EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (S -
Ş - T)
Evliyânın büyüklerinden
Sadreddîn Hayâvî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin Hacı Muhammed
Cilvânî adında Mısırlı bir talebesi vardı. Bu talebe ilimde yüksek bir
derecedeydi. Bir gün arkadaşları arasında ilmiyle övünüp, hocası için; "O bir
ümmî kişidir. Eğer bizim gibi ilim sâhibi dervişleri olmasaydı, adı sanı hiç
duyulmazdı." deyiverdi. Tam o sırada yanlarına Sadreddîn Hayâvî hazretleri geldi
ve; "Bâzan küçük çocuğunu babası tutup elleriyle yukarı kaldırıverir. O sırada
çocuk kendini çok yükseklerde görür, hattâ babasından bile yüksek olduğunu
zanneder. Halbuki babası kendisini bırakıverse, bir tarafının kırılıp helâk
olacağını bilmez." buyurdu. Sonra talebeler dağıldılar. Muhammed Cilvânî de
dergâhtaki odasına gitti. Çok geçmeden hastalanıp vefât ettiği haberi geldi.
Evliyânın büyüklerinden
Sadreddîn Hayâvî hazretlerini sevmeyen biri vardı. Bir gece kendi
kendine; "Sadreddîn dedikleri kişi şehrimizin gençlerini başına topluyor ve
onlara bir şeyler anlatıyor. Bu gece onun kapısını çalıp dışarı çıkarayım ve bir
güzel döveyim." niyeti ile yola düştü. Sadreddîn hazretlerinin kapısına
geldiğinde onu kapı önünde durur gördü. Şeyh Sadreddîn hazretleri ona hitâben;
"Ey kişi! Biz senin niyet ettiğin şey yerine gelsin diye hayli zamandır burada
bekliyoruz. Çok geciktin." buyurdu. Gelen kişi bu sözleri duyunca pişman oldu ve
onun büyük bir zât olduğunu anlayıp ellerine kapandı, özür diledi sonra da ona
talebe olmakla şereflendi.
Hindistan'ın büyük
velîlerinden Seyfeddîn-i Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri'nin
büyüklüğünü, halktan birisi inkâr ederek kabul göstermemişti. O gece rüyâsında
bir grup gece bekçisi gelip onu şiddetli bir şekilde döğmeye başladılar ve; "Allahü
teâlânın sevgilisi olduğu hâlde, sen Muhammed Seyfeddîn hazretlerinin
üstünlüğünü inkâr ediyorsun öyle mi?" dediler. Bu korkuyla uyanıp, yaptığına
tövbe etti ve onun talebeleri arasına girdi.
Osmanlı âlim ve velîlerinden
Sıbgatullah Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
talebelerinden biri anlattı: "Molla Abdülgafûr isminde, hocamızın büyüklüğüne
inanmayan biri vardı ki, değil kendisiyle, bizimle bile namaz kılmaya tahammül
edemezdi. Cumâ günleri namazını kılar kılmaz câmiden hemen çıkıp giderdi. Bir
gün câminin kapısında Seyyid Sıbgatullah ile karşılaştı. Seyyid Sıbgatullah ona;
"Molla Abdülgafûr! Sen bizden ne kötülük gördün ki, arkamızdan konuşup
gıybetimizi yaparsın?" buyurdu. O da Seyyid Sıbgatullah'ın kolundan tutarak itti
ve; "Bunca insanı aldatıp peşinde koşturduğun yetmez mi ki, beni de onların
arasına katmak istersin." diyerek itmeye devâm etti. Kolunu onun elinden
kurtaran Seyyid Sıbgatullah, ona öyle bir celâl ile baktı ki, Abdülgafûr,
yıldırım isâbet etmiş çınar ağacı gibi yere yıkıldı. Sonra da kalkıp hocamın
elini öpmeye başladı. Bir taraftan da; "Ne olur efendim beni affediniz. Kötü ve
yalancı benim. Yaptıklarıma pişmân oldum. Sizin büyüklüğünüzü anlayamadım, beni
affediniz." diyordu. Sonra Abdülgafûr'a; "Ne gördün ki, böyle birdenbire
değiştin?" diye sordular. O da; "Gavs bana öyle celâlli bakınca, yemîn ederim
ki, başım tâ Arşa kadar yükseldi, sonra tekrar yere düştüm. Gavs'ın büyük
kerâmetini gördükten sonra, nasıl pişmân olmam?" dedi.
