HAYR – HİMMET – İYİLİK – LUTF -
1
KEŞKE
YARDIM ETSEYDİM!
Abdullah-ı Mürteiş,
evliyâ-yı kirâmdan
Şiddetle kaçınırdı, şüpheli
ve haramdan.
Dünyâya zerre kadar, vermez
idi bir değer,
Methetti kendisini, evliyâ
ve âlimler.
Hânesinin önünde, otururken
bir zaman,
Genç bir kişi gelerek, para
istedi ondan.
Vardı gencin üstünde, hem de
"yeni bir abâ"
Düşündü: "Bu ne için,
dileniyor acaba?
Yaşı genç, sakat değil, hem
yeni elbisesi,
Yakışır mı bu gence, el açıp
dilenmesi?"
Bunları düşünerek, vermedi
cevap bile,
Genç ayrıldı ondan,
"kırılmış bir kalp" ile.
Eli boş, boynu bükük,
gidince öyle mahzun,
Bu sefer pişman oldu,
düşündü uzun uzun.
Para vermediğine, çok üzülüp
içinden,
Göremedi bir daha, koştuysa
da peşinden
Dedi ki: "Ne olaydı,
kırmasaydım hiç onu,
Nereden biliyordum nâ ehil
olduğunu,
Rabbimiz bakıyor mu, hiç
benim günâhıma?
Devamlı gönderiyor, rızkımı
her gün ama.
Belki o, Rabbimizin, çok
sevdiği kuluydu,
Heyhât! Bana yakışan,
muâmele bu muydu?"
Yaptığı o hatânın, kalarak
tesirinde,
Yatıp, bir rüyâ gördü, o
günün gecesinde.
Şöyle ki otururdu, Allah
arslanı Ali
Dikkat etti, vardı hem,
yanında o genç dahi.
Hazret-i Ali ona, buyurdu ki
hemence:
"Ne için bir tasadduk,
eylemedin bu gence?
Hâlbuki bir kimsenin, varken
malı, parası,
Tasadduk eylemezse, sevmez
onu Mevlâsı.
Uyanınca kapladı, kendisini
bir keder,
Dağıttı nesi varsa, kalmadı
maldan eser.
Hiç unutamıyordu, buna
rağmen o ânı
"Ben niçin boş çevirdim, o
fakir müslümanı?"
Ve hemen çıktı yola, Bağdat
medresesine,
İlim tahsil eyledi, orada on
beş sene.
Babası zengin olup, çoktu
malı, parası,
Vefât edip tamâmen, ona
kaldı mîrâsı.
Onu da fakirlere, dağıtarak
bittamam,
Başladığı tahsîle, gece-gün
etti devâm.
Ebû Hafs-ı Haddâd'dan, alıp
tasavvuf dersi,
Vilâyet makâmında, yükseldi
derecesi.
Buyurdu ki: "Allah'ı,
hakkıyla sevmek için,
O'nun düşmanlarını, sevmesin
kalbin, için.
Ne ki uzaklaştırır, seni Hak
teâlâdan,
Yaklaşma yanlarına, uzak dur
hep onlardan.
Eğer ki meyl ederse, kalbin
"Hak"tan gayriye,
O kalp hasta demektir, bak
hemen tedâvîye.
Dünyalık kimselerle, kurma
hiç münâsebet,
"Allah adamları"yla,
bulunmağa gayret et.
Onların her bakışı,
"devâ"dır kalp derdine,
Şakî olmaz gidenler, onların
sohbetine.
Hindistan'da yaşayan
evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülvehhâb Buhârî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurmuştur ki: "En büyük hayır ve iyilik; söz, işler ve davranışlarda
Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymaktır. Resûlullah'a tam tâbi olmak
için, kâmil bir zâtın, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin sohbetinde
bulunmak lâzımdır. Öyleleri vardır ki, Allah adamlarından biri ile bir sohbette,
mârifet ve saâdete kavuşur. Kalbinde Allah sevgisi artar ve o zâtın kalbinden
kendi kalbine feyz akar. Bu bir sohbet, onun ömrünü arttırıcı olur. O zâta olan
muhabbeti, Allah ve Resûlüne olan muhabbetini arttırır.
Anadolu velîlerinden
Çelebi Cemâleddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ihsan ve ikramlarda
bulunurdu. Sultan da kendisine pek çok ikram ve iltifatta bulundu. Evinde sabah
akşam misâfirlere, komşularına, fakir, yetîm ve dullara devamlı yemek çıkardı.
Yolculara yemek ve binek temin ederdi. Gezdiği yerlerde, muhtaçlara imkanları
dahilinde bir şeyler vererek, onları sevindirirdi. Bâzı kimselere verdiği
elbiselerini talebeleri muhâfaza etmek için yüksek fiyatla satın alırlardı.
