i ekrem buyurdular ki: "Öne geç. Zîrâ senin öne
geçmende vilâyet sırrı vardır. Böylece kendisine uyulan bir imâm olursun."
Resûlullah efendimizin emri üzerine, öne geçip iki rek'at namaz kıldırdım. İlk
rek'atta Fâtiha'dan sonra Kevser sûresini, ikinci rek'atta Fâtiha'dan sonra
İhlâs sûresini okudum."
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) elini huysuz atın
üzerine koysa, atta huysuzluktan eser kalmazdı. Hızır aleyhisselâm, defâlarca
Muhammed Hanefî'nin meclisine gelir ve onun sağında otururdu. Muhammed Şâzilî
kalkınca, o da kalkar, Muhammed Şâzilî halvete girse, yalnızlığa çekilse kapıya
kadar onu tâkib ederdi.
Büyük velîlerden Şeyh-i
Ekber Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Hızır
aleyhisselâm ile karşılaşmasını şöyle anlatır: "Hocalarımdan Ebü'l-Abbâs
hazretleri bir zâtı anlatıyordu. Ben, hocamın bu zât hakkında beslediği hüsn-i
zanna hayret etim. O kimsenin bâzı uygun olmayan hareketlerinin olduğunu
söyledim. O gün evime giderken, yolda bir kimse ile karşılaştım. O zâtın yüzü
nûr ile dolu olup, ayın on dördü gibi parlıyordu. Bana selâm verdikten sonra;
"Ey Muhyiddîn! Üstâdın Ebü'l-Abbâs'ın o zât hakkındaki sözleri doğrudur. Onu
tasdîk et." buyurdu. Ben hayret etmiştim. Geriye dönüp hocama durumu anlattım.
Bana; "Sana söylediğim sözün doğru olduğunu isbât etmek için Hızır
aleyhisselâmdan yardım istedim" buyurdu. Bunun üzerine hocama îtirâz şeklinde
hiçbir sözde bulunmayacağıma söz verdim ve tövbe ettim."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Necîbüddîn Mütevekkil (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin evinde bir bayram günü, dervişler, toplandılar. O gün evinde
hiçbir şeyi yoktu. Dama çıkıp, ibâdetle meşgûl oldu. Kalbi ile de; "Böyle bayram
günü geçiyor, çocuklarımın yemeği yok. Misâfirler geliyor, bir ikrâm görmeden
geri dönüyor" dedi. Bu arada ihtiyâr birinin dama çıktığını ve şu beyti
okuduğunu gördü:
"Kalbime dedim,
gönlüm, sen Hızır'ı gördün mü?
Cevap geldi ki,
eğer görünürse görürüm."
O kimse bir yemek sofrası
getirdi ve; "Senin tevekkül davulunun sesi, Arş'tan duyuluyor, senin kalbin ise,
yiyecek sıkıntısından bahsediyor" dedi. Necîbüddîn; "Allah biliyor ki, kendim
için değil, misâfirlerim için yüzümü döndüm ve söyledim." dedi. O gelen, Hızır
aleyhisselâmdan başkası değildi.
Velîlerin önde gelenlerinden
Seyyid Molla Resûl Zeki Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretler'nin,
babasının yerine geçip ders verdiği günlerden bir gün mescide kimsenin
tanımadığı bir zât geldi. Mescidde birkaç kişi daha vardı. Gelen zât doğruca
Resûl Zeki Arvâsî'nin yanına gidip selâm verdi ve uzun uzun konuştular. Sonra da
vedâ edip gitti. Mesciddekiler Molla Zeki'nin yanına gelen zâtın kim olduğunu
sordular. Molla Zeki tebessüm edip; "Hızır aleyhisselâmdı." buyurdu. "Bize niçin
söylemedin?" dediklerinde, o; "Sizi değil, bizi ziyârete gelmişti." buyurdu.
