|
HAC – NAMAZ – ORUÇ – ZEKÂT
Tebe-i tâbiînin
büyüklerinden Abdullah bin Mübârek (rahmetullahi teâlâ aleyh) pekçok kez
hacca gitti. Bir sene hacdan sonra rüyâsında gökten inen iki melekten birinin
diğerine; "Bu sene kaç kişi hacca geldi?" dediğini duydu. Öbür melek; "Altı yüz
bin kişi." dedi. "Peki kaç kişinin haccı kabûl edildi?" O da; "Bunlardan hiç
birinin haccı kabûl edilmedi." diye cevap verdi. Abdullah bin Mübârek buyurdu
ki: Bunu işitince üzerime büyük bir sıkıntı çöktü. Dedim ki: "Bunca insan, bunca
zahmet ve meşakkate katlanıp dünyânın her tarafından hacca geldiler. Çöller
aşarak zor şartlarda büyük sıkıntılara katlandılar. Bütün bu emekler boşa mı
gidecek?"
Bunun üzerine o melek;
"Şam'da ayakkabı tâmir eden Ali bin Muvaffak adında biri vardır. O, hacca
gitmeye niyet etmişti, fakat gidemedi. Lâkin haccı kabûl edildi. Altı yüz bin
hacıyı ona bağışladılar da hepsinin haccı kabûl edildi." dedi.
Abdullah bin Mübârek şöyle
anlatıyor: Bunu işitince uykudan uyandım ve; "Gidip o zâtı ziyâret etmeliyim!"
dedim. Arkadaşlarımdan ayrılıp, Şam kâfilesine katıldım. Şam'a gidince, o zâtın
evini araştırıp buldum. Kapıyı çaldım. Bir kimse kapıya çıktı. Adını sordum.
"Ali bin Muvaffak." dedi. İsmimi sordu. "Abdullah bin Mübârek." deyince, feryâd
edip kendinden geçti. Ayılınca, gördüğüm rüyâyı kendisine anlattım. Haccının
kabûl edildiğini ve kendi haccı ile berâber altı yüz bin kişinin ibâdetinin
kabûl edildiğini de haber vererek; "Bana nasıl hayırlı bir amel işlediğini
anlat." dedim. O da anlattı:
Ben ayakkabı tâmircisiyim.
Otuz seneden beri hacca gitmeyi arzu ederdim. Bu işimden, otuz senede üç yüz
dirhem gümüş biriktirdim. Bu sene hacca gidecektim. Hanımım hâmileydi. Komşu
evden burnuna yemek kokusu gelince; komşudan yemek istememi söyledi. Gidip, onun
arzusunu bildirdim. Komşum ağlayarak şöyle dedi: "Ey Ali bin Muvaffak, bizim bu
yemeğimiz size helâl değildir. Çünkü üç gündür, çocuklarım bir şey
yememişlerdir. Bütün Şam şehrinde hiç bir iş bulamadım. Kimse bana iş vermedi.
Ölü bir hayvan gördüm. Zarûret mikdârınca ondan bir parça kesip getirdim.
Çocuklara yemek pişiriyorum. Size helâl olmaz."
Bunu duyunca içime bir acı
düştü. Hac için biriktirdiğim gümüşleri getirip verdim ve; "Bunu çocuklarına
nafaka yap, haccımız bu olsun!" dedim. Abdullah bin Mübârek bunun üzerine; "Allahü
teâlâ, doğru rüyâ gösterdi." Buyurdu
Bir sene hacca giderken bir
çöplüğün yanından geçiyorlardı. Orada yerden ölü kuşu alan bir kızcağız gördü.
Ona hâlini sordu. O da; "Benden başka bir de kardeşim var. Yoksuluz, bir şeyimiz
yok. Üç gündür açız. Biz zengindik. Babamızın malı vardı. Zulm ve haksızlıkla
malını alıp öldürdüler. Gördüğünüz gibi muhtaç hâle düştük." dedi. Gözleri
yaşaran Abdullah bin Mübârek hazretleri yanındaki bin altından 40'ını memlekete
dönmek için ayırdı, kalanının o kızcağızın âilesine verilmesini emrederek; "Geri
dönüyoruz bu seneki haccımız bu olsun." buyurup, geri döndü.
Anadolu velîlerinin
büyüklerinden Ahmed Kuddûsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) Hicaz'da geçen
günlerini Dîvân'ında şöyle anlatır:
Çıktım vatandan gittim
Hicaz'a,
Dağ u çöl bana gülîzâr oldu.
