HAC – NAMAZ – ORUÇ – ZEKÂT (H - Ş)
Evliyânın büyüklerinden
Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: Bir kimse beş vakit
namazından birini kılmasa ve hangisini kılmadığını bilmese ne yapması îcâb
eder?" diye suâl edildiğinde; "Bu gibilerin kalbi Hak'tan gâfildir. Cezâ olarak
beş vakit namazın hepsini kazâ etmelidir.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Hacı Hıdır Efgân hazretlerine, hocası İmâm-ı Rabbânî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yazdığı mektubu şöyledir:
"Kıymetli mektubunuz geldi.
İçindekiler anlaşıldı. İbâdetlerden zevk duymak ve bunların yapılması güç
gelmemek, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Hele namazın tadını duymak,
nihâyete yetişmeyenlere nasîb olmaz. Hele farz namazların tadını almak, ancak
onlara mahsûstur. Çünkü nihâyete yaklaşanlara nâfile namazların tadını
tattırırlar. Nihayette ise yalnız farz namazların tadı duyulur. Nâfile namazlar
zevksiz olup, farzların kılınması büyük kâr, kazanç bilinir. Fârisî mısrâ
tercümesi:
Bu iş büyük nîmettir.
Acaba kime verirler?
Namazların hepsinde hâsıl
olan lezzetten, nefse bir pay yoktur. İnsan bu tadı duyarken, nefsi inlemekte,
feryâd etmektedir. Yâ Rabbî! Bu ne büyük rütbedir. Arabî mısrâ tercümesi:
"Nîmete kavuşanlara
âfiyet olsun."
Bizim gibi ruhları hasta
olanların bu sözleri duyması da, büyük bir nîmettir ve hakîkî saâdettir. Fârisî
mısrâ tercümesi:
"Bâri kalbimize bir
tesellî olsun."
İyi biliniz ki, dünyâda
namazın rütbesi, derecesi, âhirette, Allahü teâlâyı görmenin yüksekliği gibidir.
Dünyâda insanın Allahü teâlâya en yakın bulunduğu zaman, namaz kıldığı zamandır.
Âhirette en yakın olduğu zaman da, rüyet yâni Allahü teâlâyı gördüğü zamandır.
Dünyâdaki bütün ibâdetler, insanı namaz kılabilecek bir hâle getirmek içindir.
Asıl maksad namaz kılmaktır. Saâdet-i ebediyye ve sonsuz nîmetlere kavuşmanızı
dilerim."
Evliyânın büyüklerinden
Hâris el-Muhâsibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namazını,
artık dünyâdan ayrılıyormuş gibi kıl."
Osmanlıların en meşhûr fıkıh
âlimi ve velî İbn-i Âbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Âdem aleyhisselâmdan beri, her dinde bir vakit namaz vardı. Hepsinin kıldığı,
bir araya toplanarak bize farz edildi. Namaz kılmak, îmânın şartı değil ise de,
namazın farz olduğuna inanmak, îmânın şartıdır. Namaz, duâ demektir. Dînin
emrettiği, bildiğimiz ibâdete, namaz "salat" ismi verilmiştir. Mükellef olan
yâni âkil ve bâliğ olan her müslümanın, her gün beş vakit namazı kılması "Farz-ı
ayn"dır. Farz olduğu, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça
bildirilmiştir. Mîrâc gecesinde, beş vakit namaz emrolundu. Mîrâc, hicretten bir
yıl önce, Receb ayının yirmi yedinci gecesinde vukû buldu. Mîrâcdan önce, yalnız
sabah ve ikindi namazı vardı."
Evliyânın büyüklerinden
İbn-i Atâullah İskenderî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Namaz, kalbi günah kirlerinden temizler. Gayb perdelerini açar."
Büyük velîlerden İbn-i
Nüceyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; Ebû Amr Züccâcî'ye; "Farz
namazlarda ilk tekbiri getirirken neden hâlin değişiyor?" diye sordu. Züccâcî
şöyle cevap verdi: "Bir farza sıdk ve doğrulukla başlamamak husûsunda
korkuyorum. Bir kimse "Allahü ekber" (Allah en büyüktür) der de kalbinde O'ndan
büyük bir şey bulunursa veya ömür boyunca O'ndan başka birinin yüceliğini ve
büyüklüğünü kabûl ederse, kendini kendi diliyle yalanlamış olur."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: İbâdetlerin hepsini kendinde toplayan ve insanı Allahü
teâlâya en çok yaklaştıran şey namazdır.
