CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (U - Ü - Y - Z) 

Kendilerine “Silsile-i aliyye” denilen büyük âlim ve velîlerin on sekizincisi olan Ubeydullah-ı Ahrâr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında, Taşkend'de şeyhlik iddiâsında bulunup, irşâd makâmına kurulup oturan pek çok kimse vardı. Bunlar, Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine karşı kıskançlık ve ayrılık gösterirlerdi. Neticede, hepsi tek tek silinip gittiler. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri, Bagistan'dan Taşkend'e gelip, tâlibleri irşâd ile meşgûl olduğu zaman orada bir âlim vardı. Etrâfında çok talebe toplanmıştı. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerinin tasarrufunu ve üstünlüğünü görünce, hasedinden çatlayacak hâle geldi. Bir gün meclisine gidip, tasarrufu ile Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerini tesir altında bırakıp, müflis göstermek istedi. Gözlerini Ubeydullah-ı Ahrâr hazretlerine dikip, tesir altında bırakmak için bütün gayretini topladı. Altından kalkılmaz bir yük havâle etmek istiyordu. Ubeydullah-ı Ahrâr hazretleri de, onun tesirini defetmeye koyuldu. Böylece bir saat geçti. Nihâyet Ubeydullah-ı Ahrâr ayağa kalkıp, o kişiye yaklaşıp yanında duran havluyu çekti ve yüzüne çarparak; "Aklı bozulmuş bir divâne ile ne uğraşıyorum!" dedi ve oradan uzaklaştı. Bu karşılık üzerine kendinden geçip yere yuvarlanan âlim, aklını bozdu ve bütün bilgisini kaybetti. Pazarlarda çırıl çıplak gezmeye kalkışacak kadar aklî dengesini kaybedip, perişân hâle düştü.

İstanbul'da yetişen büyük velîlerden Ünsî Hasan Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin zamânında bir takım din câhilleri türeyip, tasavvufu ve mânevî halleri inkâr ettiler. Öyle oldu ki, mescidlere gelenlere mâni olmaya, mescidleri kapatmaya çalışırlardı. Acemağa Câmii etrâfındaki bâzı azgın kimseler Ünsî Hasan Efendiye de zarar vermek istediler. Ünsî Hasan Efendi onlarla görüşmek istemedi. Onlar Şeyh Ünsî Hasan Efendiyi Acemağa Câmiinden uzaklaştırmayı kararlaştırdılar. Hattâ öldürmeye kasdettiler. Aralarında Hasan Efendinin bir kısım gâfil talebeleri de vardı. Bir gün Hasan Efendinin karşısına çıkıp küfre sebep olan sözlerle onu rahatsız ettiler. Hasan Efendi gelenlere Kur'ân-ı kerîmden bâzı âyet-i kerîmeler okuyup nasîhat etti. Lâkin onlar taşkınlıklarında ısrar ettiler. O zaman Hasan Efendi; "Sizler bizleri ve yolumuzu inkâr edersiniz. Hak yolda giden sâlih kimselere zarar verirsiniz. Hattâ bizi öldürmek istersiniz. Biz de size bu fırsatı vermeyiz." buyurdu. O dakika oraya gelmiş bulunan azgınlar birer ikişer düşüp can verdiler. Nasıl öldükleri anlaşılamadı. Kısa zamanda her biri bir sebepten ölüp gitti.

Bir gün birisi yere düşüp can vermek üzere iken Şeyh Hasan Efendinin önde gelen sâdık talebelerinden Kebâbî Ahmed Dede gelip durumu Hasan Efendiye haber verdi ve yardım etmesini istedi. Ünsî Hasan Efendi ona; "Var sen işinle meşgûl ol!" buyurdular. O zaman Ahmed Dedeyi bir hal kapladı ve titremeye başladı. Sonradan bu hâli soruldukta; "Az kalsın ölüyordum." dedi. Daha sonra Ünsî Hasan Efendi; "Allahü teâlâya şükürler olsun ki, bu câmi ve etrâfı inkârcılar gürûhundan temizlendi." buyurdu.

Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir zaman hasta oldu. Evinden çıkamadı. Babası ve annesi bu duruma çok üzüldüler. Seyyid Yahyâ bu hal ile odasında yatarken birden karşısında hocası Şeyh Sadreddîn hazretlerini gördü. Ona hitâben; “Ne yatıyorsun oğul, kalk ayağa!” dedi. Elinden tutup ayağa kaldırdı, sonra kayboldu. Seyyid Yahyâ’nın hastalığı tamâmen geçmişti. Hocasının gelmesini ve Yahyâ’nın iyileşmesini hizmetçilerinden birisi gördü ve gidip Seyyid Behâeddîn’e haber verdi. Seyyid Behâeddîn oğlunun yanına geldiğinde hakikaten onun rahatsızlığının geçtiğini ve hiçbir şeyinin kalmadığını gördü. Sonra; “Bu senin hocan, âlim ve kerâmet ehli geçinir, neden düz yollar varken görünmeden gelir?” dedi. Seyyid Yahyâ da; “Babacığım! Sebebi, yolların dikenli olmasıdır. Dikenler mübârek ayaklarını yara eder.” dedi. Bunun üzerine babası; “Yollarda diken yok ki.” dedi. Seyyid Yahyâ; “Sizin inkâr dikenleriniz var ya!” diye cevap verdi. Bu söz üzerine Seyyid Behâeddîn, oğlu Seyyid Yahyâ’nın peşine düşüp Sadreddîn hazretlerinin huzûruna gitti. Îtirâzına tövbe etti. Sâdık talebelerinden oldu.

Sadreddîn hazretleri de, Seyyid Behâeddîn’in nefsini kırmak için, bir sene Seyyid Yahyâ’nın emrini dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ bu hususta; “Bu bir sene, bana öyle zor geldi ki, helâk olacaktım.” buyurdu. Bir sene sonra Sadreddîn hazretleri, Seyyid Yahyâ’ya baba-oğul münâsebetlerine göre hareket edip, babasının emrini dinlemesini söyledi. Seyyid Yahyâ Şirvânî, bir zaman sonra Sadreddîn-i Hamevî’nin dâmâdı oldu.

Seyyid Yahyâ hazretleri, Şeyh Sadreddîn hazretleri hayatta olduğu müddetçe ona canla başla hizmet etti. Şeyh Sadreddîn hazretleri vefât etmezden önce bütün talebelerini ve sevdiklerini toplayıp onlardan söz aldı ve Seyyid Yahyâ’ya tâbi olmalarını bildirdi. Seyyid Yahyâ hazretleri hocasının vefâtından sonra Şirvan yakınındaki Şemâhî’de, sonra da Bakü’ye giderek orada ikâmet etti. On binden fazla talebesi oldu. Bunlardan üç yüz altmışı velîliğin yüksek derecelerine çıktı.

Âriflerin ve evliyânın büyüklerinden ve meşhûrlarından Yâkût-i Arşî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini, bir defâsında zamânın sultânı, ziyârete gelmişti. Geldiğinde, Yâkût hazretlerini, Habeşli siyâhî bir kimse olarak görüp, kalbinden; “Bu siyah bir köledir. Bu kimse büyük bir zât olabilir mi?” diye geçirdi. Yâkût hazretleri, kerâmet olarak sultânın bu düşüncelerini anlayarak, onun yanına yaklaştı. Başına yedi defâ dokundu; “Ama bu, nîmetlendirilmiş bir köledir.” buyurdu. Sultan hatâsını anlayıp, Allahü teâlânın velî kulları hakkında görünüşe göre hüküm vermenin veyâ görünüşe aldanarak onları aşağı görmenin ne kadar çirkin ve tehlikeli olduğunu anlayıp, önceki düşüncelerine pişmân oldu. Bu hâdiseden sonra sultan, yedi ay daha yaşayıp vefât etti. Böylece, Yâkût hazretlerinin sultânın başına yedi defâ vurmasının hikmeti anlaşılmış oldu.

