|
EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (M)
Seyyid Ahmed Buhârî'nin
yetiştirdiği büyük velîlerden Mahmûd Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretleri bir menkıbeyi şöyle anlatır: Abdullah-i İlâhî bir gün Seyyid Emîr
Ahmed Buhârî hazretleri ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi
ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhârî'ye; "Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?"
diye sordu. O da; "Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me'âd isimli tasavvufî eseri
mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz." dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu
kitabı okuduğu için Emîr Buhârî'yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini
kötülemeye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri giderek,
Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî'yi meclisinden kovdu.
Meğer bu kimse, tasavvuf
ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi
bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu
anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi'ye arzettim ki: "Efendim, tasavvuf
büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ
olmuşlardır. Tasavvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu
yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin)
değil midir?" Ben böyle söyleyince; "Hayır öyle değildir. O büyüklerin
büyüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu
îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir." buyurdu."
Şakâyik-ı Nu'mâniyye' nin
müellifi olan Taşköprüzâde, bir gün sohbet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki:
"Efendim! Bâzı tasavvuf kitaplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle
dînin açık olarak bildirilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları
inkâr etmemiz câiz olur mu?" Mahmûd Çelebi buna cevâben; "O tasavvufî hâller
sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de meydana
gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin hakîkatte
dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını anlamış
olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzılarının uygun
değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek istediğinden değildir.
Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini,
şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli
ifâde için o anda başka kelime bulamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf
büyüklerinin o sözlerinin yanlış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi
yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir.
Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan
yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz.
Çünkü mâzurdurlar.
İstanbul evliyâsının
büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin
İstanbul'da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın
emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı
sıralarda İstanbul'da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok
inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i
kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir
gün bu hoca, Unkapanı'nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî
hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; "İşte bu
gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!" diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla
ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi.
Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; "Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim
ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin." diyerek alay etti.
Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Kör ol!" dedi ve oradan geçip gitti. Antepli
hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin
talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; "Sen hocamıza karşı
edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu
bilesin." dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn
Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; "Aman efendim
kusurumu affedin." diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; "Hayır söz geri dönmez!
Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir." buyurdu. Antepli hoca bu sözleri
işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; "Hoş! Şimdi
hiç olmazsa bâri bir nebzecik." dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay
devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz
ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli
oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; "Tokatlı Mehmed
Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım." der, böylece
ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.
Evliyânın büyüklerinden
Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf büyüklerinin
yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde,
İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekberâbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân'ın bulunduğu
ve İmâm-ı Rabbânî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i
Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın
yanına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hayrola,
neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye sorunca, o da hazret-i
İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım.
Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mevlânâ; “Onlar büyüktürler
ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyince, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu
görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i
Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttuğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz
sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi.
Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in
yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm,
Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza
gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun
için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan
meseleyi görüştükten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh
Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” buyurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra
kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.”
dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan
sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin
peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd,
hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak,
dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dönüp bakmıyordu
bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, onların kapısı önünde
hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir
müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî
odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı.
Evliyâlık makamları onu öyle kapladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve
tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan
Serhend’e hareket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir
halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.
Hazret-i İmâm’ın eshâbının
bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân'ın evine teşrîfi,
belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak
içindi. Zîrâ buna memur idiler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın
Şeyh Hamîd üzerindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım
kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu
hâdiseyi anlatırdı.
Ondan sonra Hamîd cezbe ve
sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâyet derecesine kavuştu ve icâzetle
şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen
talebeye hırka vermek âdet olduğundan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i
İmâm’dan teberrüken, kullandıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler.
Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden
ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc
eyledi. Bu şekilde memleketine gitti.” Mısrâ:
Bir toprak ki, yâr ilinden
başa gelir,
Benim için yüz taştan da
iyidir.
Memleketine gidince,
hocasının hediyesi için küçük bir oda ayırdı. İhtiyaç sâhipleri, hastalar,
dertliler bunu duyunca, dermân için oraya koştular. Memleketin her tarafından,
hastalara şifâ için, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının
hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şifâ bulurlardı.
Hasta ölüm hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu çok tecrübe
edilmiştir.
Anadolu'yu aydınlatan meşhûr
velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir
defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat
etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; "Efendim! Bize bir
halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde
sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; "Size Alâeddîn'i
reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der.
Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve
ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız." dediler. Talebelerine; "Allahü
teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn
rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir
kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat
bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi
Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. "Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi
oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya gücü yetmez." der. Bu sözleri
işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi
Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı
açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey
söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl
bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini görerek şaşar.
Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer.
Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine girer, talebesi olur.
Irak'ta ve Mısır'da yaşamış
olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî
(rahmetullahi teâlâ aleyh) başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabreder,
talebelerine de sabretmelerini emrederdi. Tasavvufu ve Nakşibendiyye yolunun
üstünlüğünü inkâr eden bir kimse vardı. Muhammed Emin hazretlerinin
talebelerinden birine gelerek hocasının Tenvîrü'l-Kulûb adlı kitabından bir adet
istedi. Talebe o kimsenin böyle bir istekte bulunmasına sevindi. O kimsenin eski
yaptıklarından vaz geçip ıslah olduğunu zannetti. Talebe merak edip o kimseye
kitabı niçin istediğini sordu. O kimse o kitabın yapraklarıyla istincâ edeceğini
yâni tahâretleneceğini söyledi. Talebe üzülerek ve kızarak; "Bu kitabı yazan
kimseye hürmet etmiyorsan, içindeki Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden
bildirilenlere de mi hürmet etmiyorsun?" dedi. O kimse alaylı bir tavırla güldü.
