CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HAC – NAMAZ – ORUÇ – ZEKÂT (H - Ş)

Evliyânın büyüklerinden Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: Bir kimse beş vakit namazından birini kılmasa ve hangisini kılmadığını bilmese ne yapması îcâb eder?" diye suâl edildiğinde; "Bu gibilerin kalbi Hak'tan gâfildir. Cezâ olarak beş vakit namazın hepsini kazâ etmelidir.

Hindistan'ın büyük velîlerinden Hacı Hıdır Efgân hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubu şöyledir:

"Kıymetli mektubunuz geldi. İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç gelmemek, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Hele namazın tadını duymak, nihâyete yetişmeyenlere nasîb olmaz. Hele farz namazların tadını almak, ancak onlara mahsûstur. Çünkü nihâyete yaklaşanlara nâfile namazların tadını tattırırlar. Nihayette ise yalnız farz namazların tadı duyulur. Nâfile namazlar zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanç bilinir. Fârisî mısrâ tercümesi:

Bu iş büyük nîmettir. Acaba kime verirler?

Namazların hepsinde hâsıl olan lezzetten, nefse bir pay yoktur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekte, feryâd etmektedir. Yâ Rabbî! Bu ne büyük rütbedir. Arabî mısrâ tercümesi:

"Nîmete kavuşanlara âfiyet olsun."

Bizim gibi ruhları hasta olanların bu sözleri duyması da, büyük bir nîmettir ve hakîkî saâdettir. Fârisî mısrâ tercümesi:

"Bâri kalbimize bir tesellî olsun."

İyi biliniz ki, dünyâda namazın rütbesi, derecesi, âhirette, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir. Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zaman, namaz kıldığı zamandır. Âhirette en yakın olduğu zaman da, rüyet yâni Allahü teâlâyı gördüğü zamandır. Dünyâdaki bütün ibâdetler, insanı namaz kılabilecek bir hâle getirmek içindir. Asıl maksad namaz kılmaktır. Saâdet-i ebediyye ve sonsuz nîmetlere kavuşmanızı dilerim."

Evliyânın büyüklerinden Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: "Namazını, artık dünyâdan ayrılıyormuş gibi kıl."

Osmanlıların en meşhûr fıkıh âlimi ve velî İbn-i Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı, bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de, namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin emrettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmiştir. Mükellef olan yâni âkil ve bâliğ olan her müslümanın, her gün beş vakit namazı kılması "Farz-ı ayn"dır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiştir. Mîrâc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir yıl önce, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâcdan önce, yalnız sabah ve ikindi namazı vardı."

Evliyânın büyüklerinden İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namaz, kalbi günah kirlerinden temizler. Gayb perdelerini açar."

Büyük velîlerden İbn-i Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Ebû Amr Züccâcî'ye; "Farz namazlarda ilk tekbiri getirirken neden hâlin değişiyor?" diye sordu. Züccâcî şöyle cevap verdi: "Bir farza sıdk ve doğrulukla başlamamak husûsunda korkuyorum. Bir kimse "Allahü ekber" (Allah en büyüktür) der de kalbinde O'ndan büyük bir şey bulunursa veya ömür boyunca O'ndan başka birinin yüceliğini ve büyüklüğünü kabûl ederse, kendini kendi diliyle yalanlamış olur."

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.

Tâbiînin tanınmışlarından ve evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız. Evlerinizi onda namaz kılarak nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki, böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini, Allahü teâlâyı anarak süslüyor." Derler."

Yine buyurdular ki: "Ne mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan, günâhlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını gizleyen kulları ile, meleklerine övünür."

"Allahü teâlâya yemin ederim ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günâhları giderir."

"Eğer sizden biriniz, iki rekat nâfile namazın sevâbını bilseydi, onu dağlardan daha büyük görürdü.

Farz namazlara gelince, artık onun sevâbını ifâde etmek (açıklamak) mümkün değildir."