Hayır, hasenât ve iyilik yapmakta acele ederdi. Sebebi sorulduğunda; "Hayır
yapmakda acele etmek lâzımdır. Tehir ve sonraya bırakmakda, çabuk geçen ömre
güvenmek ve cimrilik korkusu vardır." buyururdu.
Devamlı yemek verdiği, ikram
ve ihsanda bulunduğu için maddî ihtiyâcı olabilir diyerek, onu seven zenginler
kendisine yardımda bulunmak düşüncesiyle huzûruna geldiklerinde, düşündüklerinin
aksine gâyet bolluk içinde olduğunu gördüler. Hattâ daha söze başlamadan "Allahü
teâlâ, kendisi için verenlere, bire yüz ihsân eder." buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden ve
hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Hayırlı kimse, âilesine, çoluk-çocuğuna faydalı olan kimsedir."
Evliyânın meşhurlarından ve
Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki "İyiliğin sevâbından daha güzel bir şey yoktur. İyilik yapmaya
gücü yeten herkeste iyilik yapma niyeti bulunmaz. Bir kimsede hem iyilik yapma
gücü hem de niyeti varsa, saâdet hâsıl olur. Kalplere en çok tesir eden şey
iyiliktir. Ciğerleri serinleten iyilik, beklenen ve vâd edilip geciktirilmeden
yapılan iyiliktir."
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) en büyük ihsân sâhibi olan
Allahü teâlâya şükretmek gerektiğini söylerdi. Peygamber efendimizin;
"Kendilerine ihsânda bulunanları sevmek, kalplerin yaratılışında mevcuddur."
hadîs-i şerîfiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Bir kimse bir şahsa iyilik yaparsa,
muhakkak sûrette o şahıs iyiliğe bedel olarak o kimseyi sever" hadîs-i şerîfine
dayanarak derim ki: Şaşarım o kimseye ki bütün âlemde Allahü teâlâdan başka
ihsânda bulunan bir zâtı görmediği halde, nasıl olur da kalbini tamâmen ona
yöneltmez. Çünkü hakîkî mânâda ihsân, her şeyin sâhibi olan Allahü teâlânın
yaptığı şeydir. Zîrâ ihsan, iyiliğe muhtâc olana, iyilik yapmaktan ibârettir.
Bir kimse başkasına bir iyilik yapınca, ona teşekkür etmeli ve o kimseye iyilik
yapmak istidâdını ve gücünü veren yâni iyiliğin hakîkî sâhibi olan Allahü
teâlâya da şükretmelidir."
Şeyh Ârif Sevastânî, (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik
yaptığını bil."
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) iyilik ve ihsân husûsunda;
"İnsan, ihsân ve iyiliğin her şeklini yerine getirse, fakat sâdece kümesindeki
tavuğa kötülük etse, yine de muhsin denilen iyi insanlardan olamaz." buyurdular.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Din kardeşlerine iyilik etmeden, onların rızâsını talep etmek
şaşkınlıktır.”
En büyük velîlerden On iki
İmâmın beşincisi Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh)
sohbetlerinde buyurdular ki: "Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine
iyiliktir."
KURT’UN RİCÂSI
Resûl-i müctebânın,
torununun torunu,
Feyz kaynağı bildiler, bütün
velîler onu.
Vâkıf oluduğu için,
ilimlerin hepsine,
Bâkır,
yâni çok üstün, dediler kendisine.
Bir hadîsi okuyup, buyurdu
ki kendisi:
“Hazret-i Ebû Bekir,
nakletti bu hadîsi”
Dinleyenlerden biri, îtirâz
eyleyerek,
Dedi: “Onun râvisi, başkası
olsa gerek.”
“Söylediğim gibidir”
buyurduysa da, fakat,
Yine tam mânâsıyla, iknâ
olmadı o zât.
Bu kere toparlanıp, oturdu
kürsüsüne,
Ellerini edeple, koydu dizi
üstüne,
Dedi ki: “Yâ hazret-i Ebû
Bekr efendimiz!
Bu hadîsin râvisi, sizler
değil miydiniz?”
O ara bir ses geldi,
diyordu: “Yâ Muhammed!
Söylediğin hadîsin, râvisi
benim elbet.”
Orada olanların, hepsi duydu
bu sesi,
Îtirâz edenin de, kalmadı
bir şüphesi.
Yolculuğa çıkmıştı, bir gün
de bir zât ile,
O, katırla giderdi, kendi
ise at ile.