Büyük velîlerden Süveyd
Sincârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ile ilgili olarak Ebü’l-Mecd Sâlim şöyle
anlatır: “Sincarlı bir adam durmadan velî ve âlimleri kötülerdi. Bir ara
hastalandı. Ölüm halleri görülmeye başladı. Ona; “Kelime-i şehâdeti söyle!”
dediklerinde; “Söyleyemiyorum.” dedi. Hemen Süveyd Sincârî hazretlerine koşup
durumunu anlattılar. O da merhamet edip yanına geldi. Bir müddet düşündükten
sonra başını kaldırıp; “Şimdi söyle!” buyurdu. Adamın dili çözüldü ve rahatça
Kelime-i şehâdeti söyledi. Sonra Sincârî hazretleri; “Bu kişi Allahü teâlânın
sevgili kullarına dil uzattığı, onları kötülediği için böyle bir âkıbete mâruz
kaldı. Biz de Rabbimize onun hakkında şefâatte bulunduk. Bana ilham edilip;
“Evliyâm râzı olursa şefâatini kabûl eder, affederim.” denildi. Bunun üzerine
Ma’rûf-i Kerhî, Sırrî-yi Sekâtî, Cüneyd-i Bağdâdî, Şiblî ve Bâyezîd-i Bistâmî
hazretlerine onu arz edip bağışlamalarını ricâ ettim. Hepsi affettiler. Ancak,
ondan sonra dili çözülüp şehâdet kelimesini söyleyebildi.” buyurdular.
Velîlerin önde gelenlerinden
Mevlânâ Şâh Kubâd Şirvânî (rahme -tullahi teâlâ aleyh) hazretleri
zamânında, Şirvân’da Molla İvaz ismi ile meşhûr, zühd ve verâ sâhibi, dünyâya
düşkün olmayan ve şüphelilerden kaçan kâmil bir zât vardı. Kırlık bir yerde,
kırk odalı bir binâ yaptırdı. Burada kırk büyük âlime ders verirdi. Ders verdiği
bu kırk âlimin herbirinin de ayrı ayrı ders verdikleri yerleri vardı. Bundan
dolayı, Molla İvaz’a kırk meclisli derlerdi. Bu zât, gündüzleri oruç tutar,
geceleri ibâdetle meşgûl olurdu. Fakat, tasavvuf büyüklerinin sohbetinde hiç
bulunmamıştı. Sâdece zâhirî ilimlerle uğraşırdı. Tasavvuf yolundakilere de iyi
gözle bakmazdı. Bir gün bâzı talebeler, onun yanında Şâh Kubâd hazretlerinin
hakkında ileri geri konuştular. “Şeyh Şâh Kubâd, okuma yazması olmayan bir
câhildir. Onun yanında bulunanlar da ona uymuş câhillerdir.” dediler. Molla İvaz
bu durum karşısında, ders verdiği kırk âlim talebesine; “Herbiriniz tasavvuf
yolunda bulunanların küfür ve günah üzere olduklarını bildiren meseleleri ve
fetvâları toplayıp getirin. Bizzat gidip onlara yanlış yolda olduklarını
söyleriz. Şâyet bu hâllerinden vazgeçerlerse, onların dalâletten ve bu yanlış
yoldan kurtulmalarına vesîle olmuş oluruz. Eğer bu hâllerinden vazgeçmezlerse,
hâkim haklarında gerekeni yapar.” dedi.
Hocalarının emri üzerine,
talebelerin herbiri büyük gayret sarfedip, istenilen fetvâları hazırladılar.
