|
HASTA – İLAÇ – ŞİFÂ - 2
Türkistan da yetişen velî ve
mücâhid âlimlerden Sâbit Ebü'l-Meânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin talebelerinden Hâmid Mirzâ en-Nemnekânî anlattı: "Benim
Nemnekan'da tanıdığım biri vardı. Oğlu hastalandı. Üç ay müddetle devamlı hiç
uyku uyuyamadı. Bütün ilaçları kullanmasına ve doktorlara götürmelerine rağmen
çâre bulamadılar. Sonunda Sâbit Ebü'l-Meânî hazretlerinin huzûruna gidip,
oğlunun hâlini anlattı. Ebü'l-Meânî hazretleri eline bir kâğıt aldı. Şifâ
âyetlerini ve Peygamber efendimizden nakledilmiş olan duâlarını kâğıt üzerine
yazdı. Cenâb-ı Hakkın şifa vermesi için duâ etti ve; "Bunu oğluna ver. İnşâallah
şifâ bulur." buyurdu. O zât kâğıdı alıp evine gitmek üzere yola çıktı. Evine
geldiğinde oğlunun hiç hastalanmamış gibi sıhhate kavuştuğunu gördü. Sonra
oğluna; "Ey oğlum! Bu hâlin nedir?" dedi. Oğlu; "Babacığım, bir saat kadar önce
ağrılarım kesildi ve rahata kavuştum. Sanki hiç hasta olmamış gibi oldum
elhamdülillah." dedi. O kimse oğlunun hastalığının Ebü'l-Meânî hazretlerinin
duâsı bereketiyle iyileştiğini gördü.
Konya'nın büyük velîlerinden
Sadreddîn-i Konevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili
olarak şöyle anlatılır: Sultan Alâeddîn zamânında Hâce Cihân adında Konya'da çok
zengin biri vardı. Malının hesâbı bilinmezdi. Bu zenginin oğlu Sara hastalığına
tutuldu. Derdine çâre bulunamadı. Zenginin ona çâre için başvurmadığı tabîb
kalmadı. Bunun için çok para sarfetti. Lâkin hiçbir çâre bulamadı. Hâce Cihân'ın
yolu bir gün Sadreddîn-i Konevî hazretlerinin dergâhına uğradı. Derdini
ona açıp; "Şu dünyâda bir oğlum vardı. O da sara hastalığına tutuldu. Ne olur bu
çâresize bir derman olun." dedi. Bunun üzerine Sadreddîn-i Konevî hazretleri ona
oğlunun adını sordu. Hâce Cihân; "İsmi Alican, vâlidesinin ismi de Hân'dır."
dedi. Sadreddîn hazretleri hizmetçiden kâğıt kalem istedi ve Eûzü besmele
okuyup; "Bismillahillezî lâ yedurru maasmihî şey'ün fil erdı velâ fis semâî ve
hüvessemîul alîm. Eûzü bi kelimâtillah-it-tâmmâti küllihâ min nefsihî ve ikâbihî
ve şerri ibâdihî ve min hemezât-iş şeyâtîn." yazdı ve duâlar etti. Hâce Cihân
eve gittiğinde oğlunun sara illetinden tamâmen kurtulmuş olduğunu gördü. Allahü
teâlâya şükürler etti ve bunun kerâmet olduğunu anlayıp, Sadreddîn-i Konevî
hazretlerine karşı sevgisi arttı.
Tâbiîn devrinde Basra'da
yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden ve velî Sâlih bin Beşîr el-Mürrî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin hanımına felç gelmişti. Ona Kur'ân-ı
kerîm okuyarak duâ etti ve hanımı iyileşti. Sevdiklerinden biri gelip "Bu nasıl
olur?" diye hayretini belirtince, ona; "Allah'a yemin ederim ki, bir ölünün
üzerine Kur'ân-ı kerîm okundu da, ölü dirildi desen, aslâ buna bile şaşmam!"
dedi.