Bir dağın eteğinden,
giderken konuşarak,
Üst taraftan, sür’atle, bir
kurt geldi koşarak,
Atının eğerine, koyup
ayaklarını,
Anlatmak istiyordu, sanki
bir meramını
Kendi hâline göre, sesler
çıkarıyordu,
Belli ki derdi vardı, onu
arz ediyordu.
Sükûnetle dinleyip, dedi ki
o hayvana:
“Peki, duâ ederim, şifâ olur
hastana.”
O kurt sevinç içinde, dönüp
gitti geriye,
Sonra sordu o zâta; “Ne
anladın sen?” diye.
Dedi ki: “Allah ile, O’nun
resûlü bilir,
Bir de O’nun torunu, bunu
anlayabilir.”
Buyurdu: “Kurt dedi ki,
“Hastadır bir kardeşim,
Müstecap duânızı, almak için
gelmişim.”
Duâ edeceğimi, söz verince
kendine,
Sevinip, neşe ile, dönüp
gitti yerine.”
Gözleri âmâ biri, sordu ki
ona bir gün:
“Siz torunu musunuz,
Allah'ın Resûlünün?”
İmâm "Evet" deyince, sordu
yine: "Peki siz,
Âmâ gözü açacak, güce sâhip
misiniz?”
Bu suâline dâhi, buyurdu
yine: “Evet,
Allah'ın izni ile,
açabilirim elbet.”
Ve mübârek elini, sürer
sürmez yüzüne,
Nûr geldi birden bire, onun
iki gözüne.
Karanlık dünyâsını, bir anda
aydınlattı,
Lâkin şu hakîkati, peşinden
hâtırlattı:
“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı
senin işin,
Âhirette hesâb, çekilmezdin
göz için.
Lâkin şimdi gözlerin, açık
kalırsa şâyet,
Âhirette hesap var, çetindir
hem de gâyet.
Ben sana hakîkati, söyledim
ki bilesin,
Şimdi yap tercihini,
hangisini dilersin?”
Dedi ki: “Tek hesâbım,
olmasın da orada,
Varsın iki gözüm de,
görmesin bu dünyâda.”
O, böyle arz edince,
tercihini İmâma,
Gözleri kapanarak, tekrardan
oldu âmâ.
Oniki imâmın dokuzuncusu,
tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "İhtiyaç sâhiplerine iyilik ve yardım yapanlar bu iyiliğe ihtiyaç
sâhiplerinden daha çok muhtaçtırlar. Çünkü iyilikleri sebebiyle sevâba ve övgüye
kavuşurlar. Her kim iyilik yaparsa başta kendine iyilik yapmış olur."
Bir kimse, büyük velîlerden
Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğüne
inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi
kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü.
Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı
Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi evine
dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler
gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve
yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ
lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey
yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin
Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl
buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."
Evliyânın büyüklerinden
Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İyilik ve mürüvvet, dînin
muhâfızı, insanın koruyucusu, müminin bekçisidir.”
Hindistan'da yetişen
evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin hayâtının derinliklerinde, hayırseverlik ve takvâ
kök salmıştı. Zîrâ kendisi, çocukluğunda ve gençliğinde, fakirlik ve
mahrûmiyetin en acılarını tatmıştı. Bu sebeple o, Hindistan'ın fukarâsının
refâhı için yaşadı ve bu yolda vefât etti. Vefâtından bir gün önce, husûsî
hizmetlerini gören İkbâl'e, dergâhında ve erzak deposunda ne varsa, hepsini
fakirlere dağıtmasını emretti ve böylece; "Allahü teâlânın huzûrunda hesap
vermekten kurtulayım." buyurdu. Talebelerden birisi, dergâhta kalanlar için
biraz yemeklik bırakmıştı. Bunu işittiklerinde; "Lütfen fakirler her şeyi alsın
ve siz de erzak deposunun zeminini silin." buyurdu. Bu emir, aynen yerine
getirildi.
Meşhûr velîlerden fıkıh,
tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün salâhı, iyiliği, Resûl-i ekremin şu iki
mübârek sözünde buldum: “Nefsine yapış ve evin geniş olsun.” Nefse yapışmaya
gelince; insan kendisi ile meşgûl olursa, nefsini mânevî kirlerden ve
kötülüklerden alıkoyar. Nefsine iyi ve övülen güzel hasletleri ve sıfatları
kazandırır. Bu vesîle ile Allahü teâlâya yakın kimselerden olur. Hem, insanlarla
uğraşmakta hayır ve fayda yoktur. “Evin geniş olsun” sözüne gelince; burada,
selâmetin insanlardan uzak olmakta olduğu beyân buyrulmaktadır. İnsan evinden
çıktığı zaman, her türlü rezâlete bulaşır ve kötü işler yapar. Bu mevzûda şöyle
bir şiir yazdım: Kalbin kibri, doğru yolu kabûl etmeye mânidir. Onun için
kendini büyük görme, mütevâzî ol. Evinde kal, ondan bir karış bile ayrılma. Eğer
evden ayrılırsan, pekçok kötülüklerle karşılaşırsın.”