Evliyânın meşhûrlarından Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) her işinde olduğu gibi nâfile namazları kılma husûsunda da sünnete uyardı. Namaz kılarken namazın tâdil-i erkânına, edeblerine riâyet eder, hudû', huşû' ve tumânînet içinde olurdu. Kıyâmda ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamâmen kurtulmuş bir hâlde namaz kılardı. Her hafta, peşi peşine olmak üzere; pazartesi, salı, çarşamba ve perşembe günleri bâzan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme husûsunda da sünnete uyardı. Aslâ bid'at işlemezdi. Hiçbir bid'ati beğenmez ve kabûl etmezdi. Bid'at sâhiplerinden uzak durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün olanları huzûruna kabûl etmez, zenginlerle görüşmezdi.

Osmanlı âlim ve velîlerinden Mahmûd Kefevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gerek Sinop'ta bulunduğu sırada, gerekse daha önceki zamanlarda çok defâ sevgili Peygamberimizi rüyâsında görüp, müşküllerini O'na sorardı. Bir defâsında İstanbul'da iken rüyâsında kendisini Resûlullah efendimizin husûsî meclisinde gördü. Tam bir edep ve tevâzû içinde mübârek dizlerini öpüp, her iki yanına yüzünü sürdü. Kırıklık ve mahcûbiyetle; "Yâ Resûlallah! Bir kimse namazda şüphe edip, kaç rekat kıldığını bilemezse, fakihler ve müctehidler fetvâ verdiler ki: "Zann-ı gâlib üzere devâm etsin, onu bozup tekrar baştan kılmasın." dediler. Bu hal bana çok ârız oluyor. Şüpheyi kaldırmak için bozup tekrar kılmak bana tenbellik verip zor gelmiyor. Öyle olduğunda ben o namazı bozup tekrar kılmak is terim. Fermân-ı âliniz nedir?" diye sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Onu tekrar etme. Fukahânın ictihâdına göre zann-ı gâlibin üzerine devâm edip kıl." buyurdular.

Büyük velîlerden Ma'rûf-ı Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin yanına Yahyâ bin Mâîn ile Ahmed bin Hanbel hazretleri geldiler. Yahyâ bin Mâîn, Ma'rûf-ı Kerhî'ye Secde-i sehv'i sormak istiyordu. Ahmed bin Hanbel,Yahyâ'ya; "Sus!" dedi. Fakat o susmadı ve; "Yâ Ebel-Mahfûz, Secde-i sehv hakkında ne dersin?" diye sordu. Ma'rûf-ı Kerhî; "Kalbin namazdan gâfil olup, namazdan başka bir şeyle meşgûl olmasından dolayı bir cezâdır." deyince, Ahmed bin Hanbel; "Bu ne güzel ve ne mânâlı bir cevaptır." buyurdu.

Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri bir gün namaz kılmak için ikâmet okudu ve sonra Muhammed bin Ebî Tevbe'nin öne geçip namaz kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı, müezzinlik yaptı. Muhammed bin Ebî Tevbe imâmlık yapmaktan çekindi ve Ma'rûf-ı Kerhî'ye; "Eğer bu namazı kıldırırsam başka namaz kıldırmam" dedi. Ma'rûf-ıKerhî bu sözü beğenmedi ve; "Nefsinden konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını düşünmek (başka bir namaz vaktine kadar yaşayacağım diye konuşmak) tûl-i emel (uzun arzû) sahibi olmaktır. Tûl-i emel sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü tûl-i emel, hayırlı amel yapmaya mâni olur." buyurdular.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bülûğ çağına geldiği günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile olmuş olur." buyururdu.

Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Güneşin doğuşundan, güneşe gözle bakılabildiği sürede (işrak zamanına kadar) namaz kılmak haramdır. Ancak işrak vaktinden sonra nâfile kılmak mübah olur."

Velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Ebû Bekr Abdullah bin Hasan bin Nühhâs şöyle anlatmıştır: “Babam  onu çok severdi. Bir Cumâ günü bana, Cumâ namazını onun arkasında kılacağım dedi. Ben de berâber aynı câmiye gittim. Benim mezhebimde Fâtiha'dan önce Besmele çekilir. Onun tâbi olduğu mezhebde çekilmez. Acabâ bundan namazıma bir zarar gelir mi diye düşünmüştüm. Mescide vardık. Muhammed bin Ahmed hazretleri orada idi. Babama selâm verip, sarıldı. Sonra; "Kardeşim namazını kıl, kalbini hoş tut. Çünkü ben, insanlara imâm olduğum günden beri her namazda Fâtiha’dan önce Besmele çekiyorum. Babam bana dönüp, bunu unutma!" dedi.”

