CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HASTA – İLAÇ – ŞİFÂ - 1

HASTALIK NÎMETTİR

 

Abdullah-ı Dehlevî, şânı büyük bir velî,

Meşhurdu halk içinde, bir çok kerâmetleri.

 

Bir gün biri gelerek, mübârek huzûruna,

"Oğlumuz çoktan beri, kayıptır" dedi ona.

 

Ve ilâve etti ki: "Lütfen duâ ediniz,

Tekrardan ihsân etsin, onu bize Rabbimiz."

 

Onun bu sözlerini, dinleyip o büyük zât,

Buyurdu ki: "Oğlunuz, evindedir şu saat."

 

O kimse heyret edip, dedi: "Ama efendim,

Şimdi evden ayrılıp, huzûrunuza geldim."

 

O yine buyurdu ki: "Evine dön ki şu an,

Rabbimiz onu size, tekrardan etti ihsân."

 

"Peki efendim" deyip, evine gittiğinde,

Gördü ki oturuyor, oğlu gelmiş evinde.

 

Yine bir gün birisi, ölüm yatağındaki,

Hastasını sırtlayıp, geldi bir seher vakti.

 

Dedi ki: "Ey efendim, çok ağırdır hastamız,

Belki bir şifâ bulur, duâ buyurursanız."

 

Şöyle bir nazar etti, hastaya bir kerrecik,

Kavuştu sıhhatine, o kimse hemencecik.

 

Böyle, binlerce kişi, duâ alıp o zâttan,

Şifâya kavuşurdu, her türlü mazarrattan.

 

Lâkin kendisinin de, üç mühim derdi vardı,

Hattâ namazlarını, hep özürlü kılardı.

 

Sevdiklerinden biri, buna olup muttali

Bir gün kendilerine, suâl etti bu hâli.

 

"Efendim, bu devirde, kim hasta olsa eğer,

Kapınıza gelerek, sizden duâ isterler.

 

Siz bir duâ edince, gelen her bir hastaya,

Her biri, duânızla, kavuşuyor şifâya.

 

Hâlbuki sizin dahi, vardır hastalığınız,

Ve bilhassa üçünden, hiç yoktur râhatınız.

 

Lâkin hikmet nedir ki, etmezsiniz hiç duâ?

Etseniz, size dahi, verir Allah bir devâ."

 

Buyurdu ki: "Kurtulmak, istiyor dertten onlar,

Bu yüzden bize gelip, hep duâ istiyorlar.

 

Biz ise Rabbimizin, verdiği bu dertlerden,

O gönderdiği için, râzıyız herbirinden.

 

Mahbûb-u kemenddir ki, her musîbet ve belâ,

Sevdiği kullarına, gönderir Hak teâlâ."

 

Kıtlık vâki olmuştu, bir zaman da Delhi'de,

Buna çok üzülmüştü, Abdullah Dehlevî de.

 

Mescidin avlusuna, çıktı bir gün nihâyet,

Kızgın güneş altında, oturdu kısa müddet.

 

Dedi ki: "Yâ İlâhî, yağmur yağana kadar,

Buradan gitmemeğe, bu kulun verdi karar."

 

O böyle söyleyince, çok geçmedi aradan,

Nehirler akar gibi, yağmur yağdı havadan.

 

Çok nazlı kullarıdır, Allah'ın çünkü onlar,

Onların hürmetine, yağdırır yağmur ve kar.

 

Resûlullah'tan gelen, o ilâhî feyiz, nûr,

Onların kalplerinden, herkese vâsıl olur.

 

Bu büyük velîlerin hürmetine yâ Rabbî,

Bizi, her hâlimizde, onlara eyle tâbi.

 

Evliyânın büyüklerinden Abdullah bin Ebû Bekr el-Ayderûs (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Abdürrahmân Hatîb isimli bir zâtın, sağ elinde bir yara çıktı ve kısa zamanda yayıldı. Eli şişti. Bu durum karşısında çok korktu ve ne yaptı ise çâre bulamadı. Kime gitti ise, yarası daha da azdı. Sonunda o zât Abdullah el-Ayderûs hazretlerinin yanına gelip durumunu arz etti. Şeyh Ebû Muhammed, yarasına baktı. Sonra eliyle şişkin olan yaranın üzerini meshetti. Bâzı ilâçlar sürdü. "Şifâ Allahü teâlâdan." buyurdu. Orası iyileşti ve yaradan eser kalmadı.