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Ebû
Ali Dekkâk şöyle anlatır; Yâkub bin Leys, doktorların tedâvî edemedikleri bir
hastalığa yakalanmıştı. Ona; senin vâli olduğun bölgede Sehl bin Abdullah
isminde sâlih bir zât vardır. Eğer duâ ederse, Hak teâlânın bu duâyı kabûl
etmesi ümid edilir, dediler. Vâli, Sehl bin Abdullah'ı çağırttı ve; "Benim için
Allahü teâlâya duâ et." deyince, Sehl bin Abdullah; "Zindanlarında suçsuz
insanlar yatarken, senin için yaptığım duâ nasıl kabûl olur?" dedi. Bunun
üzerine vâli, zindanda yatan bütün suçluları salıverince, Sehl bin Abdullah
"İlâhî, bu zâta masiyet ve musîbetteki zilleti gösterdiğin gibi, tâattaki izzeti
de göster, onu dert ve sıkıntıdan kurtar." diye duâ etti. Vâli hemen iyileşti ve
Sehl bin Abdullah'a çok mal vermek istedi. Sehl hazretleri kabûl etmedi.
Arkadaşları arasında; "Keşke bunu alıp fakirlere dağıtsaydı." diyenler oldu. O,
yolda çakıl taşlarına bakınca, hepsi mücevher hâline geldi. Arkadaşlarına
bunları göstererek; "Böylesi bir ihsâna nâil olan kimse, hiç Yâkûb bin Leys'in
malına muhtac olur mu?" buyurdular.
Selîm el-Mesûtî
(rahmetullahi teâlâ
aleyh) hazretleri evliyânın meşhurlarındandır. Câmiu Kerâmât-il Evliyâ müellifî
Yûsuf Nebhânî hazretleri şöyle anlatır: “Şeyh Selîm el-Mesûtî’nin şânını
duymuştum. Kerâmetler sâhibi bu zâtı ancak H. 1323 senesinde görmek nasib oldu.
Beyrut'ta evimde otururken bir Cumartesi günü kuşluk vakti, iki kişi evime
geldi. Gelenlerden birinin o olduğu yüzündeki nurdan, velilik âlemetlerinden
belliydi. Velî bir zât olduğu hemen anlaşılıyordu. Defalarca elini öptüm.
Meşâyih’den ne almışsa o feyzleri bana aktarıp icâzet verdi. Bu icâzeti
verdiğini defalarca tekrarladı. Ayrıca bana Yâsîn-i şerîf sûresini dünya ve
âhiret hayırlarına kavuşmam için, her iki cihanda şerlerden korunmam için okumak
üzere icâzet verdi. Kendisi her şey için bu sûreyi okurdu. Hastalıklar için bu
sûreyi okumak şifadır. Eceli gelen hastalara faydası ise ölümü kolaylaştırır.
Bu hususta şöyle anlattı:
“Şam'da hasta bir gencin yanına gittim. Hayâtından ümit kesilmiş bir halde idi.
Yâsîn-i şerîfi okudum, okuduktan sonra kendimden geçtim. Bu sırada evliyânın
kutbu üç büyük zât, Sey- yid Abdülkâdir-i Geylânî, Seyyid Ahmed Rufâî ve Seyyid
Ahmed Bedevî hazretlerini gördüm. Sonra kendime geldim. Hasta da, hastalıktan
eser kalmamıştı. Âlemlerin Rabbi olan Allahü teâlâya hamdolsun.”
Anadolu velîlerinden
Seyyid Ahmed Çapakçurî (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebeleri ile oturuyordu.
Bu sırada yaşlı bir köylü gelerek; "Efendim, benim bir derdim var. Müsâde
ederseniz anlatayım." deyince; "Anlat bakalım." buyurdu. O da; "Kırk seneden
beri başım ağrıyor. Ne yaptım ve nereye gittimse, hangi ilacı kullandımsa, çâre
olmadı. Sizden duâ istiyorum." dedi. Seyyid Ahmed Çapakçurî şifâ duâlarını
okuyup bitirdikten sonra; "İnşâallah şifâ bulursun kardeşim." dedi. O zât hemen
elini öperek; "Efendim daha ilk duâyı okuduğunuz an başımın ağrısı geçti." dedi.
