|
GÜNÂHKÂRLIKTAN EVLİYÂLIĞA
Evliyânın büyüklerinden,
Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri hakkında Muhammed Ezher şöyle anlatır: Gavs-ül-âzam Medîne-i
münevvereden Bağdad-ı Dârüsselâma gelirken, yolda hırsızlardan birine rastladı.
Hırsız soyacak adam arıyordu. Gavs-ül-âzam ona; "Sen kimsin?" buyurdu. Hırsız;
"Ben çölde yaşıyanlardanım." dedi. Gavs-ül-âzam ona, isminin mâsiyet, günah
mürekkebi ile yazılmış olduğunu açıkladı. Hırsızın kalbinden, bu heybet ve
azamet sâhibi kişinin Gavs-ül-âzam olması muhtemeldir düşüncesi geçti. Hırsızın
kalbinden geçeni kendisine söyledi ve; "Evet, ben Abdülkâdir'im." buyurdu.
Hırsız, derhal mübârek ayaklarına kapandı ve dilinden; "Ey Seyyid Abdülkâdir!
Allah için bana bir ihsânda bulun!" sözleri çıktı. Gavs-ül-âzam, hâline acıdı ve
kabinin düzeltilmesi için, Allahü teâlâya duâ etti. Hitab geldi; "Ey Gavs-ül-âzam,
hırsızı doğru yola ulaştır. Onu sevgililer hidâyetine irşâd eyle, onu
kutublardan biri eyle!" Hırsız, eşsiz teveccühleri ile kutublardan oldu.
Horasan'ın büyük
velîlerinden olan Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ümmîydi.
Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek nasîb oldu. O yaşa
kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir gün içki getirmek
sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı. İçki almak için
gidip baktığında hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı. Sonra merkebi ile
şarap için bağa gitti. Oradaki şarapları merkebe yükledi. Merkep yürümemekte
inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye başladı, sonra âniden; "Ahmed niçin bu
hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde etmeden yürümeyeceğini
bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz." diye bir
ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç
şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım. " dedi.
Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda,
ona sen de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi. Fakat içirmek için ısrâr
ettiler. Âniden kulağına yine bir ses geldi; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve
içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu. Hemen alıp içti, şarap bal şerbeti
olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada
bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Sonra dağa çıktı,
uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldu.
Seneler sonra bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden
senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın." düşüncesi geldi. İnsanların
arasına döndü ve eline bir odun alıp, evvelki şarap küplerini kırmaya başladı.
Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi. Şarap küplerini parçalıyor."
dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden çıkardı ve atların bulunduğu ahırda
hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu. Ellerini başına koyup;
"Katır, şarap küpüyle hiç
durmadan dönüyor,
Ey gönül! Allah için sen de
gel bir defâ dön."
beytini okudu. Bu sözlerini işiten
ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını duvarlara vurmaya
başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların bakıcıları bu hâli görüp
muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest bıraktı ve özür diledi.
Yine dağa dönüp gitti. Nice
yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık okuyup yazmaya
başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din büyüklerinin
hayâtını devamlı okuyordu. Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde hakları
olduğunu düşünüyordu. Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler içindeyken,
kalbine şöyle bir nidâ geldi: "Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya kavuşturan
yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna ve keremine olan tevekkülün
sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz hazînesinden
fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..."
Bundan sonra Allahü teâlâ,
nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların ve ona
muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7,692 kg) buğday verirdi.
Şöyle ki, alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında bulurlardı.
Bu buğday, o gün evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri gelse, onlara da
yetip artardı. Bir zaman sonra, ona verilen mânevî bir işâret üzerine tekrar
insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye başladı. Sirac-üs-Sâirîn
kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti.
Ahmed Câmî'nin oğullarından
Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek doğru yolu
bulduklarını bildirmiştir.
Ahmed-i Nâmıkî Câmî
hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini yapmayıp
istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara İslâmiyeti
anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi bu kitapları
çok beğendi. Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok merhametli ve çok
cömertti. Herkese maddî ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine
mürâcaat ederlerdi.