Tâbiînin tanınmışlarından ve
evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Evlerinizi Allahü teâlâyı anmak sûretiyle nûrlandırınız.
Evlerinizi onda namaz kılarak nasiplendiriniz. Allahü teâlâya yemin ederim ki,
böyle yapanlar gök ehli arasında tanınırlar. Gök ehli; "Falan oğlu falan, evini,
Allahü teâlâyı anarak süslüyor." Derler."
Yine buyurdular ki: "Ne
mutlu evlerini mescid yapanlara. Mescidler, takvâ sâhiplerinin (haramlardan,
günâhlardan sakınanların) evleridir. Allahü teâlâ, namazını, orucunu ve zekâtını
gizleyen kulları ile, meleklerine övünür."
"Allahü teâlâya yemin ederim
ki, su kiri giderdiği gibi, beş vakit namaz da günâhları giderir."
"Eğer sizden biriniz, iki
rekat nâfile namazın sevâbını bilseydi, onu dağlardan daha büyük görürdü.
Farz namazlara gelince,
artık onun sevâbını ifâde etmek (açıklamak) mümkün değildir."
Evliyânın meşhûrlarından
Kayyûm-i Cihân Muhammed Seyfullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) her işinde
olduğu gibi nâfile namazları kılma husûsunda da sünnete uyardı. Namaz kılarken
namazın tâdil-i erkânına, edeblerine riâyet eder, hudû', huşû' ve tumânînet
içinde olurdu. Kıyâmda ve secdede uzun müddet dururdu. Kendinden geçmiş, kalbi
Allahü teâlâya yönelmiş, dünyâ düşüncelerinden tamâmen kurtulmuş bir hâlde namaz
kılardı. Her hafta, peşi peşine olmak üzere; pazartesi, salı, çarşamba ve
perşembe günleri bâzan da hafta boyunca oruç tutardı. Giyinme husûsunda da
sünnete uyardı. Aslâ bid'at işlemezdi. Hiçbir bid'ati beğenmez ve kabûl etmezdi.
Bid'at sâhiplerinden uzak durur, onları meclisine kabûl etmezdi. Dünyâya düşkün
olanları huzûruna kabûl etmez, zenginlerle görüşmezdi.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Mahmûd Kefevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) gerek Sinop'ta bulunduğu sırada,
gerekse daha önceki zamanlarda çok defâ sevgili Peygamberimizi rüyâsında görüp,
müşküllerini O'na sorardı. Bir defâsında İstanbul'da iken rüyâsında kendisini
Resûlullah efendimizin husûsî meclisinde gördü. Tam bir edep ve tevâzû içinde
mübârek dizlerini öpüp, her iki yanına yüzünü sürdü. Kırıklık ve mahcûbiyetle;
"Yâ Resûlallah! Bir kimse namazda şüphe edip, kaç rekat kıldığını bilemezse,
fakihler ve müctehidler fetvâ verdiler ki: "Zann-ı gâlib üzere devâm etsin, onu
bozup tekrar baştan kılmasın." dediler. Bu hal bana çok ârız oluyor. Şüpheyi
kaldırmak için bozup tekrar kılmak bana tenbellik verip zor gelmiyor. Öyle
olduğunda ben o namazı bozup tekrar kılmak is terim. Fermân-ı âliniz nedir?"
diye sordu. Bunun üzerine Peygamber efendimiz; "Onu tekrar etme. Fukahânın
ictihâdına göre zann-ı gâlibin üzerine devâm edip kıl." buyurdular.
Büyük velîlerden Ma'rûf-ı
Kerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin yanına Yahyâ bin Mâîn ile
Ahmed bin Hanbel hazretleri geldiler. Yahyâ bin Mâîn, Ma'rûf-ı Kerhî'ye Secde-i
sehv'i sormak istiyordu. Ahmed bin Hanbel,Yahyâ'ya; "Sus!" dedi. Fakat o susmadı
ve; "Yâ Ebel-Mahfûz, Secde-i sehv hakkında ne dersin?" diye sordu. Ma'rûf-ı
Kerhî; "Kalbin namazdan gâfil olup, namazdan başka bir şeyle meşgûl olmasından
dolayı bir cezâdır." deyince, Ahmed bin Hanbel; "Bu ne güzel ve ne mânâlı bir
cevaptır." buyurdu.
