FAKİRLİK – TEMİZLİK
Evliyânın büyüklerinden
Ahmed bin Hadraveyh (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Yoksullara
hizmet eden, şu üç şeyle mükâfatlandırılır. Tevâzu, edep güzelliği, cömertlik."
Yine buyurdular ki:
"Fakirliğindeki izzeti ve dervişliğindeki şerefi gizli tut. Yâni halka ben
fakirim diyerek sırrını açığa vurma. Çünkü fakirlik Allahü teâlânın iyi bir
ihsânı ve ikrâmıdır."
Evlîyanın büyüklerinden
Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Fakirlik,
kimseden bir şey istememek ve kimseye îtirâz etmemektir."
Büyük velîlerden Ebû Hafs
Haddâd en-Nişâbûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şöyle buyurmuştur: "Hakîki
fakirlik, bir kimsenin almaktan çok, vermekten hoşlanmasıdır."
Ebû Zekeriyyâ anlatır: Malım
olmasına rağmen fakirlikten korkardım. Bir gün Ebû Hafs-ı Haddâd bana;
"Eğer Allahü teâlâ sana fakirliği takdir ettiyse, kimse seni zengin yapamaz."
buyurdular. Bunun üzerine bende fakirlik korkusu kalmadı.
Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs
âlimlerinden ve evliyânın büyüklerinden Ebû Hamza Bağdâdî (rahmetullahi
teâlâ aleyh) buyurdular ki: Fakirliği sevmek çetin bir imtihandır. Buna
sıddıklardan başkası sabredemez. Ne zaman yoksul bir halde bulunursam kendi
kendime; "Bu yoksulluk hâli sana kimden geldi." derim. Sonra düşünür hiç bir
kimseye bu yoksulluk hâlinin benden daha çok yaraşmadığını görürüm. O zaman onu
hoşça kabullenir, berâber olurum.
Evliyânın meşhûrlarından
Hacı Şerîf Zerdenî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazrertlerinin zamanında fakir
bir kimsenin yedi kızı vardı. Son derece sıkıntı içinde olup, bir gün Hacı Şerîf
hazretlerinin huzûruna varıp; "Eğer kızlarımın evlenmesine kadar, nafakamızın
temini ve rızkımızın artması için yardımcı olursanız, pek büyük bir lütuf ve
keremde bulunmuş olursunuz." dedi. Ona; "Yarın, inşâallah senin için hayırlı
olur." dedi.
O şahıs oradan çıkıp evine
giderken, yolda tanıdığı bir yahûdîye rastladı ve hâdiseyi anlattı. Yahûdî; "O
zâten, kendisi fakir bir adamdır. Sana nasıl yardım edecek ve edebilir?" deyip;
"Sen tekrâr Şeyh'e git ve deki, eğer Hacı Şerîf yedi sene bana hizmet ederse,
ben ona peşin olarak yedi bin altın veririm." diye ilâve etti. Fakir adam tekrâr
Hâce'nin yanına gidip, bunu anlattı. O da pekâlâ gidelim, deyip, birlikte
yahûdînin yanına geldiler. Şeyh hazretleri, yahûdîden yedi bin altını aldı ve
fakire verdi. Fakiri gönderdi. Kendisi de yahûdînin hizmetine girdi. Bunu duyan
servet sâhibi bir zât, yahûdîye olan borcunu ödemesi için Hacı Şerîf Zendenî
hazretlerine yedi bin altın gönderdi.
O da altınları alıp,
fukarâya dağıttı ve; "Benim, bu yahûdîye hizmet için kendisi ile yedi yıllık bir
sözleşmem vardır. Sözümden dönemem." dedi. Bu dürüstlüğü gören yahûdî çok
müteessir olarak Hâce hazretlerini âzâd etti. Hâce hazretleri ona; "Mâdem ki,
sen beni hizmetçilikten azâd edip serbest bıraktın, Allah da seni Cehennem
azâbından azâd eylesin." dedi. Bu yüksek duâ tesiriyle yahûdî, sadâkatle İslâm
dînini kabûl etti ve Hacı Şerîf'in talebelerinden oldu.
Hindistan'da yetişen
Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi
teâlâ aleyh) hazretleri'nin; Çok zengin talebeleri olmasına rağmen, kendisi
devamlı fakirlik içinde yaşadı. Ömrünü basit bir çatı altında geçirdi. Kendisi
ve yakınları günlerce aç kalmışlar, o civarda yabânî bir ağacın yaprağını
yıllarca yemişlerdi. Genc-i Şeker, borç almaktansa aç dolaşmayı tercih ederdi
ve:
"Bir borçlu, borçlu olduğu
hâlde ölürse, kıyâmette alacaklısının önünde mahcûb olur. Borçlu ile kanâat
arası, doğu ile batı kadar uzaktır. Sûfînin, ödünç almaktansa ölmesi daha
iyidir." derdi. Bir gün evde hiç tuz kalmamıştı. Talebesi Nizâmüddîn Evliyâ,
hırkasını bakkala rehin bırakıp, hocasına tuz almıştı. Genc-i Şeker hazretleri
çorba kâsesine elini uzatıp bir lokma alır almaz, elinin ağırlaştığını hissedip
geri çekti ve; "Bu yemek isrâf kokuyor." dedi. Nizâmüddîn Evliyâ korkudan
titremeye başladı ve; "Bu yemeğin tuzu hâriç, hepsini her zamanki gibi ormandan
topladık, ama tuzu borçla aldık." diye îtirâfta bulundu. Bunun üzerine Genc-i
Şeker; "O hâlde hiçbirimiz bundan yiyemeyiz. Borçla yemek yapıp yemek sûfîlerin
âdetine ve prensiblerine aykırıdır" dedi ve o yemeği fakirlere dağıttı.