Van evliyâsından Sofu
Baba hazretleri, Seyyid Fehîm Arvâsî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretlerinin Van'dan ayrılmasından sonra hasret ateşiyle sararıp
soldu. Kimseye bakmaz ve sokağa çıkmaz olmuştu. Bunun üzerine kendisine Sofu
dediler. Sofu Mustafa Efendi bir kış günü annesine; "Anneciğim heybemi hazırla
Arvas'a gideceğim." dedi. Annesi durumunu ve hocasına olan derin sevgisini
bildiğinden; "Etme oğlum bu karda kışta evden dışarı çıkılmaz. Aç kurtlar seni
yerler. Gitme. Bahar yaklaşıyor. Biraz bekle. O zaman gidersin." dedi. Lâkin
onun kararlı olduğunu anlayınca, çâresiz heybesini hazırladı. Mustafa Efendi
hediye olarak Arvas'ta büyük ihtiyaç olan bir küp kandil yağı da alarak yola
koyuldu. Soğuk dondururken, kurtlar yiyecek ararken dağ dere demeyip gece gündüz
yola devâm etti. Yol, yüz kilometre kadardı.
Sofu Mustafa Efendi yüksek
bir dağ tepesindeyken karşısına biri çıktı ve; "Oğlum! Aç isen sıcak yemek
vereyim. Nereye gidiyorsan ben götüreyim." dedi. Genç âşık onunla oturup
konuşmadı. Yoluna devâm etti. O devamlı Seyyid Fehîm hazretlerini düşünüyor,
onun aşkı damarlarındaki kanı ısıtıyor, kendini ona o kadar yakın hissediyor,
karşısındaki hayâlini; "Çabuk gel, seni bekliyorum." der halde görüyordu. Geri
dönmek aklının ucundan geçmiyordu. Nihâyet bir akşam vakti Arvas Câmiinde ezân
okundu. Seyyid Fehîm hazretleri mihrâba geçmeyip biraz durdu. Halbuki böyle
yapmazlar, ezan okununca mihrâba geçer, imâm olur, huzûr içinde namaza dururdu.
Talebeleri ve cemâat; "Bunda bir hikmet vardır." düşüncesinde iken Seyyid
hazretleri; "Bir yolcumuz geliyor. Kendisi farkında değil ama nerede ise
donacak." buyurdu. Hakîkaten biraz sonra kapıdan içeri Sofu Mustafa Efendi
girdi. Buzdan kardan bir adam gibiydi. Seyyid Fehîm hazretlerinin emriyle
papuçlarını ve paltosunu çıkardılar. Sobayı yaktılar. Genç âşık kendine gelince
hocasının o mübârek ellerini muhabbet ve eşsiz aşkı ile öptü, öptü. Ağladı öptü.
Karada ölümle savaşan, kendini suya atmak için çırpınan bir balığın suya
kavuşması, deryâya dalması gibi rahatladı. Herkes bu hâle şaşa kaldı. O zaman
Seyyid Fehîm hazretleri âşık gence; "Peki yolda karşına çıkıp, sana yardım etmek
isteyeni tanıdın mı? O Hızır aleyhisselâmdı. Niçin yardımını istemedin?"
buyurdu. Âşık genç; "Efendim! Tanıdım size selâmı var, ama o anda sizinle öyle
bir huzurda idim, kendimi bütün varlığımla size öyle vermiştim ki, Hızır
aleyhisselâmla konuşmakta bir fayda görmedim. Ben ona güvenerek değil, aşkınıza
tutunarak geliyordum. Her adımda size biraz daha yaklaşıyor, karşımda sizi daha
net görüyor, himmetinizi her zerremde hissediyordum. Beni bana bırakmıyordunuz."
dedi. Sonra namaza durdular.