Seyyid Ahmed Çapakçurî de; "Bütün iyilikler Allah rızâsı için yapılmalıdır.
Şifâyı veren, cenâbı Hak'dır." buyurdular.
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr
külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, kendine âit bir yerde dergâh
inşâ ettiriyordu. Çalışanlardan biri, kendi kendisine; "Hiç kimse bir şey
getirmiyor." dedi. Henüz aradan az bir zaman geçmişti ki, bir adam geldi. Çok
miktarda ekmek ve üzüm getirdi. Emîr Külâl hazretlerinin huzûruna varıp, gece
gündüz diş ağrısı çekmekteyim. Sizin duânızı almak için geldim, bana yardımcı
olunuz, tâkadım kalmadı dedi. Emîr Külâl, gelen adama; "Yanıma yaklaş bakayım,
hangi dişin ağrıyor?" dedi. Adam yaklaştı. Emîr Külâl parmağını ağzına sokup,
ağrıyan dişinin üzerine koydu. Sonra İhlâs sûserisini okudu. Gelen kişinin diş
ağrısı kesilip, hiç hastalanmamış gibi oldu. Bundan sonra Emîr Külâl hazretleri
buyurdu ki: "Ey dostlar! İhlâslı olunuz. Her işinizi Allah rızâsı için
yaparsanız, kurtulursunuz. İhlâssız yapılan amel, üzerinde pâdişâhın mührü
bulunmayan para gibidir. Üzerinde pâdişâhın sikkesi bulunmayan parayı kimse
almaz. Üzerine mühür vurulanı ise herkes alır. İhlâs ile yapılan az amel, Allahü
teâlâ indinde çok amel gibidir. İhlâssız yapılan çok amelin ise, Hak katında
kıymeti yoktur. Yaptığınız her ibâdeti ve işi, ihlâs ile yapınız. Böylece Allahü
teâlâya yakın ve rızâsını kazananlardan olursunuz. Ey dostalrım! İhlâs ile amel
yaparsanız korkmayınız, bu size âhirette îtibâr ve şereftir. Eğer tamâ sâhibi
olup dünyâya düşkün değilsen, sonunda varacağın yeri düşün. Merd o kimsedir ki,
önce iyice düşünür, sonra amel etmeye başlar. Böylece, sonunda yaptığı işten
utananlardan olmaz."
Şam'da yetişen Şâfiî mezhebi
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Muhammed Sumâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin çok kerâmetleri görülmüştür. Kur'ân-ı kerîmden şifâ
âyetlerini yazarak, rahatsızlığı olanlara verirdi. İnsanlar onunla
bereketlenmek, mübârek eliyle yazdığı şifâ âyetlerinden biiznillah şifâ bulmak
için, yazdığı âyet-i kerîmeleri yanlarında taşırlar ve hastalıklarından şifâ
bulurlardı.
Büyük velîlerden Süfyân-ı
Sevrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hastalandı. Mütehassıs bir hıristiyan
doktor getirdiler. Doktor muayene edeceği şahsın müslümanların büyüklerinden ve
evliyâsından olduğunu duymuştu. Süfyân hazretleri, gelen doktor ile tıp ve diğer
ilimler üzerinde bir süre sohbet etti. Gelen şahıs, tabib olmasına rağmen Süfyân-ı
Sevrî'nin tıp üzerine verdiği mâlûmat, hiç duymadığı, bilmediği şeylerdi.