Lügatte kasd, irâde,
kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allahü teâlânın velî
kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir
şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan dileyerek, bu şekilde mânevî
yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allahü teâlânın isimleri ile
münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurur ve bu
şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez; yalnız o işin
yapılmasını isterse, Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti
böyledir." demiştir.
(E. Ans. c.1, s. 32)
Mahbûbiyyet, sevilen olmak,
mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı Rabbânî; "Peygamber efendimize
tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (âşık olmak)
kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine
mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır." demektedir. Abdülhak-ı
Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz saâdete kavuşmak, ancak
geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (Hazret-i Muhammed'e) uymakla
olur. Bunun için O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişirler. O'nun yolunda
bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine kavuşurlar demiştir.(E. Ans. c.1,
s. 32)
Evliyânın büyüklerinden
Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine
yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olmaktır."
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında
birisi Dehli civârında bulunan çok yüksek bir tepeye çıkmış, kendini oradan
aşağıya atıp intihar etmek istiyordu. Tam kendisini dağdan aşağı atacağı sırada
arkasından birisi onu kuvvetle tuttu. Dönüp baktığında, kendisini tutanın Ebü'l-Hayr
Fârûkî olduğunu gördü. Ebü'l-Hayr Fârûkî buyurdu ki: "İntihar etmeye
utanmıyor musun? İrâden kadınlardan da aşağı imiş." Sonra ona birkaç dirhem
verip; "Al şu balta ile ipi; odun satarak helal kazan." dedi. O şahıs yaptığına
tövbe etti ve talebelerinden oldu.
Türkistan'da yetişen büyük
velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
sohbetlerinde talebelerine buyurdular ki: "Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya
beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz
yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu
yolda ilerlemesi mümkün değildir."
EVLİYÂ
ŞEFKATİ
Mevlânâ
hazretleri, merhamet sâhibiydi,
Hayvanlara bile o, gâyet
şefkatli idi.
Bir gün sevdiklerinden, para
verip birine,
Bir ekmek aldırarak, aldı
onu eline.
Sonra bir virâneye,
gidiverip o saat,
Yedirdi bir köpeğe, eliyle
onu bizzat.
Tâkib etti o kimse, nereye
gittiğini,
Ve gördü bir köpeğe, ekmek
yedirdiğini.
Mevlânâ ona gelip, buyurdu
ki: "Ey filân,
Bilirim, yedi gündür, aç
duruyor bu hayvan.
Yeni yavrulamıştır, hem de
şu virânede,
Onları bırakıp da,
ayrılmıyor yine de.
Bir anne şefkatiyle,
yavrulara bakıyor,
Yanlarında bekleyip, bir
yere ayrılmıyor.
Resûlullah hadîste,
buyuruyor ki zîrâ;
"Allah da rahmet eder,
merhametli kullara.
Ey Eshâbım, siz dahi olun ki
merhametli,
Merhamet eylesinler size de
semâ ehli."
O kişi ağlayarak, dedi ki
Mevlânâ'ya:
"Efendim, hamd olsun ki,
Allahü teâlâya,
Sizleri tanımakla,
şereflendirdi bizi,
Himâye edersiniz, dünyâda
hepimizi.
Âhiret için dahi, ümitliyim
şimdiden,
Bizi kurtarırsınız, Cehennem
ateşinden."
Buyurdu: "Velîlerin, pek
fazladır şefkati,
Kurtarır dostlarını onların
şefâati."
Horasan bölesinde yetişen
velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Her sınıf insanın bir himmeti, ulaşmak için gayret ettiği bir gâyesi vardır.
Sâlihlerin himmeti de Allahü teâlâya isyân etmeden, O'nun râzı olduğu işleri
yapmaktır. Âlimlerin himmeti sevâbın artmasına gayret etmektir. Âriflerin
himmeti kalplerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı
hatırlamaya mâni olan şeyleri terk etmektir."
Büyük velîlerden Mimşâd
ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir seyâhatinde yaşlı bir
zâttan aldığı nasîhatı şöyle anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zât gördüm.
Hayrı yüzünden okunuyordu. "Bana nasîhat et." dedim. Bunun üzerine; "Himmetini
koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz olanın, gayreti
iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de
düzelir." |