|
EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (U -
Ü - Y - Z)
Kendilerine “Silsile-i
aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı
Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, Taşkend'de şeyhlik
iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar,
Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi.
Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri,
Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir
âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin
tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün
meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında
bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine
dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz
bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini
defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa
kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; "Aklı
bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık
üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini
kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini
kaybedip, perişân hâle düştü.
İstanbul'da yetişen büyük
velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
zamânında bir takım din câhilleri türeyip, tasavvufu ve mânevî halleri inkâr
ettiler. Öyle oldu ki, mescidlere gelenlere mâni olmaya, mescidleri kapatmaya
çalışırlardı. Acemağa Câmii etrâfındaki bâzı azgın kimseler Ünsî Hasan Efendiye
de zarar vermek istediler. Ünsî Hasan Efendi onlarla görüşmek istemedi. Onlar
Şeyh Ünsî Hasan Efendiyi Acemağa Câmiinden uzaklaştırmayı kararlaştırdılar.
Hattâ öldürmeye kasdettiler. Aralarında Hasan Efendinin bir kısım gâfil
talebeleri de vardı. Bir gün Hasan Efendinin karşısına çıkıp küfre sebep olan
sözlerle onu rahatsız ettiler. Hasan Efendi gelenlere Kur'ân-ı kerîmden bâzı
âyet-i kerîmeler okuyup nasîhat etti. Lâkin onlar taşkınlıklarında ısrar
ettiler. O zaman Hasan Efendi; "Sizler bizleri ve yolumuzu inkâr edersiniz. Hak
yolda giden sâlih kimselere zarar verirsiniz. Hattâ bizi öldürmek istersiniz.
Biz de size bu fırsatı vermeyiz." buyurdu. O dakika oraya gelmiş bulunan
azgınlar birer ikişer düşüp can verdiler. Nasıl öldükleri anlaşılamadı. Kısa
zamanda her biri bir sebepten ölüp gitti.
Bir gün birisi yere düşüp
can vermek üzere iken Şeyh Hasan Efendinin önde gelen sâdık talebelerinden
Kebâbî Ahmed Dede gelip durumu Hasan Efendiye haber verdi ve yardım etmesini
istedi. Ünsî Hasan Efendi ona; "Var sen işinle meşgûl ol!" buyurdular. O zaman
Ahmed Dedeyi bir hal kapladı ve titremeye başladı. Sonradan bu hâli soruldukta;
"Az kalsın ölüyordum." dedi. Daha sonra Ünsî Hasan Efendi; "Allahü teâlâya
şükürler olsun ki, bu câmi ve etrâfı inkârcılar gürûhundan temizlendi." buyurdu.
Büyük velîlerden Seyyid
Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman hasta oldu. Evinden
çıkamadı. Babası ve annesi bu duruma çok üzüldüler. Seyyid Yahyâ bu hal ile
odasında yatarken birden karşısında hocası Şeyh Sadreddîn hazretlerini gördü.
Ona hitâben; “Ne yatıyorsun oğul, kalk ayağa!” dedi. Elinden tutup ayağa
kaldırdı, sonra kayboldu. Seyyid Yahyâ’nın hastalığı tamâmen geçmişti. Hocasının
gelmesini ve Yahyâ’nın iyileşmesini hizmetçilerinden birisi gördü ve gidip
Seyyid Behâeddîn’e haber verdi. Seyyid Behâeddîn oğlunun yanına geldiğinde
hakikaten onun rahatsızlığının geçtiğini ve hiçbir şeyinin kalmadığını gördü.
Sonra; “Bu senin hocan, âlim ve kerâmet ehli geçinir, neden düz yollar varken
görünmeden gelir?” dedi. Seyyid Yahyâ da; “Babacığım! Sebebi, yolların dikenli
olmasıdır. Dikenler mübârek ayaklarını yara eder.” dedi. Bunun üzerine babası;
“Yollarda diken yok ki.” dedi. Seyyid Yahyâ; “Sizin inkâr dikenleriniz var ya!”
diye cevap verdi. Bu söz üzerine Seyyid Behâeddîn, oğlu Seyyid Yahyâ’nın peşine
düşüp Sadreddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Îtirâzına tövbe etti. Sâdık
talebelerinden oldu.
