HAC – NAMAZ – ORUÇ – ZEKÂT (A - E)
Hindistan evliyâsından ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı
Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namaz hakkında şöyle buyurdular: Namazı
cemâatle kılmak ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun
hareketsiz durması) ile kılmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkıp, ayakta her uzv
yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında "celse" (dik
durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve
celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden
Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv
yapmanın vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını
bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet
demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür.
Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu
zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.
Bütün ibâdetler namaz içinde
toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek),
Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları
yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır.
Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde,
cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların
ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece
mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek
namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran
makamlarda yükselir.
Resûlullah efendimiz;
"Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; "Allahü teâlâ
namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor."
demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey
Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur."
demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir.
Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha çok kaçırır.
Tâbiîn devri velîlerinden
Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Namazlardan sonra "Allahümme
innî es'elüke't-tayyibât ve terk-el-münkerât ve hubbe'l-mesâkîn ve en tetûbe
aleyye ve izâ eradte Lî ibâdike fitneten en teveffenî gayre meftûnin." duâsını
okurdu.
Suriye'de yetişen velîlerden
Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) Namaz
kıldığı zaman kıyamda çok uzun müddet kalır, onu uzaktan gören cansız bir cisim
zannederdi. O; "Biz zâhir (görünen) amellere îtibâr etmeyiz." derdi.
Hindistan evliyâsından
Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
“Kalbime, Allahü teâlânın yardımı ile öyle geliyor ki, namazın sonunda
teşehhüdde, Ettehiyyâtü'nün okunmasının emredilmesi namazın müminlerin mîrâcı
olduğunu hatırlatmaktır. O hâlde lâyıkdır ki, müminlerin mîrâcında da, Peygamber
efendimize mîrâcında hâsıl olan yüksek hâllerden ve eşsiz şereflerden bir şeyler
bulunsun. Allahü teâlâ lütfederek, bize de Resûlünün kâsesinden bir yudum ihsân
etti. Ettehiyyâtü'den sonra, Peygamber efendimize salevât okunmasının
emredilmesi, müminlerin mîrâcının Resûlullah'a uyup, tâbi olmakla hâsıl
olacağını gösteriyor. Yine bu salevâtlar, Peygamber efendimize uymakla
şereflenmenin ve bereketli hidâyetlerine kavuşan müminlere verilen nîmetin
hakkının edâsı, şükrüdür. Ayrıca, Peygamber efendimizin ümmetine, mîrâc ile
şereflenmeyi bahşettiğini bildiren bir tenbih ve uyarmadır.
Yine şunu işâret etmektedir
ki, ümmetin en yükseklerinden birkaçı, o en yüksek mertebeye çıkarlarken,
Resûlullah efendimize tâbi olmak, uymak dâiresinden dışarı çıkamazlar. Onların
sonu Resûlullah'ın başlangıcına yetişemez ve hepsinin başı, Resûlullah'ın
ayaklarının altındadır”.
Ruh bilgilerinin, tasavvuf
ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine her vesîle ile sohbetlerinde namazdan
bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun
mutlaka namaz kılın." buyururdu.
Yine buyurdular ki: "Bir
vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."
Hindistan'daki evliyânın
büyüklerinden olan Abdülvâhid Lâhorî (rah metullahi teâlâ aleyh) çok
ibâdet ederdi. Bir gün, ibâdetten aldığı zevk ve neşe sebebiyle ders arkadaşı
Muhammed Hâşim-i Kişmî'ye; "Cennet'te namaz var mıdır?" diye sordu. "Yoktur.
Çünkü orası, dünyâda yapılan amellerin karşılıklarının verildiği yer olup, amel
yeri değildir." cevâbını alınca bir âh çekti, ağladı ve; "Yazıklar olsun namaz
kılmayana. Allahü teâlâya kul olup da namaz kılmadan nasıl yaşanır?.." dedi.
Tebe-i tâbiînden, Meşhûr
hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri, "Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın
sevâbını alacağında, İslâm âlimleri ittifak etti." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Şeyh Mustafa
El-Bekrî şöyle sual sorduğunu anlatır: "Ey efendim! Niçin namazdan alıkoyan
düşünceler insanın hâtırına geliyor? Bu hususta ne dersiniz?" diye sordum.
