|
HASED
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam
Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
sohbetleri ile hasta gönüller şifa bulur, katı kalpler yumuşardı. İnsanların
mânevî hastalıklarını tek tek bildirir, onları tedâvî ederdi. Hasedin,
kıskançlığın Allahü teâlânın gazâbına sebeb olacağını şöyle anlatır:
Ey mümin! Ne oluyor ki,
seni, komşunu; yemede, içmede, giymede ve başka şeylerde kıskanır görüyorum. Bu
nasıl iş? Bilmiyor musun ki, bu senin îmânını zayıflatır. Mevlânın yanında
kıymetin kalmaz. Seni, Allahü teâlânın gazabına uğratır. Peygamber efendimiz; "Allahü
teâlâ, hasetçi kimse nîmetimin düşmanıdır," buyurdu." diye bildirmiştir. Resûl-i
ekrem bir hadîs-i şerîfte; "Ateş odunu yiyip bitirdiği gibi, haset de iyilikleri
yer." buyurdu. Sen, haset ettiğin kimseyi, hangi ve ne hususta haset ediyorsun.
Onun kısmeti için mi, yoksa kendi kısmetin husûsunda mı haset ediyorsun? Eğer
onu, Allahü teâlânın ona kısmet olarak verdiği şeyde haset ediyorsan, ona
haksızlık etmiş olursun. Haset ettiğin kimse, Allahü teâlânın kendisi için
takdir ve taksim ettiği nîmetin içerisinde bulunmaktadır. Sen onu, Allahü
teâlânın bu ihsânından dolayı haset etmekle, ne kadar haksızlık ve cimrilik
yaptığını, ne kadar akılsızlık ettiğini biliyor musun? Eğer onu, sana takdir
edilenin onun eline geçeceğinden endişe ederek kıskanıyorsan, bu senin çok câhil
olduğunu gösterir. Çünkü senin kısmetini başkası yiyemez. Muhakkak ki Allahü
teâlâ sana zulmetmez. Allahü teâlâ senin için takdir ettiğini, sana nasîb olarak
verdiğini, senden alıp başkasına vermez.
Tâbiînin meşhurlarından ve
hâdîs âlimlerinden Ahnef bin Kays (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Hasetçi kimse için rahat yoktur."
Anadolu velîlerinden Seyyid
Burhâneddîn Muhakkık Tirmizî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular
ki: "Hased, nefis köpeğinin sıfatıdır. Çünkü o, dünyâ leşinin başında
durmaktadır."
İstanbul'u, Fâtih Sultan
Mehmed Hanın fethedeceğini müjdeleyen büyük velî Hacı Bayram-ı Velî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde câmide
insanlara vâz ve nasîhat ediyordu. Herkes Hacı Bayram-ı Velî'nin vâzlarına
koşuyor, bâzı kerâmetlerini görünce, ona daha çok bağlanıyorlardı. Bu şekilde
Hacı Bayram'ın etrafında pekçok kimsenin toplandığını gören bâzı hasetçiler,
Pâdişâh İkinci Murâd Hana; "Sultânım! Ankara'da Hacı Bayram isminde biri, bir
yol tutturarak halkı başına toplamış. Aleyhinizde bâzı sözler söyleyip
saltanatınıza kasdedermiş. Bir isyân çıkarmasından korkarız!" diyerek
iftirâlarda bulundular. Bunun üzerine sultan, durumun tetkik edilmesi için iki
kişi vazifelendirip; "O kimseyi hemen gidip huzûrumuza getirin. Emrimize baş
kaldırıp isyân ederse, zincire vurarak getirin!" emrini verdi.
Vazifeli çavuşlar, ellerinde
pâdişâhın fermânı olduğu hâlde, Edirne'den kalkıp süratle Ankara'ya gittiler.
Şehre yaklaştıklarında önlerine, yaşlı, nûr yüzlü bir kimse ile bir genç çıktı.
Selâmlaştıktan sonra ihtiyâr zât; "Evlâtlarım! Nereden gelip nereye
gidiyorsunuz?" diye sorunca, onlar da; "Ankara'da Hacı Bayram isminde biri,
etrâfına adamlar toplayıp, Pâdişâhımıza başkaldırmış. Onu yakalayıp pâdişâhın
huzuruna götüreceğiz." dediler. Çavuşların bu sözünü bekleyen ihtiyâr zât; "O
aradığınız Hacı Bayram bu fakîrdir." diyerek, kendisini gösterdi. Çavuşlar bir
fermâna baktılar, bir de Hacı Bayram-ı Velî'ye. Aradıkları isyâncı bu olamazdı.