Evliyânın büyüklerinden
Nesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Fakirlerle sohbet eden
kimse, onlarla; sırrın selâmeti, nefsin cömertliği, gönlün genişliği, nîmetlerle
mihnetin kabûlü husûsunda sohbet etsin.”
“Fakirlerin en fakiri,
kendisini ganî edecek kimseye (Allahü teâlâya) ulaşamayan (hidâyet bulamayan)
dır.”
Tâbiînden ve hanım velîlerin
büyüklerinden Râbia-i Adviyye (rahmetullahi teâlâ aleyhâ) hazretlerine,
Hasan-ı Basrî hazretleri suâl edip: "Ey Râbia, yokluğu nerede buldun?" dedi.
Cevâbında; "Kendimi Hak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havâle ettim." buyurdu.
Yine Hazret-i Hasan suâl edip; "Ey Râbia! Hak teâlâ aşkına sana ihsân olunan
ilim ve amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında: "Ey Hasan, câriyelikten
kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi temin ederim. Lâkin hiç bir zaman
iki akçeyi bir elime almadım. İkisi bir yere gelir de beni Hak teâlânın yolundan
ve mârifetullahtan alıkoyar diye korktum." buyurdular.
Hindistan’ın büyük
velîlerinden, tefsîr, hadîs, kelâm, tasavvuf ve Hanefî mezhebi fıkıh âlimi
Şâh Veliyyullah-ı Dehlevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Bir gün
bir fakir benden bir şey istemişti. O fakir zarûret içinde kıvranıyordu. Kalbime
gelen ilhâm bana, o fakire ihtiyâcı olan şeyi vermemi emrediyor, dünyâ ve
âhirette pekçok ecir ve mükâfâtı müjdeliyordu. Nihâyet o fakire istediği şeyi
verdim. İlhâm yoluyla bana vâdedilen şeye gerçekten şâhid oldum. O gün yaptığım
bu iyiliğin karşılığını gördüm.”
İran'da yetişen büyük
velîlerden Şirvânî es-Sagîr (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Fakirler dünyâ ve âhirette her bakımdan rahattırlar."
Evliyânın meşhûrlarından
Ahmed bin Âsım Antâkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: En faydalı
zenginlik, fakirlik ve fakirlik korkusunu gideren şeydir. En güzel fakirlik,
sabredip, durumundan şikâyette bulunmadan, sebeblere yapışıp, elinden geldiği
kadar çalışıp, Allahü teâlâdan gelen herşeye rızâ ve hoşnutluk göstermektir. En
üstün sebât ve azim, fırsatlar doğup, herkesin gaflet içerisinde bulunduğu,
dünyâ işlerine dalıp, âhireti unuttuğu zaman, gevşekliği, sonra yaparım demeyi
bırakıp, dünya ve âhirete yarar işler yapmaktır. En kıymetli sabır, nefsin arzu
ve isteklerine karşı çıkarken, tahammüllü ve dayanıklı olmak, bu hususta en ufak
bir fütur ve gevşeklik, âcizlik göstermemektir.
Bağdât'ın büyük velîlerinden
Ebû Saîd-i Harrâz (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine birisi gelerek
"Zenginlerin fakirlere vermeleri gereken hak neden yerine ulaşmıyor?" diye
sordu. Ebû Saîd-i Harrâz hazretleri ise; "Bunun üç sebebi vardır: İlki, onların
sâhib oldukları mal helâl değil. İkincisi; Allah onları buna muvaffak kılmıyor.
Üçüncüsü; fakirler sıkıntıyı tercih etmişlerdir." diye cevap verdi.
