CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HAYR – HİMMET – İYİLİK – LUTF - 1

KEŞKE YARDIM ETSEYDİM!

 

Abdullah-ı Mürteiş, evliyâ-yı kirâmdan

Şiddetle kaçınırdı, şüpheli ve haramdan.

 

Dünyâya zerre kadar, vermez idi bir değer,

Methetti kendisini, evliyâ ve âlimler.

 

Hânesinin önünde, otururken bir zaman,

Genç bir kişi gelerek, para istedi ondan.

 

Vardı gencin üstünde, hem de "yeni bir abâ"

Düşündü: "Bu ne için, dileniyor acaba?

 

Yaşı genç, sakat değil, hem yeni elbisesi,

Yakışır mı bu gence, el açıp dilenmesi?"

 

Bunları düşünerek, vermedi cevap bile,

Genç ayrıldı ondan, "kırılmış bir kalp" ile.

 

Eli boş, boynu bükük, gidince öyle mahzun,

Bu sefer pişman oldu, düşündü uzun uzun.

 

Para vermediğine, çok üzülüp içinden,

Göremedi bir daha, koştuysa da peşinden

 

Dedi ki: "Ne olaydı, kırmasaydım hiç onu,

Nereden biliyordum nâ ehil olduğunu,

 

Rabbimiz bakıyor mu, hiç benim günâhıma?

Devamlı gönderiyor, rızkımı her gün ama.

 

Belki o, Rabbimizin, çok sevdiği kuluydu,

Heyhât! Bana yakışan, muâmele bu muydu?"

 

Yaptığı o hatânın, kalarak tesirinde,

Yatıp, bir rüyâ gördü, o günün gecesinde.

 

Şöyle ki otururdu, Allah arslanı Ali

Dikkat etti, vardı hem, yanında o genç dahi.

 

Hazret-i Ali ona, buyurdu ki hemence:

"Ne için bir tasadduk, eylemedin bu gence?

 

Hâlbuki bir kimsenin, varken malı, parası,

Tasadduk eylemezse, sevmez onu Mevlâsı.

 

Uyanınca kapladı, kendisini bir keder,

Dağıttı nesi varsa, kalmadı maldan eser.

 

Hiç unutamıyordu, buna rağmen o ânı

"Ben niçin boş çevirdim, o fakir müslümanı?"

 

Ve hemen çıktı yola, Bağdat medresesine,

İlim tahsil eyledi, orada on beş sene.

 

Babası zengin olup, çoktu malı, parası,

Vefât edip tamâmen, ona kaldı mîrâsı.

 

Onu da fakirlere, dağıtarak bittamam,

Başladığı tahsîle, gece-gün etti devâm.

 

Ebû Hafs-ı Haddâd'dan, alıp tasavvuf dersi,

Vilâyet makâmında, yükseldi derecesi.

 

Buyurdu ki: "Allah'ı, hakkıyla sevmek için,

O'nun düşmanlarını, sevmesin kalbin, için.

 

Ne ki uzaklaştırır, seni Hak teâlâdan,

Yaklaşma yanlarına, uzak dur hep onlardan.

 

Eğer ki meyl ederse, kalbin "Hak"tan gayriye,

O kalp hasta demektir, bak hemen tedâvîye.

 

Dünyalık kimselerle, kurma hiç münâsebet,

"Allah adamları"yla, bulunmağa gayret et.

 

Onların her bakışı, "devâ"dır kalp derdine,

Şakî olmaz gidenler, onların sohbetine.

 

Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülvehhâb Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurmuştur ki: "En büyük hayır ve iyilik; söz, işler ve davranışlarda Resûlullah'a (sallallahü aleyhi ve sellem) uymaktır. Resûlullah'a tam tâbi olmak için, kâmil bir zâtın, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehberin sohbetinde bulunmak lâzımdır. Öyleleri vardır ki, Allah adamlarından biri ile bir sohbette, mârifet ve saâdete kavuşur. Kalbinde Allah sevgisi artar ve o zâtın kalbinden kendi kalbine feyz akar. Bu bir sohbet, onun ömrünü arttırıcı olur. O zâta olan muhabbeti, Allah ve Resûlüne olan muhabbetini arttırır.

