CİLD       ALFABE       KONU       KABR-İ ŞERİFLER

ALFABE - CİLD                      1.   2.   3.   4.   5.   6.
     
 

EVLİYÂNIN BÜYÜKLÜĞÜNÜ İNKÂR (M)

Seyyid Ahmed Buhârî'nin yetiştirdiği büyük velîlerden Mahmûd Çelebi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri bir menkıbeyi şöyle anlatır: Abdullah-i İlâhî bir gün Seyyid Emîr Ahmed Buhârî hazretleri ile birlikte, önceleri kendisinden okudukları âlimi ziyârete gittiler. O âlim, Emîr Buhârî'ye; "Şimdi ne ile meşgûl oluyorsunuz?" diye sordu. O da; "Mirsâd-ül-İbâd fil-Mebd ilel-Me'âd isimli tasavvufî eseri mütâlaa etmekle meşgûl oluyoruz." dedi. Bunun üzerine o ilim sahibi kimse, bu kitabı okuduğu için Emîr Buhârî'yi azarlamaya, o kitabı ve müellifini kötülemeye, tasavvuf ehline dil uzatmaya başladı. Nihâyet daha da ileri giderek, Emîr Buhârî ve Abdullah-i İlâhî'yi meclisinden kovdu.

Meğer bu kimse, tasavvuf ehlinin büyüklüğünü anlayamayan, inkâr eden bir zavallı imiş. Mahmûd Çelebi bu menkıbeyi anlatınca, tasavvuf ehlini inkâr edenlerin de bulunduğunu anlamış oldum. Bundan sonra Mahmûd Çelebi'ye arzettim ki: "Efendim, tasavvuf büyüklerinin hâllerini inkâr edenler, inkâr etme gibi büyük bir belâya mübtelâ olmuşlardır. Tasavvuf ehlinin büyüklüğünü inkâr etmeyip kabûl ettiği hâlde bu yolda ilerlemeye çalışmayanların hâli, diğerinin hâlinden daha kabîh (çirkin) değil midir?" Ben böyle söyleyince; "Hayır öyle değildir. O büyüklerin büyüklüklerini inkâr etmeyip îtiraf etmek, yâni kabûl etmek de bir nîmettir. Bu îtirâfın eninde sonunda o kimseyi hak yoluna çekmesi ümîd edilir." buyurdu."

Şakâyik-ı Nu'mâniyye' nin müellifi olan Taşköprüzâde, bir gün sohbet esnâsında Mahmûd Çelebiye dedi ki: "Efendim! Bâzı tasavvuf kitaplarında anlaşılamıyan, hattâ görünüş îtibâriyle dînin açık olarak bildirilen hükümlerine aykırı olan kısımlar bulunuyor. Bunları inkâr etmemiz câiz olur mu?" Mahmûd Çelebi buna cevâben; "O tasavvufî hâller sizde meydana gelinceye kadar inkâr edersiniz. Ama o haller sizde de meydana gelince, artık inkâr etmenize lüzûm kalmaz. Çünkü o bilgilerin hakîkatte dînimizin hükümlerine aykırı olmadıklarını, öyle anlaşıldığını anlamış olursunuz. Yâni tasavvuf büyüklerinin söyledikleri sözlerden bâzılarının uygun değil gibi görünmeleri, o zâtın yanlış şeyler söylemek istediğinden değildir. Kendisini kaplayan tasavvufî hal sebebiyle, o halde iken anlatmak istediğini, şuuru yerinde olmadığından, uygun olmayan kelimelerle söylemesinden veya hâli ifâde için o anda başka kelime bulamamasındandır. Her hâlükârda tasavvuf büyüklerinin o sözlerinin yanlış bir mânâyı anlatmak için değil, doğru bir şeyi yanlış mânâya gelecek kelimelerle anlattığından yanlış anlaşılabilmektedir. Bununla berâber, mutasavvıfların dînin hükümlerine aykırı gibi görünen, açıktan yanlış anlaşılan sözleri kabûl edilmez. Fakat o büyüklere dil de uzatılmaz. Çünkü mâzurdurlar.