Sadreddîn hazretleri de,
Seyyid Behâeddîn’in nefsini kırmak için, bir sene Seyyid Yahyâ’nın emrini
dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ bu hususta; “Bu bir sene, bana öyle zor geldi
ki, helâk olacaktım.” buyurdu. Bir sene sonra Sadreddîn hazretleri, Seyyid
Yahyâ’ya baba-oğul münâsebetlerine göre hareket edip, babasının emrini
dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ Şirvânî, bir zaman sonra Sadreddîn-i
Hamevî’nin dâmâdı oldu.
Seyyid Yahyâ hazretleri,
Şeyh Sadreddîn hazretleri hayatta olduğu müddetçe ona canla başla hizmet etti.
Şeyh Sadreddîn hazretleri vefât etmezden önce bütün talebelerini ve sevdiklerini
toplayıp onlardan söz aldı ve Seyyid Yahyâ’ya tâbi olmalarını bildirdi. Seyyid
Yahyâ hazretleri hocasının vefâtından sonra Şirvan yakınındaki Şemâhî’de, sonra
da Bakü’ye giderek orada ikâmet etti. On binden fazla talebesi oldu. Bunlardan
üç yüz altmışı velîliğin yüksek derecelerine çıktı.
Âriflerin ve evliyânın
büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerini, bir defâsında zamânın sultânı, ziyârete gelmişti. Geldiğinde,
Yâkût hazretlerini, Habeşli siyâhî bir kimse olarak görüp, kalbinden; “Bu siyah
bir köledir. Bu kimse büyük bir zât olabilir mi?” diye geçirdi. Yâkût
hazretleri, kerâmet olarak sultânın bu düşüncelerini anlayarak, onun yanına
yaklaştı. Başına yedi defâ dokundu; “Ama bu, nîmetlendirilmiş bir köledir.”
buyurdu. Sultan hatâsını anlayıp, Allahü teâlânın velî kulları hakkında görünüşe
göre hüküm vermenin veyâ görünüşe aldanarak onları aşağı görmenin ne kadar
çirkin ve tehlikeli olduğunu anlayıp, önceki düşüncelerine pişmân oldu. Bu
hâdiseden sonra sultan, yedi ay daha yaşayıp vefât etti. Böylece, Yâkût
hazretlerinin sultânın başına yedi defâ vurmasının hikmeti anlaşılmış oldu.
Evliyânın meşhûrlarından
Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında mevki ve
makam sâhibi emîrlerden biri onu küçümseyip, velî olduğunu kabûl etmemişti. Bir
gün karşılaştıklarında, o emîre şöyle demişti: "Evliyâya îtirâz eden sen misin?
Hâlbuki sen, falan kimsenin yanında bir köçek sayılırsın!” Aradan bir müddet
geçti, evliyâya karşı edebsizlikte bulunan o emîr, mevki ve makâmını kaybetti.
Sonunda köçeklik yapmak durumunda kaldı.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak,
Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velîlerin
sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu
sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım
da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek
nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest
alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu
ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim.
Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir
yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla
Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları
tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana
vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı
bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o
okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i
Hemedânî'yim Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca
Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.”
buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.
İbn-i Hacer-i Mekkî
hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd
Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için
Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce
Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı.
Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım
ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım.
Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli
olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece
huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet
Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir
saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ!
Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin
suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.”
buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve
bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet
ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin
için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü.
Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve
Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek
bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.”
dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı,
senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını
görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha
göremediler.
Aradan uzun seneler geçti.
Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü,
baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek
zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün
yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün
evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun
kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları
eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin
senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.
İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o
Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl
oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi
olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet,
onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki:
“Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O
başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve
böylece öldü.”
Ebû Saîd Abdullah da diyor
ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım
geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen
meydana geldi.”
El-Meşrevü’r-Revî kitâbının
sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki:
“Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile,
mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını
inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten
çok korkmalıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın,
sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında
edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî
hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.