Anadolu velîlerinden Çelebi Cemâleddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ihsan ve ikramlarda bulunurdu. Sultan da kendisine pek çok ikram ve iltifatta bulundu. Evinde sabah akşam misâfirlere, komşularına, fakir, yetîm ve dullara devamlı yemek çıkardı. Yolculara yemek ve binek temin ederdi. Gezdiği yerlerde, muhtaçlara imkanları dahilinde bir şeyler vererek, onları sevindirirdi. Bâzı kimselere verdiği elbiselerini talebeleri muhâfaza etmek için yüksek fiyatla satın alırlardı. Hayır, hasenât ve iyilik yapmakta acele ederdi. Sebebi sorulduğunda; "Hayır yapmakda acele etmek lâzımdır. Tehir ve sonraya bırakmakda, çabuk geçen ömre güvenmek ve cimrilik korkusu vardır." buyururdu.

Devamlı yemek verdiği, ikram ve ihsanda bulunduğu için maddî ihtiyâcı olabilir diyerek, onu seven zenginler kendisine yardımda bulunmak düşüncesiyle huzûruna geldiklerinde, düşündüklerinin aksine gâyet bolluk içinde olduğunu gördüler. Hattâ daha söze başlamadan "Allahü teâlâ, kendisi için verenlere, bire yüz ihsân eder." buyururdu.

Evliyânın büyüklerinden ve hadîs âlimi Dırâr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hayırlı kimse, âilesine, çoluk-çocuğuna faydalı olan kimsedir."

Evliyânın meşhurlarından ve Tâbiînin büyüklerinden Ebû Müslim Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki "İyiliğin sevâbından daha güzel bir şey yoktur. İyilik yapmaya gücü yeten herkeste iyilik yapma niyeti bulunmaz. Bir kimsede hem iyilik yapma gücü hem de  niyeti varsa, saâdet hâsıl olur. Kalplere en çok tesir eden şey iyiliktir. Ciğerleri serinleten iyilik, beklenen ve vâd edilip geciktirilmeden yapılan iyiliktir."

Bağdât'ın büyük velîlerinden Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) en büyük ihsân sâhibi olan Allahü teâlâya şükretmek gerektiğini söylerdi. Peygamber efendimizin; "Kendilerine ihsânda bulunanları sevmek, kalplerin yaratılışında mevcuddur." hadîs-i şerîfiyle ilgili olarak buyurdu ki: "Bir kimse bir şahsa iyilik yaparsa, muhakkak sûrette o şahıs iyiliğe bedel olarak o kimseyi sever" hadîs-i şerîfine dayanarak derim ki: Şaşarım o kimseye ki bütün âlemde Allahü teâlâdan başka ihsânda bulunan bir zâtı görmediği halde, nasıl olur da kalbini tamâmen ona yöneltmez. Çünkü hakîkî mânâda ihsân, her şeyin sâhibi olan Allahü teâlânın yaptığı şeydir. Zîrâ ihsan, iyiliğe muhtâc olana, iyilik yapmaktan ibârettir. Bir kimse başkasına bir iyilik yapınca, ona teşekkür etmeli ve o kimseye iyilik yapmak istidâdını ve gücünü veren yâni iyiliğin hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâya da şükretmelidir."

Şeyh Ârif Sevastânî, (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Başkalarına iyilik yaptığın zaman kendine iyilik yaptığını bil."

Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) iyilik ve ihsân husûsunda; "İnsan, ihsân ve iyiliğin her şeklini yerine getirse, fakat sâdece kümesindeki tavuğa kötülük etse, yine de muhsin denilen iyi insanlardan olamaz." buyurdular.

Tâbiînin ve âlimlerin büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Din kardeşlerine iyilik etmeden, onların rızâsını talep etmek şaşkınlıktır.”

En büyük velîlerden On iki İmâmın beşincisi  Muhammed Bâkır (rahmetullahi teâlâ aleyh)  sohbetlerinde buyurdular ki: "Dünyâda insana en iyi yardımcı, din kardeşlerine iyiliktir."

 

KURT’UN RİCÂSI

 

Resûl-i müctebânın, torununun torunu,

Feyz kaynağı bildiler, bütün velîler onu.

 

Vâkıf oluduğu için, ilimlerin hepsine,

Bâkır, yâni çok üstün, dediler kendisine.

 

Bir hadîsi okuyup, buyurdu ki kendisi:

“Hazret-i Ebû Bekir, nakletti bu hadîsi”

 

Dinleyenlerden biri, îtirâz eyleyerek,

Dedi: “Onun râvisi, başkası olsa gerek.”