Yalınız yayan râh'a azm
itdim,
Köşküm sarayım kûhisâr oldu.
Vahşî âhûlar gibi insandan,
Kaçmak bana bir hoşça kâr
oldu.
Susuz azıksız ulu dağlarda,
Rûz u şeb rızkım tatlı nâr
oldu.
Görmedim açlık hem susuzluk
hiç,
Her ne istersem çün o vâr
oldu.
Tevhîd ile bu devleti
buldum,
Çok diyen ânı bahtiyâr oldu.
Düşdü Kuddûsî dâmına ışkın,
İstemez çıkmak hoş şikâr
oldu.
Büyük velîlerden Bişr-i
Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, nâfile hacca gideceklerden
biri vedâ için geldi. Ona; "Ben hacca gidiyorum, bir emriniz var mı?" deyince;
"Ne kadar harçlığın var?" diye sordu. "İki bin dirhem harçlığım var." diye cevap
verdi. Bişr-i Hâfî: "Hacca gitmekle zühdü mü, yoksa Kâbe'ye olan aşkını mı,
yoksa Allah rızâsını mı kastediyorsun?" diye sorunca, adam: "Allah rızâsını
kastediyorum." dedi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî; "O halde evinde dururken,
Allah'ın rızâsını kazandıracak bir şeyi sana söylersem, yapar mısın?" deyince;
"Evet yaparım." karşılığını verdi. Bunun üzerine Bişr-i Hâfî;
"O halde sen bu iki bin
dirhemi, borcunu ödeyemeyen bir fakire, yiyeceği olmayan bir yoksula, nüfusu
kalabalık, geçimi dar olan bir âileye, yetimi sevindiren bir yetim bakıcısına ve
bunlar gibi on kişiye yirmişer dirhem ve hattâ istersen hepsini bunlardan birine
ver. Zîrâ müslümanı sevindirmek, düşkünlere el uzatmak, sıkıntıyı gidermek ve
zayıflara yardım etmek, nâfile olarak yapılan yüz hacdan daha sevaptır. Kalk da
dediğim gibi yap. Şâyet böyle yapmak istemiyorsan asıl kalbinde olanı bana
söyle." dedi. Vedâya gelen kimse; "Doğrusu kalbimde hacca gitmek tarafı
kuvvetlidir." dedi. Bunun üzerine Bişr gülümseyerek adama döndü ve; "Servet,
şüpheli şeylerden kazanıldığı takdirde, nefs, kendi arzularından birinin yerine
getirilmesini ve sâlih ameller yaptığını göstermek ister. Halbuki Allahü teâlâ,
yalnız muttakîlerin, haramlardan sakınanın amelini kabul eder." buyurdu.
Endülüs’te ve Mısır’da
yetişmiş olan büyük velîlerden, Mâlikî mezhebi fıkıh âlimi Ebü’l-Abbâs-ı
Mürsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında hacdan gelen birisine;
"Haccınız nasıl oldu?" diye sordu. O kimse, gâyet rahat geçtiğini, suların bol,
her şeyin çok ucuz olduğunu ve buna benzer şeyler söyledi. Ebü'l-Abbâs
hazretleri, o kimselerin verdiği bu cevaplara üzülerek; "Biz hacdan, orada,
ilimden, feyzden ne bulduklarını suâl ediyoruz. Onlar ise, suyun bolluğundan,
rahatlıktan her şeyin çok ucuz olduğundan anlatıyorlar." buyurdular.
Musul âlimlerinden ve
Evliyânın büyüklerinden Feth-i Mûsulî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hacca
giderken yolda henüz mükellef olmamış bir çocuk gördü. Devamlı bir şey okuduğunu
görüp; "Ne okuyorsun?" dedi. "Kur'ân-ı kerîm okuyorum." dedi. "Nereye
gidiyorsun?" deyince, Hicaz'a gittiğini söyledi. Daha küçük olduğu halde neden
gittiğini sordu. Çocuk; "Allahü teâlânın rızâsına kavuşamadan bu dünyâdan
ayrılırsam hâlim nice olur?" diye cevap verdi. "Adımların küçük, yaya nasıl
Hicaz'a ulaşacaksın?" dedi. "Gerçi adımlarım küçük, fakat gönderen büyüktür."
dedi. "Ne azığın, ne rehberin, ne de arkadaşın var." deyince; "Bir kimseyi bir
zât, hânesine dâvet etse, o kimsenin yiyeceğini götürmesi ayıp olmaz mı? Rabbim
beni dâvet buyurmuştur. Benim yardımcım O'dur." dedi.