Mevlânâ Şâh Kubâd’ı sevenlerin geldikleri bir günde, ona, Molla İvaz’ın onun
hakkında fetvâ hazırladığı ve gelmek üzere olduğu bildirilince, sadece;
“Hasbünallah” dedi, aslâ alınmadı. Molla İvaz talebeleri ile mahalle kenarına
kadar geldiği hâlde, onda herhangi bir değişiklik olmadı ve normal hâlini
bozmadı. Molla İvaz bu duruma kızıp; “İlimdeki zayıflığını göstermemek için
böyle yapıyor, dışarı çıkmıyor. Artık iyice anlaşıldı ki, hakkında isnâd
edilenler gerçekten doğru.” diye düşündü. Bu düşünceler içerisinde Şâh Kubâd’ın
bulunduğu odaya girdi. Şâh Kubâd, onlar gelince ayağa kalktı ve; “Buyurun
efendiler.” diyerek oturmaları için yer gösterdi. Oturduklarında, Mevlânâ Şâh
Kubâd başını önüne eğdi. Bu sırada Molla İvaz talebelerine; şimdi söze başlayın
diye işâret etti. Fakat talebelerden hiçbiri, kendilerinde konuşma tâkati
bulamadı. Konuşması için hocalarına ricâ ettiler. Molla İvaz da konuşmak istedi,
fakat o da konuşamadı. Şeyh Şâh Kubâd’ın tasarrufunun kendilerini kapladığını
anlayıp; “Şeyh hazretleri, biz misâfiriz, bize ilim sofranızdan bir şeyler ikrâm
edin.” diyerek ricâda bulundu. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd, kelâm ilminden
tasavvufî bir tarzda söze başladı. Mevzûlar hâlinde anlatırken, kelâm ilminin
derin meselelerine daldı. Orada bulunanlar, onun anlattıkları derin bilgiler
karşısında hayran kaldılar. Çünkü birkaç gün önce Molla İvaz’dan Şerh-i
Mevâkıf’ı okurken, bir cümlenin îzâhı talebelere kapalı gelmiş, onu halletmeleri
mümkün olmamıştı.
Şeyh Şâh Kubâd, kelâm
mevzûlarını anlatırken, onların anlamadıkları o cümleyi de kolay ve anlaşılır
bir şekilde anlatıverdi. Talebeler şaşkın bir hâlde birbirlerine bakarlarken,
Molla İvaz da Şâh Kubâd hazretlerinin tasavvuf ilmindeki kuvvetini ve gözleri
önünde olan kerâmetini görünce, ister istemez; “İnsaf dînin yarısıdır.” diyerek,
Şâh Kubâd hakkında söylediği sözlere tövbe edip, helâllik diledi ve talebeliğe
kabûl edilmesini ricâ etti. Bunun üzerine Mevlânâ Şâh Kubâd; “Sen ki, Şirvân
memleketinde kırk meclisli Molla İvaz olasın da, bir ümmîyi hoca edinesin” dedi.
Molla İvaz; “Sultânım, Allahü teâlâya hamd olsun ki, bize hakîkat gösterildi.
Bizim ve bizim gibilerin sû-i zanlarından ve yanlış düşüncelerinden zât-ı âliniz
uzak imişsiniz. Fakat şu âna kadar siyah çehremiz, saf, temiz ve parlak bir
aynaya rastlamadı. Kendi ayıplarımızı görmeyip, ayıplarımızı başkalarına isnâd
ettik. Elhamdülillah şimdi kendi kötü cemâlimizi gördük. O parlak ayna ile
şereflendik. “Mümin, müminin aynasıdır.” hadîs-i şerîfinin mânâsınca, sizin
parlak ve cilâlanmış aynanıza bakmak sûretiyle; kendi hatâlarımızı gördük.”