Hayretler içinde kaldı. Sonra muâyene etti. Muâyeneden sonra dedi ki: "Sizin
akciğeriniz ve böbrekleriniz tamâmen çalışmaz durumda olup, korkudan
ciğerleriniz parçalanmış. Bu hâliyle bir insanın yaşaması imkânsızdır." Süfyân-ı
Sevrî; "Allahü teâlâ her şeye kâdirdir." buyurdu. Bunun üzerine hıristiyan
doktor; "Bir dinde, tıbben yaşaması mümkün olmayan bir insanın yaşaması, o dînin
yanlış, bâtıl olmadığına açık delildir." deyip hemen orada Kelime-i şehâdet
getirip müslüman oldu. Devrin halîfesi bunu duyunca; "Ben sandım ki, doktor
hastanın yanına geldi. Meğer hasta doktora gönderilmiş." dedi.
Osmanlı velîlerinden
Şa'bân-ı Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Ömer Füâdî isminde bir sevdiği
anlattı: Teyzemin başı çok ağrıyordu. Bu baş ağrısı için gitmedik doktor,
içmedik ilâç bırakmadık. Kimden ne ilâç duyarsak onu deniyorduk. Fakat netice
hiç değişmiyordu. Bir gün Şa'bân-ı Velî'ye gittik, durumu anlattıktan sonra duâ
istedik. “Kur’ân-ı kerîmin her harfinde bin derde bin devâ vardır. Ondan şifâ
aramayan şifâya kavuşamaz.” buyurdu ve bir Fâtiha-i şerîfe okudu. Oradan
ayrıldık, eve gelirken teyzeme ağrısını sorduğumda; “Elhamdülillah hiçbir ağrı
ve sızı kalmadı.” diyerek Şa'bân-ı Velî’ye duâ etti.
Hindistan'da Bedâyûn
şehrinde yetişen evliyânın büyüklerinden Hâce Şâhî Mûytâb (rahmetullahi
teâlâ aleyh) gâyet mütevâzî, alçak gönüllü idi. Kendisini bir şey yapmaktan
âciz, zavallı görürdü. Şöyle anlatılır: Nizâmüddîn Ebü'l-Müeyyed'in bir
rahatsızlığı vardı. Hâce Şâhî'ye gelerek kendisine himmet etmesi, derdine çâre
bulması için yalvardı. O da özür dileyip; "Siz bizim büyüğümüzsünüz. Biz nasıl
olur da size himmet edebiliriz?" buyurdu. Nizâmüddîn; "Elbette bize duâ ve
himmet etmeniz lâzımdır" diye ısrâr edince, Hâce Şâhî duâ etti ve Allahü
teâlânın izni ile Nizâmüddîn'in rahatsızlığı geçip, sıhhatine kavuştu.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Şeyh Tâc (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerî'nin küçük bir
kızı vardı. Hasta idi. Bir gün Şeyh Tâc (Tâcüddîn-i Nakşibendî) abdest alırken,
babasının kullandığı sudan artanı içmesi bu kıza Allahü teâlâ tarafından ilhâm
olundu. O hasta kızcağız bu sudan içti ve Allahü teâlânın izni ile hemen şifâ
buldu.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün hastalanmıştı. Bunu duyan devrin
hükümdârı, kendisine Nasrânî (Hıristiyan) bir tabib gönderdi. Tabib, hastanın
yanına girdiğinde şöyle sordu: "Gönlün neyi istiyor?" Ebû Bekr-i Şiblî, "Gönlüm
senin müslüman olmanı istiyor." diye cevap verince, tabib; "Eğer ben müslüman
olursam, sen gerçekten hemen iyi olur, yataktan kalkar mısın?" diye sordu. Şiblî
hazretleri; "Elbette iyi olur, yataktan kalkarım." diye cevaplayınca, tabib
derhal müslüman oldu. Şiblî hazretlerinin hastalığından eser kalmadı. Birlikte
el ele tutuşarak hükümdârın huzûruna gittiler. Hükümdar onları görünce şöyle
dedi: "Ben tabibi hastaya gönderdim sanıyordum. Meğer işin aslı öyle çıkmadı.