Evliyânın büyüklerinden
Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sabah, erkenden Şam’da bir
caddeden geçerken, onu sevenlerden birisi, elini bu zâtın elbisesine sürüp,
sonra elini bereketlenmek için yüzüne, gözüne sürdü. Bu zâtı sevmeyenlerden ve
büyüklüğünü inkâr edenlerden birisi, o sırada dükkânını açıyordu. Bu hâli görüp
Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o kimseye; “Elin necs (pis) oldu. Çünkü o iyi birisi
değil!” dedi. Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o zât cevap vermeyip sustu. Ertesi gün
yine aynı vakitte, Yûsuf-i Kâmitî oradan geçiyordu. Kendisini sevmeyen o dükkan
sâhibine uğradı. “Bu gece bizim hâlimizi, makâmımızı gördün mü?” buyurdu. O
kimse koşarak gelip Yûsuf-i Kâmitî’nin ellerine sarıldı. Hiçbir şey
konuşamıyordu. Kendinden geçip, bayılarak yere düştü. Evine götürdüler. Üç gün
sonra kendine gelebildi. Kendisine; “Sana ne oldu ki bu hâle düştün?” diye
soranlara şöyle anlatıyordu: “Hakâret ettiğim, büyüklüğünü inkâr ettiğim Yûsuf-i
Kâmitî’yi rüyâmda gördüm. Büyük bir denizin ortasında, o zamâna kadar hiç
görmediğim çok güzel elbiseler içindeydi. Karada durur gibi deniz üzerinde
duruyor, abdest alıyordu. Deniz üzerinde durduğu hâlde batmıyordu. Yüzü öyle
güzel idi ki, on dördüncü gecesindeki ay gibi parlıyordu. Bu rüyâdan sonra
evliyâdan büyük bir zât olduğunu anladım, onun hakkında önceki düşüncelerim hep
yanlış imiş. Önceki hâlime pişmân oldum.” Bu kimse, tövbe edip Yûsuf-i
Kâmitî’nin talebelerinden oldu.”
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bir genç,
Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zün- nûn-i Mısrî hazretleri
yüzüğünü ona verip; “Bunu çarşıya götür, bir altına sat.” buyurdu. Götürdü,
çarşıdakiler bir gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı.
“Mücevherâtçılara götür, bakalım ne verirler.” buyurdu. Bin altına o yüzüğü
satın almak istediler. Genç geri dönüp durumu haber verdi. O zaman gence; “Senin
Allahü teâlânın sevgili kullarını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğü
bilmeleri ve ona değer biçmeleri gibidir.” buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe
ederek kalbinden o inkârı attı.
Şeyhülislâm Abdullah-i
Ensârî buyurdu ki: “Zünnûn-i Mısrî'nin getirdiği ilk ilim tövbedir ki, avâm ve
havâs kabûl etti. İkincisi tevekkül, muâmele ve muhabbet ilmi idi ki, bunu havâs
kabûl etti, avâm kabûl etmedi. Üçüncü ilim de, hakîkat ilmi idi ki, halkın ilim
ve akıl seviyesine göre değildi. Şüphesiz onu anlayamadılar ve uzaklaştılar.
Böylece onu inkâr ettiler, onunla vefâtına kadar mücâdele ettiler.”
Bir gün ihtiyar bir kadın
çâresiz olarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına geldi ve;
“Biricik oğlumu, ciğerpâremi Nil’de timsah kaptı. Ne olur kurtar.” diye
yalvardı. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Nil Nehrine gitti. Orada ellerini açıp; “Yâ
Rabbî! Şu kadının çocuğunu kurtar.” diye yalvardı. Biraz sonra, su üzerinde bir
timsah göründü. Kenara yaklaşıp çocuğu sağ sâlim bırakıp gitti. Bu hâdise
kadının çok tuhafına gitti ve; “Ey Zünnûn! Esâsen size inanmamıştım ve ciddiye
de almamıştım. Şimdi yanıldığımı ve Allahü teâlânın sevgili kulunun duâsını
nasıl kabul ettiğini gözümle gördüm.” dedi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin
büyüklüğünü kabûl etti, kendisinden özür diledi. |
|