CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

FAZÎLET – KEMÂLÂT

Velîlerin büyüklerinden ve Ehl-i sünnetin amelde dört hak mezhebinden biri olan Hanbelî mezhebinin imâmı, Ahmed bin Hanbel (rahmetullahi teâlâ aleyh) sık sık talebesine buyururdu ki: "Meziyet, fazîlet, ilim ve irfân tamamlığı iledir."

Âlim ve evliyâdan Amr bin Mürre (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin talebesi Selîm bin Rüstem anlatır: Amr bin Mürre’ye selâm vermenin fazîleti sorulduğunda; "Bir kimse bir cemâate selâm verirse onun derece îtibârı ile fazîleti vardır. Şâyet selâm verdiği kimseler onun selâmına karşılık vermezlerse melekler onun selâmına karşılık verir. Öbürlerine de lânet eder."

Evliyânın büyüklerinden Ebû Bekr Vâsıtî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Utanan kişinin alnından dökülen terler, ondaki fazîletin eseridir."

Büyük velî Şeyh Yavsı Mustafa Muhyiddîn-i İskilibî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin en büyük fazîleti; on üçüncü Osmanlı Şeyhulislâmı Ebüssü'ûd Efendi gibi, insanlara ve cinnîlere fetvâ veren bir oğul yetiştirmiş olmasıdır.

Tâbiînin büyüklerinden, oniki İmâm’ın dördüncüsü ve Hazret-i Hüseyin’in oğlu olan İmâm-ı Zeynelâbidîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri’nin şöyle buyurduğunu, Sâbit bin Ebî Hamza es-Simâlî nakletmiştir: “Kıyâmet günü, fazîlet sâhipleri kalksın diye çağrılır. İnsanlar arasında bir grup kalkar. Onlara hadi Cennet’e giriniz denilir. Onlar Cennet’e giderken meleklerle karşılaşırlar. Melekler nereye gidiyorsunuz derler. Cennet’e derler. Hesaptan önce mi Cennet’e giriyorsunuz? derler. Evet cevâbını verirler. Sizler kimlersiniz? dediklerinde, biz fazîlet ehliyiz derler. Sizin fazîletiniz nedir? diye sorarlar. Onlar da, dünyâda bize hakâret edildiğinde tahammül ederdik. Bize zulmedildiğinde sabrederdik ve bize kötülük yapıldığında affederdik derler. Bunun üzerine melekler, hadi Cennet’e giriniz. Sâlih amel işleyenlerin mükâfâtı ne güzeldir, derler.

İyilikler, fazîletler, ahlâk ve huy güzellikleri, olgunluklar demek olan kemâlât, nübüvvet kemâlâtı ve vilâyet kemâlâtı olmak üzere iki kısma ayrılmaktadır: Kemâlât-ı nübüvvet: Peygamberliğe ait üstünlükler olup, çok yüksek evliyâlık makamlarından biridir. Şeyh Şihâbüddîn-i Sühreverdî demiştir ki: "Bir müslüman, Allahü teâlânın ihsânı ile, İslâmiyetin hakîkatine kavuşur, İslâm-ı hakîkî ile şereflenirse, peygamberlere tam uymakla, o büyüklere vâris olarak kemâlât-ı nübüvvet makâmına kavuşabilir. O yüksek derecenin nîmetlerini bol bol elde edebilir. (E. Ans. c.1, s. 20)

İmâm-ı Rabbânî; "Vilâyetin, velîliğin iki parçası olan tarîkat ve hakîkat, şerîatin hakîkatini ele geçirebilmek için ve kemâlât-ı nübüvvete kavuşabilmek için iki şart gibidir." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 20)

Evliyâlık makamlarından biri olan kemâlât-ı vilâyete gelince, bu konuda İmâm-ı Rabbânî; "Kemâlât-ı nübüvet (peygamberlik kemâlâtı), kemâlât-ı vilâyetten çok üstündür. Kemâlât-ı vilâyetteki ilerleme, kemâlât-ı nübüvvetteki ilerlemenin bir sûreti, görünüşüdür." demektedir. Şeyh Şihâbüddîn ise; "Şerîatin sûreti, kemâlât-ı vilâyet meyvelerini meydana getiren mübârek bir ağaç olduğu gibi, nübüvvet kemâlleri de mübârek bir ağaç gibi olan şerîatin hakîkatinin meyveleridir, demiştir. (E. Ans. c.1, s. 20)

Büyük velî ve Hanbelî mezhebî fıkıh âlimi Ali bin Muhammed bin Beşşâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Şu dört haslet kişinin kemâline alâmettir: Kalbi dünyâ sevgisinden kurtarıp, Allahü teâlânın beğendiği şeyleri yapmak. Sonunda, hesâba çekilmeyi gerektirecek şeyleri terketmek, hâli hafîf ve yumuşak olmak. Dünyâlık biriktirmeyi azaltmak."

