FAZÎLET – KEMÂLÂT
Velîlerin büyüklerinden ve
Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı,
Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu
ki: "Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir."
Âlim ve evliyâdan Amr bin
Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Selîm bin Rüstem
anlatır: Amr bin Mürre’ye selâm vermenin fazîleti sorulduğunda; "Bir
kimse bir cemâate selâm verirse onun derece îtibârı ile fazîleti vardır. Şâyet
selâm verdiği kimseler onun selâmına karşılık vermezlerse melekler onun selâmına
karşılık verir. Öbürlerine de lânet eder."
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Utanan kişinin
alnından dökülen terler, ondaki fazîletin eseridir."
Büyük velî Şeyh Yavsı
Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin en
büyük fazîleti; on üçüncü Osmanlı Şeyhulislâmı Ebüssü'ûd Efendi gibi, insanlara
ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş olmasıdır.
Tâbiînin büyüklerinden,
oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin şöyle buyurduğunu, Sâbit bin Ebî Hamza
es-Simâlî nakletmiştir: “Kıyâmet günü, fazîlet sâhipleri kalksın diye çağrılır.
İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara hadi Cennet’e giriniz denilir. Onlar
Cennet’e giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler nereye gidiyorsunuz derler.
Cennet’e derler. Hesaptan önce mi Cennet’e giriyorsunuz? derler. Evet cevâbını
verirler. Sizler kimlersiniz? dediklerinde, biz fazîlet ehliyiz derler. Sizin
fazîletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da, dünyâda bize hakâret edildiğinde
tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında
affederdik derler. Bunun üzerine melekler, hadi Cennet’e giriniz. Sâlih amel
işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.
İyilikler, fazîletler, ahlâk
ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan kemâlât, nübüvvet kemâlâtı ve
vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet:
Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir.
Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman, Allahü teâlânın ihsânı
ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse,
peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına
kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir.
(E. Ans. c.1, s. 20)
İmâm-ı Rabbânî; "Vilâyetin,
velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat, şerîatin hakîkatini ele
geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir."
demiştir.(E. Ans. c.1, s. 20)
Evliyâlık makamlarından biri
olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet
(peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı
vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti,
görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti, kemâlât-ı
vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet
kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir,
demiştir. (E. Ans.
c.1, s. 20)
Büyük velî ve Hanbelî
mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: "Şu dört haslet kişinin kemâline alâmettir: Kalbi dünyâ
sevgisinden kurtarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak. Sonunda, hesâba
çekilmeyi gerektirecek şeyleri terketmek, hâli hafîf ve yumuşak olmak. Dünyâlık
biriktirmeyi azaltmak."
KEMÂLE
GELMEK İÇİN
Ali Râmitenî
ki, büyük bir evliyâdır,
Her bir nasîhatinde, rabbânî
tesir vardır.
Buyurdu ki: "Bu yolda,
kemâle gelmek için,
Çok gayret göstermesi, lâzım
gelir kişinin.
Yapsa da senelerce, mücâhede,
riyâzet,
Yine de zor erişir,
maksadına o gâyet.
Lâkin bir yol vardır ki,
riyâzetten ayrıca,
İnsanı maksûduna, kavuşturur
kolayca.
Bu da, "Bir evliyânın,
kalbinde yer almaktır,
Ve bir gönül ehlinin,
gönlünü kazanmaktır."
Zîrâ cenâb-ı Allah, çok
sever bu kulları,
Onların hürmetine, açar çok
kapıları.
Kalpleri, "Nazargâh-ı
ilâhî"dir onların,
Mahrum kalmaz hiç biri, o
kalpte olanların."
Ali Râmitenî'nin, sohbetine
her yandan,
İnsanlar akın akın,
gelirlerdi durmadan.
Dolup boşalıyordu,
gece-gündüz hânesi,
Zîrâ onun sohbeti, cezb
ederdi herkesi.
Bir hoca var idi ki, o
devirde çok zengin,
Uğraşırdı herkesi, kendine
çekmek için.
Ziyâfetler verirdi, şehrin
ahâlisine,
Ki herkes onu sevip,
gelsinler hânesine.
Lâkin gelen olmazdı, yine
ona çok kişi,
O ise merak edip, anlamadı
bu işi.
Ve bir mektup yazarak, Ali
Râmitenî'ye,
Dedi ki: "Herkes size,
geliyor, acep niye?
Ben yemekler de, size gelir
insanlar."
Buyurdu ki: (Hikmeti
yedirip, yapsam da çok ihsânlar,
Yine bana değil, şöyledir ki
bu işin,
Siz hizmet yaparsınız,
"halka yaranmak" için.
Bizimse yoktur, aslâ, böyle
bir düşüncemiz,
Allah'ın rızâsıdır, yegâne,
tek gâyemiz.
Kim halkın rızâsını,
düşünürse, mâlesef,
İnsanların nezdinde, bulamaz
izzet şeref.
Kim de Hak rızâsını,
düşünürse sırf eğer,
İnsanlar nezdinde de,
kazanır kıymet değer.
Dediler ki: "Efendim, duâ
ediyoruz hep,
Lakin kabûl olmuyor, sebebi
nedir acep?"
Buyurdu ki: "Haramdan, yer
ise eğer bir kul,
Hak teâlâ indinde, duâsı
olmaz kabul.
