CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

FETVÂ

Osmanlı âlim ve velîlerinin en meşhûrlarından, büyük devlet adamı Ahmed İbni Kemâl Paşa (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Yavuz Sultan Selîm Han 1512'de Osmanlı tahtına oturup iç işlerini yoluna koyduktan sonra, kıvılcımları Irak ve Horasan'a yayılmış olan şiânın fitne ateşini söndürme plânına koyuldu. Bunun için de devrin ilim adamlarını yardıma çağırdı. İbni Kemâl, İdrîs-i Bitlîsî, Zenbilli Ali Cemâlî ve daha nice ilim adamları bu göreve koştular. Dîvânda harb için tereddüd edenler vardı. Mesele fazla oyalamaya gelmemeliydi. Bu durumda İbn-i Kemâl şu fetvâyı verdi:

"Her türlü hamd ve senâ, kudret ve kerem sâhibi yüce Allah'a olsun. Selâtü selâm da doğru yolu gösteren hazret-i Muhammed aleyhisselâma ve O'na tâbi olanlara olsun.

Haberlerde geldiğine göre, aşırı şiâya bağlı bir grup, Ehl-i sünnet vel-cemâat yolunda olan müslümanların memleketlerinin pekçoğunu işgâl ettiler. Oralarda kendi bâtıl yolları ile görüşlerini yaydılar. Hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ömer ve hazret-i Osmân hakkında küfr, fenâ sözler söylediler. Bunların halîfeliklerini inkâr ettiler. İlim erbâbına ve ictihâd yapan müctehidlere hakâretler savurdular. Onların başında bulunan Şah İsmâil'in tâkib ettiği aşırı şiâ yolunu tutulacak en kolay ve doğru yol zannettiler. Onlara göre Şah dinde sınırsız bir yetkiye sahiptir. Onun dinde helâl kıldığı helâl, haram kıldığı haramdır. Meselâ Şah içkiyi helâl kılmıştır, öyle ise içki helâldir... Netice olarak onların kötülükleri ve küfürleri sayılamayacak kadar çoktur.

Buna göre bizim, onların küfür ve irtidâdlarında (İslâmiyetten ayrıldıklarında) aslâ şüphemiz yoktur. Ülkeleri Dârü'l-harbdir. Erkekleri ve kadınları ile evlenmek câiz değildir. Bunlar hakkında verilecek hüküm, dinden dönenler hakkında verilecek hüküm ile aynıdır. Erkeklerden bu sapık yolu bırakıp müslüman olanlar serbesttir. Kabul etmezlerse hakları kılıçtır, öldürülürler. Savaşa gücü, kudreti olan müslümanların bu cihâda katılmaları farzdır."

Böylece bütün müslümânların dikkati çekildi ve gafletten uyanmaları gerektiği belirtildi. Ayrıca İbn-i Kemâl, Şah İsmâil'in Ehl-i sünnetten olan Akkoyunlu, Gürganlı ve Dulkadirli devletlerinin ahâlisine yaptığı zulüm ve mezâlimi şiirleri ile yaydıktan sonra; "Ama Allah onun insanlara yaptığını yanına koymadı. Bu ejderhayı yutmaya bir asâ ve o firavunu nehre batıran bir Mûsâ yarattı." diyerek Selîm Hanı övdü, onun peşinden yürünmesini tavsiye etti.

 

Haberler ululardan naklolunur

Her Firavun'a bir Mûsâ bulunur.

 

vecizesi bu görüşünü ifâde etmektedir.