diyerek, hâlini arz etti. Şâh Kubâd hazretleri de, Molla İvaz’ı ve talebelerini
affederek, hepsini talebeliğe kabûl etti. Molla İvaz ve ona tâbi olan
talebelerden bâzıları, bu yolda çok yükseldiler. Zîrâ Mevlânâ Şâh Kubâd, onlara
hizmeti kendisine vazife edinmişti.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden, kelâm âlimi ve şâir Şeyh İbni Nûh (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerinin kıymetli şiirleri ve güzel sözleri vardır. Bir defâsında; "Allahü
teâlânın evliyâsının büyüklüğünü inkâr edenlerin, bu büyükler hakkında uygun
olmayan, ileri geri sözler söylemeleri, küçük bir sivrisineğin, bir dağ üzerine
üflemesine, üfürmesine benzer. Nasıl ki, o dağın o üfleme ile yerinden ayrılması
mümkün değil ise, inkârcıların sözleri sebebiyle, büyüklerde bir değişiklik
olması da böyle imkânsızdır."
Evliyânın büyüklerinden
Tâcüddîn bin Rıfâî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir köyden geçiyordu. Orada
kendisinin büyüklüğünü, yüksekliğini inkâr edenler vardı. İbn-ür-Rıfâî, o köyde
cimriliği ile tanınan bir kimseden bir tavuk satın almak istedi. O da verdi.
Tavuğu kesip pişirdiler ve birlikte yediler. Bâzı köylüler kemiklerini kapalı
bir kaba koydular. Tâcüddîn bin Rıfâî'nin büyüklüğünü inkâr edenler de orada
idi. İmtihân etmek ve kendisini zor durumda bırakmak için; "Bu tavuğun
civcivleri vardı. Şimdi onlar anasız kaldı." dediler. İbn-ür-Rıfâî, bunların
maksatlarını anlayıp, yedikleri tavuğun kemiklerinin bulunduğu kapalı kaba
işâret etti. Allahü teâlânın izni ile o kaptan bir tavuk çıktı ve civcivlerin
yanına gitti. Onun bu kerâmetine gözleriyle şâhid olan inkârcılar, hemen tövbe
ve istigfâr edip inkârlarından vazgeçtiler.
Irak'ta Tâcüddîn bin Rıfâî
hazretlerinin büyüklüğünü inkâr eden biri vardı. Ona dil uzatır, eziyet ve
sıkıntı verirdi. Fakat Tâcüddîn hazretleri buna hiç cevap vermez, hep
sabrederdi. Bir gün bu kimse, Şam'a gitmek üzere yola çıktı. Yolda hastalandı.
Ağzından kan gelmeye başladı. Hastalığı ağırlaştı. Nihâyet yolda öldü. Bu sırada
Tâcüddîn bin Rıfâî talebeleri ile sohbet ediyordu. Sohbet esnâsında; "Bizi inkâr
edip, eziyet ve sıkıntı veren falan kimse, Şam yolunda, falan yerde hastalandı
ve öldü. Fakat öldüğü yer yol üstü olmadığından, cenâzesi orada günlerce güneş
altında kalır, kimse göremez." dedi. Talebelerinin hepsi hayrette kaldılar.
Sonra o kimse, gittiği Şam seferinden dönmedi. Merak edip araştırdılar.
Hakîkaten durum, Tâcüddîn bin Rıfâî'nin bildirdiği gibi olmuştu.
TERZİ BABA
Erzincan’da yetişen, bir
büyük evliyâdır,
Ledünnî ilimlerde, o, geniş
bir deryâdır.
.
Anne ve babasının, isteği
üzerine,
Küçükten başlamıştı,
terzilik mesleğine.
Dünyâya zerre kadar, hiç
etmezdi muhabbet,
Âhiret ahvâline, ediyordu
hep rağbet.
Her iğne batırışta,
zikrederdi Rabbini,
Zîrâ Allah sevgisi,
doldurmuştu kalbini.
İğneyi çekerken de, Allah
derdi o yine,
Zîrâ O’ndan gayrisi, hiç
gelmezdi kalbine.
Halîm ve selîm olup,
mütevâzi idi pek,
Hâlini, insanlardan, gizler
idi Mübârek.