Hiç günah işlenmiyen, bir
ağız ile şâyet,
Her kim duâ ederse, kabûl
olur o elbet."
Biri de kendisinden,
isteyince nasîhat,
Buyurdu ki: "Evlâdım,
nefsine verme fırsat.
Zîrâ nefs-i emmâren kâfirdir
senin şu an,
Ve Allah'a düşmandır, sen de
ol ona düşman.
Onun hîlelerine, aldanma hiç
bir işte,
Yoksa çok pişman olur ve
yanarsın ateşte.
Bu yolun büyükleri, nefsine
muhâlefet,
Ederek Rablerine, ulaştılar
nihâyet.
Kötü arkadaştan da, çok
sakın ki evlâdım,
O seni felâkete, götürür
adım adım.
Nefisten de kötüdür, zîrâ
kötü arkadaş,
Cehennem'e sürükler, seni o
yavaş yavaş.
Gözünü iyi açıp, gelme ki
hiç gaflete,
Yoksa dûçar olursun, ebedî
felâkete.
Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth
(rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Hindistan’ın büyük velîlerindendir.
Büyüklerin hâl ve hayâtını anlatan Siyer-ül-Evliyâ kitabında, Şeyh Nizâmüddîn
Evliyâ hazretleri ile Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth’in karşılaşmaları şöyle
anlatılır: Şeyh Nizâmüddîn ve Şeyh Rükneddîn namaz kıldılar. Daha sonra Şeyh
Nizâmüddîn, Şeyh Rükneddîn’in yanına vardı. Bir müddet sohbet ettiler. Ertesi
gün Şeyh Nizâmüddîn, bugün kabrinin bulunduğu yere gitti. Orada yeni inşâat
yapılıyordu. Âniden; “Şeyh Rükneddîn geliyor!” sesleri işitildi. Şeyh Nizâmüddîn,
o gün orada büyük bir ziyâfet verdi. Yolculuk sebebiyle ayakları ağrıyan ve
taht-ı revan üzerinde oturan Şeyh Rükneddîn’in önünde, yanındakilerle birlikte
oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn’in kardeşi Şeyh İmâdüddîn İsmâil şöyle bir
suâl yöneltti: “Büyüklerin bir araya gelmesi, ganîmettir. Onların nefeslerinden
hâsıl olan faydadan daha iyi bir şey yoktur. Bu fakîrin hâtırına, Resûl-i
ekremin Medîne’ye hicretindeki hikmet ne olabilir diye geldi.” Şeyh Rükneddîn;
“Gâliba onun hikmeti; Resûl-i ekreme verilmesi takdîr olunan bâzı kemâl
dereceleri vardır ki, bunların zuhûrunun, bu dünyâda Resûlullah efendimizin
Suffa Eshâbı ile sohbet etmesine bağlı kılınmış olmasıdır” buyurdu. Şeyh
Nizâmüddîn de; “Bu fakîrin hâtırına gelen şöyledir ki; onun hikmeti, Medîne’de
bulunup da, Resûlullah efendimizin sohbetine kavuşması imkânsız gibi olan bâzı
fakîrlerin bu nîmetle şereflenmiş olmalarıdır” buyurdu. Derler ki, bu iki
büyüğün, bu sözlerinden murâdları; birbirlerine karşı olan tevâzularıdır. Şeyh
Rükneddîn’in maksadı: “Bizim buraya gelmekliğimiz, kemâlimizi arttırmak ve
istifâde etmektir.” Şeyh Nizâmüddîn’in bu sözünden murâdı; "Şeyh Rükneddîn’in
Dehlî’ye geliş maksadı, olgunlaştırmak ve faydalı olmaktır” demekti. Siyer-ül-Evliyâ
kitabının müellifi burada şu açıklamayı ilâve eder: “Bu fakîr derim ki; hiç
şüphe yoktur ki, Eshâb-ı Suffanın sohbetine bağlı olan Resûlullah efendimizin
kemâl derecesi, irşâd ve olgunlaştırmak idi. Bununla dâveti yapmış, sevap
kazanmış ve derecelere kavuşmuş olur. Yoksa murâd, hâşâ zâtının kemâli
değildir.”
O hâlde, iki sözün de mânâsı
aynı olur. Bu karşılama yemeğinden sonra, hizmetçi, birkaç parça iyi kumaşı ve
ince bir mendile bağlanmış yüz altını şeyhin ayağının altına koydu. Şeyh
Rükneddîn; “Altınını, paranı gösterme!” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn cevâbında:
“Zehâbeke ve mezhebek, gidişini ve gittiğin yolu, yâni; altın, yolu örtmektir ve
dervişin hâlinin örtüsüdür. Derviş, avâmın gözünden bununla saklanır” buyurdu.
Şeyh Rükneddîn, bunları alıp almamakta tereddüd etti. Bunun üzerine Şeyh
Nizâmüddîn, o mendili Şeyh İmâd’a teslim etti.
Konya'nın büyük velîlerinden
Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Sultan
Veled hazretleri, bir gün oğlu Ârif Çelebi'ye; "Evlâdım! Sen her nereye baksan,
Mevlânâ'yı görür, Mevlânâ'dan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, Allahü
teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen Mevlânâ'nın
hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç
tenezzül etmiyorsun?" diye sordu. Ârif Çelebi de: "Efendim! Ben o yüce zâtı,
mânevî âlemde gördüm. O da bu fakîri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün
bağışlanmasına vesîle oldu." diye cevap verdi. |