"İnsan, namaz kılarken Allahü teâlâdan gâfil olmazsa, ne türlü olursa olsun,
kalbine gelen düşünceler yok olur." buyurdular.
Büyük velîlerden Seyyid
Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri namaz kılarken benzi
sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde hissettiklerini, zâhirinden takib etmek
mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip soramazdı. Bir gün kendisi;
"Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek
diye korkuyorum." buyurdu.
Amasya'da yetişen velîlerden
Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde
buyururdu ki: "Cebrâil aleyhisselâm dört bin senede iki rekat namaz kıldı ve;
"Benim kıldığım namaz gibi bir namaz kılan var mı?" diye düşündü. Bunun üzerine
Allahü teâlâ; "Muhammed ümmetinin her türlü kusurla, noksanla kıldıkları iki
rekat namaz, ind-i ilâhîde, senin kıldığın bu iki rekat namazdan daha çok
hayırlı ve makbûldür. Çünkü sana, böyle bir namaz kıl diye emretmedim. Onlara
emrettim ve mükellef tuttum. Onların emre uymaları sebebiyle kıldıkları ve
kılacakları namaz bana çok sevimli ve makbûldür." buyurdu. İşte emre uymak böyle
büyük bir şereftir."
Tâbiînin meşhurlarından olan
Âmir bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) fazîletler sâhibi bir Hak âşığı
idi. Bütün ibâdetleri, söz ve işleri ihlâslı idi. Yüzünü tamâmen dünyâdan
çevirmiş, âhirete tâlib olmuş mübârek bir insandı. Âmir bin Abdullah hazretleri
son derece huzûr ve huşû içinde namaz kılan, Allahü teâlânın sevgili
kullarındandı. Namaz kılarken sanki tamâmen dünyâdan çıkar âhirete giderdi.
Namaza durduktan sonra konuşulan hiçbir şeyi işitmez, yanında olup biten hiçbir
şeyin farkına varmazdı. "Namaz kılarken hatırına, bir şey gelir mi?" diye
soranlara: "Evet, Allahü teâlânın huzûrunda hesâba çekileceğim gün ile,
cennetlik veya cehennemlik mi olacağım korkusu gelir." cevâbını verdi. "Bizim
hâtırımıza gelen dünyâ düşünceleri veya dünyâ işlerinden sizin aklınıza bir şey
gelir mi?" diye sordular. Cevâbında; "Namazda aklıma böyle bir şey gelmesinden
ise, süngülerin uzanıp beni öldürmeleri bundan çok daha iyidir." buyurdu.
Yaptığı ibâdetlerin daha makbûl, sevâbının daha çok olması için her gün gusl
abdesti alırdı. İmâm-ı Mâlik bin Enes onun her gün gusl abdesti alarak ibâdet
ettiğini ve devâmlı oruç tuttuğunu haber vermiştir. Devamlı ve uzun sürelerle
namaz kılardı. Onu, bütün ömrü boyunca boş gören hiç olmadığı gibi, boş ve
faydasız bir işle meşgûl gören de olmadı.
Benî Temim'in azâdlılarından
Süheym, Âmir bin Abdullah'ın yanına gitmişti. Namaz kılıyordu, oturdu. Namazını
bitirdi ve ona; "Çabuk ihtiyacını söyle, çünkü benim acele işim var." dedi. O
da; "Hayırdır inşâallah, acelen nedir." diye sordu. "Azrâil'i aleyhisselâm yâni,
ölümü bekliyorum." cevâbını verdi. Hemen onun işini gördü ve yeniden namaza
başladı. Azrâil'in rûhunu namazda almasını isterdi. O her an Allahü teâlâyı
hatırlayan, her an O'nun huzûrunda olduğunun şuûrunda olan, çok kuvvetli îmân
sâhibi idi.
Tâbiîn devrinin tanınmış
hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir şöyle
anlatır: Atâ-i Horasânî ile berâber gazâya, savaşa gitmiştik.
Gecelerini, namazla geçirirdi. Gecenin üçte biri veya yarısı geçince, bize
isimlerimizle seslenir, "Kalkınız, abdest alınız, namaz kılınız. Çünkü geceleri
ibâdet ve gündüzleri oruçla geçirmek, Cehennem'den irinler içip, çeşitli
azaplara yakalanmaktan daha kolaydır." der ve namaz kılmaya başlardı. Seher
vaktine kadar ibâdet eder, sonra biraz uyurdu.