İstanbul evliyâsının büyüklerinden Mehmed Emin Tokâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin İstanbul'da insanları irşâd ile meşgûl olduğu ve insanlara Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını öğretip saâdete ermeleri için rehberlik yaptığı sıralarda İstanbul'da Antepli ismiyle meşhur bir vâz hocası vardı. Bu kimse çok inatçı olup, Mehmed Emîn Tokâdî hazretlerinin büyüklüğüne, evliyâ ve mürşid-i kâmil olduğuna inanmaz ve konuştuğu meclislerde uygunsuz sözler söylerdi. Bir gün bu hoca, Unkapanı'nda bir çeşmede yüzünü yıkıyordu. Mehmed Emîn Tokâdî hazretleri de oradan geçiyordu. Antepli vâizin yakınlarından biri; "İşte bu gelen, Tokâdî Emîn Efendidir!" diyerek gösterdi. Antebli vâiz alaylı bir tavırla ona baktı ve birşeyler söyledi. Mehmed Emîn Efendi yanlarına gelip selâm verdi. Bu sırada Antebli hoca başını kaldırıp; "Bak Şeyh Efendi, benim gözlerim ağrıyor. Bana bir nefes eyle de gözlerimin ağrısı geçsin." diyerek alay etti. Bunun üzerine Mehmed Emîn Efendi; "Kör ol!" dedi ve oradan geçip gitti. Antepli hocanın gözleri yavaş yavaş kapanmaya başladı. Mehmed Emîn Efendinin talebelerinden bâzıları Antepli hocanın yanına yaklaşıp; "Sen hocamıza karşı edepsizlik yaparak alay ettin! O da sana nefes etti. Sen artık kör olursun bunu bilesin." dediler. Antepli hoca yaptığı edepsizliğin farkına varıp Mehmed Emîn Efendinin evini öğrenip huzûruna gitti. Ayaklarına kapanıp; "Aman efendim kusurumu affedin." diye yalvardı. Bu yalvarması üzerine; "Hayır söz geri dönmez! Sonra yerine gözümüzün birini vermek gerekir." buyurdu. Antepli hoca bu sözleri işitince, o kadar çok yalvarıp özür diledi ki, Mehmed Emîn Efendi; "Hoş! Şimdi hiç olmazsa bâri bir nebzecik." dedi. Bundan sonra Antepli hoca on altı ay devamlı göz ağrısı çekti. Daha sonra Mehmed Emîn Efendinin duâsı ile göz ağrısından kurtuldu. Bu hâdiseden sonra ona son derece bağlı ve hürmetli, edepli oldu. Hattâ meclislerde, toplantılarda ve vâzlarından sonra; "Tokatlı Mehmed Emîn Efendimiz cennetliktir. Onun ayağının tozu toprağı olayım." der, böylece ona olan inancını ve sevgisini dile getirirdi.

Evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hamîd-i Bingâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf büyüklerinin yoluna önceleri hiç inanmazdı. Müftî olan arkadaşı ile berâber olduğu günlerde, İmâm-ı Rabbânî hazretleri Ekberâbâd’a gelmişti. Mevlânâ Abdurrahmân'ın bulunduğu ve İmâm-ı Rabbânî’nin sevenlerinin oturduğu mahallede misâfir olmuştu. Hamîd-i Bingâlî bu haberi duyunca, dayanamadı ve büyük bir sıkıntı ile Mevlânâ’nın yanına gelip; “Bu mahalleden başka yere gidiyorum.” dedi. Mevlânâ; “Hayrola, neden îcâb etti? Bu sıkıntının sebebi nedir?” diye sorunca, o da hazret-i İmâm’ın ismini söyleyip; “Sizin yakınınıza geldiler. Ben onunla tanışırım. Görmeye gitmezsem olmaz, gidersem hiç olmaz.” dedi. Mevlânâ; “Onlar büyüktürler ve âlimdirler. Niçin görmek istemezsin?” deyince, Hamîd-i Bingâlî; “Ben onu görmeye dayanamam.” dedi ve kapıdan çıkıp gitti. İki üç gün sonra Hamîd-i Bingâlî, Mevlânâ’nın evinde unuttuğu bir risâlesini almaya gelmişti ki, biraz sonra İmâm-ı Rabbânî de oraya geldi. Mevlânâ, edebe riâyeti yerine getirdi. Hazret-i İmâm’ı karşıladı ve tam bir tevâzu ile içeri aldı. Şeyh Hamîd’in yüzünün rengi değişti. Bu eve geldiğine bin pişmân oldu. Hazret-i İmâm, Mevlânâ’ya hitâben; “Size bir mesele danışmaya geldim.” buyurdu. O da; “Zâtınıza gizli kalan hangi bir mesele olabilir?” diye arz etti. “Siz müftîsiniz, bunun için size sorup amel etmek en ihtiyâtlı yoldur.” buyurdu. Gâyet açık olan meseleyi görüştükten sonra, mübârek yüzünü Şeyh Hamîd tarafına dönüp; “Şeyh Hamîd Efendi! Siz burada mı idiniz?” buyurdu. Şeyhe bir iki nazar etti. Sonra kalktı. Mevlânâ, her ne kadar; “Hizmetçiler sofra hazırladı, getiriyorlar.” dediyse de, kabûl buyurmadı. Mevlânâ dış kapıya kadar onları uğurladı. Bundan sonrasını Mevlânâ Abdurrahmân şöyle anlattı: “İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin peşinden Hamîd-i Bingâlî de dışarı çıktı. O inkâr ve nefrette olan Şeyh Hamîd, hazret-i İmâm’ın arkasından ağlayarak, kavrularak, gözünden yaşlar akıtarak, dervişler gibi düşe kalka gidiyordu. Hazret-i İmâm ise, ona dönüp bakmıyordu bile. Nihâyet hazret-i İmâm kaldığı eve girdi. Şeyh, onların kapısı önünde hayrân ve perişân halde el bağlamış, başını önüne eğmiş bir halde durdu. Bir müddet sonra, İmâm-ı Rabbânî, o kendine çektiği Hamîd-i Bingâlî’yi husûsî odasına çağırdı ve sohbette bulundu. Gittikleri yolun husûsiyetlerini anlattı. Evliyâlık makamları onu öyle kapladı ki, hallere gömülüp, dostlardan ve tanıdıklardan tamâmen kesildi. Birkaç gün sonra, hazret-i İmâm memleketleri olan Serhend’e hareket etti. Şeyh yaya olarak gayr-i ihtiyârî, gönlünü çaldırmış bir halde hazret-i İmâm’ın peşi sıra gitti.

Hazret-i İmâm’ın eshâbının bâzıları dediler ki: “Hazret-i İmâm’ın, Mevlânâ Abdurrahmân'ın evine teşrîfi, belki Ekberâbâd’a gelişleri, sırf Şeyh Hamîd’i bozuk îtikâdından kurtarmak içindi. Zîrâ buna memur idiler.” Mevlânâ Abdurrahmân diyor ki: “Hazret-i İmâm’ın Şeyh Hamîd üzerindeki bu tasarrufunu görmekle, benim ihlâs ve îtikâdım kuvvetlendi.” Ne zaman Mevlânâ’ya, hazret-i İmâm’ın kerâmetleri sorulsa, hep bu hâdiseyi anlatırdı.

Ondan sonra Hamîd cezbe ve sülûk makâmlarında ilerleyerek, vilâyet derecesine kavuştu ve icâzetle şereflendi. Doğru yolu bildiren âlimler arasında, icâzet verilip, gönderilen talebeye hırka vermek âdet olduğundan, Hamîd-i Bingâlî ayrılırken, hazret-i İmâm’dan teberrüken, kullandıkları bir şey istedi. Onlar da istediğini verdiler. Hamîd verileni öperek, huzûrundan ayrıldı. Teşyî etmeye (uğurlamaya) giden ahbabları dediler ki: “Hamîd-i Bingâlî o hediyeyi sarığına sarıp başına tâc eyledi. Bu şekilde memleketine gitti.” Mısrâ:

 

Bir toprak ki, yâr ilinden başa gelir,

Benim için yüz taştan da iyidir.