 

“Söylediğim gibidir” buyurduysa da, fakat,

Yine tam mânâsıyla, iknâ olmadı o zât.

 

Bu kere toparlanıp, oturdu kürsüsüne,

Ellerini edeple, koydu dizi üstüne,

 

Dedi ki: “Yâ hazret-i Ebû Bekr efendimiz!

Bu hadîsin râvisi, sizler değil miydiniz?”

 

O ara bir ses geldi, diyordu: “Yâ Muhammed!

Söylediğin hadîsin, râvisi benim elbet.”

 

Orada olanların, hepsi duydu bu sesi,

Îtirâz edenin de, kalmadı bir şüphesi.

 

Yolculuğa çıkmıştı, bir gün de bir zât ile,

O, katırla giderdi, kendi ise at ile.

 

Bir dağın eteğinden, giderken konuşarak,

Üst taraftan, sür’atle, bir kurt geldi koşarak,

 

Atının eğerine, koyup ayaklarını,

Anlatmak istiyordu, sanki bir meramını

 

Kendi hâline göre, sesler çıkarıyordu,

Belli ki derdi vardı, onu arz ediyordu.

 

Sükûnetle dinleyip, dedi ki o hayvana:

“Peki, duâ ederim, şifâ olur hastana.”

 

O kurt sevinç içinde, dönüp gitti geriye,

Sonra sordu o zâta; “Ne anladın sen?” diye.

 

Dedi ki: “Allah ile, O’nun resûlü bilir,

Bir de O’nun torunu, bunu anlayabilir.”

 

Buyurdu: “Kurt dedi ki, “Hastadır bir kardeşim,

Müstecap duânızı, almak için gelmişim.”

 

Duâ edeceğimi, söz verince kendine,

Sevinip, neşe ile, dönüp gitti yerine.”

 

Gözleri âmâ biri, sordu ki ona bir gün:

“Siz torunu musunuz, Allah'ın Resûlünün?”

 

İmâm "Evet" deyince, sordu yine: "Peki siz,

Âmâ gözü açacak, güce sâhip misiniz?”

 

Bu suâline dâhi, buyurdu yine: “Evet,

Allah'ın izni ile, açabilirim elbet.”

 

Ve mübârek elini, sürer sürmez yüzüne,

Nûr geldi birden bire, onun iki gözüne.

 

Karanlık dünyâsını, bir anda aydınlattı,

Lâkin şu hakîkati, peşinden hâtırlattı:

 

“Kardeşim, âmâ iken, kolaydı senin işin,

Âhirette hesâb, çekilmezdin göz için.

 

Lâkin şimdi gözlerin, açık kalırsa şâyet,

Âhirette hesap var, çetindir hem de gâyet.

 

Ben sana hakîkati, söyledim ki bilesin,

Şimdi yap tercihini, hangisini dilersin?”

 

Dedi ki: “Tek hesâbım, olmasın da orada,

Varsın iki gözüm de, görmesin bu dünyâda.”

 

O, böyle arz edince, tercihini İmâma,

Gözleri kapanarak, tekrardan oldu âmâ.

 

Oniki imâmın dokuzuncusu, tanınmış büyük velîlerden Muhammed Cevâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İhtiyaç sâhiplerine iyilik ve yardım yapanlar bu iyiliğe ihtiyaç sâhiplerinden daha çok muhtaçtırlar. Çünkü iyilikleri sebebiyle sevâba ve övgüye kavuşurlar. Her kim iyilik yaparsa başta kendine iyilik yapmış olur."

Bir kimse, büyük velîlerden Muhyiddîn-i Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin büyüklüğüne inanmaz, ona buğzederdi. Her namazının sonunda da, ona on defâ lânet etmeyi kendisine büyük bir vazife kabûl ederdi. Aradan aylar geçti, adam öldü. Cenâzesinde Muhyiddîn-i Arabî de bulundu. Cenâzenin affedilmesi için cenâb-ı Hakk'a yalvardı. Definden sonra arkadaşlarından biri, Muhyiddîn-i Arabî'yi evine dâvet etti. O evde bir müddet murâkabe hâlinde bekledi. Bu arada yemekler gelmiş, soğumuştu. Ancak saatler sonra murâkabeden gülümseyerek ayrıldı ve yemeğin başına gelip buyurdu ki: "Bana her gün namazlarının sonunda on defâ lânet okuyan bu kimse, af ve magfiret edilinceye kadar Allahü teâlâya hiçbir şey yememek ve içmemek üzere ahdetmiştim. Onun için bu hâlde bekledim. Yetmiş bin Kelime-i tevhîd okuyarak rûhuna bağışladım. Elhamdülillah, Rabbim dileğimi kabûl buyurdu. Artık yemek yiyebilirim."