Irak'ta yetişen evliyânın
büyüklerinden Ebû Bekr el-Betâihî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri,
Betâih beldesinde yol kesicilik yapardı. Bu yolda berâber oldukları arkadaşları
vardı. Bu da onların reîsi idi. Bir gece tenhâda, bir kadının, kocasına; "Çabuk
buraya gel! Nerede ise İbn-i Hüvârâ ve arkadaşları gelip bizi bulurlar,
yakalarlar." dediğini duydu. Gizliden de bir ses; "Allahü teâlâdan korkma
zamânın gelmedi mi?" diyordu. Bu sözler çok tesir etti. Ağlamaya başladı.
"İnsanlar benden korkuyorlar, ben ise Allahü teâlâdan korkmuyorum. Olacak iş
değil." dedi. Tövbe edip Allahü teâlâya yöneldi. Arkadaşları da tövbe edip,
haydutluktan vazgeçtiler. İbn-i Hüvârâ, bundan sonra tam bir dönüşle Allahü
teâlâya yöneldi. Tam bir sıdk, ihlâs ve kuvvetli bir irâde ile Allahü teâlâya
giden yolda ilerlemeye, yükselmeye başladı. Allahü teâlânın lütfu, inâyeti ve
tevfîki ile kısa zamanda velîlerden oldu ve şânı yüceldi.
Ebû Bekr el-Betâihî,
hazret-i Ebû Bekr'in rüyâda kendisine hırka ve takke giydirdiği ilk zâttır.
Şöyle ki; Ebû Bekr el-Betâihî bir gece rüyâsında Resûlullah efendimizi gördü.
Yanlarında da hazret-i Ebû Bekr vardı. Ebû Bekr el-Betâihî, Peygamber
efendimize; "Yâ Resûlallah! Bana bir hırka verir misiniz?" dedi. Resûlullah
efendimiz; "Ben senin peygamberinim. (Hazret-i Ebû Bekr'i işâret ederek) Bu da
senin üstâdındır." buyurup, sonra hazret-i Ebû Bekr'e döndü ve; "Arkadaşın olan
Ebû Bekr el-Betâihî'ye giydir!" buyurdu. Hazret-i Ebû Bekr de ona, hırka ve
takke giydirip, başını okşadı, alnını sıvazladı. Sonra da; "Allahü teâlâ, bunu
sana mübârek eylesin." buyurdu. Resûlullah efendimiz de, Ebû Bekr el-Betâihî'ye
hitâben; "Yâ Ebâ Bekr! Sen Irak'ta, ümmetimden tasavvuf ehli olanların,
unutulmuş yolunu yaşatacaksın. Allahü teâlânın dostlarından hakîkat ehli
olanların, kaybolan yollarını canlandıracaksın. Bu yolda olanların öncüsü,
ışığı, yol göstericisi olacaksın. Bu yolun önderliği, kıyâmete kadar sende
kalacak. Senin ortaya çıkman ile, Allahü teâlânın rahmet rüzgârları esecek.
Senin meydana çıkman ile, Allahü teâlânın yardım, lütuf ve ihsânı bol bol
gönderilecek." buyurdu. Ebû Bekr el-Betâihî uyandığında, kendisine rüyâda
giydirilen elbise ve takkeyi üzerinde buldu. O zaman Irak ufuklarından, herkesin
rahatlıkla duyabileceği bir ses; "Muhakkak ki Ebû Bekr el-Betâihî, Allahü
teâlâya vâsıl olan velîlerdendir." diyordu. Bundan sonra, her taraftan insanlar,
onu görmek için akın akın yollara düştü. Bu rüyâdan hemen sonra, onda Allahü
teâlâya yakın olma alâmetleri görülmeye başladı.