Ma'rûf-ı Kerhî hazretleri
bir gün namaz kılmak için ikâmet okudu ve sonra Muhammed bin Ebî Tevbe'nin öne
geçip namaz kıldırmasını istedi. Kendisi imâm olmadı, müezzinlik yaptı. Muhammed
bin Ebî Tevbe imâmlık yapmaktan çekindi ve Ma'rûf-ı Kerhî'ye; "Eğer bu namazı
kıldırırsam başka namaz kıldırmam" dedi. Ma'rûf-ıKerhî bu sözü beğenmedi ve;
"Nefsinden konuşuyorsun. Başka bir namaz kıldıracağını düşünmek (başka bir namaz
vaktine kadar yaşayacağım diye konuşmak) tûl-i emel (uzun arzû) sahibi olmaktır.
Tûl-i emel sâhibi olmaktan Allahü teâlâya sığınırız. Çünkü tûl-i emel, hayırlı
amel yapmaya mâni olur." buyurdular.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Merkez Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) bülûğ çağına geldiği
günden, ömrünün sonuna kadar, hiç cemâatsiz namaz kılmamıştır. Eğer öğle ve
yatsı namazlarında cemâate yetişememiş ise, namazını kılmış olanlardan birkaç
kimseye; "Hayâtımda hiç cemâatsiz farz namaz kılmadım. İmâm olayım da sizlerle
namaz kılalım. Aynı namazı tekrar kılmanın zararı olmaz. Sonra kıldığınız nâfile
olmuş olur." buyururdu.
Büyük velîlerden Muhammed
bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Güneşin
doğuşundan, güneşe gözle bakılabildiği sürede (işrak zamanına kadar) namaz
kılmak haramdır. Ancak işrak vaktinden sonra nâfile kılmak mübah olur."
Velî ve Hanbelî mezhebî
fıkıh âlimi Muhammed Kudâme (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri
hakkında Ebû Bekr Abdullah bin Hasan bin Nühhâs şöyle anlatmıştır:
“Babam onu çok severdi. Bir Cumâ günü bana, Cumâ namazını onun arkasında
kılacağım dedi. Ben de berâber aynı câmiye gittim. Benim mezhebimde Fâtiha'dan
önce Besmele çekilir. Onun tâbi olduğu mezhebde çekilmez. Acabâ bundan namazıma
bir zarar gelir mi diye düşünmüştüm. Mescide vardık. Muhammed bin Ahmed
hazretleri orada idi. Babama selâm verip, sarıldı. Sonra; "Kardeşim namazını
kıl, kalbini hoş tut. Çünkü ben, insanlara imâm olduğum günden beri her namazda
Fâtiha’dan önce Besmele çekiyorum. Babam bana dönüp, bunu unutma!" dedi.”
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
Mektûbât-ı Ma'sûmiyye'sinin 1. cild 4. mektubunda şöyle buyurmaktadır:
...İyi biliniz ki, namaz
dînin direğidir. Namaz kılan bir insan, dînini doğrultmuş olur. Namaz kılmayanın
dîni yıkılır. Namazları, müstehap zamanlarda, şartlarına ve edeblerine uygun
kılmalıdır. Bunlar fıkıh kitablarında bildirilmiştir. Namazları cemâatle
kılmalı, birinci tekbîri imâm ile birlikte almağa çalışmalıdır ve birinci safta
yer bulmalıdır. (Câmiye geç gelip, birinci safa geçmek için, safları yarmak,
cemâate eziyet vermek haramdır.) Bunlardan biri yapılmazsa mâtem tutmalıdır.