Görüşme bitince çocuktan
ayrıldı. Kâbe'ye varınca, onu tavâf sırasında gördü. Çocuk ona bakıp; "Nasıl,
şimdi şüpheden kurtulup yakîne ulaştın mı?" dedi.
Osmanlı şâiri ve velî
Nâbî (rahmetullahi teâlâ aleyh) 1678 senesinde sultandan izin alarak, hacca
gitmek için yola çıktı. Hac kâfilesi Osmanlı devlet ricâlinden meydana
geliyordu. Hicaz yollarında, Peygamber efendimizin aşkından dolayı, Yûsuf Nâbî
hiç uyumadı. Medîne'ye yaklaştıkları bir gece, kâfiledeki bir devlet büyüğünün
ayaklarını kıbleye doğru uzatarak uyuduğunu gören Nâbî, yetkiliyi uyandıracak
bir sesle şu nâtı söyledi.
Sakın terk-i edebden, kûy-i
mahbûb-i Hudâ'dır bu!
Nazargâh-i ilâhîdir, Makâm-ı
Mustafâ'dır bu.
Habîb-i Kibriyânın hâb-gâhıdır
fazîletde,
Tefevvuk-kerde-i arş-ı cenâb-ı
Kibriyâ'dır bu.
Bu hâkin pertevinden oldu
deycûr-i âdem zâil,
İmâdın açdı mevcûdât dü
çeşmin tûtiyâdır bu.
Felekde mâh-ı nev Bâb'üs-Selâmın
sîne-çâkidir,
Bunun kandîli cevzâ Matla-ı
nûr-i ziyâdır bu.
.
Mürâât-ı edeb şartıyla gir
Nâbî bu dergâha,
Metâf-ı kudsiyâdır
bûse-gâh-ı enbiyâdır bu.
Nâtın açıklaması şöyledir:
"Edebi terketmekten sakın! Zîrâ burası Allahü teâlânın sevgilisi olan Peygamber
efendimizin bulunduğu yerdir. Bu yer, Hak teâlânın nazar evi, Resûl-i ekremin
makâmıdır. Burası Cenâb-ı Hakk'ın sevgilisinin istirahat ettikleri yerdir.
Fazîlet yönünden düşünülürse, Allahü teâlânın arşının en üstündedir. Bu mübârek
yerin mukaddes toprağının parlaklığından yokluk karanlıkları sona erdi.
Yaradılmışlar, iki gözünü körlükten açtı. Zîrâ burası kör gözlere şifâ veren
sürmedir. Gökyüzündeki yeni ay, O'nun kapısının yüreği yaralı âşığıdır.
Gökyüzündeki oğlak yıldızı bile O peygamberin nûrundan doğmaktadır. Ey Nâbî, bu
dergâha edebin şartlarına riâyet ederek gir. Zîrâ burası, büyük meleklerin
etrâfında pervâne olduğu ve peygamberlerin hürmetle eğilerek öptüğü tavaf
yeridir."
O yüksek rütbeli kişi, bu
mısrâların ne mânâya geldiğini anladı. Hemen ayaklarını toplayarak doğruldu ve;
"Ne zaman yazdın bunu? Senden ve benden başka duyan oldu mu?" dedi. Yûsuf Nâbî
de; "Daha önceden söylememiştim. Şu anda sizi bu durumda uzanmış görünce elimde
olmayarak yüksek sesle söylemeye başladım. İkimizden başka bilen yok." dedi. Bu
sözler üzerine o kişi, rahat bir nefes alarak; "Mâdem ki bu şiiri burada
söyledin, burada kalsın. İkimizden başkası duyarsa, senin için iyi olmaz." diye
ikâz etti. Yûsuf Nâbî hiç ses çıkarmadı. Kâfile yoluna devâm ederek sabah
ezânına yakın Mescid-i Nebî'ye vardı. Mescid-i Nebî'deki minârelerden müezzinler
Ezân-ı Muhammedî'den evvel Nâbî'nin, "Sakın terk-i edebden..." diye başlayan
nâtını okuyorlardı. Nâbî ve o yüksek rütbeli kişi hayretten dona kaldılar. Sabah
namazını kıldıktan sonra, Nâbî ve öbür zât namaz kıldıkları câminin müezzinini
buldular. Nâbî, müezzine; "Allah aşkına, Peygamber aşkına ne olursun söyle!