Süleymân bin Ahmed-i Bahnâk şöyle anlatır: Bir zaman küffâr beldesinde idim. O sırada çok hastalandım. Yanımda Şeyh Abdullah el-Ayderûs'un bir elbisesi vardı. Onu giydim ve Abdullah Ayderûs'u vesîle ederek Allahü teâlâdan şifâ dileğinde bulundum. Sonra yatıp uyudum. Rüyâmda; kendimi katıra binmiş gördüm, peşimde de bir grup çocuk vardı. Çocuklar; "Yâ Hannân, yâ Mennân âfi Süleymân (Yâ Hannân, yâ Mennân Süleymân'a şifâ ver)!" diye yalvarıyorlardı. Sabah kalktığım zaman, hastalığımdan hiç eser yoktu.

Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü’l-Havârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle anlatmıştır: Muhammed bin Semmâk bir gün hastalanmıştı. Onun idrâr şişesini alıp hıristiyan doktora götürürken, yolda güzel yüzlü, güzel kokulu ve temiz elbiseli bir kimse ile karşılaştık.

"Nereye gidiyorsunuz!" dedi.

"İbn-i Semmâk'ın şişesini falan doktora göstermek için götürüyoruz." dedik.

Bunun üzerine: "Sübhanallah! Allah dostunun ilâcını Allah'ın düşmanından mı istiyorsunuz? Bu şişeyi yere atınız ve İbn-i Semmâk'a deyiniz ki: Elini ağrıyan yer üzerine koysun ve Bilhakkı enzelnâhü ve bilhakkı nezel desin." dedi ve gözden kayboldu. Ne olduğunu anlayamadık. Bunun üzerine dönerek İbn-i Semmâk'ın yanına gelerek olanları anlattık. Hemen elini ağrıyan yerine koydu ve o zâtın dediğini okudu. Ağrıyan yer hemen iyileşti.

İbn-i Semmâk; "O zat Hızır aleyhisselâmdı." dedi.

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında meşhûr bir falcı vardı. Fal baktırmak isti -yenler her taraftan gelir kendisini bulurlardı. Bu şahıs falcılığı meslek hâline getirmişti. Bir ara hastalandı. Yirmi sene iyileşemedi. Biri ziyâretine gelmişti. Hâlini görünce; "Senin iyileşmenin tek yolu var, o da zamânımızın en büyük âlimlerinden ve evliyâsından biri olan Ahmed bin Hanbel hazretlerinin duâ etmesidir." dedi. Bu falcı da annesini gönderip, duâ etmesini istedi. Annesi Ahmed bin Hanbel'in huzûruna varınca; "Oğlum yirmi senedir hasta yatıyor. İyileşmesi için sizden duâ istemeye geldim." deyince; "Herkes iyileşmek için oğluna gelirdi. Senin oğlun da, her şeyi bildiğini zannederdi. Kendi hastalığını tedâvî etmeyip de, seni bana mı gönderdi?" buyurdu. Kadının defalarca ısrârı karşısında dayanamayıp, falcılığı bırakması şartıyla, duâ edeceğini söyledi. Hazret-i İmâmın bu sözü üzerine falcılığı bıraktı. Tövbe istigfâr etti ve sıhhate kavuştu.

Bir gencin, felç olmuş, hasta bir annesi vardı. Bir gün oğluna; "Ey oğlum! Eğer benim rızâmı almak, beni sevindirmek istersen, İmâm-ı Ahmed'in huzûruna git ve sıhhate kavuşmam için bana duâ etmesini söyle. Belki Allahü teâlâ beni bu hâle getiren bu hastalıktan kurtarır." dedi. Genç, İmâm-ı Ahmed'in kapısına geldi ve seslendi. İçerden bir ses; "Kimsin?" dedi. Cevâbında; "Size muhtâcım, hasta bir annem var, sizden duâ istiyor." dedi. İmâm çok üzüldü. Kendi kendine; "Beni nereden biliyor?" dedi. Sonra kalktı, abdest aldı, namaza durdu. İmâmın hizmetçisi o gence; "Sen geri dön, İmâm duâ ediyor." dedi. Genç geri döndü, evin kapısına geldiği zaman, annesi Allahü teâlânın izniyle tam sıhhate kavuşmuş olarak kalktı ve oğlunu kapıda karşıladı. 