Kâmil bir müslüman, namaza durunca, sanki dünyâdan çıkıp âhirete girer. Çünkü
dünyâda Allahü teâlâya yaklaşmak, çok az nasîb olur. Eğer nasîb olursa o da
zılle, gölgeye, sûrete yakınlıktır. Âhiret ise, asla yakınlık yeridir. İşte
namazda, âhirete girerek, burada nasîb olan devletten hisse alır. Bu dünyâda
hasret ve firâk ateşi ile yanan susuzlar, ancak namaz çeşmesinin hayat suyu ile
serinleyip rahat bulur. Büyüklük ve mâbûdluk sahrâsında şaşırmış kalmış olanlar,
namaz gelininin çadır etekleri altında vuslatın (matlûba kavuşmanın) kokusunu
duyarak hayrân olurlar. Allahü teâlânın sevgili Peygamberi buyurdu ki: "Bir
mümin namaz kılmağa başlayınca, Cennet kapıları onun için açılır. Rabbi ile onun
arasında bulunan perdeler kalkar. Cennet'te olan hûriler onu karşılar. Bu hâl,
namaz bitinceye kadar devâm eder."
Büyük velîlerden Muhammed
Saîd Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Teşehhüdde parmak
kaldırmamak hakkında Hanefî mezhebine göre bir risâle yazıp, buyurdular ki:
"Evlâ olan, parmak kaldırmamaktır." Parmak kaldırılmasının gerekli olduğunu
iddiâ eden âlimler, risâledeki cevaplar karşısında şaşırıp kaldılar.
Tâbiînin, zâhid, âbid ve
müttekilerinden ve velî Sâbit bin Eslem el-Benânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Yirmi yıl çok sıkı bir şekilde namaza kalktım. Bütün bu
yirmi yıl boyunca, onun nîmetini topladım."
Sâlih zâtlardan birisi için
şöyle buyurdular: "Bir gün bu zât, arkadaşlarına; "Rabbimin beni andığı zamanı
biliyorum." dedi. Arkadaşları buna hayret ettiler. "Pekâlâ, bu nasıl olur?"
dediler. O da; "Ben, Allahü teâlâyı andığım zaman. Çünkü Allahü teâlâ, kul
kendisini anınca, O da, kulunu anacağını bildiriyor." dedi.
Yine buyurdular ki: "Öyle
insanlara yetiştim ki, çok namaz kılmaktan başlarını yastığa koyacak vakit
bulamazlardı."
Tâbiîn devrinde Medîne'de
yetişen yedi büyük âlimden biri olan Saîd bin Müseyyib (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kırlarda namaz kılan kimsenin, sağında ve solunda
iki melek durur ve onunla kılarlar. Ezan okur ve kâmet getirirse arkasında
dağlar gibi melekler saf bağlar."
Büyük velîlerden Sehl bin
Abdullah Tüsterî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin ömrünün
sonunda, el ve ayakları hareket etmez olmuştu. Namaz vakti gelince, el ve
ayakları açılır, namaz bitince, eskisi gibi hareketsiz olurdu. Bir gün zikirden
bahsederken; "Allahü teâlâyı hakkıyla zikreden, ölüyü diriltmeyi kast ederse,
dirilir." dedi ve elini, önünde duran bir sakata sürdü, sakat iyileşip, ayağa
kalktı.
Horasan'ın büyük
velîlerinden Sülemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namaza
başlarken elleri kulaklara kaldırıp tekbîr almak; Allah'tan başka her şeyi
arkaya atıp iki dünyâyı bıraktım, yüzümü senin cemâline çevirdim demektir."
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Namaz
şu üç şeyden ibârettir. 1) Allahü teâlânın azametini ve büyüklüğünü düşünerek,
kalbin hudû ve huşû hâlinde olması, 2) Dilin, Allahü teâlânın azamet ve
kibriyâsını, büyüklüğünü söylemesi. Kulun hudû ve huşû üzere olması, Allahü
teâlânın azamet ve kibriyâsını, celâlini, ifâde etmesi hâlinde en yüksek
şeklidir. 3) Âzâları, bu huşû ve hudû hâline göre bulundurmak, ona göre hareket
etmek.”
Namaz kılmak lezzeti bir
müminde yerleşince, artık o kimse Allahü teâlânın nûruna dalar. Namaz o kimsenin
hatâ ve günâhlarına keffâret olur. Çünkü iyilikler, kötülükleri yok eder. Allahü
teâlâyı tanımak için namazdan daha faydalı bir şey yoktur. Bilhassa namaz, kalp
huzûru ve ihlâs ile kılınırsa çok kıymetli olur. Nefsin akl-ı selîme itâat
etmesi husûsunda namazdan daha faydalı bir şey yoktur.”
