CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HAYR – HİMMET – İYİLİK – LUTF - 2

Türkistan'ın büyük velîlerinden Sa'düddîn-i Kaşgârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok sevenlerden Pîr Ali anlattı: "Hanımım üç aylık hâmile idi. Haberim yokken çocuğu düşürmek için bâzı çârelere başvurmuş. Fakat başvurduğu çâreler tam tersine netice verince, sancılar içinde kıvranmaya başlamış. Eve vardığımda, vaziyeti hiç iç açıcı değildi. Başına, yakın akrabâ ve komşular gelmiş ağlıyorlar, mâneviyâtını daha çok bozuyorlardı. Benim de yapacağım bir tedbir yoktu. Hemen mübârek hocamın huzûruna gittim. Yanında bir takım yüksek rütbeli kimseler vardı. Hiçbir şey söylemeden, bir kenarda beklemeye başladım. Bir müddet sonra o kimseler yanından ayrılıp gitti. Yalnız kaldığımızda, ben daha bir şey konuşmadan, hocam; "Hanımınıza gidip deyiniz ki; "Bu işi daha önce yine yapmak istemiştin. O zaman seni affetmiştik. Şimdi de affediyoruz. Eğer bir daha yapmak istersen, senin için kurtuluş yoktur." Hocamın kurtuluş müjdesini duyunca ferahladım. Müsâade alarak eve koştum. Evde durum bir ânda iyiye dönmüş, hanımım iyileşmişti. Hanıma durumu anlattım. Dedi ki: "Hocamız doğru buyurmuş. Daha önce yine böyle bir iş yapmış ve ölümden kurtulmuştum. Demek ki hocamızın himmeti bereketiyle kurtulmuşum. Şimdi de bir ânda iyileştiğimi hissettim. Hocamızın büyüklüğü karşısında yaptığım bu işten dolayı utanıyorum. Artık böyle bir iş yapmaktan cenâb-ı Hakka sığınırım." dedi.

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir kimsenin neyi maksad edinirse, ona kavuşacağını bildirerek buyurdu ki: "Himmet etmek; Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zâtın, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurması demektir. Bu şeye teveccüh eder. Kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez. Yalnız, o işin yapılmasını ister. Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Kâfirlerin himmet ettikleri şeylerin de hâsıl oldukları görülmüştür. Allahü teâlâ, bana bu kuvveti ihsân etmiştir. Fakat, bu makâmda edep lâzımdır. Edep de, kulun kendisini Hak teâlânın irâdesine tâbi etmesidir. Kendi irâdesine tâbi olmamak, Hak teâlânın fermânını beklemek lâzımdır."

 

.

BİR NAZAR

 

Vaktiyle dört arkadaş, gelerek bir araya,

Tahsîl-i ilim için, geldiler Buhârâ'ya.

 

Zâhirî ilimleri, öğrenip bir âlimden,

İçlerine bir ateş, düşüverdi âniden.

 

Dediler ki: "Öğrendik, zâhirî ilimleri,

Lâkin ihlâs olmazsa, gidemeyiz ileri.

 

Bu ihlâsı kazanmak, mümkün olmaz bu yerde,

Yükselmemiz gerekir, bâtınî ilimlerde.

 

Bâtın ilmini dahi, öğrenemezsek eğer,

Bu tahsîl ettiğimiz, ilimler boşa gider."

 

Bir kâmil-i mükemmil, kişi bulmak üzere,

Medreseden ayrılıp, koyuldular sefere.

 

Bu dört gençten birinin, ismi Seyyid Atâ'dır,

Yâni Resûlullah'ın, evlâdından bir zâttır.

 

Semerkant yakınından, geçer iken bu gençler,

Bir ihtiyar kimseyi görür ve eyleşirler.

 

O kişi, çalılıktan, yakmak için evinde,

Odun topluyor idi, onların geldiğinde.

 

Dediler: "Şunun için, seferdeyiz şimdi biz,

Bir kâmil rehber bulup, bağlanmaktır gâyemiz."

 

Meğerse o ihtiyar, Zengî Atâ nâmında,

Bir kâmil kişi imiş, Semerkant diyârında.

 

Zengî Atâ cevâben, şöyle dedi gençlere:

"Aradığınız benim, gitmeyin başka yere."

 

Onlardan iki tanesi, ona tam inandılar,

Velâkin Seyyid Atâ, hiç etmedi îtibâr.

 

Düşündü: "Ben seyyidim, ilmim var, bu bir gerçek,

Bu siyâhî kişi mi, beni irşâd edecek?"

 

Kalben geçirdiyse de, bir an için bu fikri,

Yine de yapıyordu, günlük vazifeleri.

 

Yaptı o da yıllarca, riyâzet, mücâhede,

Lâkin bir ilerleme, pek olmadı yine de.