Fakîrleri çok sever, bunu
belli ederdi,
Onlar ile oturmak, çok
hoşuna giderdi.
Bir fakîr seyyah geldi,
Erzincan’a bir zaman,
Üstündeki paltosu,
görünmezdi yamadan.
Kirli ve yırtık idi,
sökülmüştü her yeri,
Onu diktirmek için, gezdi
hep terzileri.
Ve lâkin hiç birisi, dikmedi
paltosunu,
Hattâ eline bile, almadı
kimse onu.
O zavallı fakîre, hiç kıymet
vermiyerek,
Savdılar başlarından,
istihzâ eyleyerek.
Dediler ki: “Şurada, git bul
Terzi Baba’yı,
O diker üstündeki, bu
pejmürde abayı,
Böyle âdi işleri, vaktimiz
yok yapmaya,
Götür bunu, o yapsın, gelme
artık buraya.”
Zavallı fakîr yolcu, buldu
Terzi Baba’yı,
Dedi: “Diker misiniz,
üstümdeki abayı?”
Buyurdu ki: “Tabiî, bırak
onu sen bana,
İnşallah hemen başlar,
bitiririm yarına.”
Aldı onu, yıkadı, temizledi
ilk önce,
Söküklerini dikip, tâmir
etti güzelce.
Ertesi gün o fakîr,
geldiğinde dükkâna,
“Paltonuz hazır” deyip,
kalktı ve verdi ona.
Lâkin öyle bir hâle,
getirmişti ki onu,
Fakîr tanıyamadı, kendinin
paltosunu.
Zîrâ baktı, yıkanmış,
temizlenmiş, dikilmiş,
Yepyeni gördü onu, sanki hiç
giyilmemiş.
Çok sevinip şükretti, Allahü
teâlâya,
“Borcum ne kadar?” diye,
sordu Terzi Baba’ya.
Buyurdu ki: “Borcun yok,
âfiyetle giy onu,
Zîrâ ben, Allah için, diktim
senin paltonu.”
Fakîr açtı elini, dedi ki:
“Yâ İlâhî!
Evliyâ kullarından, eyle
sen, bunu dahî.”
O günlerde Mevlânâ Hâlid-i
Bağdâdî de,
Talebesinden olan,
Abdullah-ı Mekkî’ye,
Bir icâzet vererek, demişti
ki kendine:
“Sen de bu emâneti, verirsin
bir ehline.”
Gönderdi sonra onu, hemen
Anadolu’ya,
Ki aldığı feyzleri,
saçıversin oraya.
Buyurdu: “Oralarda, bulunca
bir ehlini,
O nasipli kimseye, ver bu
emânetini.”
“Peki efendim!” deyip, bir
grup insanlarla
Anadolu’ya doğru, Bağdat’tan
çıktı yola.
Mesâfeler katedip, Erzurum’a
geldiler,
Oradan da Erzincan, şehrine
yöneldiler.
Erzincan sınırına,
yaklaşınca mübârek,
Bir an yoldaşlarına, yüzünü
döndürerek,
Dedi ki: “Hocamızdan,
aldığım emâneti,
Vereceğim o şahsın, yakındır
vilâyeti.
Zîrâ bana bir koku, geliyor
ki bu yerde,
O zât, bu yakınlarda, bir
yerdedir belki de.”
Erzincan sınırına, doğru
ilerledikçe,
O kokunun şiddeti, artıyordu
gittikçe.
Ne zaman ki az sonra,
Erzincan’a geldiler,
Gökyüzünden o yere, nûr
yağıyor gördüler.
Hem Abdullah-ı Mekki, hem
dahî diğerleri,
Gördüler gökten inen, o
nûr-u illâhîyi.
“Aradığım şehir, burasıdır”
diyerek,
Kenar bir mahâllede, ikâmet
eylediler.
Onlar teşrîf edince, bu
beldeye nihâyet,
İnsanlar akın akın,
eylediler ziyâret.