 

Memleketine gidince, hocasının hediyesi için küçük bir oda ayırdı. İhtiyaç sâhipleri, hastalar, dertliler bunu duyunca, dermân için oraya koştular. Memleketin her tarafından, hastalara şifâ için, huzûruna su kabları getirirlerdi. Şeyh hocasının hediyesinin ucunu suya sokar ve suyu onlara verirdi. İnsanlar şifâ bulurlardı. Hasta ölüm hastası ise suya sokar sokmaz su kabı kırılırdı. Bu çok tecrübe edilmiştir.

Anadolu'yu aydınlatan meşhûr velilerden Seyyid Muhammed Çelebi Sultan (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir defâsında Kûnân yakınında Gökse köyüne gitmişti. Orada halka sohbet ve nasîhat etti. Orada bulundukları sırada talebeleri söz arasında; "Efendim! Bize bir halîfe bulup, reis yapsanız." dediler. Bunun üzerine halleriyle çevresinde sevilmeyen birisi olan Alâeddîn adındaki kimseyi kasdederek; "Size Alâeddîn'i reis edelim." dedi. Talebeler; "Efendim! O şahıs tarîkat ehline kâfir der. Tarîkat ehline çok karşıdır. Ondan başka ilim ehli bir kimse vardır. Âlim ve ilmiyle amel eden birisidir. Onu bize reis yapsanız." dediler. Talebelerine; "Allahü teâlâ inâyet eyleye!" diye cevap verir. Başka bir şey söylemez. O gece Alâeddîn rüyâsında kendini gayr-i müslim kıyâfeti içinde, belinde de kâfirlere mahsus bir kuşak olan zünnâr görür. Bunları üzerinden çıkarıp atmak için çok uğraşır, fakat bir türlü atamaz. Huzursuz bir halde uğraşırken karşısına Muhammed Çelebi Sultan'ın babası Pîrî Halîfe Sultan çıkar. "Ey Alâeddîn! Senden bu elbiseyi oğlum Şeyh Muhammed'den başkasının çıkarmaya gücü yetmez." der. Bu sözleri işitince uyanır. Bu rüyânın tesiriyle gece yarısı kalkıp Muhammed Çelebi Sultan'ın evine koşar ağlayıp yalvararak kapıyı çalar. Şeyh hazretleri kapıyı açıp içeri almalarını söyler. Alâeddîn huzûruna girer girmez daha o bir şey söylemeden; "Ey Alâeddîn! Ben sana babam gibi bir şâhidi her zaman nasıl bulayım!" der. Alâeddîn daha rüyâsını anlatmadan haber verdiğini görerek şaşar. Bu kerâmetini de görünce artık tasavvuf ehline düşmanlık yapmaktan vazgeçer. Büyük bir muhabbetle Muhammed Çelebi Sultan'ın hizmetine girer, talebesi olur.