Evliyânın büyüklerinden
Şakîk-i Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, İbrâhim Edhem
hazretleri ile olan sohbetlerinden birini şöyle anlattı: "Hocam ile Mekke’de
buluştum. Bana Hızır aleyhisselâm ile olan karşılaşmasını anlattı. Buyurdu ki:
“Hızır ile bir defa görüştüm. Bana yeşil bir kabın içinde, güzel kokulu sekbaç
ismindeki ekşili bir yemekden verdi. "Bunu ye, ey İbrâhim!" dedi. Almadım. Hızır
bana; "Meleklerden duyduğuma göre, bir kimse verileni kabûl etmezse, bir şey
verilmesini istediği yerden eli boş döner." buyurdu."
Gaziantep velîlerinden
Şeyh Saçaklı (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebelerinden biri,
"Efendim dersinize Hızır aleyhisselâm geliyor." deyince, Saçaklı; "Geliyor da
bana niçin görünmüyor." diye sordu. Ertesi gün talebe Hızır aleyhisselâma;
"Hocam sizi niçin göremiyor?" diye sorunca, o da; "Hocanda daha dünyâ muhabbeti
var. Süslü sarık takıyor." buyurdu. Bunun üzerine, eskiden dokumalardan kesilen
saçakların birkaç tânesini birleştirerek sarık yerine başına doladı. Allahü
teâlâya dünyâ sevgisini kalbinden çıkarması için yalvardı. Bir süre sonra Hızır
aleyhisselâm ile devamlı görüşmeye başladı. Başındaki saçaklardan dolayı
"Saçaklı" diye meşhur oldu.
Bursa'da yaşayan büyük
velîlerden Muhammed Üftâde (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kış günü
akşamı, talebelerini toplamış sohbet ediyordu. Bir ara; "Dostlarım! Canımız tâze
üzüm istedi. Acaba bulmak mümkün müdür?" buyurdu. Talebeler içlerinden; "Bu kış
günü, bu karda tâze üzüm olur mu?" diye düşünürlerken, Azîz Mahmûd Hüdâyî de
kendi kendine; "Mâdemki bu sözü hocam söyledi, mutlakâ bunda bir hikmet vardır."
diye düşünerek ayağa kalktı ve; "Efendim! Müsâade ederseniz bendeniz getireyim."
dedi. Müsâade edilince sepeti aldığı gibi Bursa'nın Çekirge mevkiindeki bağa
gitti. Bağ, karlar altında idi. Bir asma çubuğunun üzerinden karları
temizlediğinde, salkım salkım üzümler gördü. Bunun hocası Üftâde'nin bir
kerâmeti olduğunu anlayıp, üzümleri sepete koymaya başladı. Asmadaki üzümler
bittiğinde, sepet de ağzına kadar dolmuştu. Sepeti omuzuna alarak dergâha doğru
yürüdü. Hızlı hızlı yürürken, birden ayağı kaydı ve bir çukura düştü. Çukur
derin olduğundan, çıkmak için çok uğraştıysa da başaramadı. Çâresiz kalınca
hocası Üftâde'den yardım istemek hatırına geldi ve içinden; "İmdât! Yâ mübârek
hocam!" der demez, çukurun başından bir ses; "Ey Mahmûd! Uzat elini de yukarı
çekeyim." dedi. Bu sesin sâhibine baktı, fakat tanıyamadı. Çukurun başındaki
kimsenin kendisine gülümsediğini gördü. Utanarak elini uzattı. Yukarı çıktığında
o kimseyi göremez oldu. Yine sepeti omuzuna alarak dergâha doğru süratle gitti.
Hocasının huzûruna vardığında sohbet devâm ediyordu. Omuzunda üzüm dolu sepeti
gören talebeler şaşırıp kaldılar. Üftâde hazretleri, yardım edenin Hızır
aleyhisselâm olduğunu söyledi. Talebeler hocaları Üftâde'nin, Allahü teâlânın
katında yüksek bir velî olduğunu ve Azîz Mahmûd Hüdâyî'nin hocalarına olan
teslîmiyetini bir kere daha anladılar.