Evliyânın büyüklerinden
Fudayl bin İyâd (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri tövbe edenlerin önde
gelenlerinden emsâli az bulunan bir zâttı. Tövbe etmezden önce gençlik
yıllarında Ebîverd ile Serahs arasında eşkıyâ reisi olup, yol kesicilik yapar,
kervanları soyardı. Böyle olmasına rağmen namazlarını bırakmaz, oruçlarını
tutardı. Soygun esnâsında kervanda kadın olursa, ona dokunmaz, borçlu ve
sermâyesi az olanların mallarını almazdı. Adamları arasında namaz kılmayan
olursa onu kovardı.
Bir gün yine bir kervanı
soydular. İşlerini bitirince yemek yemek için oturdular. Kervanın sâhiplerinden
birisi gelip; "Reisiniz kimdir?" diye sordu."O, burada değil! Şu ağacın altında
namaz kılıyor." dediler. "Niçin sizinle berâber yemek yemiyor?" deyince; "O,
oruçludur." dediler. Gelen adam iyice şaşırdı ve yanına gitti. Huzur içinde
namaz kıldığını gördü. Namaz bitince; "Namaz, oruç ve eşkıyâlık bir arada nasıl
bulunur?" dedi. Fudayl bu suâle, Kur'ân-ı kerîmdeki meâlen; "Diğer bir kısım
insanlar daha vardır ki, günahlarını îtirâf ederler ve yaptıkları iyi amelleri,
sonradan yaptıkları kötü amellerle karıştırırlar..." (Tövbe sûresi: 102) âyet-i
kerîmesini okudu. Adam hayret etti. Fakat niçin tövbe etmiyorsun diyemedi.
Bir gün büyük bir kervan
geldi. Fudayl bin İyâd'ın arkadaşları kervanı fark edince, yolunu kesmek üzere
hazırlanmaya başladılar. Kervan içinde bulunan zengin birisi, eşkıyâları fark
etti ve; "Altınlarımı öyle bir yere saklayayım ki, eşkıyâlar eşyâlarımızı alırsa
geriye bunlar kalsın." düşüncesiyle kervandan ayrılıp uygun bir yer aramaya
başladı. Bir çadır gördü, hemen oraya koştu. Orada, sırtında abası, başında
külâhı olan biri namaz kılıyordu. Ona, bir miktar parası olduğunu ve emânet
etmek istediğini bildirdi. Fudayl bin İyâd, çadırın içine girip bir köşeye
bırakıvermesini işâret etti. Gelen kimse altınları bırakıp kervanın yanına
dönünce, eşkıyâların kervandaki eşyâları alıp götürdüklerini gördü. Orada kalan
eşyâlarını da toparlayıp tekrar çadırın yanına döndü. Baktı ki, eşkıyâlar
kervandan aldıkları malları paylaşıyorlar. Adam şaşırdı ve; "Demek altınları
eşkıyâların reisine vermişim" deyip geri dönmek istedi. Fudayl, adama niçin
geldiğini sordu. Gelen kimse şaşkın vaziyette; "Emânet bıraktığım altınları
almak için!" deyince, Fudayl; "Bıraktığın yerden al!" dedi. Adam gidip
altınlarını alınca diğer eşkıyâlar; "Biz hiç para bulamadık, sen ise bunları
geri veriyorsun!" dediler. Fudayl; "O, bana hüsn-i zan etti. Ben de Allahü
teâlâya hüsn-i zan ediyorum. Ben o kimsenin, benim hakkımdaki iyi niyetini doğru
çıkardım. Ola ki, Allahü teâlâ da benim kendisi hakkındaki hüsn-i zannımı doğru
çıkarır." dedi.
Bir gün yoldan bir kervan
geçiyordu. Kervandan biri, Kur'ân-ı kerîmin; "Îmân edenlere vakti gelmedi mi ki,
kalpleri Allah'ın zikrine ve inen Kur'ân-ı kerîme saygı ile yumuşasın!.." (Hadîd
sûresi: 16) meâlindeki âyet-i kerîmesini okudu. Bu âyet-i kerîme kendisine öyle
tesir etti ki, gönlünden yaralandı. İçinden; "Geldi, geldi. Hattâ geçti bile!"
diyerek kendinden geçmiş bir halde şaşkın ve mahcup olarak bir harâbeye sığındı.