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4. mektubunda şöyle buyurmaktadır:

...İyi biliniz ki, namaz dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak, cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır. Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar, namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın sevgili Peygamberi buyurdu ki: "Bir mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûriler onu karşılar. Bu hâl, namaz bitinceye kadar devâm eder."

Büyük velîlerden Muhammed Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Teşehhüdde parmak kaldırmamak hakkında Hanefî mezhebine göre bir risâle yazıp, buyurdular ki: "Evlâ olan, parmak kaldırmamaktır." Parmak kaldırılmasının gerekli olduğunu iddiâ eden âlimler, risâledeki cevaplar karşısında şaşırıp kaldılar.

Tâbiînin, zâhid, âbid ve müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yirmi yıl çok sıkı bir şekilde namaza kalktım. Bütün bu yirmi yıl boyunca, onun nîmetini topladım."

Sâlih zâtlardan birisi için şöyle buyurdular: "Bir gün bu zât, arkadaşlarına; "Rabbimin beni andığı zamanı biliyorum." dedi. Arkadaşları buna hayret ettiler. "Pekâlâ, bu nasıl olur?" dediler. O da; "Ben, Allahü teâlâyı andığım zaman. Çünkü Allahü teâlâ, kul kendisini anınca, O da, kulunu anacağını bildiriyor." dedi.

Yine buyurdular ki: "Öyle insanlara yetiştim ki, çok namaz kılmaktan başlarını yastığa koyacak vakit bulamazlardı."

Tâbiîn devrinde Medîne'de yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kırlarda namaz kılan kimsenin, sağında ve solunda iki melek durur ve onunla kılarlar. Ezan okur ve kâmet getirirse arkasında dağlar gibi melekler saf bağlar."

Büyük velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ömrünün sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Bir gün zikirden bahsederken; "Allahü teâlâyı hakkıyla zikreden, ölüyü diriltmeyi kast ederse, dirilir." dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa kalktı.

Horasan'ın büyük velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namaza başlarken elleri kulaklara kaldırıp tekbîr almak; Allah'tan başka her şeyi arkaya atıp iki dünyâyı bıraktım, yüzümü senin cemâline çevirdim demektir."

Hindistan’ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:  “Namaz şu üç şeyden ibârettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek, kalbin hudû ve huşû hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudû ve huşû üzere olması, Allahü teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek şeklidir. 3) Âzâları, bu huşû ve hudû hâline göre bulundurmak, ona göre hareket etmek.”

Namaz kılmak lezzeti bir müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat etmesi husûsunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”

Hindistan'da yaşayan evliyânın büyüklerinden Tâhir-i Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazdığı mektuplardan birisi:

"Allahü teâlâya hamdü senâ olsun! O'nun sevdiği, iyi insanlara selâmetler olsun! Canpûr'dan gönderdiğiniz mektup geldi. Rahatsız olduğunuzu okuyunca, üzüldük. Sıhhat haberini bekliyoruz. Vazifenize çok çalışınız! Hâsıl olan hâlleri bize yazınız! Ey sevgili kardeşim! Bu dünyâ, çalışmak yeridir. Ücret alınacak yer, âhirettir. Sâlih amelleri yapmağa uğraşınız! Bu amellerin en faydalısı ve ibâdetlerin en üstünü namaz kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Müminlerin mîrâcıdır. O hâlde, onu iyi kılmağa gayret etmelidir. Erkânını (yâni farzlarını), şartlarını, sünnetlerini ve edeblerini, istenildiği ve lâyık olduğu gibi yapmalıdır. Namazda tumânînete (yâni rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede, bütün âzânın hareketsiz kalmasına) ve tâdîl-i erkâna (yâni, bu dört yerde sükûn ve tumânînet bulduktan sonra, bir mikdar durmaya) dikkat etmelidir. Çok kimse bunlara dikkat etmeyip, namazlarını elden kaçırıyor. Tumânîneti ve tâdîl-i erkânı yapmıyorlar. Bunlara azâblar ve tehdîdler bildirilmiştir. Namaz, doğru kılınınca, kurtuluş ümîdi çoğalır. Çünkü, dînin direği dikilmiş olur. Seâdet-i ebediyyeye uçmak için tayyâre elde edilmiş olur.