Meşhûr âlim ve velîlerden Ebû İshâk-ı Şîrâzî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinden, bir gün Nizâm-ül-mülk, kendisinin yaptığı hayır ve hasenâtı, insanlara ikrâm ve iyiliklerini, günahlardan sakınmasını, Allahü teâlânın emirlerine yapışmasını anlatıp, yüksek âlimlerden, yaptıklarının İslâmiyete uygunluğu hakkında fetvâ istedi. Bütün âlimler cevâbında; "Bu yapılanların hepsi doğrudur. Cennet'e girmenize vesîledir." diye yazıp, onun hakkındaki iyi düşüncelerini bildirdiler. Nizâm-ül-mülk, âlimlerin kendisi hakkındaki şâhitliğini görüp yazılarını okuyunca; "Bunlarla benim kalbim rahat olmadı. Ancak, büyük âlim Ebû İshâk-ı Şîrâzî de bunu yazar ve hakkımda diğer âlimler gibi şehâdette bulunursa, inanırım." dedi. Şeyh Ebû İshâk'a başvurduklarında o da: "Hasan (yâni Nizâm-ül-mülk), zulüm mevkıinde bulunanların hayırlısıdır." diye yazdı. Nizâm-ül-mülk, bu zâtın yazısını okuyunca; "Şeyh doğru söylemiştir. Doğru cevap, işte budur!" dedi. Nizâm-ül-mülk vefât edeceği zaman vasiyet edip, Ebû İshâk'ın fetvâsının sûretinin kefenine bağlanmasını istedi. Bu isteği yerine getirildi. Sonra sâlih bir zât rüyâsında Nizâm-ül-mülk'ü görüp hâlini sordu. O da cevâbında: "Allahü teâlâ bütün günahlarımı bağışladı ve: "Bu ihsânımız, senin hakkında Ebû İshâk'ın, hayırlı diye yazmasındandır." buyurdu" dedi.

Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından ve büyük velî Ebüssü'ûd Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir.

"Bir tavuk boğazlanıp, içi ve gursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve gursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur."

"İmâm, amel-i kesîr oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur. Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, yâni tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır."

"Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükûmet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri tâzir etmelidir.

Suâl: Namazda otururken şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırmamak mı daha iyidir?

Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir.  Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.

Suâl: Bir dilenci gelip: "Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah'ı seversen, Peygamber'i seversen bana bir akçe ver" dese; o dilenciye: "Allah versin!" tarzında cevap verilse veya hiç bir yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu?

Cevap: Sevmek, vermeyi gerektirmez... Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.

Suâl: Karacaahmet tekkesine hasta götüren ve orada kurban kesen kimseler: "Hasta oraya varınca şifâ bulur" diye inansalar" dînen onlara ne gerekir?

Cevap: Eğer şifâ verenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaahmed'i de sâlih bir kişi olarak tanırlarsa bir şey gerekmez.

Suâl: Cenâb-ı Hak hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde "Allah göklerdedir" tarzında mı veya bir başka şekilde mi inanmak gerekir?..

Cevap: "Allahü teâlâ bütün mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle onlara hâkimdir" tarzında îtikâd etmek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır.

Suâl: Bir mescide imâm olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyidir?

Cevap: Bir sanatı, namazı hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.