Her gelen hayran kaldı, onun
sohbetlerine,
Ziyâretçi sayısı, çoğaldı
günden güne.
Lâkin o, gelenlere, tek tek
dikkat ederek,
Birini arıyordu, emâneti
verecek.
Nihâyet Terzi Baba, teşrîf
etti oraya.
O içeri girince, hemen
kalktı ayağa.
Çağırıp, tam yanında,
oturttu kendisini.
Şaşırttı bu iltifat,
cemâatin hepsini.
Ona olan ilgiden, hayrete
düştüler hep,
Dediler: “Bir terziye, bu
iltifat ne acep?”
Lâkin o, görüyordu, onun
temiz kalbini,
Zîrâ erbâbı anlar,
mücevherin kadrini.
Sonra Terzi Baba’ya, buyurdu
ki: “Kardeşim!
Bende bir emânet var,
hocamdan almış idim.
Seni lâyık görürüm, emâneti
vermeye,
Sen buna müstehaksın, vermem
onu gayriye,
Bu, sana çok menfaat, çok
nîmet sağlayacak,
İnsanlar akın akın, sana
doğru koşacak.
Bunun için sâdece, sen Allah
diyeceksin,
Onun karşılığında, çok şeye
ereceksin.”
Dedi ki: “Ey efendim, nedir
aslı bu işin?
Ben aslâ Allah demem,
dünyalık bir şey için.”
Buyurdu ki: “Kardeşim, bu
sözün ne güzeldir,
Benim dahî murâdım, bunu
temin etmektir.
Benim bu teklîfime, evet
dersen sen hemen,
Dünyâ muhabbetinden,
kurtulursun tamâmen.
Bu, öyle bir nîmet ki,
benzeri yoktur daha,
Dünyâdan uzaklaşıp,
yaklaşırsın Allah'a.
Sen bu güzel sözünle, isbat
ettin kendini.
Mübârek olsun sana, uzat
şimdi elini.”
Sonra bir himmet ile, baktı
Terzi Baba’ya,
Yükseltti tasavvufta, çok
yüksek bir noktaya.
Değişti, olgunlaştı, o anda
birden bire,
Kavuştu çok kıymetli, mânevî
nîmetlere.
Abdullah-ı Mekkî’nin, bir
himmetli nazarı,
Bir anda yükseklere, çekti o
bahtiyârı.
Birkaç gün daha kalıp,
yanında, en nihâyet,
Verdi Terzi Baba’ya, o gün
mutlak icâzet.
O günden îtibâren, girdi
başka bir hâle,
Zîrâ o, tasavvufta, ermişti
tam kemâle.
Mânevî ilimlerin, deryâsına
dalmıştı,
Artık o, büyük âlim, yüksek
velî olmuştu.
Her konuştuğu hikmet,
ibretti her bakışı,
Değişmişti bir anda, onun
hayat akışı.
İnsanlar da bu hâli, başladı
fark etmeye,
Gelmeye başladılar, ondan
istifadeye.
Sohbetini dinleyen,
kendinden geçiyordu,
Bu dünyâdan soğuyup, Hakk’a
yaklaşıyordu.
Gelen hayran olurdu, onun
yüksek hâline,
Zîrâ nûr saçıyordu, o
herkesin kalbine.
Ziyâretçi sayısı, gün be gün
artıyordu,
Bâzıları bu işe, mânâ
veremiyordu,
Hakkında dedi-kodu, başladı
en nihâyet,
Zîrâ kötü insanlar, eksik
değildi elbet.
Derlerdi: “Bildiğimiz, şu
câhil Terzi Baba,
Halk niçin akın akın, ona
gider acabâ?”
Önce, yalnız câhiller,
söylerdi böyle, ancak,
Sonra okumuşlar da, etti
buna iştirak.
Bâzı ilim ehli de, katılınca
onlara,
Erzincan’ın müftisi, şöyle
dedi o ara:
“İmtihana çekelim, çağırarak
kendini,
Cevap veremeyince, o da
bilsin haddini.