Bu hareket karşısında Muhammed Emin hazretlerinin talebesi iyice kızdı. Fakat
hocasının emrine uyduğu için sabrederek herhangi bir karşılıkta bulunmadı.
Olanları gelip hocasına anlattı. Muhammed Emin hazretleri buyurdu ki: "Sabret.
Allahü teâlâ gayret sâhibidir. Sen bu sabrının karşılığını inşâallah
bulacaksın." Aradan fazla zaman geçmeden talebeye hakaret dolu sözler sarfeden
kimsenin şiddetli bir hastalığa tutulduğu haberi duyuldu. Bütün tedâvîlere
rağmen o kimsenin hâlinde bir iyileşme olmadı. O kimsenin günlerdir uyku
uyuyamadığı ve feryat figân etmesi sebebiyle kimsenin yanına yaklaşamadığı
haberi yayıldı. Sonunda yakınları kendisine hakâret edilen talebeye gelip
hallerini bildirdiler. O talebe; "Âriflerin yâni Allah adamlarının okları
zehirlidir. O oklardan birisi kime isâbet ederse o kimse helâk olur. Lâkin ben o
kimsenin bu rahatsızlığının hafiflemesini istiyorum. İnşâallah bu akşam durumu
hocama bildireceğim." dedi. O talebe ve yanında bulunan arkadaşları hocalarının
evine gittiler. O sırada hastanın yakınları da hastayı oraya getirdiler.
Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin önüne koydular. O kimse kurumuş, sanki etsiz
bir heykel gibi olmuştu. Halbuki hasta olmadan önce kuvvetli ve boyu posu
yerindeydi. O kimse Muhammed Emin Erbilî hazretlerini görünce acı acı ağladı.
Hastanın yanında bulunanlar onun hâlini Muhammed Emin Erbilî'ye anlattılar.
Muhammed Emin Erbilî o kimseye nasîhat etti ve yaptıklarına tövbe etmesini
istedi. İstiğfâr okuduktan sonra; "Allahü teâlâya tövbe ettim ve söylediklerime
pişman oldum." de, buyurdu. Hasta denilenleri yaptı. Muhammed Emin Erbilî
hazretleri Fâtiha ve Nâs sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin, Silsile-i
aliyyenin rûhlarına hediye edip onları vesîle etti ve bu hastanın hidâyete
kavuşması ve son nefeste îmânla gitmesi için duâ etti. Hastayı sâhipleri alarak
evine götürdüler. Hasta ve yanındakiler dışarı çıkınca, Muhammed Emin hazretleri
"Elhamdülillah. O kimse Allahü teâlâya sâdık bir şekilde tövbe etti. Onun son
nefeste îmânla gideceğini ümid ediyorum." buyurdu. O kimse evine gittikten sonra
günlerce rahat bir şekilde uyudu. Halbuki aylardır hastalığı sebebiyle
uyuyamıyordu. Nihâyet bu halde îmân ile rûhunu teslim etti.
Evliyânın meşhûrlarından ve
büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh)
hazretlerine talebe oan Muhammed Hanîf, hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti
ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin
görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi
olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir
takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar.
Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler: "Biz
bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve;
"Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde
onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin
taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil
bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed
Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın
kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri
yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın,
geleceğini ümid ederim." dedi.
Oradakiler gülüp oynamaya,
alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit
gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim." dediler. Hâce Muhammed
Hanîf hazretleri de; "Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır."
buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de
ne görsünler! Muhammed Ma'sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından
girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da
babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce,
hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.
Muhammed Ma'sûm hazretleri
buyurdu ki: "Yalnız Muhammed Hanîf'in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o
da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet
göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar
ve ziyanlara düşersiniz." Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de
konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed
Ma'sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular.
Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm
hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük
saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Hiç kimseye haber
veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve
üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.
Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın
yanındayken, Muhammed Ma' sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu
inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına
tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm hazretleri
hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve
Muhammed Ma'sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler
gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir
bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti.
Fakat Muhammed Ma'sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi
kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan söyleyenlerin nefesinde
bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına; "Çabuk gidiniz.
Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri
döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda
öldü.
Mısır'da yetişen büyük
velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini
imtihân etmek için, Mâlikî kadılarından biri gelmişti. Muhammed Şâzilî'ye onun,
imtihân etmek maksadıyla geldiğini bildirdiler. Muhammed Şâzilî; "Ben fakirlerin
seccâdesi üzerinde oturuyorum, gücü yeterse, istediğini sorsun." buyurdu. Kâdı,
gelince sormaya başladı; "....hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet"
dedi. O; "......hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet" dedi. O;
"...... hakkında ne dersin?" dedi yine durakladı. Şâzilî "Evet (devâm et)"
buyurdu. Birçok defâ aynı şeyi tekrarladı. Sonra kâdı; "Sormak istediğim soruyu
unuttum?" dedi. Sonra sarığını çıkardı, istigfâr etti. Evliyâyı inkâr
etmiyeceğine ve onlara îtirâz etmeyeceğine dâir söz verdi. |
|