 

En son Anber Ana'ya, gelip arz eyledi ki:

"Anacığım, üstâda, şunu haber verin ki,

 

Seyyid Atâ soruyor: "Ne olacak benim hâlim?

Yıllarca buradayım, açılmadı bu kalbim.

 

Diğer arkadaşlarım, yükseklere çıktılar,

Bendeyse ilerleme, olmadı zerre kadar."

 

Dedi ki: "Sen bu gece, bir keçenin içine,

Sarılıp, tevâzuyla yat kapı eşiğine.

 

Seni böyle görürse, şefkat ile bir bakar,

Onun bir tek nazarı, sana yeter ve artar."

 

Seyyid Atâ o gece, girdi keçe içine,

Uzandı üstâdının, kapısı eşiğine.

 

O gece Zengî Atâ, namaza kalktığında,

Gördü ki biri yatar, eşiğinin altında.

 

Tam basacak idi ki, göğsünün üzerine,

O tutup ayağını, öpüp sürdü yüzüne.

 

Buyurdu ki: "Kimdir o, yatmış eşik önüne?"

Dedi: "Seyyid Atâ'yım, muhtâcım himmetine."

 

Buyurdu ki: "Kalk yerden, düzeldi şimdi hâlin,

Üzülme, bundan sonra, açılır artık kalbin."

 

O anda bir teveccüh, etti Seyyid Atâ'ya,

Çıkardı tasavvufta, en üstteki noktaya.

 

Onların bir nazarı, bulunmaz ganîmettir,

İnsanı en alçaktan, bâlâlara yükseltir.

 

Onların hürmetine, yâ Rabbî, affet bizi!

Onların sevgisiyle, tenvîr et kalbimizi.

 

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, fakirlere yardım etmek ve ihtiyaçlarını görmek için çok borç para isterdi. Hattâ borçları iki yüz bin dinârı geçti. Bununla birlikte o, zâhiren ödeyememe korkusu içinde görünmüyordu. Sonunda bâzıları onu kötülediler. O, şöyle buyurdu: "Rabbimle benim arama girmeyiniz. Ben bu şekilde aldığım parayı, O'nun rızâsından başka yere sarfetmedim. Rabbim, benim borcumu ödemeden, beni bu dünyâdan çıkarmıyacağını bana vâdetti." Söylediği gibi oldu. Allahü teâlâ, kendi nezdinde ihsânı bol birinin vâsıtasıyla, ölmeden önce onun borcunun ödenmesini kolaylaştırdı. Emîr Nâsıruddîn bin Abdullah, Ayderûs'un oğluyla parayı gönderdi. Sonra çarşıda; "Kimin Ebû Bekr Ayderûs'da alacağı varsa gelsin!" diye nidâ edildi ve bütün borçları ödendi.

Derin âlim ve büyük velî Ebû Hamza Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir keresinde hiç kimseden bir şey istemeden ve hiç kimseye iltifat etmeden tevekkül ederek çölde sefere çıkmayı nezr etti. Bu nezir sebebiyle su tulumu ve ip almadan yola çıktı. Cebinde kız kardeşinin verdiği bir mikdâr gümüş para vardı. Yolda giderken nefsinden tevekkül esâsı üzerine olmasını isteyerek; "Utanmıyor musun? Semâyı direksiz olarak muhâfaza eden Allahü teâlâ, senin mîdeni gümüş para olmadan doyurmaya kâdir değil midir?" dedi. Hemen o parayı çıkarıp attı ve yoluna devâm etti. Derken yol üzerinde kazılmış bir kuyuya düştü. Nefsi; "İmdat." diye bağırması için kendisiyle çekişmeye başladı. Nefsine karşı; "Olmaz böyle şey, vallahi Allahü teâlâdan başka kimseden yardım istemem." dedi. Kendi kendine mücâdele ederken kuyunun yanından geçen iki adamdan birinin diğerine; "Şu yol üzerindeki kuyunun ağzını kazâra bir kimsenin düşmemesi için kapatalım." dediğini işitti. Biraz sonra kuyunun yanına gelen yolcular kuyunun ağzını ağaç ve odunlarla kapattılar. Yerle bir oluncaya kadar toprakla örttüler. Bu sırada Ebû Hamza Horasânî'nin feryâd etmek aklına geldi. "Ey şu adamlardan bana daha yakın olan!" diye nidâ etti ve sustu. Kuyunun ağzını kapatan adamlar oradan ayrılıp gittikten sonra bir hayvanın kuyunun ağzından ayaklarını; "Bana sarıl." der gibi aşağıya doğru sarkıttığını gördü. Ona sarılan Ebû Hamza Horasânî yapışıp kuyudan çıktı. Bunun bir arslan olduğunu gördü. O zaman ona gâibden bir ses dedi ki: "Ey Ebû Hamza! Seni kuyuda mahvolmaktan arslanla bir tehlikeden başka bir tehlike ile kurtarmamız güzel bir şey değil mi?" Ebû Hamza Horasânî hazretleri olanlar üzerine şu ilâhîyi okuyarak yoluna devâm etti: "Gizlediğim şeyi sana anlatmaktan korkuyorum. Gözümün gönlüme anlattıklarını sırrım açıklıyor. Senden hayâ etmem aşkımı gizlememe engel oluyor. Bana bahşettiğin fehm (idrak) sâyesinde keşfe muhtâc olmaktan beni kurtardın. İşlerim konusunda bana lütfettin ve dış yüzümü iç yüzüme gösterdin. Zâten lütuf, lütf ile idrâk edilir. İhsâna ihsânla kavuşulur."