Evliyânın meşhûrlarından Yûsuf bin Abdürrahîm Aksûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında mevki ve makam sâhibi emîrlerden biri onu küçümseyip, velî olduğunu kabûl etmemişti. Bir gün karşılaştıklarında, o emîre şöyle demişti: "Evliyâya îtirâz eden sen misin? Hâlbuki sen, falan kimsenin yanında bir köçek sayılırsın!” Aradan bir müddet geçti, evliyâya karşı edebsizlikte bulunan o emîr, mevki ve makâmını kaybetti. Sonunda köçeklik yapmak durumunda kaldı.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf-i Hemedânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri ile ilgili olarak, Necîbüddîn Şîrâzî isimli bir zât şöyle anlatıyor: Bir zamanlar velîlerin sözlerinden birkaç parça elime geçmişti. Mütâlaa ettim. Bana gâyet hoş geldi. Bu sözü araştırdım. Kimin sözüdür, bundan başka eserleri var mıdır, bu zâtı bulayım da, önüne diz çökeyim dedim. Bir gece rüyâda, heybetli, vekarlı, ak sakallı, pek nûrânî bir zâtın evimize girdiğini gördüm. Hemen abdesthâneye gitti. Abdest alacaktı. Beyaz bir kaftan giymişti. Kaftanın üzerinde iri hatla, altın suyu ile, Âyet-el-kürsî baştan ayağa kadar yazılmıştı. Ben onun arkasından gittim. Kaftanı çıkarıp bana verdi. Bu kaftanın altında ondan daha göz kamaştırıcı bir yeşil kaftan daha vardı. Bunda da, önceki gibi aynı hatla, altın yazıyla Âyet-el-kürsî yazılmıştı. Onu da bana verdi. “Ben abdest alıncaya kadar bunları tut!” buyurdu. Abdest aldı ve; “Bu iki kaftandan hangisini istersen sana vereyim.” buyurdu. Hangisini verirseniz, bence sevgilidir dedim. Yeşil kaftanı bana giydirdi. Beyazı da kendisi giydi. Sonra: “Beni bilir misin? Ben, o okuduğun parçaların müsannifiyim. Sen onu arzuluyordun... Ben Ebû Yâkûb Yûsuf-i Hemedânî'yim Ona, yâni o okuduğun yazılara Zînet-ül-Hayât adını verdim. Ayrıca Menâzil-üs-Sâlikîn ve Menâzil-üs-Sâyirîn gibi sevilen eserlerim de vardır.” buyurdu. Uyanınca çok sevindim. Ona olan muhabbetim çok arttı.

İbn-i Hacer-i Mekkî hazretlerinin Fetâvâ-i Hadîsiyye isimli eserinde anlatıldığına göre, Ebû Saîd Abdullah, İbn-üs-Sakkâ ve Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî ilim öğrenmek için Bağdat’a geldiler. Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri o zaman çok gençti. Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, Nizâmiyye Medresesinde vâz ettiğini duymuşlardı. Bunlar, onu ziyâret etmeye karar verdiler. İbn-üs-Sakkâ; “Ona bir soru soracağım ki cevâbını veremeyecek.” dedi. Ebû Saîd Abdullah; “Ben de bir soru soracağım. Bakalım cevap verebilecek mi?” dedi. Küçük yaşına rağmen büyük bir edeb timsâli olan Abdülkâdir-i Geylânî de “Allah korusun. Ben nasıl soru sorarım. Sâdece huzûrunda beklerim, onu görmekle şereflenir, bereketlenirim” dedi. Nihâyet Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin bulunduğu yere vardılar. O anda orada yoktu. Bir saat kadar sonra geldi. İbn-üs-Sakkâ’ya dönerek; “Yazıklar olsun sana, ey İbn-üs-Sakkâ! Demek bana, cevâbını bilemeyeceğim suâl soracaksın ha! Senin sormak istediğin suâl şudur. Cevâbı da şöyledir. Ben görüyorum ki, senden küfür kokusu geliyor.” buyurdu. Sonra Ebû Saîd Abdullah’a dönerek; “Sen de bana bir suâl soracaksın ve bakacaksın ki, ben o suâlin cevâbını nasıl vereceğim. Senin sormaya niyet ettiğin suâl şudur ve cevâbı da şöyledir. Fakat sen de edebe riâyet etmediğin için, ömrün hüzün ile geçecek.” buyurdu. Sonra Abdülkâdir-i Geylânî’ye döndü. Ona yaklaştı ve; “Ey Abdülkâdir! Bu edebinin güzelliği ile, Allahü teâlâyı ve Resûlünü râzı ettin. Ben senin Bağdat’ta bir kürsîde oturduğunu, çok yüksek bilgiler anlattığını ve; “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” dediğini sanki görüyor gibiyim ve ben, yine senin vaktindeki bütün evliyâyı, senin onlara olan yüksekliğin karşısında boyunlarını eğmiş hâlde olduklarını görüyor gibiyim.” buyurdu ve sonra gözden kayboldu. Kendisini bir daha göremediler.