GÖRDÜĞÜN
HIZIR İDİ
Osmanlı pâdişâhı, Kânûnî
zamanında,
Yahyâ Efendi
diye, vardı ki bir evliyâ.
Sultan, Ağabey diye, ona
hitab ederdi,
Büyük zât olduğunu, bilir ve
çok severdi.
Velî Yahyâ Efendi, hazret-i
Hızır ile,
Sık sık görüşür idi,
Allah'ın izni ile.
Pâdişâh bu durumu, çok iyi
biliyordu,
Kendisi de Hızır’la,
görüşmek istiyordu.
Çıktı sultan bir gece,
kayıkla gezintiye,
Yanaştırıp kayığı, bir ara
Ortaköy’e.
Yahyâ Efendiye de, gönderdi
ki bir haber;
O da gelip bulunsun,
kendisiyle beraber.
Yahya Efendi dahi, onun
ricâsı ile,
Gelip bindi kayığa, yanında
birisiyle.
Sultanın parmağında kıymetli
yüzük vardı.
O kişi, dikkatlice o yüzüğe
bakardı.
İyice farkedince, bunu
Sultan Süleymân,
O kıymetli yüzüğü, çıkarıp
parmağından,
Dedi ki: “Siz gâliba, bunu
merak ettiniz,
Alıp daha yakından, bakıp
inceleyiniz.”
O zât aldı yüzüğü, evirip
çevirerek,
Atıverdi denize, hem de
gülümseyerek.
Yahyâ Efendi hariç, kayıkta
bulunanlar,
Çok hayret ettiler ki, acabâ
bu ne yapar?
.
Biraz sonra o kişi inmeği
arzu etti
Pâdişâh kayıkçıya; “Kıyıya
yanaş” dedi.
O kişi tam inerken bir avuç
su alarak,
Uzattı pâdişâha, göz
altından bakarak.
Avcundaki o suda attığı
yüzük vardı,
Pâdişah bunu görüp,
hayretten dona kaldı.
Tutmak istediyse de, o
kişinin elinden,
Lâkin o zât bir anda,
kayboldu göz önünden.
Sordu Sultan Süleymân, Yahyâ
Efendiye ki
“Ağabey, ne oluyor, bu
olanlar nedir ki?”
“Efendim gördüğünüz, Hızır
idi” deyince,
Dedi: “Bunu ne için, demedin
daha önce.”
Buyurdu: “O kendini, tanıttı
hükümdârım,
Lâkin siz tanımakta, geç
kaldınız hünkârım.”
Büyük velîlerden ve Mısır’da
yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) şöyle anlatır: “Bir gün Hızır aleyhisselâm, hocam Ali Darîr Nebtîtî
ile berâberdi. Hocam Ali Darîr, Hızır aleyhisselâma asrın âlimlerini ve benim
onlardan olup olmadığımı sorunca; “Evet onlardandır. Ama onda iyi olmayan bir
husus var.” dedi. Fakat bunu açıklamadı. Ben hocama, Hızır aleyhisselâmı bir
dahaki sefer gördüğünde, o bende bulunan hoş olmayan şeyin ne olduğunu
sormasını, bundan tövbe etmek istediğimi söyledim. Hızır aleyhisselâm hocamın
yanına geldiği zaman, hocam Hızır aleyhisselâma benim hoşa gitmeyen durumumu
sorunca, o da şöyle cevap vermiş: “Vâlilere bir husus için mektup yazdığında,
mektubu götüren şahsa, bu mektubun Şeyh Zekeriyyâ’dan geldiğini söyle diyor.
Kendisine Şeyh diyor.” Bunun üzerine o günden sonra bu kelimeyi ağzıma almadım.
Vâlilere bir mektup göndereceğim zaman mektubu götürene; “Vâliye, size bu
mektubu fakirlerin hizmetçisi Zekeriyyâ gönderdi.” demesini söylerdim.” |
|