Fas velîlerinin büyüklerinden Ebû Ya'zî Magribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Medyen Şuayb Endülüsî şöyle anlatır: "Magrib'de kıtlık oldu. Her canlı, açlık ve sıkıntı çekiyordu. Bir gün Ebû Ya'zî Magribî hazretlerinin yanına gittim. Bir meydanda oturuyordu. Çevresini çepeçevre arslan ve kaplan gibi yırtıcı hayvanlar ve kuşlar kuşatmışlardı. Hepsi sessizce durmaktaydılar. Hiçbiri diğerine saldırmıyor, tam bir teslimiyet içerisinde bulunuyorlardı. Yanlarına yaklaşınca, üstâdımın onlarla sohbet ettiğini gördüm. O sırada büyükçe bir kuş geldi ve açlıktan şikâyet etti. Ebû Ya'zî hazretleri de: "Falan yere git, senin rızkın oradadır." buyurunca, kuş uçup gitti. Diğer hayvanlara da çeşitli yerler târif etti. Onlar da dağılıp gittiler. Daha sonra bana dönüp: "İşte görüyorsun, böyle, günde binlerce kuş ve vahşî hayvan gelip açlıktan yakınırlar, ben de onlara rızıklarının nerede olduğunu söylerim. Gidip oradan yerler. Bu hayvanlar benim yanımda durmaktan hoşlandılar. Açlık pahasına benim yanımda kaldılar. Benim için, uzun zaman açlık çektiler. Bu bana Allahü teâlânın bir lütfudur. Benimle berâber kalmayı arzu ederseniz kalabilirsiniz." buyurdular.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) istasyonda tren beklerken bir köşede oturuyordu. Yanında da Hâfız Hafîzüddîn isminde bir talebesi vardı. Bu talebenin birden kalbine; "Böyle büyük bir zâtın talebesiyim, fakat nasîpsizim." diye geldi. O anda Ebü'l-Hayr Efendi onu yanına doğru çekerek; "Ey kardeşim! Hem dîne, hem de dünyâya kavuştun. Allahü teâlânın lütuf ve ihsânından başka ne istersin." buyurdular. Bir müddet sonra cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile hem mânevî derecesi arttı, hem de dünyevî makam, mevki, mal ve servete kavuştu.

Suriye'de yetişen evliyâdan Seyyid Abdülhakîm Hüseynî hazretlerinin, hocası Şeyh Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin vefâtından sonra sohbetlerine büyük bir rağbet oldu. Akın akın gelen insanlar onun ilim ve feyzinden istifâde etmeye çalıştılar. Ona olan bu büyük rağbet civar kasabalardaki bâzı şeyhlerin gıptasına, bâzılarının da kıskanmalarına sebeb oldu. Çünkü onlara bağlı olan bâzı kimseler de gelip Abdülhakîm Efendinin sohbetine katılıyorlardı. Bu şeyhlerden biri ona gönderdiği mektupta; "İnsan düşünür ve kabûl eder ki yanyana koyun otlatan iki çobandan birinin birkaç koyunu diğerinin sürüsüne kaçıp karışırsa onları iâde etmek lâzımdır. O hâlde sen de bizim sürüden ayrılanları iâde etmelisin." diyordu. Bu mektubu okuyan Abdülhakîm Hüseynî tebessüm ederek; "Biz cedd-i pâkimizin (Peygamber efendimizin) ümmetine hizmeti gâye edinmişiz ve bunun için çabalıyoruz. Baş olmak ve çok tarafdâr toplamak gayretinde değiliz. Ceddimiz bize ilim mîrâs bırakmıştır. Bu ilme kim sâhipse vâris odur. Biz inşâallah mîrâs gerçek vârislerinin eline geçer diye duâ ediyoruz." buyurdu.