Bu sırada kervan yola çıktı. Giderlerken, kervandakiler; "Fudayl yolumuzun
üzerinde bulunuyor. Acaba nasıl gideceğiz?" diye birbirleri ile konuşurlarken,
bu konuşmaları duydu ve; "Size müjdeler olsun! Şimdi o, yaptıklarına pişman olup
tövbe etti. Bundan önce, nasıl siz ondan kaçmışsanız, o da bundan sonra sizden
kaçmakta, aynı işleri yapmaktan uzaklaşmakta, sakınmaktadır." diyerek tövbe
ettiğini bildirdi. Bundan sonra, her tarafı gezerek, üzerinde hakkı olanları
buldu ve fazlasıyla ödeyerek hepsi ile helallaştı.
Evliyânın büyüklerinden
Habîb-i Acemî (rahmetullahi teâlâ aleyh) önceleri çok zengindi. Fâizle para
verirdi. Her gün borç tahsîl etmeye çıkardı. Para olarak borcunu tahsîl
edemediği zaman, ayak kirâsı alır, onunla da o günün rızkını temin ederdi. Bir
gün borç tahsîl etmeye gitti. Aradığı şahsı evinde bulamadı. Borçlunun hanımı;
"Sana verilecek bir şeyim yoktur. Sâdece bir koyun kellesi var. İstersen onu
vereyim." dedi. Habîb-i Acemî teklifi kabûl etti. Onu evine götürdü. Hanımına;
"Bunu pişir de yiyelim." dedi. Hanımı; "Evde odun ve ekmek yok." dedi.
Habîb-i Acemî aynı usûlle
odun ve ekmek alıp geldi. Hanımı yemeği pişirip önüne koydu. Tam yemeği yiyeceği
sırada, kapıya birisi geldi. "Allah rızâsı için bir sadaka." dedi. Habîb
dilenciye; "Bunca zamandan beri sana o kadar şey veriyoruz. Sen zengin olmadın,
ama biz fakir oluyoruz." diyerek yüzüne kapıyı kapadı. O kimse mahzun olarak
gitti. Habîb-i Acemî, geri sofraya geldiğinde kabın içindeki yemeğin kan hâline
dönmüş olduğunu gördü. O anda kalbinde bir değişiklik hissetti. Yerinde
duramadı. Bir Cumâ günü Hasan-ı Basrî'nin evinin yolunu tuttu. Yolda giderken,
oyun oynayan çocuklar Habîb-i Acemî'yi görünce birbirlerine; "Kaçın kaçın, fâiz
yiyen Habîb geliyor. Ayağından kalkan toz bize gelir de, biz de onun gibi
bedbaht oluruz!" dediler.
Çocukların bu sözleri
kendisine çok ağır geldi. Hasan-ı Basrî hazretlerinin meclisine gelip elini
öptü. Allahü teâlânın, sonsuz olan lütfu ve ihsânı ile tövbe-i nasûh eyledi ve
onun talebelerinden oldu. Önceki yaptıklarına çok pişman oldu. Allahü teâlâya
şöyle münâcatta bulundu: "Yâ Rabbî! Ben çok günahkârım. Fakat senin magfiretin
sonsuzdur. Beni affet. Senin her şeye gücün yeter. Kudretin sonsuzdur.
Dilediğini yaparsın. Sen öyle büyüksün ki, benim dermanım ancak sendedir. Ben
ancak sana sığınırım. Yâ Rabbî! Fermanına boyun eğdim ve sana teslim oldum. Beni
affet!"
Oradan ayrılıp evine
dönerken kendisine borcu olanlar onu görüp alacaklarını ister endişesiyle kaçmak
istediler. Bu durumu görünce; "Kaçmayın! Bugün benim sizden kaçmam lazımdır."
buyurdu. Yolda giderken yine oyun oynayan çocukların yanından geçiyordu.