Bu nûr yüzlü, hoş sözlü zât, hiç isyân edecek birine benzemiyordu. Hacı Bayram-ı
Velî'ye tekrar tekrar dikkatle baktıktan sonra, birbirlerine; "Gidelim,
Sultanımıza gidelim. Bu zâtın mâsûm olduğunu, söylenilenlerin yanlış olduğunu
bildirelim." dediler.
Hacı Bayram; "Evlatlar!
Sizin geleceğinizi biliyorduk. Onun için yola çıkıp sizi bekledik. Pâdişâhımızın
fermânı başımız üzerindedir. Haydi durmayınız, elimi zincirle bağlayınız ve bir
an önce buradan gidelim." buyurdu. Bu sözlere iyice hayret eden çavuşlar; "Sizi
yanlış anlatmışlar efendim. Size karşı edepsizlik etmeye hayâ ederiz. Hele
zincire vurmak hiç aklımızdan geçmez. Mâdem ki emrediyorsunuz, buyurunuz
gidelim." dediler.
Hacı Bayram ile yanındaki
genç talebesi Akşemseddîn, çavuşlarla birlikte Edirne'ye doğru yola koyuldular.
Hacı Bayram-ı Velî, yol boyunca çavuşlarla sohbetler etti, onlar nasîhatlerde
bulundu. Günler sonra Çanakkale Boğazından geçip, Edirne'ye geldiler. Sarayda
Sultan İkinci Murâd Han, söylentilere göre devletin selâmetine kasdeden ve
tahtına göz diken bir eşkıyâ beklerken, karşısında; nûr yüzlü, kâmil bir velî
gördü. Hayretini saklamayarak, onu baş köşeye oturttu. Utancından bu büyük
velînin yüzüne bakamadan; "Yolculuğunuz zahmetli oldu herhalde." Dedi. Hacı
Bayram-ı Velî ise tebessümle; "İyi bir vesîle oldu. Birçok yerde ve buralarda
epeyce mâneviyât âşıkları gördük ve tanıştık." diyerek, pâdişâhı rahatlattı.
Sohbete başladılar. Sultan Murâd, şehzâdeliğinden beri ilme pek meraklıydı ve
büyük bir âlim olarak yetişmişti. Hacı Bayram-ı Velî konuştukça, ilminin
yüksekliğini daha iyi anladı. Tâ Ankara'dan buraya kadar getirttiğine çok
üzüldü, tanışmakla şereflendiği için de çok sevindi. Tasavvuftaki bâzı
müşkillerini Hacı Bayram-ı Velî'ye sordu. Aldığı cevaplardan ziyâdesiyle memnun
oldu. Pekçok ihsânda bulunup, hediyeler verdi. Fakat Hacı Bayram-ı Velî;
"Sultânım! Bizim dünyâ malında gözümüz yoktur. Siz onları, ihtiyâcı olanlara
veriniz." diyerek nâzikçe reddetti. Pâdişhâh ısrar edince de; "Mutlaka ihsânda
bulunmak istiyorsanız, talebelerimizin, devlete vereceği vergilerden muaf
tutulmasını arzu ederiz." dedi. Pâdişâh da memnuniyetle kabûl etti. Hacı
Bayram-ı Velî'yi günlerce sarayda misâfir etti, izzet ve ikrâmda bulundu.
Başbaşa sohbet ettiği
günlerden birinde; konu İstanbul'un fethine gelmişti. Murâd Han Gâzi; "Allahü
teâlânın izniyle, evliyânın himmet ve bereketleriyle İstanbul'u almak istiyorum.
Rahmetli dedem Yıldırım Bâyezîd Han bu işe girişti. Fakat bir netice elde
edemedi. Devlet-i âl-i Osman'ın topraklarının ortasında bir Bizans Devletinin
olmasına hiç gönlüm râzı değil. Sevgili Peygamberimizin de fethini müjdelediği
bu İstanbul bize lâzım. Bunu almak için de himmetinizi, yardımınızı bekliyorum."