Ahmed Mekkî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yakınlarından birisi şöyle anlatmaktadır: Merhameti o kadar çoktu ki, kendisine el açanları bir defâ olsun geri çevirmezdi. Kalp kırmaktan böylesine sakınan bir kimseyi bizim aklımız anlamaktan âcizdi. Nitekim bir gün müftülükte birlikte oturuyorduk. Orta yaşlı bir adam içeri girdi. Müftü Efendiye dönerek; "Efendim bir ay önce Kars'tan gelmiştim. Fakat iş bulamadım. Beş parasız kaldım. Memleketime döneceğim ama bilet almaya param kalmadı. Otobüs kalkmak üzere, ne olur bir bilet parası veriniz." diyerek yalvardı. Ahmed Mekkî Efendi adama acıyıp istediği parayı derhal verdi. Akşamleyin Müftü Efendi ile berâber dönüyorduk. Vapura bindiğimizde baktık ki, gündüz yol parası alan adam orada oturuyor. Ben gâyet sinirlenmiştim, ancak belli etmiyordum. Müftü Efendi ise bana dönerek; "Bu kimse bugün bize yalan söylemiş. Şimdi beni görürse utanır, mahcûb olur. Onun için gel, bizi görmesin." diyerek onun görmeyeceği bir tarafa gittik.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hayvanlara karşı çok merhametli idi. Bir köpek cüzzam hastalığına yakalanmıştı. Hiç kimse köpeği bu iğrenç hâlinden dolayı kapısına koymadı. Köpek, bu şekilde kapılardan kovula kovula, Seyyid Ahmed Rıfâî'nin kapısına geldi. Dermansız, yara bere içindeydi. Köpeğin bu hâlini gören Ahmed Rıfâî, alıp, şehirden dışarı bir yerde ona bir gölgelik yaptı. Köpeği orada tedâviye başladı. Temizledi, yarasına merhem sürüp karnını doyurdu. Kırk gün bu şekilde tedâvî gören köpek sıhhate kavuştu. Cüzzamdan eser kalmadı. Sonra köpeği güzelce yıkayıp şehre getirdi. Kendisine, "Efendim! Bu köpeğe çok ilgi gösterdiniz, hikmeti nedir?" diye sordular. Onlara; "Kıyâmet günü Rabbimin bana, bu köpeğe niçin acımadın? Onu uğrattığım bu belâdan niçin kurtarmadın? Aynı belâya seni de düşürmem ihtimâlini niçin düşünmedin? diye sormasından korktum. Ey insanlar! Kalblerinizi Allahü teâlânın yarattıklarına karşı merhamet hissiyle doldurunuz. Cenâb-ı Hakkın sizi de aynı derde müptelâ kılmasından korkunuz." buyurdular.

Bir gün Ahmed Rıfâî'nin paltosunun eteğinde, evin kedisi gelip uyudu. Namaz vakti geldiğinde kediyi uyandırmaya kıyamadı. Bir müddet onu şefkatle seyretti. Uyanmayacağını anlayınca kedinin yattığı yeri kesti. O hâliyle kalkıp namaza gitti. Geldiğinde kedi uyanıp oradan gitmişti. Kesik parçayı paltosuna tekrar dikti. Öyle ki, kesildiği yer hiç belli değildi.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde talebelerine buyururdu ki: "Gariblere merhamet etmek, Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem sünnetidir. Nerede bir garib görsen, ona olan merhametinden dolayı gözyaşların akmalıdır."

"Gönlü kırık, zavallı ve garib birini görürsen, yarasına merhem ol. Onun yoldaşı ve yardımcısı olmaktan çekinme."

On iki imâmın sekizincisi İmâm-ı Ali Rızâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hamama gitti. Oturup yıkanırken bir asker geldi ve ona; "Başıma su dök de yıkanayım." dedi. O da, "Peki." deyip askerin başına su dökmeye başladı. Biraz sonra İmâmı tanıyanlardan biri gelip, bu hâli görünce çok üzüldü ve askere; "Ey asker! Senin, kendine hizmet ettirdiğin bu zât, hazret-i Aliyyül Mürtezâ'nın ve hazret-i Fâtımat-üz-Zehrâ'nın torunu İmâm-ı Ali Rızâ hazretleridir. Sen ne yaptığının farkında mısın?" dedi. Asker bunları duyunca, yaptığına pişman olup, Ali Rızâ hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Aman efendim, niye bana kendinizi tanıtmadınız! Niçin bana hizmet ettiniz! Kusûrumuzu affediniz!" diye özür dileyip ağladı. Özrünü kabûl edip; "Müslümana hizmet etmek sevâb olduğu için senin isteğini kabûl ettim." buyurdu.