Hindistan'da yaşayan
evliyânın büyüklerinden Tâhir-i Bedahşî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine, İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yazdığı mektuplardan birisi:
"Allahü teâlâya hamdü senâ
olsun! O'nun sevdiği, iyi insanlara selâmetler olsun! Canpûr'dan gönderdiğiniz
mektup geldi. Rahatsız olduğunuzu okuyunca, üzüldük. Sıhhat haberini bekliyoruz.
Vazifenize çok çalışınız! Hâsıl olan hâlleri bize yazınız! Ey sevgili kardeşim!
Bu dünyâ, çalışmak yeridir. Ücret alınacak yer, âhirettir. Sâlih amelleri
yapmağa uğraşınız! Bu amellerin en faydalısı ve ibâdetlerin en üstünü namaz
kılmaktır. Namaz, dînin direğidir. Müminlerin mîrâcıdır. O hâlde, onu iyi
kılmağa gayret etmelidir. Erkânını (yâni farzlarını), şartlarını, sünnetlerini
ve edeblerini, istenildiği ve lâyık olduğu gibi yapmalıdır. Namazda tumânînete
(yâni rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede, bütün âzânın hareketsiz kalmasına)
ve tâdîl-i erkâna (yâni, bu dört yerde sükûn ve tumânînet bulduktan sonra, bir
mikdar durmaya) dikkat etmelidir. Çok kimse bunlara dikkat etmeyip, namazlarını
elden kaçırıyor. Tumânîneti ve tâdîl-i erkânı yapmıyorlar. Bunlara azâblar ve
tehdîdler bildirilmiştir. Namaz, doğru kılınınca, kurtuluş ümîdi çoğalır. Çünkü,
dînin direği dikilmiş olur. Seâdet-i ebediyyeye uçmak için tayyâre elde edilmiş
olur.
"Âkıl isen kıl namâzı, çün
seâdet tâcıdır,
Sen namâzı öyle bil ki,
mü'minin mi'râcıdır!"
(2'nci cild, 20'nci mektup)
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri,
sohbetleriyle çok talebe yetiştirdi. İslâmiyetin emirlerine uymakta çok titiz
davranırdı. Sevdikleriyle sohbet ederken ezan okunsa hemen; "Şimdi sizinle önce
namazı kılalım. Sonra sohbetimize devâm ederiz." derdi. Berâberce namaz kılıp,
ardından sohbete devâm ederlerdi. İkindinin ve yatsının sünnetlerini terk
ettirmezlerdi. Öğle ve yatsının son sünnetlerinin dörder rekat kılınmasını
tenbih ederlerdi. Teheccüdü terketmez, talebelerinden biri kalkmasa onu îkâz
ederlerdi. Dergâhında teheccüde kalkmadık talebe kalmazdı. Nefsiyle mücâdelede
önde giden talebelerini kıymetli tutardı. Dergâhta Derviş Mustafa adında biri
vardı. Sesi çok güzeldi. Bir yaz gecesi üç gece sabah namazına kalkamadı. Ünsî
Efendi talebelerine; "Mustafa'ya söyleyin sabah namazına gelsin." diye tenbih
ettiler. O yine namaza gelmedi. Bunun üzerine Ünsî Efendi onu dergâhtan
çıkardılar. Talebelerden biri sonradan; "Efendim, Derviş Mustafa'ya ne olaydı
izin verilse de dergâha gelse. Zîrâ dergâha böyle biri lâzım." deyiverdi. O
zaman Şeyh Ünsî Hasan Efendi hazretleri; "O üç gündür sabah namazına gelmedi.
Biz ona tenbih ettik. Lâkin o bu tenbihimizi dinlemedi. Bu hal yarın hepinize
sirâyet eder, bulaşır. Kendi nefsinin rahatını Allahü teâlânın emri üzerine
tercih eden kimse bizim dergâhımıza yakışmaz. Gelmesin." buyurdular. Bundan
sonra Derviş Mustafa dergâha alınmadı.
Mekke-i mükerremenin büyük
âlim ve velîlerinden Vüheyb bin Verd (rahmetullahi teâlâ aleyh) herkes
geceleri uyurken, kendisi yatmaz, yatsı abdesti ile sabah namazını kılardı.
Namazını bitirdikten sonra; “Yâ Rabbî! Eğer benim namazımda bir noksanlık kaldı
ise beni affet. Büyük veya küçük günah işlemiş isem, onlara da tövbe ve istigfâr
ediyorum.” Şeklinde duâ ederdi. Bir defâ secdede iken çok ağladı; “Yâ Rabbi!