Dedi. Murâd Han bu sözleri söylerken, Hacı Bayram-ı Velî derin bir tefekküre
dalmış, onu dinliyordu. Sultanın sözü bittikten bir süre sonra şöyle konuştu:
"Sultânım! Bu şehrin alınışını görmek ne size, ne de bize nasîb olacak.
İstanbul'u almak, şu beşikte yatan Muhammed'e (Fâtih Sultan Mehmed Han) ve onun
hocası, bizim Köse Akşemseddîn'e nasîb olsa gerektir." müjdesini verdi. Sonra
geleceğin Fâtih'ini kucağına aldı. Onun gözlerine bakarak, uzun uzun
teveccühlerde bulundu. Sultan Murâd Han, bu müjdeye çok sevindi. Oğlu şehzâde
Muhammed'e ve Akşemseddîn'e artık başka bir nazar ile bakmaya başladı.
Hacı Bayram-ı Velî
hazretleri Edirne'de bulunduğu müddet içinde, câmilerde vâz verip, halka
nasîhatlerde bulundu. Edirneliler de onu çok sevdiler. Onun hangi câmide nasîhat
edeceğini öğrenip, oraya akın akın giderlerdi. Pâdişâh da onun Edirne'de
kalmasını istiyordu. Fakat Hacı Bayram-ı Velî, Ankara'ya talebelerinin başına
dönüp, onları yetiştirmeye devâm etmek istediğini bildirdi.
Pâdişâha nasîhatlerde
bulunduktan ve onunla vedâlaştıktan sonra yola koyuldu. Önce Gelibolu'ya geldi.
Orada Yazıcızâde Ahmed Bîcân ve Muhammed Bîcân kardeşlerle görüştü. Bir müddet
onları yetiştirmek için orada kaldı. Onların Bayramiyye yoluna girerek,
tasavvufta ilerlemelerine sebeb oldu. Muhammed Efendi, yazdığı Muhammediyye'yi
hocası Hacı Bayram-ı Velî'ye takdim ettiğinde; "Ey Muhammed! Bu kitabı
yazacağına, kalbinin nûrlanması için çalışsan, nefsini terbiye etmek için
uğraşıp onu yola getirseydin daha iyi olmaz mıydı?" buyurduğunda, Muhammed Bîcân
bir "Âhh!" çekti ki, o anda kitabın açık olan sahifeleri "Âhh" ateşinden kararıp
simsiyah oldu. Hacı Bayram-ı Velî, kısa zamanda bu iki kardeşe icâzet, diploma
vererek, insanları hak yola dâvet ve bu yolda ilerletmekle görevlendirdi.
Tâbiînin ve âlimlerin
büyüklerinden veli Ebû Eyyûb Meymûn bin Mihrân (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: “Eğer bir kimse sana hased ediyorsa, sen onun şerrinden korunmak
istiyorsan, işlerini ondan gizli yap.”
Aklî ve naklî ilimlerde
derin âlim, tasavvuf ehli ve velî Muhammed Kudsî Bozkırî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) Karacahisar'a geri dönüp yeniden insanlara feyz saçmaya başladı.
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını insanlara tebliğ etti. O belde insanlarının
kendisine çok alâka göstermesi, bâzı kimselerin hasedine yol açtı. Hattâ
kendisini tüfekle öldürmeye kalkıştılar. Ama Allahü teâlânın izniyle, bir
kerâmet olarak kendisine doğru tutulan tüfek yana çevrildi. Bu kerâmeti meşhûr
olunca, Karacahisar'da duramaz oldu. O zaman Hâce köyü nâmıyla meşhûr olan
Üçpınar kasabasına hicret etti. Burada da on yedi sene kalıp tâliblerine ilim ve
feyz saçtı. Ancak orada da fitne ve fesat ateşi körüklendi. Bâzı kendini bilmez
câhil kimselerin muhâlefetine mâruz kaldı. Oradan Seydişehir'e hicret etti.
Seyyid Hârun Velî hazretlerinin şehri olan Seydişehir'de, âdetâ bir güneş gibi
doğdu. Çevreye ışık saçtıklarını iddiâ eden bâzı kimselerin yıldızları söndü.
Hattâ kendi talebelerinden Abdullah Efendi adında birisi bile, onun bu
ihtişâmına dayanamayıp hased etti. Muhammed Kudsî Efendi, bu hâle çok üzüldü.