Mevlânâ hazretlerinin meşhûr
talebelerinden Ateşbâz Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ
hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini dilinden düşürmezdi. "Namaz kılarken
tâzimsiz ve tertipsiz, kuş gibi başını koyup kaldırma. Yâni, onu yarım yamalak
bir erkânla kılma. Namazın, mîrâc-ı mümin olduğunu hatırla ve kıldığın namazda
bu sırrı bulmaya çalış."
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn
Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namaz kılmak için mescide
gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; "Câmiyi,
vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan
sonra giriyorum." dedi.
Bâyezîd-i Bistâmî
hazretleri bir defâsında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o
imâm, Bâyezîd'e; "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da
bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?"
dedi. Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca; "Ben hemen namazımı iâde edeyim. Zîrâ
rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz
değildir." buyurdu.
Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri
buyurdular ki: Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi,
namazımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz
kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na
lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: "Yâ Rabbî!
Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün
namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla
birlikte kabûl eyle."
Evliyânın büyüklerinden ve
kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan
Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
en başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: Namazda hûdû'
ve huşû' nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki: "Huzurlu bir hâlde helâl
lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitâh
tekbirini, kimin huzûruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz."
"Namaz müminin mîrâcıdır."
buyurulan hadîs-i şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza
duran kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini,
yüceliğini düşünerek, hudû' ve huşû' hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini
istigrâk, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu sıfatın kemâl derecesi,
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde vardı. Rivâyet edilmiştir ki,
Resûlullah efendimiz namazda iken, mübârek göğsünden öyle bir ses gelirdi ki, bu
ses, Medîne-i münevverenin dışından işitilirdi. Namazda kalp huzûru nasıl elde
edilir? diye sorulunca da; "Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak,
abdest alırken, iftitâh tekbirini söylerken, tam bir âgâhlık, gafletten uzak
olma, uyanıklık içinde bulunmakla." buyurdular.
Hindistan'da yetişen hanım
velîlerden Bîbî Hacere Hanım (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) Kırk yaşının
sonlarına doğru şiddetli bir hastalığa yakalandı. Çok az konuşabiliyordu. Gücü
ve kuvveti iyice azalmıştı. Ebü'l-Hayr hazretlerine; "Namazlarımı nasıl kılayım?
Oturacak ve hareket edecek hâlim yok." dedi. O da; "Namazlarını işâretle kıl."
buyurdu. Ebü'l-Hayr hazretleri hanımının hastalığı yüzünden devamlı mahzûn ve
kederli idi. Çünkü kendisine çok hizmet etmişti. Üzerinde çok hakkı vardı. Bir
gün oğlu Zeyd Efendiye; "Zeyd! Vâliden bize çok hizmet etti. İsterdik ki, bu
hizmetlerin karşılığı olarak biraz da biz ona hizmet edelim." dedi.
Tâbiînden ve evliyâdan
Câbir bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Mâlik bin Dinâr'ı ziyârete
gitti. Namaz vakti gelince Mâlik bin Dinâr onu imâmete geçirmek istedi. Câbir
bin Zeyd imâmete geçmek istemedi ve; "Ev sâhibi imâm olmaya daha lâyıktır"
buyurdular.
Tanınmış büyük evlîyadan
Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet
ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; "Bu
nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez
arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm!
Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti,
göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler
(mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu.
Emânet vakti geldi." derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ
ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?"
buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namazda kalbime
dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardım. İşin esâsı nefse uymamaktır."
Hindistan'da yetişen
çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi
teâlâ aleyh) huzûruna gelen herkese namazı zamânında ve cemâatle kılmasını
tavsiye ederdi. Kendisi de çocukluğundan îtibâren bu husûsa çok dikkat ederdi.
Namazın faydalarını, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden ilgili yerleri
okuyarak anlatırdı.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namazlarını, gönlünü Hakk'a
vererek kılardı. Bu sebeple kendisine; "Farz namazlarında tekbîr alırken
renginiz niçin değişiyor?" diye sorduklarında; "Çünkü farz namazlara sıdk ve
doğrulukla başlamamaktan korkuyorum. Kim namaza durup, Allahü ekber diye tekbir
getirir, fakat o sırada kalbinde Allahü teâlâdan başka bir ilâh düşüncesi
bulunursa veya hayâtı boyunca O'ndan başka birinin büyüklüğünü ve yüceliğini
kabul ederse, kendi aklı ile kendini yalanlamış olur." buyurdular.