Ezândan önce okuduğun nâtı kimden, nereden ve nasıl öğrendin?" diye sordu.
Müezzin gâyet sâkin bir şekilde şu cevâbı verdi: "Resûl-i ekrem bu gece Mescid-i
Nebî'deki bütün müezzinlerin rüyâsını şereflendirerek buyurdu ki: "Ümmetimden
Nâbî isimli biri beni ziyârete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir.
Bugün sabah ezânından önce, onun benim için söylediği bu şiiri okuyarak,
Medîne'ye girişini kutlayın." Biz de Resûlullah efendimizin emirlerini yerine
getirdik." Nâbî ağlayarak; "Sâhiden Nâbî mi dedi? O iki cihânın Peygamberi, Nâbî
gibi bir zavallıyı ve günahkârı, ümmetinden saymak lütfunu gösterdi mi?" dedi.
"Evet" cevâbını alınca da, sevincinden kendinden geçti.
İstanbul evliyâsından
Seyyid Nizâm Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile berâber hacca giden bir
zât şöyle naklediyor: “Seyyid Nizâm ile hacca gitmek üzere yola çıktık. Medîne-i
münevverede Resûlullah efendimizin Ravda-i mütahharasına vardık. Konaklamak için
çadırlarımızı kurduk. Seyyid Nizâm hazretleri abdest alıp kabr-i saâdete
giderken ben de gizlice arkasına düştüm. Hazret, Hücre-i seâdetin kapısına
yapışıp inleyerek feryâd ediyor ve; “Ey Ceddim! Huzûrunuza girmek ve bizzat kabr-i
seâdete yüzümü sürmek istiyorum” diyordu. O sırada kabr-i seâdetten; “Teâle
ileyye yâ büneyye = Bana gel ey oğlum” diye bir hitâp geldi. Hücre-i seâdetin
kapısının kilidi açıldı. Kabr-i seâdetten etrafa nûr saçıldı. Olan hâdiseleri
görünce aklım başımdan gitti, bayılıp düşmüşüm. Daha sonra Seyyid Nizâm
hazretlerinin ne yaptığını hatırlıyamıyorum. Bir müddet sonra şeyh dışarı
çıkmış, beni kendinden geçmiş, perişan bir halde bulmuş. Beni uyandırdı. Bana
“Niçin böyle yaptın. Haberim olmadan niçin arkamdan geldin?” diyerek azarladı ve
sakın gördüğün bu hâli, kimseye söyleme!” buyurdu. Kendisi hayatta iken bu sırrı
kimseye açmadım.”
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Haccın
hakîkatı müslümanlardan büyük bir topluluğun bir araya gelmesidir. Öyle bir
vakitte bir araya gelirler ki, o vakitte peygamberler, sıddıklar, şehîdler ve
sâlihler gibi Allahü teâlânın nîmetlerine kavuşmuş olanların hallerini
hatırlarlar. Hac ibâdetinin yapıldığı mukaddes yerler görülünce, Allahü teâlâ
hatırlanır. Hac zamânı, müslümanlar birbirlerinden istifâde ederler. Aynı
zamanda hac meşakkatli bir yolculuk olduğu için, büyük bir gayret îcâb ettirir.
Nasıl yeni îmânla şereflenen bir kimsenin daha önceki günahları siliniyorsa,
ihlâsla yapılan ve kabûl olan hac da günahlar için keffârettir.”
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i
Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, hacca giden sofîlere
ayakkabı satın almak için, bir dirhem lâzım oldu. Hıristiyan bir genç; "Beni de
berâberinde hacca götürme şartıyla, sana bu bir dirhemi veririm." dedi. Ebû Bekr-i
Şiblî bunun üzerine; "Ey Genç! Sen hac yapmaya ehil değilsin ki." deyince, genç;
"Sizin kervanınızda hiç yük merkebi bulunmaz mı? Bu sefer de beni yük merkebi
yerine tutamaz mısınız?" dedi. Yol hazırlıkları tamamlanınca, genç onlarla
berâber yola çıktı. Ebû Bekr-i Şiblî; "Ey Genç! Hâlin nasıldır?" diye
sorduğunda, genç; "Efendim! Sevincimden gözüme uyku girmiyor. Sizinle yolculuk
yaptığım için çok memnûnum." dedi. Kâfile yolda giderken ne zaman konaklasalar,
o genç hemen yerleri süpürür, dikenleri temizlerdi. Sonunda ihram giyme yerine
vardılar. Genç onlara bakıp, onlar gibi giyindi. Kâbe-i şerîfe varınca, Ebû Bekr-i
Şiblî gence; "Üstünde zünnâr olduğu hâlde Kâ'be-i şerîfe girmene izin vermem."