Evliyânın meşhûrlarından
İbn-i Vefâ (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Şâziliyye tarîkatının
mensuplarının güzel elbise giymelerinin ve lezzetli yiyecekler yemelerinin
sebebi sorulup, Selef-i sâlihîn böyle giyinip, böyle yemezdi dediklerinde;
"Onların güzel elbise giyinmelerinin sebebi, Allahü teâlânın kendilerine ihsân
ettiği nîmetlere râzı olup göstermek için ve insanlara zengin görünmek içindi. O
zamanda insanların bir kısmının eski giyinmeleri, halkın elinde olanlara bakıp,
fakir ve muhtaç durumda olduklarını göstermek içindi. Fakat Selef-i sâlihîn eski
elbise giyip, lezzetli yiyeceklere düşkünlük göstermediler. Onların zamânında
gaflet içindeki insanlar, dünyâlık kazanmak için hırsla çalışıyorlardı ve
görünüşlerini süslemeye gayret ediyorlardı. Ellerindeki dünyâlıkla servetle
iftihâr ediyorlardı. Selef-i sâlihîn zamanlarındakiler, gaflet ehline muhâlefet
ettiler. Eski elbise giydiler, yavan yediler. Böylece gaflet ehline uymaktan
sakındılar. Ama Şâziliyye tarîkatı mensupları, zamanlarındaki fakirlerin
hâllerine baktılar. Onlar, zenginlerin kendilerine acıyıp yardım etmeleri ve
böylece dünyâlığa kavuşmak için eski elbise giyiyorlardı. İşte, Şâziliyye
tarîkatı mensupları da, dünyâya düşkünlük gösteren o fakirlere muhâlefet
göstererek, yeni ve güzel elbiseler giydiler. Halka zengin gözüktüler."
buyurdular.
Hindistan'da yetişen en
büyük velî, âlim müceddid ve müctehid İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ
aleyh) buyurdular ki: Gınâ sâhiplerinin yâni zenginlerin, alçak gönüllü olması
güzeldir. Fakirlerin ise onurlu olması lâzımdır.
Tâbiînin tanınmışlarından ve
evliyânın büyüklerinden Ka'b-ül-Ahbâr (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri "Kim zenginlere ve mal sâhiplerine boyun eğerse, dîni de boyun eğer,
böylece dînine zarar gelir." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden
Muhammed Zuğdân (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: “Zenginlikle
fakirlik, birbirlerine karşı övündüler. Zenginlik, fakirliğe dedi ki: “Sen kim
oluyorsun? Ben, Allahü teâlânın vasfıyım.” Fakirlik, zenginliğe şu cevâbı verdi:
“Ben olmasaydım, senin vasfın bilinmiyecekti. Benim tevâzum olmasaydı, senin
kıymetin artmayacaktı ve yükselmeyecekti. Ben ubûdiyyetin nişânesiyim.”
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Abdullah-ı Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) temizlik hususunda
titizlik gösterirdi. Bir gece, gusl, boy abdesti alırken titizliği sebebiyle çok
su kullandığını düşünerek kalbi daraldı. Allahü teâlâya yalvarıp; "Yâ Rabbî!
Beni affet." diye duâ etti. Bu sırada gâibden bir ses; "Sen affedildin." dedi.
Bundan sonra kalbindeki sıkıntı gidip, şükretti.
Evliyânın büyüklerinden
Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, tahâret ve abdest
konusunda çok titiz davranırdı. Bâzan vesvese derecesine varan bu titizliği
sebebiyle güç durumda kalırdı. Bir defâsında tahâret husûsunda vesveseye
kapıldı. Abdest almak için tam on bir kere deniz sâhiline indi. Güneş batıncaya
kadar orada kaldığı halde sahîh bir abdest aldığına kalbi kanâat getirmedi. Bu
durum sebebiyle göğsü daralıp sıkıldı. Üzüntülü ve incinmiş bir halde ellerini
kaldırıp, Allahü teâlâya; "Yâ Rabbî! Senden âfiyet ve bu halden kurtulmayı
dilerim." diye duâ ve niyâzda bulundu. Gâibden bir ses; "Âfiyet, ilimde ve
İslâmiyetin hükümlerine riâyet etmektedir." dedi. Bu sesi işiten Ebû Ali Rodbârî
hazretleri kendinde bulunan hâlin vesveseden ibâret olduğunu anlayıp, kalbi
rahatladı. Bu rahatlama sebebiyle Allahü teâlâya şükretti.
Hindistan evliyâsının
tanınmışlarından Şeyh Nûreddîn (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki:
"Avâm, zâhir temizliği için; havâs (seçilmiş büyük zâtlar) ise bâtın temizliği
için çalışır. Kıyâmet günü, dünyâda iken zâhir temizliği için çalışıp, bâtınî
temizliğe hiç ehemmiyet vermeyen kimseye Allahü teâlâ sitem eder ve buyurur ki:
"Ey kulum! Senelerce insanların gördüğü yeri yâni dışını temizledin. Benim nazar
ettiğim yeri (kalbini, gönlünü) ise temizlemek için bir ân uğraştın mı? Ömrünü
nerelerde harcadın?"
Zâhirî (dış) tahâret
(temizlik), abdest bozmakla gider. Bâtın (kalb) temizliği ise, Allah'tan
gayrısını kalbe getirmekle bozulur. Gönlünü Allahü teâlâdan başkasına verme.
O'ndan başkasının mührünü kalbine vurma!" |