CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

HAC – NAMAZ – ORUÇ – ZEKÂT (A - E)

Hindistan evliyâsından ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerden Abdullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namaz hakkında şöyle buyurdular: Namazı cemâatle kılmak ve "tumânînet" (rükûda, secdelerde, kavmede ve celsede her uzvun hareketsiz durması) ile kılmak, rükû'dan sonra "kavme" (kalkıp, ayakta her uzv yerine yerleşecek şekilde dik durmak) yapmak ve iki secde arasında "celse" (dik durma) yapmak bizlere Allahın Peygamberi tarafından bildirildi. Kavmenin ve celsenin farz olduğunu bildiren âlimler vardır. Hanefî mezhebinin müftîlerinden Kâdıhân, bu ikisinin vâcibliğini, ikisinden birisini unutunca secde-i sehv yapmanın vâcib olduğunu ve bilerek yapmıyanın namazı tekrar kılmasını bildirmiştir. Müekked sünnet olduklarını bildirenler de, vâcibe yakın sünnet demişlerdir. Sünneti hafif görerek, ehemmiyet vermeyerek terk etmek küfürdür. Namazın kıyâmında, rükûunda, kavmesinde, celsesinde, secdelerinde ve oturulduğu zamânında, ayrı ayrı, başka başka keyfiyetler, hâller hâsıl olur.

Bütün ibâdetler namaz içinde toplanmıştır. Kur'ân-ı kerîm okumak, tesbîh söylemek (ya'nî sübhânallah demek), Resûlullah efendimize salevât söylemek, günahlara istigfâr etmek ve ihtiyaçları yalnız Allahü teâlâdan istiyerek O'na duâ etmek namaz içinde toplanmıştır. Ağaçlar, otlar, namazda durur gibi dik duruyorlar. Hayvanlar, rükû hâlinde, cansızlar da ka'dede, oturuyor gibi yere serilmişlerdir. Namaz kılan, bunların ibâdetlerinin hepsini yapmaktadır. Namaz kılmak, mîrâc gecesi farz oldu. O gece mîrâc yapmakla şereflenen, Allahü teâlânın sevgili Peygamberine uymağı düşünerek namaz kılan bir müslüman, O yüce peygamber gibi, Allahü teâlâya yaklaştıran makamlarda yükselir.

Resûlullah efendimiz; "Gözümün nûru ve lezzeti namazdadır." buyurdu. Bu hadîs-i şerîf; "Allahü teâlâ namazda zuhûr ediyor, müşâhede olunuyor. Böylece gözüme rahatlık geliyor." demektir. Bir hadîs-i şerîfte; "Yâ Bilâl! Beni rahatlandır!" buyruldu ki; "Ey Bilâl! Ezân okuyarak ve namazın ikâmetini söyleyerek, beni rahata kavuştur." demektir. Namazdan başka şeyde rahatlık arayan bir kimse, makbûl değildir. Namazı zâyi eden, elden kaçıran, dînin diğer emirlerini daha çok kaçırır.

Tâbiîn devri velîlerinden Abdullah bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) Namazlardan sonra "Allahümme innî es'elüke't-tayyibât ve terk-el-münkerât ve hubbe'l-mesâkîn ve en tetûbe aleyye ve izâ eradte Lî ibâdike fitneten en teveffenî gayre meftûnin." duâsını okurdu.

Suriye'de yetişen velîlerden Abdurrahmân bin Muhammed es-Sekkâf (rahmetullahi teâlâ aleyh) Namaz kıldığı zaman kıyamda çok uzun müddet kalır, onu uzaktan gören cansız bir cisim zannederdi. O; "Biz zâhir (görünen) amellere îtibâr etmeyiz." derdi.

Hindistan evliyâsından Abdülehad bin Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Kalbime, Allahü teâlânın yardımı ile öyle geliyor ki, namazın sonunda teşehhüdde, Ettehiyyâtü'nün okunmasının emredilmesi namazın müminlerin mîrâcı olduğunu hatırlatmaktır. O hâlde lâyıkdır ki, müminlerin mîrâcında da, Peygamber efendimize mîrâcında hâsıl olan yüksek hâllerden ve eşsiz şereflerden bir şeyler bulunsun. Allahü teâlâ lütfederek, bize de Resûlünün kâsesinden bir yudum ihsân etti. Ettehiyyâtü'den sonra, Peygamber efendimize salevât okunmasının emredilmesi, müminlerin mîrâcının Resûlullah'a uyup, tâbi olmakla hâsıl olacağını gösteriyor. Yine bu salevâtlar, Peygamber efendimize uymakla şereflenmenin ve bereketli hidâyetlerine kavuşan müminlere verilen nîmetin hakkının edâsı, şükrüdür. Ayrıca, Peygamber efendimizin ümmetine, mîrâc ile şereflenmeyi bahşettiğini bildiren bir tenbih ve uyarmadır.