Anladım ki hastayı tabibe göndermişim."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
âlimi ve velî Hazret-i Tâvûs bin Keysân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
“Hastanın, hastalığı hâlindeki inlemesi defterine yazılır.” diyerek hastanın
inlemesini hoş görmezdi. “Burada bir nevî şikâyeti açıklamak vardır.” derdi.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Sivas'a
gitmişlerdi. Orada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî'yi çok seven Ahî Muhammed isminde
biri vardı. Ahî Muhammed, o günlerde çok hasta olmasına rağmen, Ârif Çelebi'nin
geldiğini işitince, başta Ârif Çelebi'yi ve Sivas'ın ileri gelen âlimlerini,
velîlerini yemeğe dâvet etti. Yemekten sonra Ârif Çelebi, Allahü teâlânın emir
ve yasaklarını bildiren, Cennet'i, Cehennem'i ve evliyânın hâllerini anlatan bir
sohbete başladı. Sohbet esnâsında Ahî Muhammed kalbinden; "Âh, Ârif Çelebi
hazretleri duâ etseler de, benim de hastalığım iyi olsa, şifâ bulsam." diye
geçirdi. O ânda Ârif Çelebi, Ahî Muhammed'e dönerek; "Ey Ahî Muhammed! Merâk
etme. Cenâb-ı Hak her şeye kâdirdir. Hastalığı veren de, şifâsını yaratan da
O'dur. Allahü teâlâ sana şifâlar ihsân eylesin!" buyurdu. Bu sözlerden sonra,
Ahî Muhammed vücûdunda bir değişme hissetti. Ağrıyan yerlerinin sızısı durdu ve
Ârif Çelebi'nin duâsı bereketiyle şifâ buldu.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında, bir
gün cihân pâdişâhı Sultan Mehmed bin Sultan İbrâhim Hanın çuhadarlarından Kara
Mehmed isminde birinin dizlerine sızı inip, kötürüm oldu. Pâdişâh, hekim başısı
Sâlim Efendiye; "Şu çuhadarımız iyi olmalıdır." diye tenbih etti. Sâlim Efendi
bu ferman üzerine çuhadar efendiye çeşitli ilaçlar tatbik etti ise de fayda
vermedi. Saray hekimleri ve şehirdeki diğer tabibler ona faydalı ilaç
bulamadılar. Pâdişâh bir gün çuhadarının yattığı odayı teşrif ettiler, hâlini
sordular ve; "Mehmed nicesin, iyi olabilecek misin?" dedi. Çuhadar da;
"Pâdişâhım, bana verdikleri hiçbir ilaç fayda vermedi. Çâre olarak sâlih bir
kimsenin şifâlı duâsına muhtâcım." dedi. Pâdişâh; "Şimdi böyle şifâlı nefes
sâhibi ve ağzı duâlı kimdir?" dedi. O da; "Pâdişâhım, Üsküdar'da Vâlide Atik
Câmiinde Şeyh Karabaş Ali Efendi mâlumunuzdur." dedi.
Pâdişâh hemen hatırladı.
Zîrâ onun vâzlarını dinlemişti. Hemen Haseki Ağaya emretti ve; "Hemen Üsküdar'a
var. Şeyh Karabaş Ali Efendiye selâm ve hürmetlerimi arzet. Eğer kendileri
gelirler ise teşrif edip çuhadarımıza duâ etsinler. Yok, gelemeyip halîfesini,
vekîlini gönderirlerse, onu saygı ve hürmetle getiriniz." dedi. Haseki Ağa
derhal Üsküdar'a geçti. Şeyh Karabaş Ali Efendinin huzûruna çıktı. Pâdişâhın
ricâsını bildirdi. Şeyh hazretleri, Hasan Efendi’yi çağırttı, ona; "Hasan
Efendi! Var şu hastayı bir gör ve ona duâ okuyuver." buyurdu. Hasan Efendi;
"Peki efendim!" deyip Haseki Ağa ile birlikte saraya geldiler. Hasan Efendi,
çuhadarın odasına girdi. Hasta Kara Mehmed Ağa, Hasan Efendiyi gördüğü an
ağlamaya başladı. "Efendim sizlere hürmet için ayağa kalkamadım. Af buyurun."
dedi. Hasan Efendi ona teselli verip; "Sakın üzülme, gam çekme. İyi olursun.