dedi. Bunun üzerine genç şöyle söyledi: "Yâ Rabbî! Şiblî, senin evine girmeme
izin vermeyeceğini söylüyor!" dedi. O anda hafiften bir ses; "Ey Şiblî! Onu
Bağdât'tan buraya biz getirdik. Onun kalbine aşk ateşini biz koyduk. Lütuf
zinciriyle evimize kadar onu biz çektik. Ey dost olan genç, sen içeri gir!"
dedi. Herkes Kâbe'ye gidip tavaf ettikten sonra dışarı çıktılar. Fakat genç
dışarı çıkmadı. Ebû Bekr-i Şiblî; "Ey Genç! Dışarı gel." diye seslendi. Bunun
üzerine genç; "Ey Şiblî! O beni dışarı bırakmıyor. Ne kadar çabalasam çıkış
kapısını bulamıyorum." dedi.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir vâzı sırasında
namazın mâhiyeti ve huşû içerisinde bulunmanın önemini bildirerek şöyle
buyurdular: "Namazda huşû, namaz kılanın kurtuluşunun alâmetidir. Nitekim Allahü
teâlâ, Mü'minûn sûresi başında; "Muhakkak ki, müminler kurtuluşa erdiler. O
müminler ki, namazlarında huşû (tevâzu ve korku) sâhipleridir." buyurmaktadır.
Peygamber efendimiz de buyurdu ki: "Bir müslüman doğru olarak ve huşû ile iki
rekat namaz kılınca, geçmiş günahları affolur." Yâni, Allahü teâlâ onun küçük
günahlarının hepsini affeder. Huşûu terketmek ise, münâfıklık alâmetidir ve
kalbin harâb olmasıdır. Nitekim Allahü teâlâ, Mü'minûn sûresi 117. âyetinde
meâlen; "Gerçek şudur ki: Allah'tan başkasına tapınan kâfirler, felâha,
kurtuluşa kavuşamazlar." buyurmaktadır."
Namazda huşû ve hudû: Bütün
âzâların hareketsiz kalıp tevâzu hâlinde bulunması ve kalbin de Allahü teâlâdan
korku üzere olması demektir. Hadîs-i şerîfte; "Kalbin hazır olmadığı namaza
Allahü teâlâ bakmaz." buyruluyor. İbrâhim aleyhisselâm namaz kıldığı zaman,
kalbinin hışırtısı çok uzaklardan duyulurdu. Hazret-i Ali namaz için kalktığı
zaman, vücûdunu bir titreme alır, yüzünün rengi değişirdi ve; "Yedi kat göklere
ve yere arzedilen ve onların taşıyamadıkları emânetin zamânı geldi." derdi.
Süfyân-ı Sevrî de; "Namazı huşû ile kılmayanın, namazı doğru olmaz." derdi.
Bunun için namazda tumânînete ve tâdîl-i erkâna dikkat etmelidir. Peygamberimiz
sallallahü aleyhi ve sellem; "En büyük hırsız, kendi namazından çalan kimsedir."
buyurdu. "Yâ Resûlallah! Bir kimse, kendi namazından nasıl çalar?" diye
sordular. "Namazın rükûunu ve secdelerini tamam yapmamakla." buyurdu. Bir defâ
da; "Rükûda ve secdelerde, belini yerine yerleştirip biraz durmayan kimsenin
namazını, Allahü teâlâ kabûl etmez." buyurdular. Peygamberimiz sallallahü aleyhi
ve sellem bir kimseyi namaz kılarken, rükûunu ve secdelerini tamam yapmadığını
görüp; "Sen namazlarını böyle kıldığın için, Muhammed'in (aleyhisselâtü
vesselâm) dîninden başka bir dinde olarak ölmekten korkmuyor musun?" buyurdu.