Mısır evliyâsından Ahmed Satîha (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, kötürüm bir kadının dört senedir devâm eden hastalığına bir çâre bulamadılar. Nihâyet gelip durumu Ahmed Satîha hazretlerine arzettiler. O da, o kadının bulunduğu yere gitti. Bir mikdâr zeytinyağı istedi. Getirdiler. Bu yağın içine ağız suyundan bir mikdâr koyup, kadının bulunduğu tarafa gönderdi ve yağı vücûduna sürüp oğmasını söyledi. Kadın, o yağı vücûduna sürdü ve Allahü teâlânın izni ile şifâ buldu. Tamâmen iyileşti.

Irak'ta yetişen evliyânın büyüklerinden Ali bin Ebî Bekr el-İdrîsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Sâlih bin Yâkûb el-Ukûbî şöyle anlatır: "Babam anlatırdı: "Beş yaşındaki oğlum İsmâil yatalak hasta idi. Onu alıp, Ali bin Ebî Bekr hazretlerine götürdüm. Yolda ona rastladım. Yanında başkaları da vardı. Şifâ bulması için duâ buyurmasını ricâ ettim. Beni kabûl etmedi. Ben de çocuğu oraya bıraktım. Ali bin Ebî Bekr, o zaman elindeki portakalı attı ve portakal oğlumun dizine geldi. O anda oğlum derhâl ayağa kalkıp yürümeye başladı. O da, attığı portakalı aldı ve dergâhına yöneldi. Orada bulunanlar tehlîl (Lâ ilâhe illallah) getirdiler. Oğlumla berâber sevinç içinde geri döndük."

Mısır evliyâsından Ali Havâs Berlisî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir takım istek ve hacet sâhiplerini, Ezher Câmii kapısında turp satan bir kişiye gönderirdi. Bu zât da, kendisine gönderilen kişilerin işini hemen görürdü. Birgün Ali Havâs hazretlerinin yanına, boğazına sülük yapışan bir kişi geldi. Bu sülük, kan emmekten balık iriliğine ulaşmıştı. Ali Havâs, derhâl onu câmi kapısında turp satan zâtın yanına gönderdi ve ondan bir demet turp satın alarak, yemesini tavsiye etti. O kişi hemen gidip, ondan bir demet turp aldı. Bu turptan biraz yedi ve aksırmaya başladı. Bu aksırma ile sülük, boğazından düştü

Ehl-i beytten ve meşhûr velîlerden İmâm-ı Câfer-i Sâdık (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin, rivâyet ettiği hadîs-i kudsî şöyledir: İmâm-ı Ahmed bin Hanbel hazretleri Müsned'inde buyuruyor ki: Cebrâilin Allahü teâlâdan naklen, Peygamber efendimize; "Lâ ilâhe illallah hısnî, men kâlehâ, dehale hısnî ve men dehale hısnî, emine min azâbî" şeklindeki duâyı her kim rivâyet edenlerin isimleriyle, inanarak ihlâsla bir deliye veya hastaya okursa şifâ bulur.

Darendeli Muhammed Hilmi Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) talebelerinden biri bir gün çok hastalandı. Hiç bir tedâvî fayda vermedi. Doktorlar ümidi kesdiler. Başında bekleşen akrabâları hastanın küçük çocuğuna; "Dârendeli hoca efendiye git. Babam çok hasta, onun ilacı sendeymiş, diyerek ilaç iste, yalvar, ağla..." dediler. Çocuk Muhammed Hilmi Efendinin yanına gelip, babam hasta, babamın ilâcı sendeymiş deyip boynunu bükünce, şeyh hazretleri onun başını okşayıp; "Haydi oğlum sen evine git. İnşâallah baban şifâ bulmuştur." deyip gönderdi. Gerçekten de çocuk eve gelmeden ağır hasta olan babası iyileşerek ayağa kalktı.