Nakşibendî büyüklerinden Alvarlı Muhammed Lütfi (rahmetullahi teâlâ aleyh) yani Efe hazretleri herkese, bilhassa hasta ve düşkünlere karşı çok merhamet ve şefkatli idi. Fakir ve yoksullara hiç beklemedikleri anda yardım eder onların ne halde olduklarını kendilerinden iyi bilirdi. Birçok fakire fırınlardan ekmek göndererek günlük ihtiyaçlarını karşılardı. İhtiyacından dolayı huzûruna gelenler, derdini söylemeden, kendisi Allahü teâlânın izniyle onların isteğinin ne olduğunu anlar ve ihtiyaçlarını giderirdi.

 

KÖTÜLÜĞE  İYİLİK

 

Müslüman, kardeşine, güler yüzlü olmalı,

Din ve dünyâ işine, yardımda bulunmalı.

 

Bir köylü, Medîne'de, sordu efendimize,

Dedi: "Yâ Resûlallah, din nedir, öğret bize?"

 

Buyurdu ki: "Allah'ın, emrine itâattir,

Onun mahlûklarına, merhametli olmaktır."

 

Güzel ahlâk hakkında, suâl eden birine,

Buyurdu ki: "İhsân et, senden yüz çevirene!"

 

Çok defa Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri,

Kabristanın içinde, gezerdi geceleri.

 

Yine dolaşır iken, bir gece kabristanda,

Onu gece bekçisi, farketti karanlıkda.

 

Ve lâkin tanımadı, vurdu asâsı ile,

Bâyezîd-i Bistâmî çıkarmadı çıt bile.

 

Devâm etti vurmaya, bitsin diye cezâsı,

Sonra kırılıverdi, birden bire, asâsı.

 

Bâyezîd hazretleri, gelince hânesine,

Asânın fiyatını, sordu talebesine.

 

O miktarda parayı, koydu kese içine,

Gönderdi tatlı ile, o gece bekçisine.

 

Bir de mektup yazmıştı, kendisine şöyle ki,

"Sayın Bekçi Efendi, bu gece, dövdün beni.

 

Evet suç bende idi, kabâhatin yok senin,

Dövmezdin tabî ki, ben orada gezmeseydim.

 

Senin asân kırıldı, benim sebebim ile,

Bu parayla asâ al, hakkını helâl eyle.

 

Ye âfiyet üzere, gönderdiğim tatlıdan,

Korusun Hak teâlâ, seni her sıkıntıdan."

 

Okuyunca o bekçi, bu mektup geldiğinde,

Huzûruna gelerek, tövbe etti o günde.

 

Ve hattâ bu sâyede, geldi bir çok bekçiler,

Onun ile birlikte, hak yoluna girdiler.

 

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın yarattığı bütün mahlûkâta merhamet sâhibi idi. Bir gün Nefîsüddîn Sivâsî'ye bir kuruş verip ekmek aldırdı. Ekmeği eline alıp bir virâneye gitti. Nefîsüddîn de gizlice onu tâkibe başladı. Sonunda, Mevlânâ'nın o ekmeği yeni yavrulamış bir köpeğe kendi elleriyle yedirdiğini gördü. Mevlânâ dönüşünde, Nefîsüddîn'in kendisini tâkib ettiğini anlayıp; "Bu hayvan yedi gündür açtır ve yavrularına şefkatle bakmış ve hiç yanlarından ayrılmamıştır. Resûlullah efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde; "Merhametlilerin en büyüğü olan Allahü teâlâ, kullarından merhametli olanlara merhamet eder. Ey ümmet ve Eshâbım! Siz de O'nun yarattıklarına merhamet ediniz ki, size de semâ ehli merhamet etsin" buyurdu. Nefîsüddîn bu sözler üzerine ağlayarak Mevlânâ'nın ellerini öptü ve hayvanlara bile bu kadar merhametli olan siz, tabiatiyle ahbâb ve dostlarınıza da merhamet edersiniz." dedi. Bunun üzerine Mevlânâ; "Evliyâullahın merhameti pek çoktur; bütün mahlûkâta ve ahbâblarına da şüphesiz merhamet eder." buyurdu.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Abdullah Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri fakir fukarâya merhâmetli olmayı anlatırdı. Bu hususta; "Allahü teâlânın takdirine râzı olup sıkıntılara sabreden fakirler, yeryüzünde, Allahü teâlânın emin kullarıdır. Onlar hürmetine, Allahü teâlâ diğer insanları belâlardan muhâfaza eder." derdi.

Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, Merv'de bir zât yemeğe dâvet etmişti. Yolda giderken bir evden; "Yâ Rabbî! Biz aç ve muhtaç bir halde kaldık. Bu sabileri, yavrularımı da bana havâle ettin." diye sızlanan bir kadıncağızın sesini işitti. Sonra yoluna devâm edip, dâvet yerine geldi. Ev sâhibinin iznini alıp, derhal bir sofra hazırlanmasını emretti. Dâvet sâhibi bu işe şaştı; "Herhâlde Ebû Ali Dekkâk hazretleri ziyâfet yemeğinden kendi hânesine götürecek." diye çok sevindi. Sofra hazırlanınca, Ebû Ali hazretleri, dışarı çıktı ve başına koyduğu tepsiyi doğruca o kadıncağızın evine götürüp ona verdi.