Hemen ayaklarını önüme uzat!" dedi. O da bu yakınlıkla söyleneni yaptı. Hasan
Efendi okuyup duâ etti ve Fâtiha dediler. Bir mikdâr daha teselli verip; "İnşâallah
bir daha gelmemize hâcet kalmaz." buyurdu ve oradan ayrıldı. Hasan Efendi odanın
kapısından çıktığında hemen hasta ayağa kalkıp gezinmeye başladı. Birkaç gün
sonra da pâdişâhın huzûrunda yürür oldu. Bunun üzerine Pâdişâh Sultan Dördüncü
Mehmed Han çok sevindi. "Varın haber verin. Şeyh Hasan Efendi, sarayda vâz
eylesin." dedi. Haber iletildikte Hasan Efendi; "Hocamdan izin almadıkça imkânı
yok. Saraya bile onun izniyle gelmişiz." dedi. Bunun üzerine Pâdişâh, Karabaş
Ali Efendiden izin isteyince, o da, vâz etmesine izin verdi.
Hasan Efendi iki sene
sarayda vâz etti. Sarayda kim varsa, Enderûn ağaları dâhil hepsi Hasan Efendinin
talebesi oldular. Sonraları bunların da birçok talebe ve vekilleri oldu.
Hoca Paşa mahallesinde
hizmetçi bir kadın vardı. Ücret ile komşuların bâzı işlerini görürdü. Bir gün
bir komşu kadın buna hasta çocuğunu getirip; "Sen bu mâsumu Şeyh Ünsî Efendiye
götür. Duâ eylesin. Ayrıca şu paraları da hediye olarak ona verirsin." dedi.
Hizmetçi kadın hasta çocuğu alıp Şeyh Ünsî Efendiye götürdü ve duâ etmelerini
istedi. Paraları da iki altını eksik olarak onun önüne koydu ve; "Bunu çocuğun
annesi gönderdi." dedi. O zaman Ünsî Efendi çocuğa duâ etti. Çocuk iyileşti.
Sonra hizmetçi kadına; "Sakladığın iki altını da koy!" buyurdu. Kadın inkâr
edince; "Bilmez miyim. İki altın sağ cebindedir. Beni yalancı çıkarmak mı
istersin?" buyurdu. O zaman kadıncağız titremeye başladı ve cebindeki paraları
çıkarıp önüne koydu. Ünsî Efendi; "Bunu fakirlik sebebiyle yaptın. Lâkin bir
daha yalan söyleme. Bir kimseyi imtihan etme. Fakirliğe sabret. Allahü teâlâ
insanın dünyâlığını çoğaltsın." buyurdu ve hizmetçi kadına kırk altın ihsân
etti. O iki altını da ayrıca verdi.
Evliyânın büyüklerinden
Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında hasta
oldular. Sevdiklerinden bâzısı; "Sultânım! İlaç alsanız olmaz mı?" dediler. "Bir
tabib getirseniz iyi olur." buyurdular. Tabib; "Birkaç gün tahammül edebilseniz
de size falanca şerbeti içirsek, iyi gelir." dedi. Şeyh; "Bizim rahatsızlığımız
şerbet ve macunla gidecek bir şey değil. O kendiliğinden gider." buyurup, bir
kerre; "Hû" deyince hemen o anda tabib kendinden geçti. Nice zaman öyle kaldı.
Sonra kendisine gelip, Şeyh'in huzûrunda îmâna gelip ona talebe oldu. Şeyh;
"Bizim hastalığımız seni küfr hastalığından kurtarmak içindi. Yoksa bizim ilâca
ihtiyâcımız yoktu." buyurdular.