Beni affet.” diye duâ edip, çok göz yaşı döktü. Nihâyet; “Yâ Vüheyb seni
affettim!” diye bir ses geldi.
Büyük velîlerden Ya’kûb
Germiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, bir zaman bâzıları
gelerek, namaz içinde gönüllerine çeşitli düşüncelerin geldiğinden yakındılar.
Ya’kûb Germiyânî hazretleri; “Kırk yıldır değil namaz içinde, namaz dışında bile
basîret gözüm, Allahü teâlânın rızâsından başka bir şeye bakmamıştır.”
buyurduktan sonra, şöyle anlattı: “Bu yola girişimin ilk zamanlarıydı. Kendi
hâlimde, kalbimle meşgûl olup, murâkabede idim. Birden önümde, çıplak bir kimse
görünüverdi. “Avret yerini ört, yâhut da başka tarafa git!” dedim. Bu sözüme hiç
aldırış etmedi. Gâyet mahzûn bir şekilde; “Ben dün kıldığın ikindi namazının
sûreti, görünüşüyüm. Namazın sünnetleri benim libâsım (örtüm, elbisem) dır. Sen,
bâzı dünyevî meşgûliyetler sebebiyle, namazın sünnetlerini terk eyledin. Onun
için ben kıyâmete kadar bu hâlde kalsam gerektir.” dedi. O zaman, o çıplak sûret
kendimmişim gibi öyle utanıp mahcûb oldum ve yaptığıma öyle pişman oldum ki, bu
sebepten o andan îtibâren, Allahü teâlânın emirlerini yerine getirmekte tam bir
âgâhlık ve uyanıklık içindeyim. Çok dikkatli davranmaya, gaflette bulunmamaya
çok gayret ediyorum.”
Büyük velîlerden Yûsuf
bin Hüseyin Râzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine “Peygamber
efendimizin; “Yâ Bilâl! Bizi ferahlandır.” hadîs-i şerîfi hakkında ne dersiniz?”
dediler. Cevâbında buyurdu ki: “Bunun mânâsı; “Yâ Bilâl! Ezân okumakla, bizi
dünyâ meşgalelerinden ve sözlerinden rahatlandır.” demektir. Çünkü, Peygamber
efendimiz namazda rahatlardı. Namaz gözünün nûru idi.”
Tâbiîn devri âlim ve
evliyâsından Amr bin Dînâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) oruçla ilgili
olarak da şu hadîs-i şerîfi rivâyet ettiler: "Hilâli görünce oruca başlayınız.
Hilâli görünce bayram yapınız. Eğer hava bulutlu olur da hilâli göremezseniz,
otuza tamamlayınız."
Tâbiînden, meşhûr hadîs
hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) pazartesi
ve perşembe günleri oruç tutardı ve; “Pazartesi günü Resûlullah efendimiz
dünyâya teşrif buyurdular. Yine bugün, Peygamber olduğu bildirildi. Pazartesi
günü âhirete irtihâl (vefât) buyurdular. Pazartesi ve Perşembe günü ameller
Allahü teâlâya arz olunur.” dedi.
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin yirmi ikincisi
olan Muhammed Bâkî-billah (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Oruç
tutmak, Allahü teâlânın sıfatıyla sıfatlanmaktır. Zîrâ Allahü teâlâ yemekten ve
içmekten münezzehtir."
Cezâyir'de yetişen hadîs,
kelâm, mantık ve kırâat âlimi Senûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) oruçlu
olduğu bâzı günlerde; "Bugün oruçlu musunuz, yoksa oruçlu değil misiniz?" diye
suâl edilince; "Ne oruçluyum. Ne de oruçlu değilim." derdi. Oruca niyetli olduğu
için ve aynı zamanda kendisini hakîkî oruç tutanlardan saymadığı için böyle
söylerdi. "Oruçlu olup olmadığınızı bilemiyor musunuz?" diyenlere de cevap
vermez, sâdece tebessüm ederdi.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “İnsanın
nefsi bâzan taşkınlık yapar. Bu sebeple insan, şehvetine, arzu ve isteklerine
uyar. İnsanın nefsini böyle işlerden muhâfaza etmesi için bâzı çârelere
başvurması gerekir. Oruç bu hususta en güzel çâredir.”