Çocuklar kendisini görünce birbirlerine; "Kaçın, kaçın! Tövbekâr Habîb geliyor.
Üzerine bizden toz bulaşmasın. Bulaşırsa cenâb-ı Hakk'a âsî oluruz." dediler.
Çocukların bu sözleri üzerine çok duygulandı, yüreği sızladı ve; "Yâ Rabbî! Bir
tövbemle ismimi iyilerden eyledin." diye şükretti.
Habîb-i Acemî hazretleri,
şehrin her tarafına tellâllar çıkararak; "Her kimin Habîb'e borcu varsa, bundan
vazgeçti. Aldığı fâizleri de geri dağıtacaktır!" diye îlân ettirdi. Servetinin
hepsini fakirlere dağıttı. Günün birinde bir kimse geldi. Dağıtacak malı
kalmadığından, üzerindeki gömleği gelen kimseye verdi.
Sonra Fırat Nehrinin
kenarında bir kulübe yapıp orada ibâdetle meşgûl oldu. Gündüz Hasan-ı Basrî'nin
sohbetinde bulunup, gece ibâdet ederdi. Hasan-ı Basrî hazretlerinin sözleri
kalbine öyle tesir ederdi ki, kendinden geçmiş olarak dinlerdi.
Hindistan evliyâsının
büyüklerinden Kayyûm-i Zaman Muhammed Sibgatullah (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri zamânında, Hüsrev Bek isminde hırsızlık ve
dolandırıcılıkta meşhûr biri vardı. Bu, güçlü kuvvetli olup, çok cesur ve
yiğitti. Hırsızlık ve yankesicilikte zamânın meşhûru idi. Bulunduğu yerin
civârındaki köylerde eziyet ve cefâsından kurtulmuş tek bir ev yoktu. Belâ
kesilmediği ve ulaşmadığı yer yoktu. Bir ara Kayyûm-i Zaman hazretleri Meyve
Hâtun isimli bir köye gitmişti. Bu meşhûr Hüsrev Bek de oradaydı. Her nasılsa
Kayyûm-i Zaman'ın ziyâretine gitti. Birkaç gün sohbette bulundu. Geceleri,
arkadaşları ile berâber Yâkûb Türkmân köyünde kalırdı. O günlerde köyün
yakınındaki kervansaraya büyük bir kervan gelmişti. Kervanda, Belh şehrinin
büyük tüccârları vardı. Bu meşhûr hırsız, kervanın kervansaraya geldiğini haber
alıp, bilhassa kervandaki tüccârların mallarının çokluğunu ve bu arada çok
kıymetli bir atın da bulunduğunu öğrenince, gece arkadaşları ile beraber
kervansaraya doğru yola çıktı. Kervansaray gâyet muhâfazalı ve sağlamdı.
Hırsızların reîsi olan Hüsrev Bek kimseye sezdirmeden kervansaraya girdi.
Arkadaşlarını da dışarıda bıraktı ve doğruca o çok kıymetli atın bulunduğu yere
gitti. Atı çözecekken at kişnedi. Kişnemeyi duyan atın sâhibi kalkıp atın yanına
geldi. Hırsız da yakalanmamak için, görünmeyecek şekilde kendini yere attı. O
kuytu yerde gizlenirken atın dizgininin daha sağlam olması için sâhibi bir çivi
daha çaktı. Çaktığı çivi hırsızın eline geldi. Hırsız bütün ızdırâbına rağmen
yakalanmamak için sesini çıkarmadı. Böylece eli duvara mıhlanmış olan hırsız
için, artık kaçıp kurtulmak ihtimâli de kalmamıştı. Orada sabaha kadar çok büyük
sıkıntılar çekti. Buna rağmen, bağırmıyor, soğukkanlılığını muhafaza etmeye
çalışıyordu. Fakat çok daralmıştı. Yaptığı işin kötülüğünü anladı. Âdetâ, kendi
kendinden nefret etmeye başladı. "Bu belâdan kurtulursam ertesi gün Kayyûm-i
Zaman'ın huzûruna gideceğim. Tövbe edip talebelerinden olacağım." diye düşündü.