Mudurnu’da yetişen evliyâdan Dâvûd-i Halvetî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Şakâyik-i Nu'mâniyye kitabının sâhibi şöyle anlatır: Doğduğum andan bülûğ yaşına girinceye kadar dilim çözülüp konuşamamıştım. Birgün babam beni alıp, Şeyh Dâvûd'a götürdü ve benim bu hastalıktan bir an önce kurtulmam için duâ etmesini ricâ etti. Tâhâ sûresi 25-28'nci âyet-i kerîmelerinde meâlen; "Ey Rabbim! Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Dilimden düğümü çöz. Böylece sözümü iyi anlasınlar!" buyrulduğu gibi duâ etti. Kendi mübârek ağızlarından, benim ağzıma birşeyler okudu. Dilim hemen çözüldü. Evimize döndüğümde annemi görünce; "Anacığım, artık ben konuşuyorum." diye seslendim."

      Evliyânın büyüklerinden Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin kendisi ve başkaları hakkında duâsı makbuldü. Hizmetçisi Ebü'l-Abbâs anlatır: "Bir zaman Fudayl bin İyâd hazretlerinin oğlu idrarını yapamazdı. Büyük bir ızdırap içinde kaldı. O zaman ellerini kaldırıp; "Yâ Rabbî! Sen biliyorsun. Muhabbetim sana ziyâdedir." buyurdu. Çok geçmeden duâsının kabûl olduğu, oğlunun şifâya kavuştuğu görüldü.

Evliyânın meşhûrlarından Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir defâsında Tîmûr Şâh hastalandı ve bir türlü çâre bulamadı. Nihâyet Kayyûm-i Cihân hazretlerine haber göndererek; "Tabibler tedâvisinden âciz kaldılar, bir çâre bulamadılar! Şimdi sizin himmetinizi beklemektedir." dediler.

Bu haber üzerine Kayyûm-i Cihân hazretleri hemen; "Esferze bitkisinden bir miktar ilâç yapıp üç gün yutsun, inşâallahü teâlâ şifâ bulacak." buyurdu. Bu durumu tabibler duyunca hepsi birden ittifak hâlinde; "Onun hastalığı soğuk sebebiyle olmuştur. Eğer "Esferze" bitkisinden yapılan ilâç verilirse ölümüne sebeb olur. Fakat mâdem ki, Kayyûm-i Cihân böyle buyurmuş tecrübe edilsin." dediler. Bunun üzerine Tîmûr Şâh'ın tabîbi olan en meşhûr tabib; "Tecrübe gerekmez. Bu, canla oynamaktır." dedi. Tabiblerin endişesi ve bu husûsdaki dedikoduları Kayyûm-i Cihân hazretlerine bildirilince, bir miktar "Esferze" bitkisi istedi. Kendi eliyle ilâç hazırlayıp, Tîmûr Şâha gönderdi ve; "Bu bitkide üç çeşit özellik vardır. Hiç endişelenmesin. Üç gün bu ilâcı kullansın, sıhhate kavuşacak." buyurdu. Tîmûr Şâh, Kayyûm-i Cihân hazretlerinin tavsiye ettiği ve eliyle yaparak gönderdiği ilâcı üç gün kullandı. Sonunda sıhhate kavuştu. Tîmûr Şâh ve ilâcın kullanılmasına mâni olmak isteyen tabibler hayret ettiler. Kayyûm-i Cihân hazretlerinin ilim ve mârifet sâhibi bir velî olduğunu anlayıp sohbetine katıldılar.

Büyük velî, fıkıh, tefsîr, hadîs ve kelâm âlimi İmâm-ı Kuşeyrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Kur'ân-ı kerîmdeki altı şifâ âyeti bir tabağa yazılıp, su koyarak eritilir. Hasta içerse, Allahü teâlâ şifâ ihsân eder. Âyet-i kerîme ve duâ elbette şifâ verir. Fakat şartların gözetilmesi de lâzımdır. Okuyanın veya yazanın ve hastanın buna inanması lâzımdır. Hastanın zararlı gıdâlardan, şüpheli ilâçlardan perhiz etmesi, soğuktan sakınması, lüzumlu şeyleri yapması, haramdan, zulümden sakınması lâzımdır.