Yine şunu işâret etmektedir ki, ümmetin en yükseklerinden birkaçı, o en yüksek mertebeye çıkarlarken, Resûlullah efendimize tâbi olmak, uymak dâiresinden dışarı çıkamazlar. Onların sonu Resûlullah'ın başlangıcına yetişemez ve hepsinin başı, Resûlullah'ın ayaklarının altındadır”.

Ruh bilgilerinin, tasavvuf ilminin mütehassısı, son asır âlim ve velîlerinden Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine her vesîle ile sohbetlerinde namazdan bahsederlerdi. "Namaz, aman namaz, nerede ve ne şart altında olursa olsun mutlaka namaz kılın." buyururdu.

Yine buyurdular ki: "Bir vakit namazımı kaybetmektense, dünyâları kaybetmeyi tercih ederim."

Hindistan'daki evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid Lâhorî (rah metullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet ederdi. Bir gün, ibâdetten aldığı zevk ve neşe sebebiyle ders arkadaşı Muhammed Hâşim-i Kişmî'ye; "Cennet'te namaz var mıdır?" diye sordu. "Yoktur. Çünkü orası, dünyâda yapılan amellerin karşılıklarının verildiği yer olup, amel yeri değildir." cevâbını alınca bir âh çekti, ağladı ve; "Yazıklar olsun namaz kılmayana. Allahü teâlâya kul olup da namaz kılmadan nasıl yaşanır?.." dedi.

Tebe-i tâbiînden, Meşhûr hadîs, fıkıh âlimi ve evliyânın büyüklerinden olan Abdülvâhid bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, "Kul için ancak bilerek ve huzur içinde kıldığı namazın sevâbını alacağında, İslâm âlimleri ittifak etti." buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Ahmed bin Muhammed (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine; Şeyh Mustafa El-Bekrî şöyle sual sorduğunu anlatır: "Ey efendim! Niçin namazdan alıkoyan düşünceler insanın hâtırına geliyor? Bu hususta ne dersiniz?" diye sordum. "İnsan, namaz kılarken Allahü teâlâdan gâfil olmazsa, ne türlü olursa olsun, kalbine gelen düşünceler yok olur." buyurdular.

Büyük velîlerden Seyyid Ahmed Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri namaz kılarken benzi sararır, kendinden geçerdi. Gönlünde hissettiklerini, zâhirinden takib etmek mümkündü. Fakat heybetinden kimse cesâret edip soramazdı. Bir gün kendisi; "Namaza kalktığım zaman sanki Allahü teâlâ bana Kahhâr sıfatıyla tecellî edecek diye korkuyorum." buyurdu.

Amasya'da yetişen velîlerden Ali Hâfız Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) sohbetlerinde buyururdu ki: "Cebrâil aleyhisselâm dört bin senede iki rekat namaz kıldı ve; "Benim kıldığım namaz gibi bir namaz kılan var mı?" diye düşündü. Bunun üzerine Allahü teâlâ; "Muhammed ümmetinin her türlü kusurla, noksanla kıldıkları iki rekat namaz, ind-i ilâhîde, senin kıldığın bu iki rekat namazdan daha çok hayırlı ve makbûldür. Çünkü sana, böyle bir namaz kıl diye emretmedim. Onlara emrettim ve mükellef tuttum. Onların emre uymaları sebebiyle kıldıkları ve kılacakları namaz bana çok sevimli ve makbûldür." buyurdu. İşte emre uymak böyle büyük bir şereftir."