Yemen'in büyük velîlerinden
ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) sık sık zikreder ve Kur'ân-ı kerîm okurdu. Teheccüd, uyanıklık
namazını hiç kaçırmaz, vitr namazını teheccüd için, gecenin üçte ikisi geçtikten
sonra kalktığında kılardı. Talebelerine teheccüde kalkmalarını, bunu ihmâl
etmemelerini tenbih ederdi.
Evliyânın meşhurlarından
Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Çok defâ Allah
rızâsı için iki rekat namaz kılar, selâmdan sonra O'na lâyık ibâdet yapamadığım
için kendimi hırsızlıktan tövbe eden biri gibi suçlu hissederim."
Tâbiînin meşhurlarından ve
büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kıyâmet gününde, gece karanlıkta mescide
gidenlerin yollarını aydınlatır."
Büyük velî ve Mâlikî mezhebi
fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında
namazda; "Cennet'te kendilerine zencefil karıştırılmış Cennet şerbetinden dolu
bir bardak da içirilir." meâlindeki İnsan sûresi on yedinci âyetini okumuştu.
Namazdan sonra dudaklarını yalamaya başladı. Sebebini soranlara; "O şerbetten
bir bardak içtim. Tadından dudaklarımı yalıyorum." buyurdular.
Yine bir defâsında namazda;
"Muhakkak ki iyiler, Na'îm Cennetindedirler. Fâcirler ise, Cehennem'dedirler."
meâlindeki İnfitâr sûresi on üç ve on dördüncü âyet-i kerîmelerini okudu.
Namazdan sonra; "Her iki kısımda olanların yerleri, Cennet ve Cehennem bana
gösterildi." buyurdular.
Hindistan'da yetişen meşhûr
velîlerden Ebû Saîd-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile
ilgili olarak Meyân Ahmed Asgar anlatır: "Bâzan uyuyup kalır, teheccüd namazı
kılamazdım. Bu hâlimi Ebû Saîd Fârûkî hazretlerine arz ettim. Buyurdular
ki: "Bizim hizmetçiye söyleyin, teheccüd zamânında bize hatırlatsın, sizi
kaldıralım. Bu kadarı bize, diğeri size âid olsun." Bundan sonra teheccüd saati
gelince, sanki birisi gelip beni kaldırırdı. Böylece bir daha teheccüd namazımı
kaçırmadım."
Tasavvuf büyüklerinden
Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi gelerek;
"Namaz kılıyorum, fakat tadını içimde bulamıyorum." dedi. Ebû Yâkûb o zâta;
Allahü teâlâyı sâdece namazda hatırlarsan böyle olur. Allahü teâlâyı her zaman
hatırlarsan, yapılan ibâdetlerin tadını alabilirsin." diye cevap verdi."
En büyük velîlerden İmâm-ı
Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hasan bin Ebî Mâlik
şöyle anlatır: Ebû Yûsuf hazretlerinden işittim; "Namaz kılıp da
arkasından hocam İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerine hayır duâ etmediğim hiç
bir namazımı hatırlamıyorum. Bütün namazlarımın sonunda hocama duâ ettim.
İstigfâr okudum." diye bildirdi.
İbrâhim bin Mesleme Tayâlisî
anlatır: "İmâm-ı A'zam hazretleri hocası Hammâd'a ebeveyninden önce duâ ettiği
gibi" Ebû Yûsuf hazretleri de hocası İmâm-ı A'zam'a, anne ve babasından önce duâ
ederdi."
Tebe-i tâbiînden meşhur
fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
Namazda huşûnun nasıl olacağını sordukları zaman, Evzâî hazretleri şöyle cevap
verdi: "Gözleri aşağı düşürüp, önüne bakmak, yanlarını kabartıp, şişirmeyip
alçaltmak ve bir de kalb yumuşaklığı, yâni üzüntülü bir vaziyette durmak.
Gösteriş olunca huşû gider."
Tâbiînin büyüklerinden,
hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
sohbetinde buyurdular ki: "Namazı kasden terkeden dinden ayrılır." |