 

KEMÂLE GELMEK İÇİN

 

Ali Râmitenî ki, büyük bir evliyâdır,

Her bir nasîhatinde, rabbânî tesir vardır.

 

Buyurdu ki: "Bu yolda, kemâle gelmek için,

Çok gayret göstermesi, lâzım gelir kişinin.

 

Yapsa da senelerce, mücâhede, riyâzet,

Yine de zor erişir, maksadına o gâyet.

 

Lâkin bir yol vardır ki, riyâzetten ayrıca,

İnsanı maksûduna, kavuşturur kolayca.

 

Bu da, "Bir evliyânın, kalbinde yer almaktır,

Ve bir gönül ehlinin, gönlünü kazanmaktır."

 

Zîrâ cenâb-ı Allah, çok sever bu kulları,

Onların hürmetine, açar çok kapıları.

 

Kalpleri, "Nazargâh-ı ilâhî"dir onların,

Mahrum kalmaz hiç biri, o kalpte olanların."

 

Ali Râmitenî'nin, sohbetine her yandan,

İnsanlar akın akın, gelirlerdi durmadan.

 

Dolup boşalıyordu, gece-gündüz hânesi,

Zîrâ onun sohbeti, cezb ederdi herkesi.

 

Bir hoca var idi ki, o devirde çok zengin,

Uğraşırdı herkesi, kendine çekmek için.

 

Ziyâfetler verirdi, şehrin ahâlisine,

Ki herkes onu sevip, gelsinler hânesine.

 

Lâkin gelen olmazdı, yine ona çok kişi,

O ise merak edip, anlamadı bu işi.

 

Ve bir mektup yazarak, Ali Râmitenî'ye,

Dedi ki: "Herkes size, geliyor, acep niye?

 

Ben yemekler de, size gelir insanlar."

Buyurdu ki: (Hikmeti yedirip, yapsam da çok ihsânlar,

 

Yine bana değil, şöyledir ki bu işin,

Siz hizmet yaparsınız, "halka yaranmak" için.

 

Bizimse yoktur, aslâ, böyle bir düşüncemiz,

Allah'ın rızâsıdır, yegâne, tek gâyemiz.

 

Kim halkın rızâsını, düşünürse, mâlesef,

İnsanların nezdinde, bulamaz izzet şeref.

 

Kim de Hak rızâsını, düşünürse sırf eğer,

İnsanlar nezdinde de, kazanır kıymet değer.

 

Dediler ki: "Efendim, duâ ediyoruz hep,

Lakin kabûl olmuyor, sebebi nedir acep?"

 

Buyurdu ki: "Haramdan, yer ise eğer bir kul,

Hak teâlâ indinde, duâsı olmaz kabul.

 

Hiç günah işlenmiyen, bir ağız ile şâyet,

Her kim duâ ederse, kabûl olur o elbet."

 

Biri de kendisinden, isteyince nasîhat,

Buyurdu ki: "Evlâdım, nefsine verme fırsat.

 

Zîrâ nefs-i emmâren kâfirdir senin şu an,

Ve Allah'a düşmandır, sen de ol ona düşman.

 

Onun hîlelerine, aldanma hiç bir işte,

Yoksa çok pişman olur ve yanarsın ateşte.

 

Bu yolun büyükleri, nefsine muhâlefet,

Ederek Rablerine, ulaştılar nihâyet.

 

Kötü arkadaştan da, çok sakın ki evlâdım,

O seni felâkete, götürür adım adım.

 

Nefisten de kötüdür, zîrâ kötü arkadaş,

Cehennem'e sürükler, seni o yavaş yavaş.

 

Gözünü iyi açıp, gelme ki hiç gaflete,

Yoksa dûçar olursun, ebedî felâkete.