Osmanlılar zamânında yetişen velîlerden Hacı Ramazan (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin memleketi olan Kastamonu'da vazife yapan müderrislerden birisi şöyle anlatır: "Bir arefe günüydü. Bakmakla mükellef olduğum kimselerin bayramlık ihtiyaçlarını ve eve lâzım olacak şeyleri almak için hiç param yoktu. Bu hâle çok üzülüyordum. Şehrimizin ileri gelenlerinden hemen herkese de borcum vardı. Bu sebepten, onlardan yardım istemek veya borç almak gibi bir imkânım da yoktu.

Bu hâlin verdiği ızdırapla, çâresizlik içinde ve kimin kapısına gideceğimi bilemez bir hâldeyken, istigfâr edip, allahü teâlâya sığınıyor ve yalnız O'na güveniyordum. Tam bu sırada kapı çalındı. "Bu sıkıntılı hâlde bizi arayan kim olabilir" diye düşünerek, hayret ve merâkla kapıyı açtım. Kapıda Hacı Ramazan Efendi vardı. Selâm verip, kapıyı kendisinin çaldığını söyledi. Benimle biraz konuştuktan sonra, bana dürülmüş bir kâğıt vererek;

"Bu kâğıdın içinde abîr (hoş kokulu otların terkîbinden meydana getirilen ve sürülen bir çeşit koku) vardır. Onu sürünüz. Güzel koku sürünmek sünnettir." buyurdu. Ben daha kâğıdı açıp içindeki abîri koklamadan, o zâtın güleryüzlü hali, misk ve anber misâli tatlı olan o sözlerini dinlemekle zâten rahatlayıp ferahlamıştım.

Öyle büyük zâtları görmek, bir iki sözünü duymak bile insanı rahatlatıp kalbini ferahlatıyordu. O mübârek zât da, bu sıkıntılı hâlimde gelerek, kalp hânemi ıtr ve güzel kokuyla kokulandırıp, beni çok sevindirdikten sonar vedâ edip ayrıldı.

İçeri girip dürülü kâğıdı açtığımda, hayretler içinde kaldım. Çünkü kâğıdın içinde bir miktar abîr ve bundan başka iki büyük altın vardı. Öyle ki, bu altınlardan sâdece biri, bütün borçlarımı ödemeye, diğeri de bütün ihtiyaçlarımızı rahatlıkla almaya kâfi geliyordu. Hemen çarşıya gidip, borçlarımın tamâmını dağıttıktan sonra, ihtiyaçlarımızı da aldım. Hacı Ramazan hazretlerine çok duâ ederek evime döndüm. Demek ki, kerâmet olarak benim durummu anlamış ve hiç belli etmeden bana bu altınları vermişti. Onun daha böyle nice kerâmetleri görülmüştür.

Âlim ve evliyânın büyüklerinden Hakîm-i Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Allahü teâlânın kullarına ve dînine hizmet edecek olanların, tevâzu ve teslimiyet sâhibi olması şarttır."

Evliyânın büyüklerinden, kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan  Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin annesi, evinde kendisine hizmet eden kadın hizmetçileri olduğu hâlde, dergâhın hizmetini kendisi görürdü. Hattâ tandıra bile ekmeği kendisi kor, pişirirdi. Yemekleri pişirip hazırlardı.Tâze ekmeği dergâhta bulunanlar için verir, kendisi kuru ekmek yerdi. Çoğu zaman bir kuru hasır üzerinde yatardı. Bir gün Muhammed Bâkî-billah, annesini güçsüz ve tâkatsiz bir hâlde görerek, dergâhın yemek pişirme işini bir başkasının yapmasını söyledi. Fakat annesi böyle bir hizmetten mahrûm kaldım diye ağlayarak; "Bilmiyorum, ne kabahatim oldu da, Allahü teâlâ beni bu hizmetten mahrûm eyledi.Yaptığım en iyi iş, o fazîletli oğlum Muhammed Bâkî-billah'a ve talebelerine ekmek ve yemek pişirmek idi. Onu da benden aldılar." dedi. Tevâzuunun, inkisârının, kırıklığının ve edebinin çokluğundan, bu durumu oğlu Muhammed Bâkî-billah hazretlerine açıklamadı. Annesinin bu ızdırâbı, Muhammed Bâkî-billah hazretlerine bildirilince, bir nîmet olan bu hizmeti tekrar annesine verdi."