Irak'ta ve Mısır'da yaşamış olan velîlerden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimlerinden Muhammed Emin Erbilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) başkalarından gelen sıkıntı ve eziyetlere sabreder, talebelerine de sabretmelerini emrederdi. Tasavvufu ve Nakşibendiyye yolunun üstünlüğünü inkâr eden bir kimse vardı. Muhammed Emin hazretlerinin talebelerinden birine gelerek hocasının Tenvîrü'l-Kulûb adlı kitabından bir adet istedi. Talebe o kimsenin böyle bir istekte bulunmasına sevindi. O kimsenin eski yaptıklarından vaz geçip ıslah olduğunu zannetti. Talebe merak edip o kimseye kitabı niçin istediğini sordu. O kimse o kitabın yapraklarıyla istincâ edeceğini yâni tahâretleneceğini söyledi. Talebe üzülerek ve kızarak; "Bu kitabı yazan kimseye hürmet etmiyorsan, içindeki Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden bildirilenlere de mi hürmet etmiyorsun?" dedi. O kimse alaylı bir tavırla güldü. Bu hareket karşısında Muhammed Emin hazretlerinin talebesi iyice kızdı. Fakat hocasının emrine uyduğu için sabrederek herhangi bir karşılıkta bulunmadı. Olanları gelip hocasına anlattı. Muhammed Emin hazretleri buyurdu ki: "Sabret. Allahü teâlâ gayret sâhibidir. Sen bu sabrının karşılığını inşâallah bulacaksın." Aradan fazla zaman geçmeden talebeye hakaret dolu sözler sarfeden kimsenin şiddetli bir hastalığa tutulduğu haberi duyuldu. Bütün tedâvîlere rağmen o kimsenin hâlinde bir iyileşme olmadı. O kimsenin günlerdir uyku uyuyamadığı ve feryat figân etmesi sebebiyle kimsenin yanına yaklaşamadığı haberi yayıldı. Sonunda yakınları kendisine hakâret edilen talebeye gelip hallerini bildirdiler. O talebe; "Âriflerin yâni Allah adamlarının okları zehirlidir. O oklardan birisi kime isâbet ederse o kimse helâk olur. Lâkin ben o kimsenin bu rahatsızlığının hafiflemesini istiyorum. İnşâallah bu akşam durumu hocama bildireceğim." dedi. O talebe ve yanında bulunan arkadaşları hocalarının evine gittiler. O sırada hastanın yakınları da hastayı oraya getirdiler. Muhammed Emin Erbilî hazretlerinin önüne koydular. O kimse kurumuş, sanki etsiz bir heykel gibi olmuştu. Halbuki hasta olmadan önce kuvvetli ve boyu posu yerindeydi. O kimse Muhammed Emin Erbilî hazretlerini görünce acı acı ağladı. Hastanın yanında bulunanlar onun hâlini Muhammed Emin Erbilî'ye anlattılar. Muhammed Emin Erbilî o kimseye nasîhat etti ve yaptıklarına tövbe etmesini istedi. İstiğfâr okuduktan sonra; "Allahü teâlâya tövbe ettim ve söylediklerime pişman oldum." de, buyurdu. Hasta denilenleri yaptı. Muhammed Emin Erbilî hazretleri Fâtiha ve Nâs sûrelerini okuyup, Peygamber efendimizin, Silsile-i aliyyenin rûhlarına hediye edip onları vesîle etti ve bu hastanın hidâyete kavuşması ve son nefeste îmânla gitmesi için duâ etti. Hastayı sâhipleri alarak evine götürdüler. Hasta ve yanındakiler dışarı çıkınca, Muhammed Emin hazretleri "Elhamdülillah. O kimse Allahü teâlâya sâdık bir şekilde tövbe etti. Onun son nefeste îmânla gideceğini ümid ediyorum." buyurdu. O kimse evine gittikten sonra günlerce rahat bir şekilde uyudu. Halbuki aylardır hastalığı sebebiyle uyuyamıyordu. Nihâyet bu halde îmân ile rûhunu teslim etti.

Evliyânın meşhûrlarından ve büyük İslâm âlimi Muhammed Ma'sûm Fârûkî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe oan Muhammed Hanîf, hocasının büyüklüğü, ihsânı ve himmeti ile aklından, hayâlinden geçmeyen derecelere, kulakların duymadığı, gözlerin görmediği mârifetlere kavuştu. Hocasından icâzet ve hilâfet alarak memleketi olan Kâbil'e döndü. İnsanları irşâda ve yetiştirmeye başladı. Orada bulunan bir takım kimseler, hocasının ve onun üstünlüğünü anlayamayıp karşı çıktılar. Nihâyet bir grup insan aralarında anlaşıp, Hâce Muhammed Hanîf'e geldiler: "Biz bir kerâmet, bir hârika görmeyince, sizin büyüklüğünüze inanmayız." dediler. Ve; "Biz bir ziyâfet hazırlayacağız. Üstâdınızı dâvet ediyoruz. Bugün yemek vaktinde onun Serhend'den Kâbil'e gelmesini bekliyoruz. Eğer gelirse, hepimiz senin taleben oluruz." diye ilâve ettiler. Hâlbuki, hocası ile arasındaki mesâfe değil bir günlük, bir aylıktan daha uzak ve yüzlerce kilometre idi. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri, hocasına olan bağlılığının çokluğundan ve Allahü teâlânın kullarına şefkatinden, bunu kabûl eyledi ve; "Hocam Muhammed Ma'sûm hazretleri yemeği ekseriyetle yatsı namazından sonra yer. Siz yemekleri hazırlayın, geleceğini ümid ederim." dedi.

