|
HIRSIZLIK
Şâfiî mezhebi âlimlerinden
ve evliyânın büyüklerinden Şemseddîn Îcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Safd
beldesinin ileri gelenlerinden tüccar bir zât şöyle anlatır: "Ticâret için Şam'a
gidip gelirdim. Bir defâsında gittiğimde, elli dinâr kazandım. Kazandığım
paraları cebime koyup, akşama doğru evime gitmek üzere yola çıktım. Biraz gidip
ıssız bir yere gelince, karşıma bir adam çıktı. Daha önceden tanışıyormuşuz gibi
bana selâm verdi. Babamı ve kabîlemi de biliyordu. Beni tanıdığını, babamla çok
yakın dost olduklarını ve bu gece beni misâfir etmek istediğini söylüyor,
kat'iyyen bırakmak istemiyordu. Ben çok hayret ettim. İster istemez kabûl ettim.
O kimsenin evine gitmek üzere beraberce yolumuzu değiştirdik. Başka bir yolda
ilerlemeye başladık. Issız yerlerden geçiyorduk. Ferâdis denilen kabristana
vardığımızda o kimseden şüphelenmeye başladım. Sağa-sola baktım, hiçkimse
görünmüyordu ve güneş de çoktan batmıştı. Şüphelendiğimi ve endişelendiğimi
anlamış olacak ki, kendisinden çekinmememi ısrarla söyleyip tekrar etti. Evinin
nerede olduğunu sordum. Yakında olduğunu söyledi. Kabristanı ve kabristandan
sonra gelen değirmenleri de geçtik. Şimdi bahçelerin içindeydik. Kaçmak mümkün
değildi. Çünkü kaçsam nasıl gidecektim? Yolları tanımam lâzımdı. Etrâfı
bilmiyordum. Nihâyet kuytu bir yere vardık. Orada bâzı kimseler vardı. Bana
alâka ve yakınlık gösteriyorlar ise de, bunların hırsızlar olduğunu anladım.
Bana yer gösterdiler. Beni getiren, orada bulunanlarla benim anlamadığım bir
lisanla konuştu. Artık, paramı almak için öldürmeye kararlı olduklarını anladım.
Serbest bırakmaları için kendilerine yalvarmaya başladım. Bana; "Korkma! Bu gece
yiyip-içmek, rahat etmek üzere aramızda bulunuyorsun." dediler.
Biraz sonra beni başka bir
yere götürdüler. Çok kötü bir duruma düşmüştüm. Korku ve endişe ile gidiyorken,
hayret edilecek birşey oldu. Bir grup kimse ile karşılaştık. Karşılaştığımız
kimseler arasında bir yaşlı kimse ata binmişti. O yaşlı kimse, gâyet vakûr ve
heybetliydi. O ihtiyar, yanlarında bulunduğum kimseleri tanıyordu ve onlara
isimleri ile hitâb ederek; "Ey cürüm (suç) işleyiciler! Bu yanınızdaki kimdir?"
dedi. Onlar da; "Bizimle berâber bulunan bir misâfirimizdir" dediler. Bunun
üzerine o heybetli zât; "Biz onu misâfir etmeye sizden daha lâyıkız. Onun
bizimle bulunması daha münâsiptir." dedi ve onları azarladı. Onlar hiçbir şey
diyemeden ayrılıp gittiler. Beni onlardan kurtardığı için, o zâta çok teşekkür
ettim. Şimdi rahatlamıştım. Sonra biz, o heybetli zât ve yanında bulunanlar ile
birlikte yürüdük. O zât beni teselli ediyor ve; "Nasıl oldu da onların eline
düştün! Onlar, eşkıyâ ve hırsız insanlardır. Onların düşünceleri seni misâfir
etmek değil, olsa olsa senin paranı almak ve seni öldürmektir" dedi. Ben de
başımdan geçenleri anlattım. Berâberce bir müddet yürüdükten sonra, bir pınara
vardık. Orada başka zâtlar da vardı. Kalkıp bizi karşıladılar. O büyük zât ile
müsâfeha edip elini öptüler. O zât, onların aralarına oturdu. Sabaha kadar
Allahü teâlâyı zikretmekle, O'nun emir ve yasaklarından anlatmakla meşgûl
oldular. Orada bulunanların hepsi, o büyük zâtı pürdikkat dinliyorlardı. Sabah
olunca kalkıp abdestlerini tâzelediler. O zât imâm olup sabah namazını kıldırdı.