Deriz ki: “Terzi Baba,
habersizdir ilimden,
Gitmesin kimse ona, bu
günden îtibâren”
Dâvetiye gönderdi, sonra
Terzi Baba’ya;
“Filan gün, filan sâat,
lütfen gelin buraya!”
O imtihan günü de, gelmiş
idi nihâyet,
Terzi Baba dâvete, etti o
gün icâbet.
Gördü ki Erzincan’da, ne
kadar hoca, hâfız,
Kim varsa din adamı,
müezzin, imâm, vâiz.
Toplanmışlar bir yere, bu
zevâtın cümlesi,
Teşekkül ettirmişler, bir
imtihan meclisi.
İçeri girer girmez, sual
etti müftîye:
“Beni, ne maksat ile, dâvet
ettiniz?” diye.
Dedi: “Seni buraya, çağırdık
imtihana,
Bâzı dînî suâller, soracağız
biz sana.”
Sordu Terzi Baba’ya,
fıkıhtan birkaç suâl,
Lâkin o, doyurucu, cevaplar
verdi derhâl.
Gâyeleri zor sorup,
susturmaktı kendini.
O ise cevap verip, mahcup
etti hepsini.
Son olarak sordu ki: “Peki
ey Terzi Baba!
Sıfât-ı sübûtiyye, kaç
tanedir acaba?”
Buyurdu ki: “Sekizdir,
sıfât-ı sübûtiyye,
Ve lâkin size göre, sanki
inmiş yediye.
Hayat, ilim, irâdet, kelâm,
tekvîn, sem’, basar
Sıfat-ı sübûtiyye, size göre
bu kadar.”
Şaşırdı müfti birden, dedi:
“Ey Terzi Baba!
Ne demek istiyorsun, bu
sözünle acaba?”
Buyurdu ki: “Ey müftî, sözüm
açıktır gâyet,
Sıfât-ı sübûtiyye, sekizdir
hepsi elbet,
Lâkin bu, Erzincan’da, sanki
inmiş yediye
Yok mudur size göre,
kudret-i ilâhiyye?
Mâlesef Erzincan’da, yaşayan
bu ahâli,
İnkâr mı ederler ki,
kudret-i ilâhîyi.
Allah'ın kudretine,
inansalardı eğer,
Bu dedi-kodulara,
vermezlerdi bir değer.
Derlerdi ki, “Bu terzi,
ümmîdir gerçi, fakat,
Onu âlim yapmaya, kâdirdir
cenâb-ı Hak.
Zîrâ her an, her şeye,
kâdirdir Hak teâlâ,
Bir ümmîyi, bir anda,
yapabilir evliyâ.”
Böyle bilseler idi, Allahü
teâlâyı,
İmtihan etmezlerdi, şimdi
Terzi Baba’yı.”
Mahcup oldu bu sefer, müftî
ile o hey’et,
Dediler ki: “Siz büyük, bir
velîsiniz elbet.”
Ellerine kapanıp, özürler
dilediler,
“Bilmeden sizi üzdük, bizi
affet” dediler.
O, Erzincan halkını,
yıllarca etti tenvîr,
Kararmış gönüllere, verdi
çok feyiz ve nûr
Bin sekiz yüz kırk yedi,
yılında bu velî zât,
Yine bu memlekette, eyledi
Hakk’a vuslat.
Hayattayken feyz ve nûr,
saçıyorken kalbinden,
Şimdi aynı feyzleri,
saçmaktadır kabrinden.
Erzincan halkı onun,
kıymetini bilirler,
Onu her vesîleyle, ziyârete
giderler.
Zîrâ o, o beldenin, feyz ve
bereketidir,
Onun vesîlesiyle, çok murâda
erilir.
Erzincan, onun ile,
olmaktadır Erzincan,
Zîrâ onunla gelir, bu
beldeye rûh ve can.
Yâ Rab, Terzi Baba’nın,
hatır ve hürmetine,
Rahmet eyle bizlere ve
hemşehrilerine. |