Tâbiînin meşhurlarından olan Âmir bin Abdullah (rahmetullahi teâlâ aleyh) fazîletler sâhibi bir Hak âşığı idi. Bütün ibâdetleri, söz ve işleri ihlâslı idi. Yüzünü tamâmen dünyâdan çevirmiş, âhirete tâlib olmuş mübârek bir insandı. Âmir bin Abdullah hazretleri son derece huzûr ve huşû içinde namaz kılan, Allahü teâlânın sevgili kullarındandı. Namaz kılarken sanki tamâmen dünyâdan çıkar âhirete giderdi. Namaza durduktan sonra konuşulan hiçbir şeyi işitmez, yanında olup biten hiçbir şeyin farkına varmazdı. "Namaz kılarken hatırına, bir şey gelir mi?" diye soranlara: "Evet, Allahü teâlânın huzûrunda hesâba çekileceğim gün ile, cennetlik veya cehennemlik mi olacağım korkusu gelir." cevâbını verdi. "Bizim hâtırımıza gelen dünyâ düşünceleri veya dünyâ işlerinden sizin aklınıza bir şey gelir mi?" diye sordular. Cevâbında; "Namazda aklıma böyle bir şey gelmesinden ise, süngülerin uzanıp beni öldürmeleri bundan çok daha iyidir." buyurdu. Yaptığı ibâdetlerin daha makbûl, sevâbının daha çok olması için her gün gusl abdesti alırdı. İmâm-ı Mâlik bin Enes onun her gün gusl abdesti alarak ibâdet ettiğini ve devâmlı oruç tuttuğunu haber vermiştir. Devamlı ve uzun sürelerle namaz kılardı. Onu, bütün ömrü boyunca boş gören hiç olmadığı gibi, boş ve faydasız bir işle meşgûl gören de olmadı.

Benî Temim'in azâdlılarından Süheym, Âmir bin Abdullah'ın yanına gitmişti. Namaz kılıyordu, oturdu. Namazını bitirdi ve ona; "Çabuk ihtiyacını söyle, çünkü benim acele işim var." dedi. O da; "Hayırdır inşâallah, acelen nedir." diye sordu. "Azrâil'i aleyhisselâm yâni, ölümü bekliyorum." cevâbını verdi. Hemen onun işini gördü ve yeniden namaza başladı. Azrâil'in rûhunu namazda almasını isterdi. O her an Allahü teâlâyı hatırlayan, her an O'nun huzûrunda olduğunun şuûrunda olan, çok kuvvetli îmân sâhibi idi.

Tâbiîn devrinin tanınmış hadîs ve tefsîr âlimlerinden Atâ bin Meysere el-Horasânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Abdurrahmân bin Yezîd bin Câbir şöyle anlatır: Atâ-i Horasânî  ile berâber gazâya, savaşa gitmiştik. Gecelerini, namazla geçirirdi. Gecenin üçte biri veya yarısı geçince, bize isimlerimizle seslenir, "Kalkınız, abdest alınız, namaz kılınız. Çünkü geceleri ibâdet ve gündüzleri oruçla geçirmek, Cehennem'den irinler içip, çeşitli azaplara yakalanmaktan daha kolaydır." der ve namaz kılmaya başlardı. Seher vaktine kadar ibâdet eder, sonra biraz uyurdu.

Mevlânâ hazretlerinin meşhûr talebelerinden Ateşbâz Velî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Mevlânâ hazretlerinin şu mânâdaki şiirlerini dilinden düşürmezdi. "Namaz kılarken tâzimsiz ve tertipsiz, kuş gibi başını koyup kaldırma. Yâni, onu yarım yamalak bir erkânla kılma. Namazın, mîrâc-ı mümin olduğunu hatırla ve kıldığın namazda bu sırrı bulmaya çalış."

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin beşincisi olan Sultân-ül-Ârifîn Bâyezîd-i Bistâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namaz kılmak için mescide gelince kapıda bir mikdâr durur ve ağlardı. Sebebini soranlara; "Câmiyi, vücûdumla kirletmekten korkuyorum. Tövbe edip Allahü teâlâya yalvarıyorum, ondan sonra giriyorum." dedi.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri bir defâsında bir imâmın arkasında namaz kıldı. Namazdan sonra, o imâm, Bâyezîd'e; "Siz bir yerde çalışıp para kazanmıyorsunuz. Başkalarından da bir şey istemiyorsunuz. O halde siz, nafakanızı nereden temin ediyorsunuz?" dedi. Hazret-i Bâyezîd bunu duyunca; "Ben hemen namazımı iâde edeyim. Zîrâ rızıkları kimin verdiğini bilmeyen birinin arkasında namaz kılmışım, bu ise câiz değildir." buyurdu.

Bâyezîd-i Bistâmî hazretleri buyurdular ki: Ömrüm boyunca, Allahü teâlâya lâyıkıyla ibâdet edebilmeyi, namazımı lâyıkıyla kılabilmeyi arzu ettim. Bu arzu ile, belki güzel namaz kılarım diye sabaha kadar namaz kıldım. Fakat kıldığım bütün namazları O'na lâyık olarak bulmuyordum. Nihâyet, Allahü teâlâya şöyle yalvardım: "Yâ Rabbî! Sana lâyık şekilde tam ve kusursuz olarak hiç namaz kılamadım. Kıldığım bütün namazlar hep Bâyezîd'e yakışır şekilde oldu. Beni ve ibâdetlerimi kusurlarımla birlikte kabûl eyle."

Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin en başta gelen talebelerinden Alâeddîn-i Attâr şöyle anlatmıştır: Namazda hûdû' ve huşû' nasıl elde edilir? diye sorulunca, buyurdu ki: "Huzurlu bir hâlde helâl lokma yiyeceksiniz. Huzûr ile abdest alacaksınız ve namaza başlarken iftitâh tekbirini, kimin huzûruna durduğunuzu bilerek, düşünerek söyleyeceksiniz."

"Namaz müminin mîrâcıdır." buyurulan hadîs-i şerîfte, hakîkî namazın derecelerine işâret vardır. Namaza duran kimsenin, iftitâh tekbîrini söylerken, Allahü teâlânın azametini, yüceliğini düşünerek, hudû' ve huşû' hâlinde olması gerekir. Öyle ki, bu hâlini istigrâk, kendinden geçme hâline eriştirmelidir. Bu sıfatın kemâl derecesi, Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemde vardı. Rivâyet edilmiştir ki, Resûlullah efendimiz namazda iken, mübârek göğsünden öyle bir ses gelirdi ki, bu ses, Medîne-i münevverenin dışından işitilirdi. Namazda kalp huzûru nasıl elde edilir? diye sorulunca da; "Helâl lokma yemek ve yerken gaflet içinde olmamak, abdest alırken, iftitâh tekbirini söylerken, tam bir âgâhlık, gafletten uzak olma, uyanıklık içinde bulunmakla." buyurdular.

Hindistan'da yetişen hanım velîlerden Bîbî Hacere Hanım (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) Kırk yaşının sonlarına doğru şiddetli bir hastalığa yakalandı. Çok az konuşabiliyordu. Gücü ve kuvveti iyice azalmıştı. Ebü'l-Hayr hazretlerine; "Namazlarımı nasıl kılayım? Oturacak ve hareket edecek hâlim yok." dedi. O da; "Namazlarını işâretle kıl." buyurdu. Ebü'l-Hayr hazretleri hanımının hastalığı yüzünden devamlı mahzûn ve kederli idi. Çünkü kendisine çok hizmet etmişti. Üzerinde çok hakkı vardı. Bir gün oğlu Zeyd Efendiye; "Zeyd! Vâliden bize çok hizmet etti. İsterdik ki, bu hizmetlerin karşılığı olarak biraz da biz ona hizmet edelim." dedi.

Tâbiînden ve evliyâdan Câbir bin Zeyd (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün Mâlik bin Dinâr'ı ziyârete gitti. Namaz vakti gelince Mâlik bin Dinâr onu imâmete geçirmek istedi. Câbir bin Zeyd imâmete geçmek istemedi ve; "Ev sâhibi imâm olmaya daha lâyıktır" buyurdular.

Tanınmış büyük evlîyadan Mevlânâ Celâleddîn-İ Rûmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet ederdi. Yine bir gece sabaha kadar namaz kılmıştı. Yakınları kendisine; "Bu nasıl namazdır?" dediler. Mevlânâ hazretleri onlara; "Allahü teâlânın yenilmez arslanı hazret-i Ali namaz vakti olunca titrer ve rengi solardı. Ona; "Ey İmâm! Neyin var?" diye sorulduğunda, o; "Kur'ân-ı kerîmde meâlen; "Biz emâneti, göklere yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi." (Ahzâb sûresi: 72) buyruldu. Emânet vakti geldi." derdi. Namaz sözle anlatılamayacak bir şekilde Allahü teâlâ ile konuşmaktır. Hazret-i Ali'nin hâli böyle olunca bizlerinki nasıl olmalıdır?" buyurdular.

Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Namazda kalbime dünyâ düşüncesi gelse, o namazı tekrar kılardım. İşin esâsı nefse uymamaktır."

Hindistan'da yetişen çeştiyye yolunun büyük velîlerinden Nasîruddîn Mahmûd Çırağ-ı Dehli (rahmetullahi teâlâ aleyh) huzûruna gelen herkese namazı zamânında ve cemâatle kılmasını tavsiye ederdi. Kendisi de çocukluğundan îtibâren bu husûsa çok dikkat ederdi. Namazın faydalarını, Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden ilgili yerleri okuyarak anlatırdı.

Evliyânın büyüklerinden Ebû Amr ez-Zücâcî (rahmetullahi teâlâ aleyh) namazlarını, gönlünü Hakk'a vererek kılardı. Bu sebeple kendisine; "Farz namazlarında tekbîr alırken renginiz niçin değişiyor?" diye sorduklarında; "Çünkü farz namazlara sıdk ve doğrulukla başlamamaktan korkuyorum. Kim namaza durup, Allahü ekber diye tekbir getirir, fakat o sırada kalbinde Allahü teâlâdan başka bir ilâh düşüncesi bulunursa veya hayâtı boyunca O'ndan başka birinin büyüklüğünü ve yüceliğini kabul ederse, kendi aklı ile kendini yalanlamış olur." buyurdular.