Namazdan sonra birbirleriyle vedâlaşıp ayrıldılar. Biz yine o zât ile birlikte
epey yol gittikten sonra, o zât bana vedâ edip ayrılırken; "Ey oğul! Bundan
sonra öyle kimseleri dost sanıp, peşlerine düşme. Çok dikkatli davran. Allahü
teâlâya emânet ol" dedi. Onlardan bir kimse bana arkadaşlık etti. Ona bu zâtı,
nerelere gittiğimizi, şimdi nerede olduğumuzu suâl ettim. O da şöyle cevap
verdi: "O zât, Şeyh Muhammed el-Îcî'dir. Gittiğimiz yer Lübnan Dağının yakınında
bir yerdir. Şimdi bulunduğumuz yer de, Şam yakınlarında bulunan Sâlihiyye'dir.
Seni kaçıranlar hırsızlardır. Üstâdımız olan Muhammed el-Îcî onları bir bir
tanır. Onlar da hocamızdan çok korkarlar. Allahü teâlâ onun bereketi ve vesîlesi
ile seni hırsızların, eşkıyânın elinden kurtardı." Böylece ben de, Şemseddîn
Ebü'n-Nu'mân Muhammed Îcî hazretlerini tanımış ve bir kerâmetine de şâhid olmuş
oldum."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin otuz birincisi olan Seyyid Tâhâ-i
Hakkârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin pek çok kerâmetleri vardır.
Bir gece, hırsız, Seyyid Tâhâ hazretlerinin anbarına girip bir çuval un almak
istemişti. Çuvalı doldurdu, fakat kaldıramadı. Yarıya kadar boşalttı, yine
kaldıramadı. Biraz daha boşalttı. Yine kaldırıp götüremedi. O sırada, Seyyid
Tâhâ hazretleri anbara geldi ve; "Ne o, çuvalı kaldıramıyor musun? Yardım
edeyim." deyince, hırsız, donakalıp birşey diyemedi. Seyyid hazretleri çuvalı
kaldırıp, hırsızın sırtına verdikten sonra; "Bunu al git, bizim adamlarımız
görmesin, belki canını yakarlar. Bir daha ihtiyâcın olursa, anbara değil, bize
gel!" buyurduğunda hırsız, tövbe edip, sâdık talebelerinden oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Ebû Bekr el-Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında bir gün kadının biri küçük çocuğuyla birlikte bir bahçenin önünden
geçiyordu. Kadın bahçedeki meyvelerden çalmak istedi ve çocuğu bir kenara
bırakıp ağaca çıktı. Bir mikdâr meyve topladı. Aşağı indiğinde oğlunu hareketsiz
bir hâlde buldu. Bunun üzerine ağlayıp feryâd etmeye başladı. Oradan geçenler bu
bahçenin Seyyid Abdullah hazretlerine âid olduğunu söylediler. O zaman
kadın tövbe etti. Topladığı meyveleri geri verdi. Çocuğunu alıp giderken
çocuğunun tekrar eski hâline geldiğini gördü.
Şâfiî mezhebinde derin fıkıh
alimi ve meşhûr veli İmâm-ı Abdurrahmân bin Ahmed (rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretlerinin hanımı Hurre binti Abdurrahmân anlatıyor: Evimize hırsız
girmiş, giyecek eşyâların hepsini alıp götürmüştü. Hattâ üzerinde namaz kıldığım
seccâdem dahî alınmıştı. Kocam İmâm-ı Abdurrahmân'ın cübbesi, evin ortasındaki
bir ipin üzerinde bulunduğu halde alınmamıştı. Hırsız, beş ay sonra bulunup
yakalandı. Çalınanların çoğunu geri verdi. Fakat bazı şeyleri getirmedi. Kocam
hırsıza; "Niçin cübbemi almadın?" diye sordu. Hırsız da; "Ey Şeyh! O gece birkaç
defa almak istedim. Ona yaklaşınca her defâsında, ondan bir ateş parladı. Hattâ
beni yakacaktı. Sonunda onu ipin üzerinde bırakarak, evden ayrıldım." diye cevap
verdi.