Yine; "Sizlerden biriniz, namaz kılarken, rükûdan sonra tamam kalkıp, dik
durmadıkça ve ayakta, her uzuv yerine yerleşip durmadıkça, namazı tamam olmaz."
buyurdu. Bir kere de; "İki secde arasında dik oturmadıkça, namazınız tamam
olmaz." buyurdu. Bir gün Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem birini namaz
kılarken, rükûdan kalkınca dikilip durmadığını ve iki secde arasında
oturmadığını görüp; "Eğer namazlarını böyle kılarak ölürsen, kıyâmet günü sana,
benim ümmetimden demezler." buyurdu. Bir kere de; "Altmış sene, bütün
namazlarını kılıp da, hiç bir namazı kabûl olmayan kimse, rükû ve secdelerini
tamam yapmayan kimsedir." buyurdu. Zeyd ibni Vehb, birini namaz kılarken rükû ve
secdelerini tamam yapmadığını gördü. Yanına çağırıp; "Ne kadar zamandır böyle
namaz kılıyorsun?" dedi. "Kırk sene." deyince; "Sen kırk senedir namaz
kılmamışsın. Ölürsen, Muhammed Resûlullah'ın sallallahü aleyhi ve sellem dîni
olan İslâmiyet üzere ölmezsin." dedi.
Bir mümin, namazını güzel
kılar, rükû ve secdelerini tamam yaparsa, namaz sevinir ve nûrlu olur. Melekler,
o namazı göğe çıkarır. O namaz, namazı kılmış olana, iyi duâ eder ve sen beni
kusurlu olmaktan koruduğun gibi, Allahü teâlâ da, seni muhâfaza etsin, der.
Namaz güzel kılınmazsa, siyah olur. Melekler o namazdan iğrenir. Göğe
götürmezler. O namaz, kılmış olana, fenâ duâ eder. "Sen beni zâyi eylediğin,
kötü hâle soktuğun gibi, Allahü teâlâ da seni zâyi eylesin." der. O halde,
namazları tamam kılmaya çalışmalı, tâdîl-i erkânı yapmalı, rükûu, secdeleri,
kavmeyi yâni rükûdan kalkıp dikilmeyi ve celseyi yâni iki secde arasında
oturmayı iyi yapmalıdır. Başkalarının da kusurlarını görünce söylemelidir. Din
kardeşlerinin namazlarını tamam kılmalarına yardım etmelidir. Tumânînet ve
tâdîl-i erkânın yapılmasına çığır açmalıdır."
Evliyânın büyüklerinden
Hâtim-i Esam (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi; "Nasıl namaz
kılarsın?" diye sordu. O da şöyle buyurdu: "Namaz vakti gelince temiz bir kalb
ile niyet ederek abdest alırım. Abdest uzuvlarımı yıkar, kalben de tövbe ederim.
Sonra câmiye giderim. Mescid-i Harâm'ı gözümün önüne getirir, Makâm-ı İbrâhim'i
iki kaş arasında tutar, Cennet'i sağımda, Cehennem'i solumda, Sıratı ayaklarımın
altında, can alıcı meleği arkamda düşünür, kalbimi Allahü teâlâya ısmarlar,
sonra tâzimle Allahü ekber der, hürmetle kıyam, heybetle kırâat, tevâzuyla rükû,
tazarrû ile (kendini alçaltarak) secde, hilm ile cülûs (tehiyyattaki oturuş),
şükürle selâmı yerine getiririm. Benim namazım böyledir."
Rebâh bin el-Hirevî şöyle
anlatır: Îsâ bin Yûsuf, bir mecliste konuşan Hâtim-i Esam'a uğradı ve şöyle
sordu: "Ey Hâtim! Sen namazını güzel kılıyor musun?" Hâtim, "Evet" dedi. O;
"Nasıl kılıyorsun?" diye sordu. Hâtim şöyle buyurdu: "Emre uyuyorum, korku ile
yürüyorum, niyetle giriyorum, büyük bilip tekbir alıyorum, tertil ve tefekkürle
okuyorum, huşû ile rükû ediyorum, tevâzu ile secde ediyorum, tam teşehhüd içinde
oturuyorum, sünnete göre selâm veriyorum ve selâmı Allah'a hâs kılarak
veriyorum. Namazımın kabûl olunmayacağından korkarak, korkuyla nefsime
dönüyorum. Ölene kadar onu muhâfaza ediciyim." Bunun üzerine Îsâ bin Yûsuf; "Sen
namazını güzel kılıyorsun." buyurdu. |
|