 

Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Hindistan’ın büyük velîlerindendir. Büyüklerin hâl ve hayâtını anlatan Siyer-ül-Evliyâ kitabında, Şeyh Nizâmüddîn Evliyâ hazretleri ile Şeyh Rükneddîn Ebü’l-Feth’in karşılaşmaları şöyle anlatılır: Şeyh Nizâmüddîn ve Şeyh Rükneddîn namaz kıldılar. Daha sonra Şeyh Nizâmüddîn, Şeyh Rükneddîn’in yanına vardı. Bir müddet sohbet ettiler. Ertesi gün Şeyh Nizâmüddîn, bugün kabrinin bulunduğu yere gitti. Orada yeni inşâat yapılıyordu. Âniden; “Şeyh Rükneddîn geliyor!” sesleri işitildi. Şeyh Nizâmüddîn, o gün orada büyük bir ziyâfet verdi. Yolculuk sebebiyle ayakları ağrıyan ve taht-ı revan üzerinde oturan Şeyh Rükneddîn’in önünde, yanındakilerle birlikte oturup sohbet ettiler. Şeyh Rükneddîn’in kardeşi Şeyh İmâdüddîn İsmâil şöyle bir suâl yöneltti: “Büyüklerin bir araya gelmesi, ganîmettir. Onların nefeslerinden hâsıl olan faydadan daha iyi bir şey yoktur. Bu fakîrin hâtırına, Resûl-i ekremin Medîne’ye hicretindeki hikmet ne olabilir diye geldi.” Şeyh Rükneddîn; “Gâliba onun hikmeti; Resûl-i ekreme verilmesi takdîr olunan bâzı kemâl dereceleri vardır ki, bunların zuhûrunun, bu dünyâda Resûlullah efendimizin Suffa Eshâbı ile sohbet etmesine bağlı kılınmış olmasıdır” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn de; “Bu fakîrin hâtırına gelen şöyledir ki; onun hikmeti, Medîne’de bulunup da, Resûlullah efendimizin sohbetine kavuşması imkânsız gibi olan bâzı fakîrlerin bu nîmetle şereflenmiş olmalarıdır” buyurdu. Derler ki, bu iki büyüğün, bu sözlerinden murâdları; birbirlerine karşı olan tevâzularıdır. Şeyh Rükneddîn’in maksadı: “Bizim buraya gelmekliğimiz, kemâlimizi arttırmak ve istifâde etmektir.” Şeyh Nizâmüddîn’in bu sözünden murâdı; "Şeyh Rükneddîn’in Dehlî’ye geliş maksadı, olgunlaştırmak ve faydalı olmaktır” demekti. Siyer-ül-Evliyâ kitabının müellifi burada şu açıklamayı ilâve eder: “Bu fakîr derim ki; hiç şüphe yoktur ki, Eshâb-ı Suffanın sohbetine bağlı olan Resûlullah efendimizin kemâl derecesi, irşâd ve olgunlaştırmak idi. Bununla dâveti yapmış, sevap kazanmış ve derecelere kavuşmuş olur. Yoksa murâd, hâşâ zâtının kemâli değildir.”

O hâlde, iki sözün de mânâsı aynı olur. Bu karşılama yemeğinden sonra, hizmetçi, birkaç parça iyi kumaşı ve ince bir mendile bağlanmış yüz altını şeyhin ayağının altına koydu. Şeyh Rükneddîn; “Altınını, paranı gösterme!” buyurdu. Şeyh Nizâmüddîn cevâbında: “Zehâbeke ve mezhebek, gidişini ve gittiğin yolu, yâni; altın, yolu örtmektir ve dervişin hâlinin örtüsüdür. Derviş, avâmın gözünden bununla saklanır” buyurdu. Şeyh Rükneddîn, bunları alıp almamakta tereddüd etti. Bunun üzerine Şeyh Nizâmüddîn, o mendili Şeyh İmâd’a teslim etti.

Konya'nın büyük velîlerinden Ulu Ârif Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası Sultan Veled hazretleri, bir gün oğlu Ârif Çelebi'ye; "Evlâdım! Sen her nereye baksan, Mevlânâ'yı görür, Mevlânâ'dan bahsedersin. Küçük aklınla mârifetlerden, Allahü teâlânın zâtı ve sıfatlarına âit ince bilgilerden anlatırsın. Sen Mevlânâ'nın hâllerini ve makamlarını ve bu mârifetlerini nereden biliyorsun da, bize hiç tenezzül etmiyorsun?" diye sordu. Ârif Çelebi de: "Efendim! Ben o yüce zâtı, mânevî âlemde gördüm. O da bu fakîri gördü ve kendi kemâlâtını görebilecek gözün bağışlanmasına vesîle oldu." diye cevap verdi.