Tebe-i tâbiînin ve evliyânın büyüklerinden olup, Mısır'da yetişen meşhûr hadîs ve fıkıh âlimlerinden Leys bin Sa'd (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamanında bir gün Hârun Reşîd ile hanımı Zübeyde, aralarında münâkaşa edip birbirlerine aşırı derece gücenmişlerdi. Bu esnâda Hârun Reşîd, hanımına: "Eğer ben Cennetlik olanlardan değilsem, vallahi sen benden boşsun!" deyip onu şartlı yemin ile boşadı. Fakat biraz sonra pişman olup, ikisi de çok üzüldüler. Bağdat'taki bütün âlimleri toplayıp, bu yemininin dînî hükmünü onlardan sordu. Fakat hiçbir âlim, bu yemin hakkında hâl çâresi olacak bir fetvâ veremedi. İslâm memleketlerinin herbirine yazı ile haber salınıp, bütün âlimleri Bağdat'ta topladı. Yemini hakkında onlara da sordu. Her biri ayrı şeyler söyleyip hiçbiri tatmin edici bir fetvâ veremedi. Bunlar arasında Mısır'dan gelen Leys bin Sa'd meclisin en sonunda oturmuş hiç konuşmuyordu. Onun bu hâli Hârun Reşîd'in dikkatini çekti ve hizmetçisine; "Şu meclisin sonundaki ihtiyar âlime git ve niçin konuşmadığını sor!" dedi. Leys bin Sa'd da: "Diğer âlimlerin hepsi konuştular. Halife de onları dinledi" buyurdu. Bunun üzerine halife Hârun Reşîd şöyle dedi: "Eğer birkaç âlimin cevâbı ile yetinseydim, zaten Bağdat'ta binlerce âlim vardı. Bu kadar çok âlimin katıldığı bu meclisi kurdum ki, herkesin ilmine müracaat edeyim ve böylece beni tatmin eden bir cevap bulabileyim!" O zaman Leys bin Sa'd: "Benim fikrimi almak isterseniz, emir buyurunuz, herkes dağılsın. Burada ikimiz yalnız kalalım. O zaman fikrimi sana açıklarım" buyurdu. Hârun Reşîd emîr verdi. Bütün âlimler oradan ayrıldı. Ancak halife ile Leys bin Sa'd ve bir de hizmetçisi kaldılar. Leys bin Sa'd; "Ey müminlerin emîri! Benim sana söylediklerim hakkında, bana bir teminat verir misin ki, her söylediğimden ve yaptığımdan bana zarar gelmesin?" dedi. Halife; "Evet! Sana her türlü teminat verilmiştir. Emin olabilirsin ki, sana hiçbir zarar gelmez." Bunun üzerine Leys bin Sa'd, bir Kur'ân-ı kerîm getirilmesini istedi ve halifeye dedi ki: "Ey müminlerin emîri! Şu mushafı eline al ve baştan sonuna kadar sayfa sayfa aç! O da aynen söylediği gibi tek tek açtı. Rahmân sûresine geldiği zaman, bu sûreyi okumasını söyledi. Sûrenin başından okumaya başladı. Tam; "Her kim ki, Allahü telâdan korkarsa, ona iki Cennet vardır!" âyet-i kerîmesine gelince; "Dur, ey müminlerin emîri! dedi. Halîfe, bu işten bir şey anlayamamıştı. Hattâ kızar gibi oldu. Önce verdiği sözü hatırlattıktan sonra Leys bin Sa'd, ona; "Sen, Allah'tan korkarsın değil mi?" diye sordu o da; "Vallahi, ben Allah'tan korkuyorum." dedi. O zaman Leys bin Sa'd da; "Ey müminlerin emîri, sana müjdeler olsun! Allahü teâlâ sana bir değil, iki Cennet verecektir." buyurdu. Halîfenin yeminine çâre olan fetvâyı işiten hanımı Zübeyde de çok sevindi. Halîfe ona; "Sen çok doğru söyledin ve iyi fetvâ verdin!" dedi. Bundan sonra da çeşitli ihsânlar ile Leys bin Sa'd'ı Mısır'a uğurladı.

Tâbiînden, meşhûr hadîs hâfızlarından ve velî Mekhûl eş-Şâmî (rahmetullahi teâlâ aleyh)  hazretleri zamânında, Şam’da, fetvâ vermekte ondan daha yetkili kimse yoktu. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh demeden fetvâ vermezdi. Ben bu kadar anlıyabildim. Bu fetvâm, hatâlı da olabilir doğru da derdi.” diye bildirdi.