Büyük velîlerden Atâ el-Ezrak
(rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kere gece namazını kılmak için bir yere
gidiyordu. Bu esnâda önüne bir hırsız çıktı. Hemen; "Allah'ım! Beni bu hırsıza
karşı nasıl dilersen öyle muhâfaza et." diye duâ etti. O anda hırsızın iki eli
ve ayakları kurudu. Hırsız, hatâsını anlayıp yaptıklarına pişman oldu. Bir daha
böyle bir şey yapmayacağını söyleyince, onu affetti. Hırsız iyileşti ve Atâ
hazretlerine ısrarla; "Allah aşkına söyle sen kimsin?" diye sordu. O da;
"Atâ'yım." dedi. Sabah olunca herkese; "Gece falanca yere namaz kılmaya giden
birisini tanıyor musunuz?" diye sordu. "Evet tanıyoruz. O Atâ es-Sülemî'dir."
dediler. Hırsız, Atâ es-Sülemî'ye gidip hâlini arz edip, tövbe etmek istediğini
söyleyince; "Aradığın ben değilim. Senin aradığın Atâ el-Ezrak'tır." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) "Hacılardan kim bir hırsızlık
yaparsa ve bununla ihtiyâcını temin etmek isterse, Allahü teâlâ böylesini
zâtından uzaklaştırır; kalbine hırs, cimrilik, başkalarının yapacağı iyiliğe
engel olma hâlini koyar. Dili dâimâ şikâyetçi olur. İnsanlar arasında Allahü
teâlânın gadabına uğramış kişi olarak dolaşır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Kettânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namaz kılarken bir hırsız gelip,
omuzundaki elbisesini aldı ve satmak için pazara götürdü, ama eli derhal kurudu.
Ona; "Senin yapacağın iş, bunu geri verip, sâhibinin duâsını almandır. Senin
için duâ ederse, Allahü teâlâ senin elini iyileştirir" dediler. Bunun üzerine
hırsız geri geldiğinde, Kettânî hâlâ namazda idi. Aldığı elbiseyi Kettânî'nin
omuzuna koydu ve namazını bitirinceye kadar oradan ayrılmadı. Namazını bitirince
ayaklarına kapanarak yalvardı ve hâlini anlattı. O zaman Kettânî; "Allah'a yemîn
ederim ki elbisemin ne götürülmesinden, ne de getirilmesinden haberim var." dedi
ve; "Allah'ım! O, onu götürmüş ve getirmiş, sen de ondan aldığını geri ver."
diye duâ edince, hırsızın eli iyileşti.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün abdest
alırken, kalbine bir hâl oldu. Odasında olduğu hâlde, nalınının birini alıp
attı. Nalın havada uçup gitti. Hâlbuki odanın çatısında çıkacak bir delik yoktu.
Hizmetçisine: "Eşi gelinceye kadar bu tek nalını yanına al!" buyurdu. Bir müddet
sonra, Şam'dan yanında birçok hediyelerle gelen bir adam, o tek nalını getirdi
ve şöyle dedi: "Cenâb-ı Hak size hayırlar versin. Yolda hırsız göğsüme oturmuş,
beni kesmek üzere idi. Kendi kendime; "Yâ efendimiz Muhammed! Yâ Hanefî!" dedim.
Hırsızın göğsüne bir nalın gelip çarptı. Hırsız, baygın bir şekilde yere düştü.
Sizin bereketinizle Allahü teâlâ beni o hâlden kurtardı."
Evliyânın büyüklerinden
Ömer Muhdâr bin Abdurrahmân (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine
âit bir deveyi, Çöldeki köylülerden bir grup çalıp, üzerindeki yiyeceği
gasbettiler. Ömer Muhdâr, onların reisine haber gönderip, deveyi üzerindeki eşyâ
ile birlikte göndermesini söyledi. Reis deveyi gönderdi, fakat eşyâ ve
yiyecekleri göndermedi. Bunun üzerine Ömer Muhdâr buyurdu ki: “Yiyecekleri zorla
alan o kimseyi iyi tâkib ediniz. Biz zayıf olanları değil, iyice semizleşmiş
olanları keseriz. Yâni kötülüklere bulaşıp, başkalarına zararı çok olan ve artık
cezâyı hak etmiş olanlara cezâ veririz. O kişi yatsı vakti öldürülür.” Aynen
buyurduğu gibi oldu.