Tam bir âcizlik içinde ve büyük bir samîmiyetle böyle düşündüğü için, o anda
Kayyûm-i Zaman'ı yanında gördü. Kayyûm-i Zaman o çiviyi çıkardı. "Hadi git. Seni
kurtardık." deyip gözden kayboldu. Hüsrev Bek büyük bir ferahlık hissetti ve
kervansaraya girdiği yerden dışarı çıktı. Arkadaşları ise hâlâ onu
bekliyorlardı. Arkadaşlarına başından geçenleri anlatan Hüsrev Bek; "Ben
Kayyûm-i Zaman'ın huzûruna gidip hırsızlıktan tövbe edeceğim ve kabûl buyurursa
talebeleri arasına gireceğim." dedi. Arkadaşları da; "Hırsızlıkta bizim reîsimiz
olduğun gibi, tövbede de reîsimiz olursun." diyerek tövbe ettiklerini
bildirdiler. Böylece hırsız başı olan Hüsrev Bek ve bütün arkadaşları Kayyûm-i
Zaman'ın huzûruna gelip tövbe ettiler. Onun muhlis talebelerinden oldular. O ana
kadar çaldıkları malları mümkün olduğu kadar yerlerine sâhiplerine ulaştırdılar,
yâhut helâllaştılar.
Bundan sonra bu büyükler
yolunda ilerlemeye başlayıp, kısa zamanda yüksek dereceler, kemâl mertebeler
elde eden Hüsrev Bek, hocası Kayyûm-i Zaman hazretlerinden hilâfet ve icâzet
aldı. Hocası ona; "Fakîrullah" ismini verdi. Çok gayret gösterdi. Birçok kimse
onun vesîlesiyle bu büyükler yoluna girdi. O diyarda bulunan insanlar,
zamânımıza kadar onun menkıbe ve fazîletlerini anlatmaktadırlar. Nitekim hadîs-i
şerîfte; "Câhiliye zamanında seçkin olanlarınız, İslâmda da seçkinleriniz olur."
buyrulmuştur.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
huzûruna biri geldi. Edebli bir tavırla oturup; "Çoktan beri sizin sohbetinize
kavuşmak isterdim, hamdolsun ki bugün bu büyük saâdet nasib oldu." dedi. Adamın
bu sözü üzerine, Muînüddîn-i Çeştî ona doğru bakıp tebessüm etti. Bir müddet
durduktan sonra da; "Haydi, buraya ne maksatla gelmişsen onu yapsana!" dedi.
Adam bu sözü işitince, maksadının anlaşıldığının farkına varıp, şiddetle
titremeye başladı. Başını yerlere koyup durmadan yalvarıyordu. Sonra şöyle dedi:
"Ey efendim! Beni bir kimse buraya sizi öldürmem için gönderdi. Siz onu da
kerâmetinizle bilirsiniz. Benim, aslında size bir kastım ve düşmanlığım yoktu."
dedi. Sonra elini koynuna sokup bir bıçak çıkardı ve orada bulunanların önüne
attı. Ortaya çıkıp, Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin ayaklarına kapandı ve; "Bana
dilediğiniz cezâyı verin!" dedi. Bunun üzerine Muînüddîn-i Çeştî; "Bizim
yolumuzda, bize kötülük yapana biz iyilik yaparız!" buyurdu. Sonra yerde perişân
bir hâlde ezilip, büzülen, pişmanlığından ne yapacağını şaşıran adamı tutup
kaldırdı. "Seni buraya gönderen kimsenin de ismini açıklama" buyurdu. Sonra; "Ey
yüce Allah'ım! Bu kuluna iyilikler ve muvaffakiyet ihsân eyle." diyerek, ona duâ
etti. Bu adam, tövbe edip Muînüddîn-i Çeştî hazretlerinin duâsını aldıktan sonra
ona talebe oldu. Aldığı duânın bereketiyle, çok nîmetlere kavuştu. Kendisine
kırk beş defâ hac yapmak nasîb oldu. Nihâyet Kâbe'nin civârında vefât etti ve
Mekke-i mükerremede mücâvirlerin defnedildiği kabristana defnedildi.