Onların affedilmeleri ve hidâyete kavuşmaları için duâ etti. Bu sırada
Üçpınarlılar, hatâlarını anlayıp, içlerinden beş yüz kimseyi seçerek, özür
dilemek ve Muhammed Kudsî Efendiyi tekrar memleketlerine dâvet etmek üzere
Seydişehir'e göndermişlerdi. Muhammed Kudsî Efendi, Seydişehir yakınlarında
Çavuş köyünde bulunduğu bir sırada, Üçpınarlılar geldiler. Hemşehrilerinin
dâvetini kendisine bildirdiler. Ancak Muhammed Kudsî Efendinin büyüklüğünü ve
kıymetini takdir ve tasdik eden Çavuş köyü ahâlisi, onun Üçpınar'a gitmesine
rızâ göstermediler. Her iki taraf da inleyerek, sızlayarak gece yarılarına kadar
yalvardılar. Hangi tarafa meyletse öbür taraf kırılacaktı. Muhammed Kudsî
Efendi, zor durumda kaldı. Teheccüd namazını kılıp, Allahü teâlâya el açtı.
Allahü teâlânın rızâsı için kendisini dâvet eden bu müslümanların hiçbirini
kırmak istemiyordu. Duâ edip, bu dünyâdan göçmenin, zorluktan kurtulmanın en
kısa yol olduğunu gördü. Allahü teâlâya duâ etti. "Biliniz ki, Allahü teâlânın
evliyâsı için azâb korkusu, nîmetlere kavuşmamak üzüntüsü yoktur" meâlindeki
Yûnus sûresi altmış ikinci âyet-i kerîmesini okuyup gözlerini yumdu. Sabahtan
kuşluk vaktine kadar "Allah... Allah..." dedi. Kuşluk vakti rûhunu Rahmana
teslim edip, bu sıkıntılı dünyâdan ebedî güzellikler âlemine göçüp gitti. Cenâze
namazı Çavuş köyünde kılındı. Aynı köyde defnedildi. Kabr-i şerîfi onun
büyüklüğünü bilenler tarafından ziyâret edilip, feyzinden istifâde edilmektedir.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Hasedden
zararlı kalb hastalığı yoktur. Âlimlerin âfeti de ondandır."
Meşhûr velîlerden Şeyh
Hasan (rahmetullahi teâlâ aleyh) efendiyi, birisi hased eder ve
kahvehânelerde devamlı aleyhinde konuşurdu. Bu uygunsuz davranışı üzerine Hasan
Efendi onu zaman zaman îkâz ederdi. Ancak bir türlü bu huyundan vaz geçmedi. Bir
gün yine aleyhinde uygunsuz sözler söyledi. Sevenlerinden biri Hasan Efendiye
gidip durumu anlatınca, Hasan Efendi çok yüksek sesle ve sesi kesilinceye kadar;
"Bizden vaz geçmezler mi?" diye bağırdı. O gece kendisine dil uzatıp, aleyhinde
konuşan kimsenin boğazında bir yara çıktı. Günlerce konuşamadı, sonra öldü.
Tâbiîn devrinde
yetişen büyük âlim ve velî Vehb bin Münebbih (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Hasedcinin yâni başkalarını çekememenin alâmeti de üçtür. Hased
ettiği kimse, yanında yoksa, gıybetini eder. Yanında bulunduğu zaman dalkavukluk
yapar. Onun başına bir belâ geldiği zaman sevinir."
Büyük velîlerden Ya’kûb
Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Dünyâda hiç kimseye
hased etmedim. Ancak dünyâya gelmeyenlere gıbta ettim. Şu üç şeyden dolayı
onların hâllerine imrendim. Birincisi, bu âlem ayrılık ateşiyle yanma yeridir.
Dünyâya gelmeyenlerde böyle bir firâk hâli yoktur. İkincisi, bize verilen vücûd
nîmetinin ve sayısız diğer nîmetlerin şükrünü edâ etmekten âciziz. Bizde, bu
acziyetten dolayı mahcûbiyet vardır. Dünyâya gelmeyenlerde ise, böyle bir
mahcûbiyet yoktur. Üçüncüsü ise, bizler, kemâl mertebesinde istidâda sâhib
olmadığımızdan, hep derd-i hüsrân içinde bulunuruz. Bu dert, dünyâ lezzetlerini
ve yüzdeki neşe ve sürûru alıp götürür. Dünyâya gelmeyenlerin ise, bu lezzet ve
neşeden mahrûm olmaları gibi bir durumları yoktur.” |
|