Evliyânın büyüklerinden Pîr Muhammed Erzincanî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri zamânında Uzun Hasan, Fâtih Sultan Mehmed Hanla harb etmezden önce, Pîr Muhammed Efendiye gidip, harb için izin istedi. Bunun üzerine Pîr Muhammed hazretleri ona; "Sana ve askerine lâzım olan, onlarla harb etmemektir. Zîrâ onlar müslüman gâzilerdir. Onlarla harp etmemek akıllıca bir iştir." buyurdu. Uzun Hasan, Pîr Muhammed hazretlerinden bu sözleri işitince, harb etmek istediğini belirtip dışarı çıktı. Pîr Muhammed hazretleri, Uzun Hasan'a arkasından; "Bizim sözümüzün fayda ve zararını, hayır ve şerrini bu taraflara gelince anlarsın. Gerçi şimdi bize kırılırsınız ama ne yapalım siz bilirsiniz." buyurdu. Çok geçmeden yapılan harpte Uzun Hasan'ın askeri bozguna uğrayıp kendisi ve yakınları perişan bir hâle düştü. Sonra yine Pîr Muhammed hazretlerine gelerek âkıbetinin nereye varacağını sormadan edemedi. Pîr Muhammed Erzincânî hazretleri ona; "Fâtih Mehmed Han, şânı büyük affı seven bir sultandır. Sizi incitmezler. Edep ile hareket edeni rencide etmezler." buyurdu. Sonra çok sevdiği talebelerinden Pîr Ahmed Efendiyi Fâtih Sultan Mehmed Hana gönderip Uzun Hasan'la arasında sulh yapılmasını sağladılar.

Tâbiîn devrinde Kûfe'de yetişen müctehid imamların büyüklerinden Saîd bin Cübeyr (rahmetullahi teâlâ aleyh) Abdullah ibni Abbâs'tan, Abdullah bin Zübeyr'den, Abdullah bin Ömer'den, Ebû Saîd-i Hudrî'den, Ebû Hüreyre'den, Ebû Mûsâ el-Eş'arî (radıyallahü anhünne) hazrelerinden ve daha birçok Eshâb-ı kirâmdan ilim almış, onların ders halkalarında yetişmiş büyük ve kâmil bir zâttır. Kendisine her meselede suâl edilen ve ictihadına başvurulan bir müctehiddi.

Abdullah ibni Abbâs ve Abdullah bin Ömer'den çok ilim almıştır. Hadîs, fıkıh, tefsir ve kırâat ilimlerinde, onlardan çok rivâyette bulunmuştur. Bir defasında Abdullah ibni Abbâs kendisine şöyle buyurdu: "Ey Saîd! Sen de dînî meselelerde, soranlara cevap ver. Hatalı bir hükümde bulunursanız tashih eder, düzeltiriz. O da; "Ey İbn-i Abbâs, sizin huzurunuzda dînî işlere karışmak benim haddim değildir" diye tevâzularını bildirmiştir. Ancak İbn-i Abbâs hazretlerinin gözleri âmâ olup, göremez hâle gelince, Saîd bin Cübeyr fetvâ işlerini üzerine aldı ve müslümanların dînî meselelerdeki müşküllerini halletmeye başladı. Onun ilminin çokluğunu bütün âlimler ittifakla bildirmişlerdir. Hadîs ilminde rivâyetleri çok meşhur olup, sika, güvenilir, sağlamdır. Kütüb-i Sitte'de rivâyet ettiği hadîs-i şerîfler vardır.

Osmanlı âlim ve velîlerinin meşhûrlarından Zenbilli Ali Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Kânûnî Sultan Süleymân Hân, meyva ağaçlarını karıncaların sarması üzerine, karıncaları kırmak için meseleyi hazretlerine güzel bir beyitle sorar ve şöyle der:

 

“Dırahtı (ağacı) sarmış olsa eğer karınca

Zarar var mı karıncayı kırınca.”

 

Zenbilli Ali Efendi zarîf bir ifâde ile sorulan bu suâlin altına şu beyti yazarak cevap vermiştir:

 

“Yarın divânına Hakk’ın varınca

Süleymân’dan alır hakkın karınca.”

 

Tâbiîn devrinin meşhûr âlim ve velîlerinden Zührî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Tam ehil olmadan fetvâ veren kimse, Allahü teâlânın nezdinde mes'ûl olur. Böyle kimse, Cehennem'in tâ kenârındadır.”