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) bir gece,
evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın üzerinde uyuya kaldı. Bu arada
evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı, çalacak bir şey bulamadı. Giderken;
"Girmişken boş çıkmayayım" diyerek, Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği
örtüsünü aldı. Evden çıkarken yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü
aldığı yere bıraktı. Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar
geri dönüp, örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa
tekrarlandı. Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu: "Ey
kişi kendini yorma. O yıllardır kendini bize ısmarladı. Şeytanın ona yaklaşma
gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür? Git, yorulma,
boşuna uğraşma. O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu korumaktadır." Bu hâdiseden
korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu kötü huyundan vazgeçti.
Tâbiîn devrinde Kûfe’de
yetişen büyük âlim ve velîlerden Rebî bin Haysem (rahmetullahi teâlâ
aleyh) kimseye bedduâ etmezdi. O, her şeyi Rabbinden bilir, O’ndan gelene
sabr eder, tevekkülünü bozmazdı. Bir gün namaz kılarken, yirmi bin dirhem
değerindeki atının çalındığını gördü. Fakat ne namazı bozdu, ne de üzüldü.
Yanında bulunanlar: “Nasıl oldu bu iş, yazık oldu atına!” diye kendisini teselli
ediyorlardı. O ise; “Atın yularını çözerken çalan adamı görmüştüm” dedi.
Onların; “O halde niçin mâni olmadınız?” demeleri üzerine; “Atımdan daha sevimli
olan bir şey ile, yâni namaz kılmakla meşguldüm. Onu kaçıramazdım.” dedi.
Adamlar hırsıza bedduâ etmeye başlayınca, Rebî; “Hayır, bedduâ etmeyin. Ben
atımı ona hediye ettim. Sadakam olsun” dedi.
Anadolu'da yetişen evliyânın
en büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin
otuz ikincisi olan Seyyid Sâlih (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
evini, bir gece hırsızın biri soymaya karar verdi. O gece ay çıkmamıştı, zifiri
karanlıktı. Hırsız, bahçe duvarından içeri atladı. Fakat o anda bahçenin
birdenbire gündüz gibi aydınlandığını gördü. Hayret etti. Görürler korkusuyla
hemen dışarı çıktı. Ortalık yine karanlık oldu. "Herhâlde bu defâ aydınlık
olmaz." düşüncesiyle tekrar bahçeye girdi. Ortalık bir anda yine aydınlandı.
Yine çıktı, tekrar girdi. Nihâyet evin pençeresine baktığında, Seyyid Sâlih
hazretlerini gördü. Seyyid Sâlih, hırsıza; "Buyurun, her ne isterseniz vereyim.
Bir şey almaya geldiyseniz söyleyin." buyurdu. Hırsız onun güneş gibi parlayan
mübârek yüzünü görüp, o cömertçe tatlı sözünü işitince hayran kaldı. Bahçeye
girince meydana gelen aydınlığın Seyyid Sâlih hazretlerinin nûru olduğunu
anlayıp, yaptığına pişmân oldu. Huzûruna varıp tövbe etti. Ondan sonraki
günlerde onun derslerine giderek, ilim öğrenmeye başladı. Talebelerinden oldu.
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin evine bir hırsız girmişti. Hazret-i Tâvûs, hırsızı yakaladı.
Nasîhat etti, biraz da para verdikten sonra serbest bıraktı.
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, İsfehanlı biri şöyle anlatır: Bir grup eşkıyâ, çobanlarımızı
bağlayarak hayvanlarımızı çaldı. İçinde Muhammed bin Yûsuf”un (Zâhid İsfehânî)
hayvanları da vardı. Bizden biri onlarla görüşmek üzere gitti. Şakîlerin reisi
Ona; “Muhammed bin Yûsuf’un hayvanlarını bize göstermek şartıyla, kendi
hayvanlarını götür. O, büyük velîdir. Biz, onun bedduâsından korkarız. Onun
hayvanlarının hepsini geri göndereceğiz” dedi. Ama, daha sonra göndermedi. Bir
müddet sonra çaldıkları hayvanların hepsi telef oldu. Onlardan bir fayda
göremediler. Yalnız Muhammed bin Yûsuf hazretlerine âit hayvanlardan hiçbiri
telef olmadı. |
|