Osmanlılar zamânında yetişmiş âlim ve velî Lâmiî Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) Şeyh Rüstem Halîfe ile aralarında geçen bir hâtırâsını şöyle anlattı: "Rüstem Halîfe, önceleri Zeyniyye tarîkatinde Hacı Halîfe'nin talebesi olmuş görünüyorsa da, davranışları, onun Üveysîlere benzediğini gösteriyordu. O sıralarda gözüme bir ağrı girmişti. Yaptırdığım tedâvîlerden hiçbir fayda görememiştim. Rüstem Halîfe bana dedi ki: "Gençliğimde benim de gözüm ağrımıştı. Senin gibi çeşitli şeylere başvurmuştum. Fakat hiçbiri netice vermemişti. Bir gün yolda giderken, karşıma biri çıktı. Daha bir şey söylemeden bana; "Evlâd! Gözlerinin ağrılarından kurtulmak istiyorsan, müekked sünnetlerin sonundaki rekatlerde Mu'avvizeteyn'i (Felâk ve Nâs sûrelerini) oku. Allahü teâlânın izniyle şifâ bulursun." dedi. Ben de onun dediği gibi hareket ettim. Ham-dolsun ondan sonra gözlerim ağrımadı. Sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim." Rüstem Halîfe'ye; "O yiğit kimdi?" diye sordum. Cevâbında; "Hızır aleyhisselâmdı." dedi. Ben de müekked sünnetlerin son rekatlerinde Mu'avvizeteyn'i okudum. Rabbime sonsuz şükürler olsun, göz ağrılarından kurtuldum."

Hirat'ta yetişen âlim ve büyük velîlerden Molla Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini çok sevenlerden biri anlattı: Geylanlı büyük velîlerden biri hastalandı. Her geçen gün hastalığının şiddeti artıyordu. Görenler; "Bu hastalıktan kurtulmak imkânsızdır. Mutlaka ölür." diyorlardı. Herkes ümîdini kesmişti. Hastalığının iyice ağırlaştığı bir gün, talebeleri, oğulları ve yakınları başında toplandılar. Artık vefâtını bekliyorlardı. Bir ara hasta gözlerini açtı. Yatağında doğrulmaya başladı. Etrâfındakiler hayretle hastaya bakıyorlardı. Çünkü, günlerce değil doğrulmak, bir taraftan bir tarafa dönemiyordu. Şimdi ise bir ânda yatağından doğruldu. Ayağa kalktı. Tamâmiyle iyileşmiş gibi hareket ediyordu. Oradakilere iyi olduğunu, hiçbir ağrı ve sızının kalmadığını söyleyince, ahbabları dağılıp evlerine gittiler. Herkes gidince, yakınlarından birine; "O kadar hasta idim ki, sanki rûhum bedenden ayrılmak üzereydi. O ızdıraplı ânımda, gözüme Mevlânâ Câmî hazretleri göründü. Yanıma oturup bana teveccüh etti ve iltifatlarda bulundu, iyi olacağımı bildirerek kayboldu. Ben de, o gittikten sonra hemen ayağa kalktım. Hiçbir rahatsızlığımın kalmadığını gördüm." dedi.

Evliyânın büyüklerinden Muhammed Hânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin torunu Şeyh Abdülmecîd Hânî anlatır: "Bizzat şâhid oldum. En büyük amcam Şeyh Ahmed, böbreklerinde taş olduğu için çok rahatsızlanmıştı. Birçok tabibe baş vurduğu hâlde, derdine çâre bulamamışlardı. Bu durumu Muhammed Hânî hazretlerine arzettiği zaman, dedem ona bir şey yazdı. O yazıyı bir taşa koyup üzerine su dökmesini, sonra da ondan içmesini söyledi. O da dedemin söylediği gibi yaptı. Bir müddet sonra böbreklerindeki taş parçalanarak idrarla berâber dışarı çıktı. Böylece amcam hastalıktan kurtuldu."

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh)  hazretleri ile ilgili olarak Ebû Muzaffer şöyle anlatmıştır: “Bir defâsında kulunç hastalığına yakalanmıştım. Ağrıların şiddetinden çok sıkıntı çektim. Bir gün yanıma Ebû Amr Muhammed bin Ahmed hazretleri geldi. Elinde küçük parçalar hâline getirilmiş harnûb (keçi boynuzu) vardı. Bana bundan ye dedi. Yanımda bulunanlar, o kulunca zararlıdır, arttırır dediler. Ben onların sözüne aldırmayıp, alıp yedim ve hastalıktan kurtuldum.”