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defâsında Muhammed bin Münkedir'in yanına geldi. Muhammed bin Münkedir vücûdunda
bulunan şiddetli bir ağrı sebebiyle, muzdarip bir hâldeydi. Vüheyb bin Verd
elini ağrıyan yerin üzerine koydu ve Besmele-i şerîfe okuyup buyurdular ki:
“Eğer bu besmele sıdk ile bir dağın üzerine okunsa, dağ erir.” Muhammed bin
Münkedir, Allahü teâlânın izni ile iyi oldu.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Sirâc
anlatır: “Dedemin yakınlarından birinin bir oğlu vardı. Bu çocuk, yaratılış
bakımından ve ahlâk bakımından çok güzel ve kıymetli idi. Bir zaman bu çocuk,
çâresi bulunmayan şiddetli bir hastalığa yakalandı. Her ne yapıldı ise derdine
devâ bulamadılar. Nihâyet bâzıları bu zâta; “Yûsuf-i Kâmitî'ye git! O belki bir
çâre bulur. O çok yüksek bir zâttır” dediler. O da, kalkıp Yûsuf-i Kâmitî’nin
yanına geldi. Onu kalabalık bir cemâatin ortasında buldu. Orada bulunanlar ona
suâller sorup, cevap alıyorlardı. Bu kimse, son tarafta bir yere oturdu. Fakat
onun hâlinden haberdar olan Yûsuf-i Kâmitî, eliyle işâret ederek ve ismi ile
hitâb ederek; “Ey filân! Allahü teâlânın izni ile oğlunuzun yanına varınız. Onu
alıp bir ara bize uğrarsınız.” buyurdu. O çocuğun babası şöyle anlatır: “Yûsuf-i
Kâmitî böyle söyleyince hemen geri evime geldim. Oğlumun sapasağlam olduğunu,
eski hastalığından bir şey kalmadığını gördüm. Öyle ki, neredeyse onu
tanıyamayacaktım. Gözlerime inanamıyordum. “Ey oğlum! Allahü teâlâ, Yûsuf-i
Kâmitî’nin bereketi ile bize âfiyet verdi.” dedim. Oğlum da; “Ben de nasıl iyi
olduğumu anlayamadım. Hastalığın verdiği hâlsizlik ile kendimden geçerek
uyumuştum. Uyandığımda hiçbir şeyimin kalmadığını hissettim. Şimdi gördüğünüz
gibiyim.” diyordu. Tanıdıklar ve komşular da gelip bu hâle çok hayret ve teaccüb
ettiler.”
Evliyânın büyülerinden
Yûsuf Mahdûm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin evinde, hizmetlerini
gören Sucu Muhammed Dede isminde bir zât vardı. Bunun çocuğu olmuyordu. Birgün
Yûsuf Mahdûm’un huzûruna giderek; “Otuz senedir sizin hizmetinizde bulunuyorum.
Bu müddet zarfında, bize hayırlı halef olacak bir oğlumuz olmadı. Sizden, bir
çocuğumuz olması için duâ istirhâm ediyoruz.” dedi. O sırada yağmur yağıyordu.
Yûsuf Mahdûm, ona; “Dede, bize şu yağmur suyundan bir bardak su getir!” dedi.
Muhammed Dede, bir bardak yağmur suyu getirince, Yûsuf Mahdûm hazretleri; “Bir
Fâtiha-i şerîfe okuyalım. Fâtiha-i şerîfe ile nice kapalı kapılar açılır.
Murâdlarına kavuşamamış olanlar, murâdlarına kavuşurlar. Bu sudan üçer yudum
içersiniz, inşâallah murâdınıza nâil olursunuz.” buyurdular.
Dede Efendi ile hanımı,
Yûsuf Mahdûm’un Fâtiha-i şerîfe okuduğu yağmur suyundan üçer yudum içtiler. Bir
süre sonra hanımı hâmile oldu. Ancak çocukları âmâ olarak dünyâya geldi. Çocuğun
gözünün açılması için doktorlara mürâcaat ettiler ve çok ilâç kullandılar. Fakat
bir netice alamadılar. Sonra Dede Efendi, doğruca gidip durumu Yûsuf Mahdûm
hazretlerine anlattı. O da; “O çocuk benim oğlumdur. O büyüyünce, inşâallahü
teâlâ ilmi ile amel eden kâmil bir insan olacaktır. Onu bana getirin.” dedi.