Aradan uzun seneler geçti. Hakîkaten Abdülkâdir-i Geylânî yetişti. Zamânında bulunan evliyânın en üstünü, baş tâcı oldu. Öyle yüksek derece ve makamlara kavuştu ki, insanlardan ve yüksek zâtlardan herkes gelerek, mübârek sohbetlerinden istifâde ederlerdi. Bir gün yüksek bir kürsîde oturuyor vâz ediyordu. Buyurdu ki: “Benim ayağım, bütün evliyânın boyunları üzerindedir.” Zamânında bulunan bütün evliyâ, onun kendilerinden çok yüksek olduğunu bilirler ve üstünlüğü karşısında boyunları eğri olurdu. Bunlar meydana çıktıkça, Hâce Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin senelerce önce kerâmet olarak haber verdiği hâller anlaşılıyordu.

İbn-üs-Sakkâ’ya gelince, o Yûsuf-i Hemedânî ile aralarında geçen o hâdiseden sonra, şer'î ilimlerle meşgûl oldu. Çok güzel konuşurdu. Şöhreti zamânın sultânına ulaştı. O da bunu elçi olarak Bizans’a gönderdi. Hıristiyanlar buna çok alâka gösterdiler. Nihâyet, onların yalanlarına aldanarak hıristiyan oldu. Bu hâdiseyi anlatan zât diyor ki: “Bir gün onu gördüm. Hastaydı. Ölmek üzereydi. Ben yüzünü kıbleye döndürdüm. O başka tarafa çevirdi. Tekrar kıbleye döndürdüm. O tekrar başka tarafa çevirdi ve böylece öldü.”

Ebû Saîd Abdullah da diyor ki: “Ben Şam’a geldim. Bâzı vazifelerde bulundum. Çeşitli sıkıntılar ile hayâtım geçti. Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin, her üçümüz hakkında da söylediği aynen meydana geldi.”

El-Meşrevü’r-Revî kitâbının sâhibi olan Cemâleddîn Muhammed bin Ebî Bekr el-Hadramî eş-Şafiî buyuruyor ki: “Bu menkıbe, rivâyet edenlerin çokluğu sebebiyle lafızları değişik olsa bile, mânâ yönünden tevâtür hâlini almış bir menkıbedir. Allahü teâlânın evliyâsını inkâr etmeye cüret edenler, neûzü billâh, İbn-üs-Sakkâ’nın durumuna düşmekten çok korkmalıdır. İlminin ve amelinin çok olmasına rağmen, İbn-üs-Sakkâ’nın, sonunda böyle sonsuz bir felâkete düşmesinin sebebinin, evliyâ hakkında edebsizlik yapması olduğu Behcet-ül-Musannife’de Abdülkâdir-i Geylânî hazretlerinin menkıbeleri anlatılırken zikredilmektedir.