Anadolu'da yetişen büyük
velîlerden Süleymân Rüşdî Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) önce
Nâzilli’nin Karamullu köyünün efesi idi. Halk kendisinden çok korkardı. Daha
sonra, Nâzilli'de Mehmed Zühdî Efendi'yi görüp, ona talebe oldu. Mehmed Zühdî
Efendi'nin yanında kemâle eren Süleymân Rüşdî Efendi, çok yüksek mertebelere
kavuştu. Efelik zamânında kullandığı bıçağını, palasını ve tüfeğini, oturduğu
odanın duvarına astı. Kendisine bağlı efeleri de ona talebe oldular. Önceleri
Mîrzâde diye meşhûr idi. Sonra Rüşdî mahlasını aldı.
Sultan İkinci Mahmûd Hân'a,
Süleymân Rüşdî Efendi hakkında bâzı iftirâlar yapıldı. Bunun üzerine Halîl Paşa
vâsıtasıyla İstanbul'a dâvet edildi. Süleymân Rüşdî Efendi, Pâdişâh'ın bu
dâvetine icâbet etti. İstanbul'a gelip, Fındıklı'da ikâmet etti. Eyyûb'de, Râmi
kışlası civârında Sultan İkinci Mahmûd Hân ile görüştü. Süleymân Rüşdî Efendi,
sanki pâdişâh ile değil de, sıradan bir kimse ile görüşüyormuş gibi rahat
hareket ediyordu. Sultan İkinci Mahmûd Hân, bâzı özelliklerinden bahsederek,
pâdişâh olduğunu, pâdişâh karşısında daha başka davranması gerektiğini anlatmak
isteyince, Süleymân Rüşdî Efendi; "Sultânım! Âhirette bahsettiğiniz evsâftan
sormazlar. Siz çobansınız. Tebanızın çobanısınız. Sürünüzden mesûlsünüz. Size
bunu sorarlar. Sen buna dikkat et!" deyip oradan ayrıldı. Bu yüzden Sultan
İkinci Mahmûd Hanın takdir ve hürmetini kazandı. Sonra Nâzilli'ye döndü. Orada
Allahü teâlânın emir ve yasaklarını anlatmaya ölünceye kadar devâm etti.
Büyük velîlerden Şâh Şücâ
Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tövbesinin sebebi şöyle
anlatılır: “Şâh Şücâ dünyâya geldiği vakit, göğsünün üzerinde yeşil bir hatla
“Allah celle celâlühü” yazılıydı. Gençlik zamanında gezip tozmayı, eğlenmeyi
kendine iş edinmişti. Saz çalıp, şarkı söylerdi. Bir gece, bir mahallede, saz
çalıp şarkı söylüyordu. Bir kadın evinden çıkıp, onu seyretmeye gitmişti. Kocası
uyanıp karısını evde göremeyince, dışarı çıkıp karısını Şâh Şücâ’yı seyrederken
görünce, Şâh Şücâ’ya; “Ey zâlim! Tövbe etmenin zamanı gelmedi mi?” diye sordu.