Oradakiler gülüp oynamaya, alaylı bir şekilde yemekleri ve misâfir odasını hazırlamaya başladılar. Vakit gelince Hanîf'e; "Yatsı vakti oldu. Artık yemek yiyelim." dediler. Hâce Muhammed Hanîf hazretleri de; "Yemeği getirin, üstâdımın yemek yeme zamânı bu zamandır." buyurdu. Oradakilerin bir kısmı yemeğin getirilmesi ile meşgûl oldular. Bir de ne görsünler! Muhammed Ma'sûm hazretleri altı oğlu ile birlikte evin kapısından girip kendileri için ayrılmış olan minder üzerine oturdu. Yüksek oğulları da babalarının etrâfında halka şeklinde oturdular. Oradakiler bu hâli görünce, hayretler içinde kaldılar. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Özür ve af dilediler.

Muhammed Ma'sûm hazretleri buyurdu ki: "Yalnız Muhammed Hanîf'in hatırı için geldim. Onu çok sevdiğim ve o da bana bağlı olduğu için onu kırmadım. Yoksa maksadım, niyetim kerâmet göstermek değil. Sakın bundan sonra evliyâdan kerâmet istemeyiniz. Büyük zarar ve ziyanlara düşersiniz." Hep berâber yemeğe başladılar. Hem yediler, hem de konuştular. Konuşulanlar, yenenlerden tatlıydı. Orada bulunanlar, Muhammed Ma'sûm hazretlerinin sohbetini dinleyerek kalblerindeki zulmetten kurtuldular. Onu sevenler arasına girip, saâdete erdiler. Her ne kadar Muhammed Ma'sûm hazretlerinin orada biraz kalmasını istediler ve bu bizim için en büyük saâdettir dedilerse de, Muhammed Ma'sûm hazretleri; "Hiç kimseye haber veremedim, bundan kimsenin haberi yok, belki bize bağlı olanlarda bir merak ve üzüntü hâsıl olur." buyurup, ayrıldılar.

Sa'dullah Hân, Şâh Cihân'ın yanındayken, Muhammed Ma' sûm hazretlerinin büyük bir mürşid-i kâmil olduğunu inkâr ederek, dil uzatıp hâllerini yalanlamıştı. O anda kulunç hastalığına tutuldu. Bu hastalığa birdenbire yakalanıvermesinin, Muhammed Ma'sûm hazretleri hakkında söylediği kötü sözlerden olduğunun farkına vardı. Pişmân oldu ve Muhammed Ma'sûm hazretlerine beş yüz rupye (o zamânın parası) ve bâzı hediyeler gönderdi. "Benim kusur ve anlayışsızlığımı affetsin." diye haber yolladı. Bir bardak içerisinde de su gönderip şifâ olması için suya okumasını da istemişti. Fakat Muhammed Ma'sûm hazretleri bunları aslâ kabûl etmedi. Oğulları o kimseyi kurtarmak için çok yalvarınca, buyurdu ki: "Yalan söyleyenlerin nefesinde bereket ve şifâ olmaz. Bize yalancı dedi." O Hânın adamlarına; "Çabuk gidiniz. Onun rûhu, bu cevâbı bekliyor." buyurdu. Sa'dullah'ın adamları, utanarak geri döndüler ve duyduklarını söylediler. Sa'dullah Hân bu sözleri işitince o anda öldü.

Mısır'da yetişen büyük velîlerden Muhammed Şâzilî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerini  imtihân etmek için, Mâlikî kadılarından biri gelmişti. Muhammed Şâzilî'ye onun, imtihân etmek maksadıyla geldiğini bildirdiler. Muhammed Şâzilî; "Ben fakirlerin seccâdesi üzerinde oturuyorum, gücü yeterse, istediğini sorsun." buyurdu. Kâdı, gelince sormaya başladı; "....hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet" dedi. O; "......hakkında ne dersin?" dedi durakladı. Şâzilî "Evet" dedi. O; "...... hakkında ne dersin?" dedi yine durakladı. Şâzilî "Evet (devâm et)" buyurdu. Birçok defâ aynı şeyi tekrarladı. Sonra kâdı; "Sormak istediğim soruyu unuttum?" dedi. Sonra sarığını çıkardı, istigfâr etti. Evliyâyı inkâr etmiyeceğine ve onlara îtirâz etmeyeceğine dâir söz verdi.