 

"Âkıl isen kıl namâzı, çün seâdet tâcıdır,

Sen namâzı öyle bil ki, mü'minin mi'râcıdır!"

 (2'nci cild, 20'nci mektup)

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. İslâmiyetin emirlerine uymakta çok titiz davranırdı. Sevdikleriyle sohbet ederken ezan okunsa hemen; "Şimdi sizinle önce namazı kılalım. Sonra sohbetimize devâm ederiz." derdi. Berâberce namaz kılıp, ardından sohbete devâm ederlerdi. İkindinin ve yatsının sünnetlerini terk ettirmezlerdi. Öğle ve yatsının son sünnetlerinin dörder rekat kılınmasını tenbih ederlerdi. Teheccüdü terketmez, talebelerinden biri kalkmasa onu îkâz ederlerdi. Dergâhında teheccüde kalkmadık talebe kalmazdı. Nefsiyle mücâdelede önde giden talebelerini kıymetli tutardı. Dergâhta Derviş Mustafa adında biri vardı. Sesi çok güzeldi. Bir yaz gecesi üç gece sabah namazına kalkamadı. Ünsî Efendi talebelerine; "Mustafa'ya söyleyin sabah namazına gelsin." diye tenbih ettiler. O yine namaza gelmedi. Bunun üzerine Ünsî Efendi onu dergâhtan çıkardılar. Talebelerden biri sonradan; "Efendim, Derviş Mustafa'ya ne olaydı izin verilse de dergâha gelse. Zîrâ dergâha böyle biri lâzım." deyiverdi. O zaman Şeyh Ünsî Hasan Efendi hazretleri; "O üç gündür sabah namazına gelmedi. Biz ona tenbih ettik. Lâkin o bu tenbihimizi dinlemedi. Bu hal yarın hepinize sirâyet eder, bulaşır. Kendi nefsinin rahatını Allahü teâlânın emri üzerine tercih eden kimse bizim dergâhımıza yakışmaz. Gelmesin." buyurdular. Bundan sonra Derviş Mustafa dergâha alınmadı.

Mekke-i mükerremenin büyük âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkes geceleri uyurken, kendisi yatmaz, yatsı abdesti ile sabah namazını kılardı. Namazını bitirdikten sonra; “Yâ Rabbî! Eğer benim namazımda bir noksanlık kaldı ise beni affet. Büyük veya küçük günah işlemiş isem, onlara da tövbe ve istigfâr ediyorum.” Şeklinde duâ ederdi. Bir defâ secdede iken çok ağladı; “Yâ Rabbi! Beni affet.” diye duâ edip, çok göz yaşı döktü. Nihâyet; “Yâ Vüheyb seni affettim!” diye bir ses geldi.

Büyük velîlerden Ya’kûb Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, bir zaman bâzıları gelerek, namaz içinde gönüllerine çeşitli düşüncelerin geldiğinden yakındılar. Ya’kûb Germiyânî hazretleri; “Kırk yıldır değil namaz içinde, namaz dışında bile basîret gözüm, Allahü teâlânın rızâsından başka bir şeye bakmamıştır.” buyurduktan sonra, şöyle anlattı: “Bu yola girişimin ilk zamanlarıydı. Kendi hâlimde, kalbimle meşgûl olup, murâkabede idim. Birden önümde, çıplak bir kimse görünüverdi. “Avret yerini ört, yâhut da başka tarafa git!” dedim. Bu sözüme hiç aldırış etmedi. Gâyet mahzûn bir şekilde; “Ben dün kıldığın ikindi namazının sûreti, görünüşüyüm. Namazın sünnetleri benim libâsım (örtüm, elbisem) dır. Sen, bâzı dünyevî meşgûliyetler sebebiyle, namazın sünnetlerini terk eyledin. Onun için ben kıyâmete kadar bu hâlde kalsam gerektir.” dedi. O zaman, o çıplak sûret kendimmişim gibi öyle utanıp mahcûb oldum ve yaptığıma öyle pişman oldum ki, bu sebepten o andan îtibâren, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte tam bir âgâhlık ve uyanıklık içindeyim. Çok dikkatli davranmaya, gaflette bulunmamaya çok gayret ediyorum.”