Hâce Muhammed Bâkî-billah hazretlerinin şefkati ve merhameti o kadar çoktu ki, bir defâsında Lâhor şehrinde kıtlık vâki olup, yaşamak güçleşmişti. O günlerde o da, Lâhor'da bulunuyordu. Hattâ birkaç gün yemek bile yemedi. Her ne zaman huzurlarına yemek getirseler; "İnsanlar, sokaklarda açlıktan can verirken, bizim yememiz insafa sığmaz." derdi. Getirilen yemeklerin hepsini açlara dağıtırdı. Lâhor'dan Delhi'ye giderken çok defâ, yaya yürüyen bir zavallıyı görür, hayvandan inip, onu bindirir, kendisi yaya yürürdü. Hattâ tanıdıklarından biri bu yaptığını görerek: "Kendisi yaya gidiyor." denmesin diye, tevâzuundan sarığını başına iyice geçirerek kendisini belli etmezdi. Şehre yaklaşınca hâllerini gizlemek niyetiyle, tekrar hayvana binerdi.

Tâbiînden Muhammed bin Sûka (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir insan, müslüman kardeşinin ihtiyâcını görürse, Allahü teâlâ da ona çok yüksek dereceler verir, o kimse çok yüksek derecelere yükselir.”

Cezâyir'de yetişen, hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mahlûklara karşı çok merhametli idi. Bir defâsında bir yerden geçerken, avcıların ve av köpeklerinin bir kurdun peşinde olduklarını gördü. Köpekler, kurdu yakalayıp, yere yıktılar ve kanlar içerisinde bıraktılar. Mahlûklara olan merhametinin fazlalığından bu hâle çok üzüldü ve; "Lâ ilâhe illallah. Vicdan buna nasıl dayanır?" diyerek ağlamaya başladı.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara maddî ve mânevî her türlü yardımı yapardı. Yardımlaşmanın önemini belirterek buyurdular ki: "Allahü teâlâya hamd olsun. İki cihânın efendisi Muhammed aleyhisselâma salât ü selâm olsun. Allahü teâlâya vâsıl olanların imâmı, hadîs âlimlerinin önderi; yüz bin hadîs-i şerîfi ezbere bilen Hâfız Abdülazîm Münzirî, Kırk Hadîs-i Şerîf adlı kitâbında, İbn-i Ömer'den (radıyallahü anh) rivâyet ediyor: "Resûlul-lah sallallahü aleyhi ve sellem efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, mahşer günü ameller tartılırken terâzinin başında duracağım. Benden imdâd isteyince, o zâta mutlaka şefâat edeceğim." İbn-i Abbâs Peygamber efendimizden şöyle rivâyet etmiştir: "Hayır ve şer Allahü teâlâ hazretlerindendir. Hayır anahtarları ellerine verilmiş olanlara müjdeler olsun. Şer anahtarları ellerine verilen kimselere yazıklar olsun." Enes bin Mâlik'ten (radıyallahü anh) rivâyet olunmuştur; "Bütün mahlûkâtı Allahü teâlâ yaratmıştır. Onların her türlü ihtiyâcını irâde ederek, yaratıp göndermektedir. Allahü teâlânın rızâsı için O'nun kullarına kim daha çok hizmet ederse, Allahü teâlâ da o kullarını o kadar çok sever." Afv el-Müzenî babasından o da dedesinden (rıdvânullahi aleyhim ecmaîn) şöyle rivâyet eder: "Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Allahü teâlâ, insanların ihtiyaçlarını gördürmek için öyle kullar yaratmıştır ki, onlara Cehennem azâbı yoktur. Kıyâmet günü olunca onlar için nûrdan kürsüler hazır olur. İnsanlar hesâba çekilirken onlar Allahü teâlâ ile sohbet ederler." Ali ibni Ebî Tâlib (radıyallahü anh) rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir mümin kardeşine yardım ve ihtiyâcını temin etmek için harekete geçip yürürse, Allahü teâlânın yolunda harb eden mücâhidler sevâbı verilir." Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) şöyle rivâyet etti. Peygamber efendimiz buyurdular ki: "Kim ki bir müslüman kardeşinin ihtiyâcını temin ederse, Allahü teâlânın yakın dostu ve velî kulu olur. Bir kimse mümin kardeşinin sıkıntısını gidererek sevindirirse, Allahü teâlâ o mümine mahşerde, sırâtı geçerken iki tâne nûrdan ışık verir. Bu iki nûrun ziyâsının kudretini yalnız Allahü teâlâ verir." Vesselâm evvelen ve âhiren."

Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Anadolu'ya geldiğinde, zamânın sultânı olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân ile görüştü. Kânûnî, onun ilim ve evliyâlık yolundaki derecesini, yüksekliğini pek iyi anlayıp, Şam'a bağlı köylerden birinin gelirini ona ihsân etti. Ayrıca her sene ona seksen çuval buğday verilmesini, kırk çuvalının; zâviyede bulunan fakirler ve ziyâretçiler için, kalan kırk çuvalın da Muhammed Sumâdî'nin çocuklarına ve neslinden gelenlere verilmesini, onların ihtiyaçları için kullanılmasını istedi.