“İnsan, şehvetini oruç
tutmak sûretiyle kırar. Oruç insanın kötü isteklerini zayıflatır. Rûhun
parlaması, şehvetin ve kötü arzuların kırılmasında oruçtan daha tesirli bir çâre
yoktur. Kişi oruç tutmak sûretiyle şehvet ve kötü arzularından ne kadar
sıyrılabilmişse, oruç o derece günahlarına keffâret olur. Melekler oruç tutan
kimseyi severler.”
“Oruç tutan cemiyetlere
şeytan tesir etmez. Çünkü o cemiyette oruç tutulduğu için şeytanlar
bağlanmışlardır. Onlar için Cennet’in kapıları açık, Cehennem’in kapıları da
kapalıdır.”
Suriye'de yetişen evliyâdan
Ahmed Haznevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbeti esnasında da
ramazân-ı şerîf ayının fazîletiyle ilgili olarak buyurdular ki: "Ramazân-ı şerîf
ayında Peygamber efendimizin âdet-i şerîfi, esirleri serbest bırakmak,
istedikleri şeyleri onlara vermekti. Bu ayda akşam olunca orucu acele açmak,
sahuru tehir etmek, terâvih namazı kılıp, Kur'ân-ı kerîm okuyup hatim etmek
sünnet-i müekkede olup birçok iyi neticeler verir.
Bu ayda sâlih ve iyi ameller
yapmayı başaran bir kimse o senenin sonuna kadar da iyi işleri başarmış olur. Bu
ayı günâh işlemekle geçse ki (bundan Allahü teâlâya sığınıyorum) o yılı sonuna
kadar günah işlemekle geçirecektir. Öyle ise müslümanın, mümkün olduğu kadar bu
ayda aklını Allah yoluna verip çalışması, bu ayı kendine ganîmet bilmesi
gerekir. Bu ayın her gecesinde, Cehennem ateşine müstehak binlerce kimse âzâd
edilip serbest bırakılır. Cehennem kapıları kapatılıp, şeytanlar bağlanır,
rahmet kapıları açılır."
Tâbiîn devrinin büyük hadîs,
kırâat, fıkıh imâmlarından ve velî A'meş (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Ramazan ayında yapılan ibâdetler, gelecek Ramazana kadar, hac
zamânında yapılan ibâdetler, gelecek hac zamânına kadar, cemâatle kılınan Cumâ
namazı gelecek Cumâ'ya kadar, cemâatle kılınan vakit namazı da ondan sonraki
vakit namazına kadar işlenen günahlara keffârettir. Ama büyük günah işlememek
şartıyla."
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Malı zarardan korumanın ilâcı, zekât vermektir.
Yine buyurdular ki: Zekât
niyeti ile bir kuruş vermek, dağlar kadar altını sadaka olarak vermekten kat kat
daha sevapdır.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Zekât,
bereketi çoğaltır. Gazâb-ı ilâhîyi söndürür. Feyz ve bereketin gelmesine sebeb
olur. Âhirette cimriliğin sebeb olduğu azâbı def eder.”
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini sevmeyen ve sohbetlerine
gitmek isteyenlere mâni olan bir zât vardı. Bir gün Ebû Bekr-i Şiblî'yi imtihân
için yanına gelerek; "Beş devenin zekâtı nedir?" diye sordu. Ebû Bekr-i Şiblî
cevâb vermek istemedi ise de, o zâtın ısrârı üzerine şöyle dedi: "Şer'î ölçülere
göre bir koyun, bu vâcibdir. Fakat bizim gibiler için olan hüküm ise, hepsini
vermektir." Bunun üzerine o zât; "Bu dediğinle kime uyuyorsun? İmâmın kim?" diye
suâl edince, Ebû Bekr-i Şiblî hiç düşünmeden; "Hazret-i Ebû Bekr. Ona uyuyorum.
O evine gidip neyi varsa, Peygamber efendimize getirdi. Çocuklarına ne bıraktın?
sorusuna "Allah ve Resûlünü" diye cevâp verdi" dedi. O zât bu cevâbı beğendi ve
hiçbir şey söylemeden gitti. Bundan sonra da, Ebû Bekr-i Şiblî'nin sohbetine
gidenlere mâni olmadı. |