Muhammed Dede, oğlunu Yûsuf Mahdûm’a getirdi. Yûsuf Mahdûm, çocuğun sağ kulağına
ezân-ı Muhammedî okudu. O ânda çocuğun sağ gözü görmeye başladı. Sol kulağına
ikâmet okuyunca, sol gözü de görmeye başladı. Çocuk büyüdüğü zaman, Yûsuf Mahdûm
hazretlerinin buyurduğu gibi kâmil bir insan oldu.
Tebe-i tâbiînin âlim ve
velîlerinden Zâhid İsfehânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında, Salt bin Zekeriyyâ şöyle anlatır: Muhammed bin Yûsuf (Zâhid İsfehânî)
hazretleriyle Ehvas’a gidiyorduk. Bir handa sabahladık. Bana;
“Kervancıbaşını yanıma çağır, çok çabuk hazırlansınlar. Hemen yolumuza devam
edelim” buyurdu. Kervancıbaşının yanına gittim. Ayağını bir akrep sokmuş
kalkamıyordu. Muhammed bin Yûsuf hazretlerine durumu arz ettim. “Yanıma muhakkak
gelmeli” buyurdular. Kervancıbaşının koltuğuna girdim, beraberce geldik.
Kervancıbaşının elini akrebin soktuğu yere koydurup, sessizce bir şeyler
okuyarak oraya üfledi. Adam hemen kalktı ve hiçbir şey olmamış gibi yürüdü,
gitti. Muhammed hazretlerine, içinden ne okuduğunu sordum; “Ümmü’l-Kitâb”ı
okudum, buyurdular. “Ümmü’l-kitâb” nedir? diye sorunca; “Fâtiha’dır. Ben Fâtiha
sûresini okudum” buyurdular. Ben ondan sonra, Fâtiha sûresi okuyup hastaların
üzerine üflerdim. Lâkin benim okumamla hiçbir hasta şifâ bulmadı.
Büyük velîlerden ve Mısır’da
yetişen Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Zekeriyyâ Ensârî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Abdülvehhâb-ı Şa’rânî şöyle anlatır:
“Şeyhülislâm Zekeriyyâ ile birlikte kitap okurken, bâzan başına bir ağrı
gelirdi. O zaman gözlerini kapatıp şöyle derdi: “İlimle şifâ bulmaya niyet
ettim.” Gözünü açar, başındaki ağrı ve sızı derhal geçerdi. Bana da bu duâyı
okumamı tenbihledi. Ben de başım ağrıdığı zaman; “İlimle şifâ bulmaya niyet
ettim.” deyince, ânında başımın ağrısı geçerdi.
Büyük velîlerden
Ziyâeddîn Gümüşhânevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bir talebesi
şöyle anlatır: “Bir zaman hanımım hastalandı. Hastalığı günden güne arttı. Onun
bu hâlini görünce ben de hastalandım. Aradan altı ay geçti. Hasta hâlimle abdest
aldım ve kıbleye doğru oturdum. Rabbime yalvardım; “Yâ Rabbî! Günâhkârım. Yüzüm
kara. Lâkin derdimize derman istiyorum. Bu biçârelere yardım et. Belâları geri
çevir. Bu günâhkâr kuluna merhâmet et. Şifâ veren sensin ey Rabbim!” diyerek göz
yaşı dökerken birden Ziyâeddîn hazretlerini karşımda gördüm. Hayretler içinde
kaldım. Zîrâ hocam altı aylık çok uzak bir yerdeydi. Tebessümle hâlimi hatırımı
sorup bana ve hanımıma duâ etti. “Üzülmeyin hiçbir şeyiniz kalmayacak!” buyurup
gitti. O saatten îtibâren bende ve hanımımda hastalıktan eser kalmadı. Bu, hocam
Ziyâeddîn hazretlerinin kerâmet olarak bize yardımlarıydı. |
|