Evliyânın büyüklerinden Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İyilik ve mürüvvet, dînin muhâfızı, insanın koruyucusu, müminin bekçisidir.”

Hindistan'da yetişen evliyâdan ve Çeştiyye yolunun büyüklerinden Nizâmeddîn Evliyâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin hayâtının derinliklerinde, hayırseverlik ve takvâ kök salmıştı. Zîrâ kendisi, çocukluğunda ve gençliğinde, fakirlik ve mahrûmiyetin en acılarını tatmıştı. Bu sebeple o, Hindistan'ın fukarâsının refâhı için yaşadı ve bu yolda vefât etti. Vefâtından bir gün önce, husûsî hizmetlerini gören İkbâl'e, dergâhında ve erzak deposunda ne varsa, hepsini fakirlere dağıtmasını emretti ve böylece; "Allahü teâlânın huzûrunda hesap vermekten kurtulayım." buyurdu. Talebelerden birisi, dergâhta kalanlar için biraz yemeklik bırakmıştı. Bunu işittiklerinde; "Lütfen fakirler her şeyi alsın ve siz de erzak deposunun zeminini silin." buyurdu. Bu emir, aynen yerine getirildi.

Meşhûr velîlerden fıkıh, tefsîr, hadîs, kırâat, lügat ve nahiv âlimi Takıyyüddîn Sübkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bütün salâhı, iyiliği, Resûl-i ekremin şu iki mübârek sözünde buldum: “Nefsine yapış ve evin geniş olsun.” Nefse yapışmaya gelince; insan kendisi ile meşgûl olursa, nefsini mânevî kirlerden ve kötülüklerden alıkoyar. Nefsine iyi ve övülen güzel hasletleri ve sıfatları kazandırır. Bu vesîle ile Allahü teâlâya yakın kimselerden olur. Hem, insanlarla uğraşmakta hayır ve fayda yoktur. “Evin geniş olsun” sözüne gelince; burada, selâmetin insanlardan uzak olmakta olduğu beyân buyrulmaktadır. İnsan evinden çıktığı zaman, her türlü rezâlete bulaşır ve kötü işler yapar. Bu mevzûda şöyle bir şiir yazdım: Kalbin kibri, doğru yolu kabûl etmeye mânidir. Onun için kendini büyük görme, mütevâzî ol. Evinde kal, ondan bir karış bile ayrılma. Eğer evden ayrılırsan, pekçok kötülüklerle karşılaşırsın.”

Lügatte kasd, irâde, kuvvetli istek, arzu gibi mânalara gelen himmet, ıstılahta Allahü teâlânın velî kullarından bir zatın kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurup, başka bir şeyi kalbine getirmemesi ve Allahü teâlâdan dileyerek, bu şekilde mânevî yardımda bulunması demektir. Ubeydullah-ı Ahrâr; "Allahü teâlânın isimleri ile münâsebeti olan bir zât, kalbinde yalnız bir işin yapılmasını bulundurur ve bu şeye himmet eder, kalbine bundan başka hiçbir şey getirmez; yalnız o işin yapılmasını isterse, Allahü teâlâ da o işi yaratır. Allahü teâlânın âdeti böyledir." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 32)

Mahbûbiyyet, sevilen olmak, mahbûb olmaklık, sevilmeklik demektir. İmâm-ı Rabbânî; "Peygamber efendimize tâbi olmanın en yüksek derecesi mahbûbiyyet ve ma'şûkiyyet (âşık olmak) kemâlâtına (üstünlüklerine) sâhib olmaktır. Bu, Allahü teâlânın çok sevdiklerine mahsustur ve lutf ile ele geçmez, muhabbet lâzımdır." demektedir. Abdülhak-ı Dehlevî ise, âhirette azâblardan kurtulmak ve sonsuz saâdete kavuşmak, ancak geçmiş ve gelecek bütün varlıkların en üstününe (Hazret-i Muhammed'e) uymakla olur. Bunun için O'na uymakla mahbûbiyyet makâmına erişirler. O'nun yolunda bulunmakla, Allahü teâlânın zâtının tecellîsine kavuşurlar demiştir. (E. Ans. c.1, s. 32)

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Muhammed Mürteiş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "İrâde, nefsin arzularına muhâlefet edip, onu Allahü teâlânın emirlerine yöneltmek ve kendisi için Allahü teâlânın takdir ettiğine râzı olmaktır."