Büyük velî Şeyh Yavsı Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hakkında Şeyh Mustafa şöyle anlatır: "Yedi yaşında iken şiddetli bir hastalığa tutuldum. Herkes ölecek zannetti. Muhyiddîn-i İskilibî o günlerde Edirne'yi teşrîf etmişlerdi. Babam beni alıp onun meclisine götürdü. Elinden öptüm ve huzûrunda durdum. Babama beni sordu. Babam da; "Oğlum Mustafa'dır. Şiddetli ve amansız bir hastalığa tutuldu. Duâlarınızı almaya geldik." dedi. O zaman Muhyiddîn-i İskilibî; "Şimdi oğlunu al çarşıya götür. Ona koyun yününden yapılmış bir elbise al ve giydir. İnşâallahü teâlâ bir şeyi kalmaz." buyurdu. Babam da beni alıp çarşıya götürdü ve onun buyurduğu şeyleri alıp giydirdi. O günden îtibâren bende o hastalıktan eser kalmadı."

Fıkıh, hadîs âlimi ve büyük velî Yahyâ Münâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak Şeref Nûreddîn şöyle anlatır: Ben Kâhire'de iken, Yahyâ Münâvî'nin derslerini takib ediyordum. O sene Kâhire'de tâûn, vebâ salgını vardı. O sırada, babamı ziyâret etmek için sefere çıkmağa niyet ettim. Fakat kendi kendime; "Böyle bir durumda sefere çıkarsam, tâûn salgınından kaçmış olur muyum?" diye düşündüm. Sonra bu mevzûyu Yahyâ Münâvî hazretlerine danışmaya niyet ettim. O gece rüyâmda, bir duvarın arkasında durduğumu, duvarın önünden bâzı kişilerin ok attığını, fakat duvarın bana siper olduğunu ve yerde bir kâğıt bulunduğunu gördüm. O kâğıtta yazılı olanı, şimdiye kadar ne okumuş, ne de işitmiştim. Kâğıtta şöyle yazıyordu: "Tâûn hastalığına karşı seni koruyanlar, vazifelerini yaptılar." Sabah olunca, Yahyâ Münâvî'nin huzûruna gittim. Ben daha bir şey söylemeden bana; "Niçin babanı ziyâret için sefere çıkmıyorsun? Sen hemen yola çık. Zîrâ baban seni çok merak ediyor, sen sefere çıkmakla tâûndan kaçmış olmuyorsun. Çünkü sen, sefere tâûn hastalığından kaçmak niyeti ile değil de, babanı ziyâret niyeti ile çıkıyorsun. Biz öyle zannediyoruz ki, gideceğin yerde de tâûn salgını vardır." dedi ve bana selâmet ile gidip döneceğime dâir müjde verdi. Sonra; "O rüyânda gördüğün kâğıttaki yazıyı daha önce görmüş müydün?" diye sordu. Ben de "Hayır." cevâbını verince; "O yazı, İbn-i Hacer Askalânî hazretlerinin yazısıdır." dedi. Sonra, Yahyâ Münâvî ile vedâlaşıp yola çıktım. Bindiğim gemidekilerin çoğu yolda tâûndan öldüler. Fakat ben, hiçbir rahatsızlık duymadım. Babamın yanına varınca, babam beni kucaklayıp öptü ve çok ağladı. Ben o güne kadar babamı o hâlde görmemiştim. Sonra babamın yanından ayrılıp, sağ sâlim Kâhire'ye geldim. Tâûn hastalığına hiç yakalanmadım.

Büyük velîlerden Nasûhî Üsküdârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamanında Sâlih Efendizâde Feyzullah Efendi çocuk iken hastalanmış, bir şey yiyip içmeden dalgın halde yatıyordu. Nasûhî Efendi, Burnaz Hasan Ağaya; "Sâlih'e gidelim, Sâlih'in oğlu hasta olup perişan bir halde yatmaktadır." dedi. Yanlarına aldıkları bir-iki kimseyle birlikte Sâlih Efendinin evine geldiler. Dalgın bir halde yatan Feyzullah Efendinin başucuna yaklaşıp ellerini alnına koydu ve; "Feyzullah'ım, Feyzullah'ım." diyerek yüzünü okşarken Feyzullah Efendi gözlerini açtı. Gördü ki, mübârek elleriyle kendisini okşuyordu. Feyzullah Efendi, Nasûhî Efendinin ellerini öptü. O saatte üzerindeki ağırlık ve rahatsızlık gitti.