Büyük velîlerden Yûsuf bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine  “Peygamber efendimizin; “Yâ Bilâl! Bizi ferahlandır.” hadîs-i şerîfi hakkında ne dersiniz?” dediler. Cevâbında buyurdu ki: “Bunun mânâsı; “Yâ Bilâl! Ezân okumakla, bizi dünyâ meşgalelerinden ve sözlerinden rahatlandır.” demektir. Çünkü, Peygamber efendimiz namazda rahatlardı. Namaz gözünün nûru idi.”

Tâbiîn devri âlim ve evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) oruçla ilgili olarak da şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: "Hilâli görünce oruca başlayınız. Hilâli görünce bayram yapınız. Eğer hava bulutlu olur da hilâli göremezseniz, otuza tamamlayınız."

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pazartesi ve perşembe günleri oruç tutardı ve; “Pazartesi günü Resûlullah efendimiz dünyâya teşrif buyurdular. Yine bugün, Peygamber olduğu bildirildi. Pazartesi günü âhirete irtihâl (vefât) buyurdular. Pazartesi ve Perşembe günü ameller Allahü teâlâya arz olunur.” dedi.

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Oruç tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve içmekten münezzehtir."

Cezâyir'de yetişen hadîs, kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) oruçlu olduğu bâzı günlerde; "Bugün oruçlu musunuz, yoksa oruçlu değil misiniz?" diye suâl edilince; "Ne oruçluyum. Ne de oruçlu değilim." derdi. Oruca niyetli olduğu için ve aynı zamanda kendisini hakîkî oruç tutanlardan saymadığı için böyle söylerdi. "Oruçlu olup olmadığınızı bilemiyor musunuz?" diyenlere de cevap vermez, sâdece tebessüm ederdi.

Hindistan’ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanın nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”

“İnsan, şehvetini oruç tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha tesirli bir çâre yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan kimseyi severler.”

“Oruç tutan cemiyetlere şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehennem’in kapıları da kapalıdır.”

Suriye'de yetişen evliyâdan Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnasında da ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdular ki: "Ramazân-ı şerîf ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak, istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak, sahuru tehir etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek sünnet-i müekkede olup birçok iyi neticeler verir.

Bu ayda sâlih ve iyi ameller yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi işleri başarmış olur. Bu ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya sığınıyorum) o yılı sonuna kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi gerekir. Bu ayın her gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd edilip serbest bırakılır. Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır, rahmet kapıları açılır."

Tâbiîn devrinin büyük hadîs, kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A'meş (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Ramazan ayında yapılan ibâdetler, gelecek Ramazana kadar, hac zamânında yapılan ibâdetler, gelecek hac zamânına kadar, cemâatle kılınan Cumâ namazı gelecek Cumâ'ya kadar, cemâatle kılınan vakit namazı da ondan sonraki vakit namazına kadar işlenen günahlara keffârettir. Ama büyük günah işlememek şartıyla."

Hindistan'da yetişen en büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.

Yine buyurdular ki: Zekât niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat daha sevapdır.

Hindistan’ın büyük velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Zekât, bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebeb olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”

Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevmeyen ve sohbetlerine gitmek isteyenlere mâni olan bir zât vardı. Bir gün Ebû Bekr-i Şiblî'yi imtihân için yanına gelerek; "Beş devenin zekâtı nedir?" diye sordu. Ebû Bekr-i Şiblî cevâb vermek istemedi ise de, o zâtın ısrârı üzerine şöyle dedi: "Şer'î ölçülere göre bir koyun, bu vâcibdir. Fakat bizim gibiler için olan hüküm ise, hepsini vermektir." Bunun üzerine o zât; "Bu dediğinle kime uyuyorsun? İmâmın kim?" diye suâl edince, Ebû Bekr-i Şiblî hiç düşünmeden; "Hazret-i Ebû Bekr. Ona uyuyorum. O evine gidip neyi varsa, Peygamber efendimize getirdi. Çocuklarına ne bıraktın? sorusuna "Allah ve Resûlünü" diye cevâp verdi" dedi. O zât bu cevâbı beğendi ve hiçbir şey söylemeden gitti. Bundan sonra da, Ebû Bekr-i Şiblî'nin sohbetine gidenlere mâni olmadı.