Hindistan'ın büyük velîlerinden Ebü'l-Hayr Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında birisi Dehli civârında bulunan çok yüksek bir tepeye çıkmış, kendini oradan aşağıya atıp intihar etmek istiyordu. Tam kendisini dağdan aşağı atacağı sırada arkasından birisi onu kuvvetle tuttu. Dönüp baktığında, kendisini tutanın Ebü'l-Hayr Fârûkî olduğunu gördü. Ebü'l-Hayr Fârûkî buyurdu ki: "İntihar etmeye utanmıyor musun? İrâden kadınlardan da aşağı imiş." Sonra ona birkaç dirhem verip; "Al şu balta ile ipi; odun satarak helal kazan." dedi. O şahıs yaptığına tövbe etti ve talebelerinden oldu.

Türkistan'da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri sohbetlerinde talebelerine buyurdular ki: "Himmet, yardım kuşağını sıkı sıkıya beline sarmayan insan, dünyâya meyl ve muhabbetten kurtulamaz. Allah yolunda göz yaşları dökerek ağlamadıkça, Allahü teâlâya âit ince sırlara kavuşamaz ve bu yolda ilerlemesi mümkün değildir."

 

EVLİYÂ ŞEFKATİ

 

Mevlânâ hazretleri, merhamet sâhibiydi,

Hayvanlara bile o, gâyet şefkatli idi.

 

Bir gün sevdiklerinden, para verip birine,

Bir ekmek aldırarak, aldı onu eline.

 

Sonra bir virâneye, gidiverip o saat,

Yedirdi bir köpeğe, eliyle onu bizzat.

 

Tâkib etti o kimse, nereye gittiğini,

Ve gördü bir köpeğe, ekmek yedirdiğini.

 

Mevlânâ ona gelip, buyurdu ki: "Ey filân,

Bilirim, yedi gündür, aç duruyor bu hayvan.

 

Yeni yavrulamıştır, hem de şu virânede,

Onları bırakıp da, ayrılmıyor yine de.

 

Bir anne şefkatiyle, yavrulara bakıyor,

Yanlarında bekleyip, bir yere ayrılmıyor.

 

Resûlullah hadîste, buyuruyor ki zîrâ;

"Allah da rahmet eder, merhametli kullara.

 

Ey Eshâbım, siz dahi olun ki merhametli,

Merhamet eylesinler size de semâ ehli."

 

O kişi ağlayarak, dedi ki Mevlânâ'ya:

"Efendim, hamd olsun ki, Allahü teâlâya,

 

Sizleri tanımakla, şereflendirdi bizi,

Himâye edersiniz, dünyâda hepimizi.

 

Âhiret için dahi, ümitliyim şimdiden,

Bizi kurtarırsınız, Cehennem ateşinden."

 

Buyurdu: "Velîlerin, pek fazladır şefkati,

Kurtarır dostlarını onların şefâati."

 

Horasan bölesinde yetişen velîlerden Ebû Bekr-i Ebherî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Her sınıf insanın bir himmeti, ulaşmak için gayret ettiği bir gâyesi vardır. Sâlihlerin himmeti de Allahü teâlâya isyân etmeden, O'nun râzı olduğu işleri yapmaktır. Âlimlerin himmeti sevâbın artmasına gayret etmektir. Âriflerin himmeti kalplerinde Allahü teâlânın büyüklüğünü bulundurmak, Allahü teâlâyı hatırlamaya mâni olan şeyleri terk etmektir."

Büyük velîlerden Mimşâd ed-Dîneverî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir seyâhatinde yaşlı bir zâttan aldığı nasîhatı şöyle anlatır: Bir yolculuğumda, yaşlı bir zât gördüm. Hayrı yüzünden okunuyordu. "Bana nasîhat et." dedim. Bunun üzerine; "Himmetini koru. Himmet, niyet; bütün işlerin başlangıcıdır. Himmeti temiz olanın, gayreti iyiye yönelen kimsenin, yaptığı işleri de temiz olur. Halleri ve amelleri de düzelir."