Evliyânın büyüklerinden Yûsuf Kâmitî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir sabah, erkenden Şam’da bir caddeden geçerken, onu sevenlerden birisi, elini bu zâtın elbisesine sürüp, sonra elini bereketlenmek için yüzüne, gözüne sürdü. Bu zâtı sevmeyenlerden ve büyüklüğünü inkâr edenlerden birisi, o sırada dükkânını açıyordu. Bu hâli görüp Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o kimseye; “Elin necs (pis) oldu. Çünkü o iyi birisi değil!” dedi. Yûsuf-i Kâmitî’yi çok seven o zât cevap vermeyip sustu. Ertesi gün yine aynı vakitte, Yûsuf-i Kâmitî oradan geçiyordu. Kendisini sevmeyen o dükkan sâhibine uğradı. “Bu gece bizim hâlimizi, makâmımızı gördün mü?” buyurdu. O kimse koşarak gelip Yûsuf-i Kâmitî’nin ellerine sarıldı. Hiçbir şey konuşamıyordu. Kendinden geçip, bayılarak yere düştü. Evine götürdüler. Üç gün sonra kendine gelebildi. Kendisine; “Sana ne oldu ki bu hâle düştün?” diye soranlara şöyle anlatıyordu: “Hakâret ettiğim, büyüklüğünü inkâr ettiğim Yûsuf-i Kâmitî’yi rüyâmda gördüm. Büyük bir denizin ortasında, o zamâna kadar hiç görmediğim çok güzel elbiseler içindeydi. Karada durur gibi deniz üzerinde duruyor, abdest alıyordu. Deniz üzerinde durduğu hâlde batmıyordu. Yüzü öyle güzel idi ki, on dördüncü gecesindeki ay gibi parlıyordu. Bu rüyâdan sonra evliyâdan büyük bir zât olduğunu anladım, onun hakkında önceki düşüncelerim hep yanlış imiş. Önceki hâlime pişmân oldum.” Bu kimse, tövbe edip Yûsuf-i Kâmitî’nin talebelerinden oldu.”

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Zünnûn-i Mısrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında bir genç, Allah adamlarını, velîleri inkâr ederdi. Zün-        nûn-i Mısrî hazretleri yüzüğünü ona verip; “Bunu çarşıya götür, bir altına sat.” buyurdu. Götürdü, çarşıdakiler bir gümüşten fazla vermediler. Genç geri gelip durumu anlattı. “Mücevherâtçılara götür, bakalım ne verirler.” buyurdu. Bin altına o yüzüğü satın almak istediler. Genç geri dönüp durumu haber verdi. O zaman gence; “Senin Allahü teâlânın sevgili kullarını anlamadaki ilmin, çarşıdakilerin bu yüzüğü bilmeleri ve ona değer biçmeleri gibidir.” buyurdu. Genç bu söz üzerine tövbe ederek kalbinden o inkârı attı.

Şeyhülislâm Abdullah-i Ensârî buyurdu ki: “Zünnûn-i Mısrî'nin getirdiği ilk ilim tövbedir ki, avâm ve havâs kabûl etti. İkincisi tevekkül, muâmele ve muhabbet ilmi idi ki, bunu havâs kabûl etti, avâm kabûl etmedi. Üçüncü ilim de, hakîkat ilmi idi ki, halkın ilim ve akıl seviyesine göre değildi. Şüphesiz onu anlayamadılar ve uzaklaştılar. Böylece onu inkâr ettiler, onunla vefâtına kadar mücâdele ettiler.”

Bir gün ihtiyar bir kadın çâresiz olarak, Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin yanına geldi ve; “Biricik oğlumu, ciğerpâremi Nil’de timsah kaptı. Ne olur kurtar.” diye yalvardı. Zünnûn-i Mısrî hazretleri, Nil Nehrine gitti. Orada ellerini açıp; “Yâ Rabbî! Şu kadının çocuğunu kurtar.” diye yalvardı. Biraz sonra, su üzerinde bir timsah göründü. Kenara yaklaşıp çocuğu sağ sâlim bırakıp gitti. Bu hâdise kadının çok tuhafına gitti ve; “Ey Zünnûn! Esâsen size inanmamıştım ve ciddiye de almamıştım. Şimdi yanıldığımı ve Allahü teâlânın sevgili kulunun duâsını nasıl kabul ettiğini gözümle gördüm.” dedi ve Zünnûn-i Mısrî hazretlerinin büyüklüğünü kabûl etti, kendisinden özür diledi.