Yemen'in büyük velîlerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Seyyid Ebû Bekr eş-Şelî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık zikreder ve Kur'ân-ı kerîm okurdu. Teheccüd, uyanıklık namazını hiç kaçırmaz, vitr namazını teheccüd için, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra kalktığında kılardı. Talebelerine teheccüde kalkmalarını, bunu ihmâl etmemelerini tenbih ederdi.

Evliyânın meşhurlarından Ebû Bekr Verrâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdu ki: "Çok defâ Allah rızâsı için iki rekat namaz kılar, selâmdan sonra O'na lâyık ibâdet yapamadığım için kendimi hırsızlıktan tövbe eden biri gibi suçlu hissederim."

Tâbiînin meşhurlarından ve büyük velî, fıkıh âlimi Ebû İdrîs Havlânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  buyurdular ki: "Allahü teâlâ, kıyâmet gününde, gece karanlıkta mescide gidenlerin yollarını aydınlatır."

Büyük velî ve Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebû Midyen Mağribî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında namazda; "Cennet'te kendilerine zencefil karıştırılmış Cennet şerbetinden dolu bir bardak da içirilir." meâlindeki İnsan sûresi on yedinci âyetini okumuştu. Namazdan sonra dudaklarını yalamaya başladı. Sebebini soranlara; "O şerbetten bir bardak içtim. Tadından dudaklarımı yalıyorum." buyurdular.

Yine bir defâsında namazda; "Muhakkak ki iyiler, Na'îm Cennetindedirler. Fâcirler ise, Cehennem'dedirler." meâlindeki İnfitâr sûresi on üç ve on dördüncü âyet-i kerîmelerini okudu. Namazdan sonra; "Her iki kısımda olanların yerleri, Cennet ve Cehennem bana gösterildi." buyurdular.

Hindistan'da yetişen meşhûr velîlerden Ebû Saîd-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  hazretleri ile ilgili olarak Meyân Ahmed Asgar anlatır: "Bâzan uyuyup kalır, teheccüd namazı kılamazdım. Bu hâlimi Ebû Saîd Fârûkî hazretlerine arz ettim. Buyurdular ki: "Bizim hizmetçiye söyleyin, teheccüd zamânında bize hatırlatsın, sizi kaldıralım. Bu kadarı bize, diğeri size âid olsun." Bundan sonra teheccüd saati gelince, sanki birisi gelip beni kaldırırdı. Böylece bir daha teheccüd namazımı kaçırmadım."

Tasavvuf büyüklerinden Ebû Yâkûb Nehrecûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi  gelerek; "Namaz kılıyorum, fakat tadını içimde bulamıyorum." dedi. Ebû Yâkûb o zâta; Allahü teâlâyı sâdece namazda hatırlarsan böyle olur. Allahü teâlâyı her zaman hatırlarsan, yapılan ibâdetlerin tadını alabilirsin." diye cevap verdi."

En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri hakkında Hasan bin Ebî Mâlik şöyle anlatır: Ebû Yûsuf hazretlerinden işittim; "Namaz kılıp da arkasından hocam İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerine hayır duâ etmediğim hiç bir namazımı hatırlamıyorum. Bütün namazlarımın sonunda hocama duâ ettim. İstigfâr okudum." diye bildirdi.

İbrâhim bin Mesleme Tayâlisî anlatır: "İmâm-ı A'zam hazretleri hocası Hammâd'a ebeveyninden önce duâ ettiği gibi" Ebû Yûsuf hazretleri de hocası İmâm-ı A'zam'a, anne ve babasından önce duâ ederdi."

Tebe-i tâbiînden meşhur fıkıh âlimi ve velîlerden Evzâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Namazda huşûnun nasıl olacağını sordukları zaman, Evzâî hazretleri şöyle cevap verdi: "Gözleri aşağı düşürüp, önüne bakmak, yanlarını kabartıp, şişirmeyip alçaltmak ve bir de kalb yumuşaklığı, yâni üzüntülü bir vaziyette durmak. Gösteriş olunca huşû gider."

Tâbiînin büyüklerinden, hadîs ve fıkıh âlimi Eyyûb-i Sahtiyânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sohbetinde buyurdular ki: "Namazı kasden terkeden dinden ayrılır."