Tâbiînin büyüklerinden, adâleti, insâfı ve güzel ahlâkı ile meşhur Halîfe Ömer bin Abdülazîz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanlara olduğu gibi hayvanlara da merhametliydi. Bir katırı vardı. Bunu pazarda çalıştırır, gelen parayla da ihtiyaçlarını temin ederdi. Katırı çalıştıran işçisi, bir gün normalden fazla para getirince: “Neden böyle fazla para geldi?” dedi. “Pazar kalabalık ve bereketliydi.” cevâbına karşılık; “Hayır, böyle değil. Sen katırı çok çalıştırıp, yordun. Katırı, üç gün dinlendir.” emrini verdi.

Anadolu velîlerinden Ömer Füâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Allahü teâlânın yarattıklarına karşı güzel muâmele etmek husûsunda buyurdu ki:

 

Gülü bülbülden ayırma zinhâr

Elini hâr-i gülistân ısırır

 

Kimseyi kemlikle yâd etme

Dil ucundan seni bühtân ısırır.

 

Akrabâ kalbini vîrân etme

Nâgehân akreb-i vîrân ısırır

 

Âlimin ilmi hilimsiz olamaz

Ânı bir câhil-i gazbân ısırır

 

Hüsn-i hâle melekiyetle eriş

Melekiyyetsizi şeytân ısırır

 

Hiç müdâra etme sen kimse ile

Düşman olur seni dûstân ısırır

 

Bakma şehvetle güzeller gözüne

Müjesinden dil-i Sükkân ısırır.

 

Dil beheştini Füâdî yıkma

Dûzâh içre seni nirân ısırır.

 

Büyük velîlerden Süfyân-ı Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) mahlûklara karşı çok şefkatliydi. Bir gün çarşıda kafeste ötüp duran bir kuş gördü. Satın alıp Salıverdi. Bu kuş her gece evine gelir namaz kılarken onu seyrederdi. Bâzan da omuzuna konardı. Vefât ettiğinde yine geldi. Bulamayınca kabrine gidip üstüne kendini attı ve orada öldü. O esnada bir ses işitildi ki; "Allahü teâlânın mahlûkuna olan aşırı merhameti yüzünden, Süfyân'a Allahü teâlâ çok merhamet etmiştir."

Bir gün elinde bulunan bir ekmekten hem kendisinin yediğini, hem de yanında bulunan bir köpeğe yedirdiğini gördüler. "Niçin böyle yapıyorsunuz?" diye soranlara; "Sabaha kadar beni bekliyor, ben de namaz kılıyorum." cevâbını verdi. Süfyân hazretleri sâde yaşamayı sever, aza kanâat eder, fakirlere çok îtibâr gösterirdi.

Âriflerin ve evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) insanlara olduğu gibi, hayvanlara karşı da çok merhamet sâhibiydi. Kuşlar ve diğer hayvanlardan bâzıları gelerek, ona bâzı şeyler sorarlardı. Allahü teâlânın izni ile onların ne söylediklerini anlar ve yardım ederdi. Bir defâsında dostları ile birlikte otururlarken, bir güvercin gelerek Yâkût-i Arşî’nin omuzuna kondu. Bir şeyler söylüyormuş gibi sesler çıkardı. Yâkût hazretleri bu güvercine; “Senin yanına dervişlerden birini katayım mı? Onunla gider misin?” dedi. (Sonradan anlaşıldığına göre) güvercin; “Senden başka kimseyi kabûl etmem” diyerek ısrâr ediyordu. Yâkût hazretleri kalkıp hayvanına bindi. İskenderiyye’den Eski Mısır denilen yere gitti. Oradan Amr bin As Câmiine vardı. Orada bulunanlara; “Bana filân müezzini çağırır mısınız?” dedi. Çağırdılar. O müezzine; “Ey müezzin kardeş! Bu güvercin İskenderiyye’ye kadar gelip bana şikâyette bulundu ki, minârede bu güvercinin bir yuvası varmış. Güvercin yavrulayıp, yavruları biraz büyüyünce, sen bunun yavrularını kesip yermişsin.” dedi. Müezzin bu hâlini îtirâf edip; “Doğrudur. Bu hâl birkaç defâ oldu” dedi. Yâkût hazretleri müezzine, bu hâlin bir daha tekrarlanmamasını tenbih etti. Müezzin tövbe etti. Bir daha yapmamaya söz verdi. Yâkût hazretleri de hayvanına binerek tekrar İskenderiyye’ye döndü