Şâh Şücâ’ bunun etkisinde kalarak; “Geldi, geldi...” deyip elbisesini yırttı ve
sazı kırdı. Eve gelip gusül abdesti alarak, kırk gün dışarı çıkmadı ve bir şey
yemedi. Bunun için babası; “Bize kırk yılda vermediklerini ona kırk günde
verdiler.” demişti.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak şöyle
anlatılır: Şam’da Şeref-ül-Akta’ diye bilinen bir genç vardı. Babası meşhûr ve
büyük bir tüccar idi. Bu tüccar, oğlunu evlendirdi, çok iyiliklerde bulundu. Bu
genç gittikçe hırçınlaşarak, aksileşen bir hâl alıyordu. Atılgan idi. Sokakta
rastladığı kimselerin sarıklarını, elbiselerini zorla alır, etrâfına sıkıntı
verirdi. Babası kendisine her ne kadar nasîhat ettiyse de kabûl ettiremedi. Bir
türlü uslanmıyordu. Babası, oğlu kimin bir şeyini almış ise iâde eder, o şey
telef olmuş ise öderdi. “Bu miskin çocuk uslanmayacak gâliba, eli kesilmeden
evvel ölmeyecek. Yâni hırsızlık yaptığı için kendisine elinin kesilmesi cezâsı
verilecek.” derdi. Nihâyet bu tüccar bir gün vefât etti. Bundan sonra daha da
azgınlaşan genç, nihâyet bir yolkesici olup çıktı. Artık eşkıyâ idi. Bu yolda
arkadaşları da vardı. Bir gün reisleri buna; “Arkadaşlarınızdan birisini çok
zayıf görüyorum. Sultânın adamlarından birinin eline geçse, az bir zorlama ile
bizi açığa verir. Aramızdan ayırsak yine bizi ele verir. Yine bizim için
tehlikeli olur. En iyisi sen onu tenhâ bir yerde öldür!” dedi. Eskıyâbaşının bu
emri karşısında, Şeref-ül-akta’ diye bilinen o kimse, bildirilen şahsı tâkib
etmeye başladı. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatır:
“Issız bir yerde bir
fırsatını bulup, o eşkıyâ arkadaşımızı öldürdüm. Reisin yanına geldiğimde durumu
kendisine anlattım. Reis bu sefer de; “Cesedi görenler tanırlar ve bizim
öldürdüğümüz anlaşılır. Yüzünün derisini soy, burnunu da kes ki tanınmasın.”
dedi. Ben tekrar gidip bildirileni yaptım. Evime geldiğim zaman, öldürdüğüm
kimsenin hanımı ve çocukları bana gelip onun hâlinden sordular. Ben, gelecek
dedim. Fakat sanki içime bir ateş düşmüştü. Yaptıklarıma pişmân oldum. Tövbe
ettim. Yûsuf-i Kâmitî hazretlerinin talebelerinden olmaya, âhirete yarar
işler yapmaya niyet ettim. Yûsuf-i Kâmitî'nin yanına geldim. Hiç yanından
ayrılmıyordum. O nereye gitse, ben de oraya gidiyordum. Başbaşa kaldığımız bir
gün bana karşı; “Arkadaşını öldür, yüzünün derisini soy, burnunu kes, ondan
sonra da buraya gel. Bu nasıl oluyor?” dedi. Ben hayretler içerisinde, binbir
mahcubiyet, kırıklık ve pişmanlık içinde buyurduklarını dinliyordum. Başımı
önüme eğip çok pişmân olduğumu, tövbe ettiğimi, bundan sonra sâlih ameller
işlemeğe, sâlihlerin sohbet ve hizmetlerinde bulunup hiç ayrılmamaya, kötü
yollara düşmemeye, insanlara sıkıntı vermemeye, sâlihler gibi olmaya kat'î karar
verdiğimi bildirdim. Bunun üzerine; “Bizden hiç ayrılma! Kendini belli etmeden,
o kimsenin âilesine, çoluk çocuğuna yardımda bulun.” buyurdu. Ben, gençliğin
verdiği heyecan ve kötü arkadaşların tesiriyle babamın sözlerini dinlemeyip onu
üzdüğüm, kötü yollara düşüp eşkıyâlara karıştığım, o cinâyeti işlediğim,
hayâtımın baharı olan gençliğimi uygunsuz işlere harcadığım için ömrüm boyunca
üzüntü ve pişmanlık içinde yaşadım. Göz yaşları içinde Allahü teâlâya
yalvararak, âkıbetimin iyi olması için duâ ve niyâzda bulundum.” |
|